beyaz kuğu
  Lanetli Sinif -idris Ozyol 01
 

LANETLİ SINIF - İdris Özyol

 



( 1999 ve 2000 yıllarında Yeni Şafak gazetesinde yayımlanan yazılardan derlenmiştir )

1. Akan gözyaşımı elinle sil dediler
2. Alnımdaki bıçak yarası senin yüzünden
3. Ayağa kalkın efendiler!
4. Başka Dünyanın Çocukları
5. Ben Bu Aşkın Militanıyım
6. Ben öldürülürken İstiklal Marşı söyleyecek olanlara birkaç söz
7. Ben seni unutmak için sevmedim
8. Ben senin hayatından gittim oğlum
9. Ben zaten her acının tiryakisi olmuşum
10. Beni Yak Kendini Yak Her Şeyi Yak
11. Benim oğlum bina okur
12. Benimle konuşurken gözlerimin içine bak
13. Bir adam nasıl yanar?
14. Bir eşkiyanın ateşe bakarken düşündüğü şeyler tehlikelidir
15. Bir overlokçu kıza ilan-ı aşk
16. Biz çıkıp tarih sahnesine, kendi ellerimizle açacağız
17. 17.Biz kazanmaya mecburuz, ötesi yok!
18. Biz kirli elleriyiz hayatın
19. Bize düşen dağların diliyle konuşmak şimdi
20. Bize ne oldu böyle?
21. Böyle çok daha güzelsin!
22. Bu ne sevgi ah, bu ne ızdırap
23. 23.Bu yazı Nil Nehri'nin üzerinde okunacaktır !
24. 24.Çadırım var ibrişimden
25. 25.Çok şükür bugünü de gördüm. Ölsem gam yemem gayrı
26. 26.Depreme ağıt
27. 27.Doğmasaydı insanlar, olmasaydı bu çile
28. 28.Dönüşümüz muhteşem olacak!
29. 29.Evet, ben bir psikopatım
30. 30.Ey gidi gidi koca dünya, gam yükü müsün?
 

 

1. Akan gözyaşımı elinle sil dediler

Akıntıya karşı kürek çekmenin ahmaklık olarak görüldüğü bir çağda doğup, ne yöne olursa olsun kürek çekmenin bile bönlüğe tekabül edeceği bir zamana doğru yürümekteyiz. Fakat ısrarla ve ısrarla, bir taşın inadı, bir suyun sabrı, bir çalının dikkafalılığıyla sürdürüyoruz akıntıya karşı kürek çekmeyi. Kuralların kuraldışını bile iyice belirlediği, hilelerin bile hüküm altına alındığı, isyanın dahi yasalarının çıkarıldığı bir çağda, kayıtsız kuyutsuz bir aşkla kalkıp ayağa, kayıtsız kuyutsuz savrulmalarla koşuyoruz meçhule. Biliyoruz hiç birşey yok uzakta. Dağların ardında halleri bizden iyi olmayan ve bizden de kötü olmayan başka topraklar ve başka suratlar var sadece. Suratlar ve sahte gülücükler müzesine çevrilmiş şehirler var dağların ardında. Boyu bizim boyumuzdan daha kısa kasabalar ve o kasabaların daha büyük yerleşimlere gidince horlanan insanları var. Herkesin bir taşrası, her taşranın bir isyanı var. Ve akıntıya karşı kürek çekiliyor başka kalplerde, başka suretlerde ve başka kisveler altında. Gidilecek bir yer yok ve belki de sarsıcı olan bu. Bizi avuçlarına alıp kalbimizi daraltan, ruhumuzu coşturan, kanatlandıran şey bu. Hiç birşey yok ve hiç bir toprak kalbimizden daha büyük değil. Hiç bir toprak hayallerimizde yayılan yeşil ülkelerin yerini tutmuyor. Ve kendi zihnimize düzenlediğimiz akınlar, yıkıp geçiyor gerçek hayatların "büyük ülke" yalanlarını. Asıl ülke biziz ve her birimiz ayrı bir kıtayız yeryüzüne dağılan. Akıntıya karşı ve akıntıya rağmen ve akıntıya kayıtsız ve akıntının düşmanı olarak kendi içimizde bir yerlere doğru kürek çekiyoruz. Bizi, gözlerimizde duran kara bir nokta, vicdanımızda serpilen bir hesap, ciğerimizi okuyan bir kavga bekliyor akıntının arkasında. Bundan başka birşey yok. Gittim ve gördüm; yok!

 

    Küreklerimize asılarak ve her seferinde başladığımız yere dönerek sürdürdüğümüz bu kavganın nihayetsiz oluşu, kavgayı daha bir anlamlı kılıyor. Kavganın neticesini değil, kendisini seviyoruz biz. Ayakta durmayı ve iki yana savrularak yürümeyi seviyoruz. Yürürken dallara çarpmayı, taşlara takılmayı, duvarlara toslamayı ve el yordamıyla ilerlemeyi ve ilerledikçe başladığımız yere dönmeyi seviyoruz. Kanımızı hareketlendiriyor bu. İçimizi ısıtıyor. Mana ve maksat kazanıyoruz. Nimetin bir anlık serinliği mihnetin genişliği karşısında nedir ki! Ve nedir ki, yolcunun imanı karşısında yolların uzayıp kısalan ömrü. Yaralı yolcularız biz çünkü ve yol kaybolsa da yürümeye devam ederiz. Ve çünkü yol bahanedir. Ve çünkü bahaneler hayatı genişletir. Ve çünkü hayat, hep burada, yanımızda olan ve asla başka bir yerde daha da güzelleşmeyen bir şeydir. Ve çünkü güzellik, onunla savaştığın sürece anlamlıdır. Ve çünkü anlam, akıntıya karşı vardır.

 

              27 Mart 1999 Cumartesi



2. Alnımdaki bıçak yarası senin yüzünden

Bu şehri ve diğerlerini göğe yükselen ateşler içinde seyrettiğimiz gün, rahatlayacak babalarımızın kemiği. Rahatlayacak çıkarıp öptüğümüz kanlı bıçak ve şakağıma dayanan ölülerin revolveri boşaltacak bütün yüzleri orta yere. Ölülerimizi hatırlayacağız seyrederken şehri ve şehir binlerce yılın acısını odun gibi sürdüğümüz ateşlerle yanacak. Bu şehri yakacağız, bu şehri bütün meydanları, sokakları, konakları ve gülistanlarıyla birlikte çatır çatır sileceğiz tarih sahnesinden. Ve tabii öteki şehirleri de. Vitrinleri, caddeleri, marketleri, salonları, davetleri, lüküs hayatları bize yasaklanan bütün şehirleri. Sokaklarında gerine gerine dolaşamadığımız, kasıla kasıla yürüyemediğimiz, salına salına volta atamadığımız bütün şehirleri tek tek yakacağız.

 

    Zafer kapıda. Zafer, yani yoksul evlerin kara gelini, çamurlu sokakların aşkı, yüreğimizdeki barbar çiçek, kapıda. Bir yumrukta devirerek kağıt kaplanları kendi içimizdeki ateşlere doğru koşacağız. Doğru koşacağız. Doğru... Ve mezarlarınıza tüküreceğiz ey yaşayan ölüler, kan tacirleri, halk düşmanları. Mezarlarınıza tüküreceğiz. Bütün sıfatları yükleyin bize. Barbar deyin, vahşi deyin, bedevi deyin, çarıklı deyin, çulsuz deyin. Ne derseniz deyin, bir saç kökü kadar umurumuzda değil, o şatafatlı söz kuleleriniz ve bizi yargılarken kurduğunuz gerekçe şatoları. Şiiriniz, şarkılarınız, oyunlarınız, filmleriniz, yemek kitaplarınız, seçkin cümleleriniz, beyaz yüzleriniz zerre ilgilendirmiyor bizi. Siz hormonlusunuz ve ürettiğiniz herşey de dev bir kanser hücresinden başka birşey değil. Medeniyet diye önümüze sürdüğünüz herşeyi, biz hayvanlarımıza yediriyoruz. Biz ahırlarımıza yığıyoruz sizin özene bezene, oflaya poflaya yumurtladığınız "kültürel yaratılar"ı. Bu kültür, bu sanat, bu medeniyet bizim değil ve asla utangaç, çekingen, ellerini hangi cebine sokacağını bilemeyen taşra delikanlısı gibi durmayacağız karşınızda. Bir resmi sizin gibi seyretmeyecek ve işkembe-i kübradan anlamlar yüklemeyeceğiz ona. Ve asla ezilmeyeceğiz steril mekanlarınızda dolaşırken. Çünkü o mekanlara yakıp yıkmaya geldik biz. Taş üstünde taş bırakmamaya ve sokaklarda kanlı bıçağımızı savurarak koşmaya geldik. Biz barbarız ve içimiz rahat.

 

    İçimiz dağlara karşı kükreyen bir kaplan kadar rahat ve göğsümüze vurduğumuzda çıkan sese aşığız her birimiz. Her birimiz katil, yargıç, cellat ve mezar kazıcıyız. Aynı anda katil, aynı anda yargıç, aynı anda cellat ve aynı anda mezar kazıcıyız her birimiz. Midemize doldurulmuş mermilerle dolaşıyor ve şarkı söylüyoruz birini vururken. Şarkı söylüyoruz dev ateşlere sarılarak ve gittiğimiz her yere yanık et kokusu taşıyoruz, ezilmiş hayatlar ve hesabı sorulmamış kötülükler kokusu. Ve babamızı işten atanların önüne çıkıp kafalarını kırıyoruz onların. Annemizin cam silmeye gittiği evleri yakıyoruz önce. Abimizi incitenlerin üzerinde tepiniyoruz ve sallıyoruz gökdelenlerin en tepesinden aşağı kırık hayatları, steril kalpleri, çıtkırıldım hüzünleri. Ve sonra dünyanın en ağır taşı gibi atlıyoruz biz de, şehre doğru, barbar öfkeye ve dev yangınlara doğru. Atlıyor ve yanıyoruz. İşte özgürlük bu. İşte şiir, işte şarkı, işte "tarih"...

     6 Mart 1999 Cumartesi



3.Ayağa kalkın efendiler!

Her şey daha güzel olabilirdi. Çok şey kaçırdık hayatta. Ve belki de kaçırdığımız şeyler yüzünden bu kadar dingin, bu kadar bilge ve bu kadar cesuruz şimdi. Kaçırdığımız şeylerden öğreniyoruz hayatı ve geriye dönüp bak­tığımızda yanlışlardan kurulu bir devden ve doğruların muhteris cücesinden baş­ka birşey görmüyoruz. Doğrular hiçbir şey anlatmıyor bize. Doğrular zavallı, kötü ve kötürüm bir kaç eşya gibi duru­yor zihnimizin arka odalarında. Bilgi ca-hilleştiriyor bizi. Bilgi katlanmayı ve an­lamayı gerektiriyor. Bildiğin zaman ka­bulleniyorsun zulmü ve "doğru" davra­nıyorsun düşmanın önünde otururken. Ve bildikçe düşmanını, onun kurallarıyla oynamaya başlıyorsun, onun kurallarıyla savaşmaya ve onun kurallarıyla yenilme­ye. Bilgi ateşkes masası gibi birşey. "Si­lahlara veda" gibi birşey. ihanet gibi bir­şey. Gerektiğinde geri çekilip, uygun koşullar oluşunca ileri atılmayı öğüüüyor bilgi ve bu labirent içinde, bu tuhaf sat­ranç tahtasında, bütün coşkusunu yitire­rek isyanın, sadece bir kafadan ibaret oluyor insan.
Bir sürü "kafa" dolaşıyor ortalıkta ve bu yüzden kıran kırana bir meydan savaşına dönüşmüyor aşklarımız. "Kafa­lar" yüzünden yeniliyoruz her gün ve her gün bir kalem sıkıştırıp parmakları­mıza imza attırıyorlar teslim senetlerine. Ve aynı "kafalar" önümüzden çektikleri teslim senetlerini yüksek duvarların ar­dındaki bir yerlere götürüp, kurallarını asla anlayamadığımız bir oyun masasın­da ortaya sürüyor. Poker oynuyor bilgi ve o masada kazandığı gün bizim de kurtulacağımızı düşünüyor. Bunları an­latıyor bize. Maça papazını, kupa kızını anlatıyor Ve iskambil kağıtlarının üzerin­deki şekilleri "sosyoloji", "sosyal politi­ka", "iktisat", "politika teorisi" diye su­nuyor bize. Bilim bir kumara dönüşüyor onların elinde ve kurallarını bilmediğimiz bir masada yeniliyoruz her gün. Ve anlı­yoruz ki yeniden, o masaya oturan kal­kamaz. O masaya oturan bizden değil­dir.
Her şey daha güzel olabilirdi. Fakat çok şey kaçırdık. Bırakmadık kendimizi hayatın sularına ve uzanıp çimenlerin üstüne öylece, zihnimizdeki herşeyi de­fetmedik bir türlü. Dönüp aramadık lise­de bıraktığımız bir güzel yüzü. Dönüp aramadık'ceketimizi yan giydiğimiz gün­leri ve önünden dudaklarımızda delifişek bir ıslıkla geçtiğimiz sarışın pencereleri aramadık. Herşey bıraktığımız yerde kaldı ve "doğru", "güvenilir", "sarsıcı" şeyler söyleyen adamlann lafına kandık. Oysa bizden daha "sarsıcı" hiçbirşey yoktu hayatta. En büyük hikaye kendi hikayemizdi oysa ki. "Doğru" bizdik ve "güvenilir" diye tarif edilen herşeyin içinde hiç de tekin olmayan tonlarca yan vardı. Güvenmek, güvenilen şeyin için­deki ihanet potansiyelini de farketmekle mümkündür. "Güvenilir" olanla "güve­nilmez" olan yapışık kardeşlerdir ve biz öyleyiz işte. Sarsıcı olan biziz.

4.Başka Dünyanın Çocukları

  Hey en arkadaki, hey sen! toplu resimlerin en köşesinde ve en gerisinde duran. vitrinlerin dışında ve uzağında duran sen. cici yerlere alınmayan, kaloriferli mekanlara sokulmayan, şehrin kenarında tutulan kara çocuk! bu şehirler senin sayende alındı ve sokaklarına medeniyetin senin omuzlarına basılarak girildi.

bayrakları diken sendin anlı şanlı zaferlerin alnına. ve yine senin avuçlarından dökülen tohumlar başağa dönüştüğünde, budadığın asmalar üzüm verdiğinde, kahrını çektiğin buzağılar süte durduğunda, bunların hepsi ama hepsi alımlı arabalarla konaklara taşındı. ve o konakların temelini kazan, duvarını ören, çatısını çakan sendin.

ve konaklara taşınan buğdayı, üzümü, sütü yemeğe, aşa, ekmeğe sen dönüştürdün. ve o pişen aşı, nar gibi kızaran ekmekleri kocaman kelleli adamların, hastalıklı hanımların, şımarık çocukların masasına sen servis yaptın.

 

5.Ben Bu Aşkın Militanıyım

Sizi ateşe doğru koşmaya davet ediyorum bayan. Üstünden sürüldüğümüz toprakları ve saraylara rehin bıraktığımız kalplerimizi geri almalıyız.

Geri almalıyız kulağımıza fısıldanan isimleri ve unutmamız için çırpındıkları zihinlerimizi, yoksul evlerde öğrendiğimiz alfabeyi, ceketlerimizin sökük uçlarını, kapılardan önümüzü iliklemeden girme cesaretini, umarsız tarihi, sarhoşluk bilgisini ve kötü vatandaş olma hakkını geri almalıyız. Sözümü?, üstüne söz söyletme kimseye bayan.Silelim gözlerimizden işgalcilerin çığlıklarını ve yalanlarını onların kopartıp atalım kulaklarımızdan.

Bütün yeryüzü ülkemizdir bizim ve kurtuluş bir zerdali gibi duruyor dünyanın bütün ağaçlarında. Dünyanın bütün ağaçları aşkımızın özgür topraklarını bekliyor. İnsana, halka, toprağa, havaya ve suya olan büyük aşkımızın topraklarım bekliyor hayat. Ve durmak yok birbirimizin cesaretine doğru sürdüğümüz atlara. Cesaret, ne bol sıfırlı bir çek, ne de üçyiiz kilometre hızla sürülen son model arabadır.

Cesaret, senin ellerinden benim ellerime taşınan ısı ve benim gözlerimden sana doğru uçan narin bir kelebektir. Kırılgan ve şeffaf olduğu için gereklidir cesaret ve cesur adımlarımızla şekillenir aşkımız.

Sizi kavgamın kenar mahallesine davet ediyorum bayan ve kavganızın kanatlarına kanatlarımı eklemek istiyorum. Uçmak özgürlük sevdalılarının işidir, özgürlük sevdalılarının işidir yüksek duvarların ardındaki bahçelerden meyve çalmak ve padişah çocuklarını ayartıp, onlan kavganın demir bir yumruğuna çevirmek bizim işimizdir.

Beş parmağın beşi de birdir birbirimize uzattığımız elde ve tut kalbimi sıkmaktan dolayı terlemiş ellerimi, tut ve onlara dünyayı tanıt. Bütün topraklan, bütün ağaçlan, bütün çiçekleri, bütün hayvanları, bütün köyleri, bütün ışıkları, bütün sesleri tek tek.tanıt ellerime. Ben aşkınızın militanıyım bayan. Çekip fünyesini kalbimin aramızdaki engellere doğru koşuyorum. Birazdan büyük bir patlamayla aydınlanacak gece ve o bir saniyelik aşk en uzun hayatlardan daha uzun kalacak yeryüzünde. Bana kutsallarım için Ölmeyi öğretiniz ve ben hiç sönmeyen bir ateşe avuçlarımızı uzatmanın güzelliğini haykıra-yım size. Bütün güzellikleri haykırayım ve sesim bir sarhoşun hiç ayılmak istemeyen gözleriyle tarif edilsin. Fakat hiç kimsenin tarif etmesine izin vermeyelim içimizdeki yanardağı.

Sizi aynı elmayı ısırmaya davet ediyorum bayan. Halkımızın bakışlarıyla kızaran o elmaya kalbimizin atışlarını da ekleyip dünyanın uçlarına doğru atmalıyız. Lübnanlı bir savaşçı avuçlarında sıkıp başka bir toprağa fırlatmah özgürlüğün meyvesini. Etiyopyalı bir bebek bulmalı onu. Bütün bebeklerde çoğalmalı bizim aşkımız. Karanlık hedeflere doğru sıkılan silahların sesini tercih etmelisin "seni seviyorum" cümlesinin yerine. Ve beni hatırlamak istersen bir Çeçen çocuğun gözlerine bakmalısın. Ben ve bütün kardeşlerim, bu 6 milyar kara çocuk, aynı hızla bakarız sevdiklerimizin gözüne. Hızıma hızınızı da katın bayan. Gölgesiz bir hayata inandık birlikte. İnandık birlikte ekmeğin ekmek, ateşin ateş, ölümün ölüm olduğuna. Ve Özgür bir ölüm fikriyle alevlendi hayat. Yeşeren herşeyi tutsak halkların koynunda sakladık ve bir devrimci annesinin cesaretiyle koruduk kalplerimizi. Koruduk kalplerimizi işgal ordularından ve devasa bir bayrak gibi dalgalandı çocuklarımız. Bana çocuklarımızı anla! ve hiç susma yüzlerini yüzüme ezberletirken.

Sizi Beyaz Saray'ı yakmaya davet ediyorum bayan. Biz bir çift gövde olarak dünyanın her yerinden aynı anda yürüyebiliriz. Aynı anda aynı cümlelerin şiddetiyle sarsılabiliriz silahlarımızı temizlerken. Bilin ki silahlarınızı sevdim sizin ve tetikte bekleyen gözlerinizi. Siz uyurken başınızda nöbet tutmak istiyorum bayan. Karanlık pusulardan korumak istiyorum düşlerizi. Biz bir doğumun iki ucuyuz ve bir karanfil gibi büyüttük yüreğimizi. Bir karanfil hayata sevdalı. Bir karanfil özgür şarkılar için. Şarkılarınızda bana da yer açın ve daha da genişlesin avuçlarımdaki harita. Serip o haritayı yemek yediğimiz masaya savaş planlan yapalım birlikte. Aşk bir savaştır ve iki kişilik bir ordu bile yeter zafer kazanmaya. Beni zaferinize kabul edin bayan. Yaralarınıza yakın tutun beni ve bir kör kurşunu birlikte ısıralım.

Aynı kurşunu bölüşmektir benim aşkım. Cephaneni bitince sizin kurşunlarınızla doldurayım tüfeğimi. Siz tüfeğinizi bir şehri yakmanın çılgınlığıyla doldurun. Koşalım bizden önce koşanların peşi sıra. Aşk bize yoldaş.


6.Ben öldürülürken İstiklal Marşı söyleyecek olanlara birkaç söz

Göğsüne bağladığı bayrakla penceremin önüne geçecek ve evimi delik deşik edenlere alkış tutacak olan 'dost', senin görevin bu ve sen buna alıştırıldın hep. Ve ben şu an senin için ölüyorum burada.

 

Bu gönül niye uslanmadı? Niye, ölüm döşeğindeki bir hastanın kıpırtısız bekleyişine özendiği günlerde bile, titrek bir çırpınışla ayağa kalkmaya çabalayıp, herhangi bir şeye karşı itirazını yükseltmeye yeltendi. Bu itiraz niye? Bilmez miyiz acep sakin bir hayata götüren yolları ve huzur ve sükun ve dinginlik türünden 'öldüresi hazlar'ı bilmez miyiz? Fakat adı üstünde, 'öldüresi hazlar' bunlar. "Bir insanı, bir toplumu, bir halkı öldüren nedir" diye sorulsa, hiç tereddüt etmeden "huzur arayışı" deriz. "Huzur" sözcüğünden iğreniyorum ben. Ruhum, soydaşlarımın, memleketlilerimin, kardeşlerimin, her gel-gitten sonra geride kalan çerçöpü, 'huzur' diye önüme koymasından dolayı rahatsız. Ben bir 'isyan çocuğu'yum ve aklıma yatmayan hiçbir şeyi kabul etmedim, etmem, etmeyeceğim. Ve biliyorum ki, bu 'huzur' denilen şey, bir takım ağaların bizi daha rahat yönetmeleri ve bir dediklerini iki etmememiz için üretilmiş dev bir yalandan ibarettir. Psikolojinin 'normal' diye tarif ettiği insanlar nasıl 'anormal' geliyorsa bana, yönetenlerin 'huzur' diye takdim ettikleri zaman dilimlerinde de korkunç bir şiddet ve canavarlık görüyorum. Topluma 'huzur' diye kakalanan şeyler, yüzlerce gencin bir duvar dibinde, tenha bir avluda öldürülmesinin üstünde yükseliyor ve o toplum, 'huzurlu hayat' rüşvetine karşılık evlatlarının ölümünü büyük bir sessizlik içinde karşılıyor. Bu 'zımni kabul', bu 'sessiz anlaşma', bu 'yöneten-yönetilen ilişkisi' midemi bulandırıyor ve ben bir evde kıstırılıp kurşunlanırken, uğruna bağırıp çağırdığım insanların İstiklal Marşı okuyarak, beni imha edenleri alkışlayacağını bilmek içimi ürpertiyor. Bu topraklarda yaşamanın ve bu toprakların içine sürüklendiği maceraya itiraz etmenin bedelinin böyle birşey olduğunu biliyorum.

 

Bu topraklar çok kan emdi ve bu yüzden üstünde buğdaydan öte şeyler büyüyor. Her ne kadar, 'Bizim oranın adetleri / meşhurdur cinayetleri' diye sevimlileştirilse de üstünde, tam üstünde yaşadığımız bu kadim trajedi, evine giderken ensesine namlu dayanmış bir adamın yaşadığı korkuyu tarif etmeye gerek yok. Binlerce insanın kılıçtan geçirildiği, ipe gönderildiği, sokak ortasında delik deşik edildiği bir ülkede yaşamaktayız ve bütün bu kan, o kahrolası 'huzur arayışı' yüzünden akıtıldı. Ve bu halk, soğuk bir duvar gibi susarken, binlerce genç boğazlandı ülkenin bir yerlerinde. Ve boğazlanan o binlerce genç, yaman bir çelişkinin kurbanı oldular. Çünkü her biri, 'halk' diye özetlenen bu yığının kaderini değiştirmeye yeltendiler ve bu halk onların ölümü karşısında, ağzına sürülen bir parmak balı yalamakla meşguldü. Yaman çelişkinin genç ucu, sürekli kırılarak ödedi isyan etmenin bedelini. Ve yaşlı uç, elindeki genç kanı halkın üstüne silip, parti merkezlerine, holding binalarına, makam koltuklarına, mercedeslere, Boğaz'a nazır villalara, sarışın metreslere gitti. Vicdanlarını genç bedenlerin kanını emerek köreltti onlar ve 65 milyon insan, mahkumların saçlarını kazıyan 'toplum berberleri'ni ayakta alkışladı. İşte ben, böyle bir ülkede doğdum, böyle bir ülkede düşündüm ve böyle bir ülkede isyan ettim. Ve karşımda 'huzurun orduları' vardı ve onlar yaralı bedenimi her gün işkence tezgahına sürüklerdi Siyasi Şube'de. Ve orada yapayalnız, birkaç metrekarelik bir hücrede, beni oraya kapatanları alkışlayan bir halkın çok çok uzağında ve fakat inadına o halkı sevmeyi öğrendim. Katilimi seçme hakkı tanınsaydı bana, ürkekliği ve gaddarlığı aynı anda yaşayan ve her iki halet-i ruhiyye içinde yanar döner bir eşya gibi gidip gelen bu halkı seçerdim. En sahicisi bu olurdu herhalde ölümün.

 

Evet, göğsüne bağladığı bayrakla penceremin önüne geçecek ve evimi delik deşik edenlere alkış tutacak olan 'dost', senin görevin bu ve sen buna alıştırıldın hep. Ve ben şu an senin için ölüyorum burada. Şu an senin için bağırıyorum özgürlük düşlerimi. Şunu bil ki, bir özgürlük savaşçısı, kendi özgürlük projesinin bile muhalifidir. Ve onun için 'mutlak bir özgürlük' yoktur. Kuracağı her 'yönetimhttp://cdncache-a.akamaihd.net/items/it/img/arrow-10x10.png modeli'nin mezarını da yine kendisi kazar. Ey 'dost', daha rahat soluk alabileceğin her hava, bizim son nefeslerimizin toplamıdır aslında ve biz ölürken, sana, daha güzel bir dünya bırakıyoruz ve fakat sen, rahatlayan hayatın için bir satır dua etmeyeceksin bize. Söylenecek fazla birşey yok zaten. Gerçek olan bu ve senin o huzur arayışın yüzünden isyancıyım ben. İtirazımı sana borçluyum. Sessizliğinle güçlendiriyorsun sesimi. Korkaklığın yüzünden ölmeyi öğreniyorum ben. Yazamadığın için yazıyor, bağıramadığın için bağırıyorum. İşte bu yüzden yüreğim hiç uslanmadı. Çok şükür! 20 ŞUBAT 2000

 iozyol@yenisafak.com

 

 



7.Ben seni unutmak için sevmedim

    Bir gün ansızın, yüreğinin en eski köşesi, uzun yılların gerisine saklanmış bir yara, bir hayal, bir fotoğraf bütün dehşetiyle fırlayıp öne, seni saçlarından tutarak büyük girdaplara doğru çeker. Bir vakitler ağlayamadığın bir aşka, belki on yıl sonra, bugün, iki damla yaş düşürürsün. Bir demli çay, bir simit ve bunların yanına iliştirilmiş bir paket sigara, seni bir fotoğraf karesinin içinden çıkarıp, geçmişin sisli, flu ve insanın içini kanatan kaldırımlarına atar. Bütün şiirlerde kaldırımları, bütün kaldırımlarda bir büyük şiiri ararsın. Ve aslında aradığın herşeyin içinde itiraf edilmemiş, sende gizlenmiş, itinayla saklanmış bir aşkın silüeti dolaşır. Bir bıçağa benziyen bu silüet, kalbinde açtığı deliği, sarhoş salınımlarla, her gün biraz daha genişletir. On yıl mesela, her gün biraz daha derinleşir acı ve her gün biraz daha derine gömerek onu, yeni yeni umutların ardına düşersin. Her yeni, o eski resmi biraz daha büyütür sadece. Ellerinden, gözlerinden, gövdenden, hayallerinden, işinden gücünden daha büyük olan bu resmi bir gün hiç taşıyamaz hale gelirsin ve yara bütün şiddetiyle patlar.

 

    Lanetli bir aşk bu. Dokunduğu herşeyi yakan, herşeyi kocaman bir girdabın için doğru çeken, mor, şekilsiz ve her şekle giren bir aşk. Geride sadece kül, sadece kül ve sadece kül bırakan birşey benim anlattığım. Aslında anlatmak filan değil bu. Aksine, hiçbir şeyi anlatamamanın kızgınlığıyla ve geçmişte bir yerlerde doğru cümleleri kurmayı becerememiş bir adamın öfkesiyle konuşuyorum şu an. Bir insan, hayatının en büyük tokatlarını kendisine atar. O tokatların izi, birilerinin attığı gibi suratta değil, ruhun derinliklerindedir. Ve ruh ağır ağır, sinsi sinsi ve kimseye belli etmeden kanar. İki ayağının üzerinde sağlam durduğu zannedilen bir adam, mesela bu satırların yazarı, bir pelteye dönmüştür aslında ve bütün kemikleri kırılmış bir çığlığı yürek diye peşinden sürükler. Yürek diye gösterdiği şey, eprimiş, berkitilmiş, incinmiş ve dünyanın en kalabalık otobanının ortasına atıldığı için otomobiller tarafından parça parça edilmiş bir kedi ölüsüdür. Bir kedi ölüsüdür aşk.

    Beyninin arka odalarına kilitlediğin masum bir hatırayla hiçbir yere varamazsın. Ne sen masumsun artık, ne de o hatıra. Birbirinizi eriterek ve tüketerek harflerinizi, okunaksız bir yazıya dönüşürsünüz. Okunaksız yazıları seviyorsun elbet, biliyorum. Herkesten sakladığın bir labirentte tek başına dolaşmak gibi birşey bu. Işıksız, pusulasız, haritasız kalmak güzeldir bazen. Ve hep ışıksız, hep pusulasız, hep haritasız kalmak da. Belki bu yüzden sevmiyorsuz aydınlıktan bahsedenleri, gelecek güzel günleri anlatanları, kılavuzları, kılavuz gemileri, rehberleri. Belki bu yüzden ölüyorsun sen. Sıkışıp iki şeyin arasına, bir hatırayla bir gerçekliğin arasına sıkışıp, kağıt gibi oluyorsun. Kağıt gibi bakıyorsun gidenlere. Yol kenarına kaldırılmış bir ölünün üzerine serilmiş bir kaç parça kağıt gibi. "Ben seni unutmak için sevmedim" diyor şarkı ve bundan başka herşeyi unutuyorsun. Her şey bu !..13 Haziran 1999 Pazar



8.Ben senin hayatından gittim oğlum

Gitmek güzeldir. Kalıp bir sirk maymununa dönüşmektense hayatınızda, kalıp suratımızı boyamaktansa, kalıp "geride kalan her şeye" tahammül etmektense; gidilmelidir.

 

Gitmek güzeldir. Güzeldir bütün renklerini yeryüzünün, bütün tadlarını, bütün seslerini, bütün iklimlerini, bütün sözlerini, onları bir put belleyenlerin masasına atarak, belirsiz, tarifsiz ve kifayetsiz bir 'gidiş'e gitmek. Bütün bu renkler, bu tadlar, bu sesler, bu iklimler biraraya gelse dolduramaz, giderken kumda bıraktığımız ayak izlerini. Biz ayak izlerinin vatandaşıyız ve aklımızı atıp dünyanın uçlarına ve o akıl duvarlar içinde sekip dururken, bir çift ayak haline geliriz. Biz bir çift ayağız bebeğim ve olmamamız gereken yerde olmayız. Sana hatırlamak düşer artık, yüzüme çok çok ender yayılan o müthiş gülümseyişimi. Sana hatırlamak düşer, birdenbire, ansızın, mesela bir kazağa dokunurken, mesela bir şey yazarken, mesela koltuğun kenarlarıyla oynarken, hatırlamak düşer bana ait bir an'ı. Fakat ben, "bana ait anlar"dan da gitmiş olacağım. Sen "oyalan", dünyanın tadlarıyla, sesleriyle, renkleriyle. Sen başka adamlarda (başka kadınlarda) oyalan. Ve karşına çıkan bütün yolları yürü. Senin yolların gitmek için değil, yürünmek içindir. Biz bir tek, sırtımızı tanıyan yolları biliriz. Gitmek güzeldir.

 

Gitmek güzeldir. Size "hayat" diye sunulan ve sizin "hayat" diye bellediğiniz her şey, ama her şey, bizim zihnimizde yeşerttiğimiz, en pis anlarda bile, kırılmasınlar diye üzerine eğilip bedenimizi siper ettiğimiz "hayallerimiz" yanında bir oyuncak dahi olamazlar. Oyuncaklarınızı seviniz bayan. Oyuncaklarınızla mutlu olunuz. Bu "teneke trampetler" sizin için üretildi ve siz "trampetler"in dünyasında, iki taşın birbirine çarparken çıkarttığı can yakıcı seslere hasret, bir erkeğin (kadının) kalbini çıkartıp göğe doğru atarken attığı naraya yabancı olarak, yaşayınız yaşayabiliyorsanız. Bu boyalı hayatlar, bu kuklalar, bu maskeler bize gelmez. Biz, maskeleri tutup kopartmak ve onların arkasındaki suratları ilan etmekle yükümlüyüz. Biz yükümlüyüz. Biz hükümlüyüz. Ve kesildi hüküm. Kesilen hüküm gitmemizi gerektirir. Ve gitmek güzeldir.

 

Gitmek güzeldir. Kalıp bir sirk maymununa dönüşmektense hayatınızda, kalıp suratımızı boyamaktansa, kalıp "geride kalan her şeye" tahammül etmektense; gidilmelidir. Ayaklarımızdan öğrendik gitmeyi. Sen koşmayı, hoplayıp zıplamayı öğrenirken, biz nesilden nesile, babadan oğula, anadan kıza, sessizce, nefessizce, usul usul öğrendik, "yolları çatallanan bahçe"leri. Ve her daim, bizi bahçenin dışına atan çatalı tercih ettik. Başını, gitmekten korkan bir omza yaslayarak, dolaş mermer fıskiyelerin gölgesinde dolaşabilirsen. Biz büyüttük, korkaklar küçültsün seni. Küçültsün seni taklitlerimiz. Söz bizdedir, sözümüzün altına kopya kağıdı koyanların dünyasında uyu sen. Uyu sen sakin uykularda. Uyu sen masalların peşisıra. Burada kal ve uyu. Biz gidiyoruz. Gitmek güzeldir.

 

Gitmek güzeldir. Ayırdım ipek hışırtılarıyla yolumu. Kuş tüyü yataklar atılmıştır zihnimden. Zihnimizde, binlerce güvercinin uçlarından tutarak havalandırdığı camiler hışırdar bizim. Zihnimizde, bir kan, kan olmanın bütün halleriyle akar. Zihnimiz kurşunların kardeşidir ve ölüm yakışır ölmeyi bilene. Kalp yakışır sevmeyi bilene. Bilmeyen için organlardan bir organdır yürek. Al yüreğini bir korkunun içine ser. Garantili hayat reklamlarında dolaş biraz. Serinle biraz. Biz ateşe gidiyoruz. Biz cehenneme gidiyoruz. Gitmek güzeldir.12 Mart 2000
 iozyol@yenisafak.com

 

 

9.Ben zaten her acının tiryakisi olmuşum

Üstümüze yıkılıyor herşey ve biz herşeyin üstüne yıkılıyoruz. Yollar senin olsun diyorum, ben kenardan yürürüm. Üstümüze yıkılıyor dediklerimiz ve biz dediklerimizin üzerine yıkılıyoruz. Yaralı bir hayvan gibi, arkamızda bir kan ırmağını sürükleyerek, yıkılıyoruz ettiğimiz her lafın üstüne. "Gece gündüz tenhalarda bekleyenim var demedin" diyorum bakarak gözlerine ve baktığım herşey üzerime yıkılıyor. Bütün suçlar, bütün aşklar, bütün kaçaklar, bütün ihanetler, bütün kırıklıklar üstümüze boca ediliyor ansızın ve kör ve yaralı ve sadık ve kalbimizi avuçlarımıza alarak yıkılıyoruz. Bizi yıkıyorlar, eski bir binayı yıkar gibi, kadim bir bilmeceyi çözemeyip kenara atar gibi, bir çiçeği kopartıp koklamadan ezer gibi yıkıyorlar bizi. Ve dilsiz ve bütün kelimeleri elinden alınmış ve yenik bir şehir gibi duruyoruz "onların tarihi"nin önünde. Daha fazla ölmemizi istiyorlar, daha fazla yenilmemizi, daha fazla unutmamızı. Ölmeye ve yenilmeye eyvallah belki, ama unutmak asla. Unutamıyoruz. Zihnimizden kovduğumuz şeyler, bir bakıyorsun çocuklarımızda yeşeriyor. Biz bıraksak onlar alıyor savaş meydanının kenarına yığılmış mızrakları. Mızraklı ilmihal gibi yaşıyoruz ve mızraklar üstümüze yıkılıyor. Bir ilmihal kalıyor geriye, ama 'hal'imizi 'ilim' yapamıyoruz.

 

    Üstümüze yıkılıyor herşey ve biz herşeyin üstüne yıkılıyoruz. "Gördüklerini unut diyorsun" bana ve herşeye rağmen bir cümle düşüyor ağzımdan: "Zet öldü bebeğim, Zet öldü". Zet niye ölüyor bilmiyorum ve niye böyle bir diyalog geçiyor aramızda ve niye geçiyor bizim adamlar karşı orduya ve niye mızraklarına musaf bağlıyorlar, bilmiyorum. Hiçbirşey bilmiyorum ve bilmediğim şeyler üzerime yıkılıyor. Suç üzerime yıkılıyor ve detaylarını bilmediğim, belki de hiç yeralmadığım şeylerden dolayı yargılanıyorum "suyun önünde". Su akıyor ve ben yargılanıyorum. Su akıyor ve biryerlerimiz kanıyor durmadan. Su akıyor ve yeniliyoruz hep. Niye yeniliyoruz bilmiyorum. Niye yanımda yürüyen adam, sokağın köşesine geldiğimizde lüks bir 'mercedes'e biniyor, bilmiyorum. Bunları bana sorma oğlum, bunları bana sorma. Ben olmadım hiç, biz de olmadık. Tahta kılıçlılar ve cüzamlılar ordusuyduk yeldeğirmenlerinin önünde. Yeldeğirmenleri dönmeye devam ediyor ve kırıldı kılıçlarımız. Niye ordaydık ve niye savaştık, bilmiyorum. Git ve aramızda sıyrılıp yüksek masalara kurulanlara sor herşeyi. Onların bir cevabı vardır mutlak. Çünkü biz sorulardan, onlarsa cevaplardan yontuldu. Biz sorularımızla kaldık ortada, onlarsa cevapların nimetiyle palazlandı. Belki bütün hikaye bu, belki de hikaye mikaye yok ortalıkta.

 

    Üstümüze yıkılıyor herşey ve biz herşeyin üstüne yıkılıyoruz. Çocuklarımızı öldürüp önümüze atıyorlar. Avuçlarımızdaki kana benziyoruz ve giderek bir avuç kan oluyoruz kendi avuçlarımıza kilitlenen. Bizi kilitliyorlar oğlum. Sorularımızın, yenilgilerimizin ve suçlarımızın içine kilitliyorlar. Demirin, ihanetin ve yıkılan gecekonduların içine. Kavuşamadığımız 'Leyla'ların ve ihanet ettiğimiz 'Mecnun'ların içine. Bizi kilitliyorlar oğlum ve tarih en büyük kilididir insanlığın. Bizi tarihin içine kilitliyorlar. Sana birşey sorduklarında asla konuşma oğlum, ağzını açıp birşey söyleme. Çünkü her cevap ihanetin kapılarını aralıyor. Her cevap biraz daha öldürüyor bizi ve yadellerin oluyoruz konuştukça. Yadeller, hepsi bu ve yıkılıyor üstümüze sıla, yıkılıyor üstümüze memleket, yıkılıyor üstümüze bir türkü. Geriye bir Leyla kalıyor hiç görülmemiş, bir de 'Mecnun' yüreğim. Ve belki de son yıkım onların güllesiyle geliyor. Bekliyorum. Sen bekleme ama!

 

    Bizi kilitliyorlar oğlum. Sorularımızın, yenilgilerimizin ve suçlarımızın içine kilitliyorlar. Demirin, ihanetin ve yıkılan gecekonduların içine. Kavuşamadığımız 'Leyla'ların ve ihanet ettiğimiz 'Mecnun'ların içine.17 Şubat 1999 Çarşamba

     

     


10.Beni Yak Kendini Yak Her Şeyi Yak

Yak kendini. bir kandil gibi titrek titrek değil ama dev bir şehir gibi yak. new york gibi, paris gibi, istanbul gibi yak kendini. yalımları göğe ulaşsın kalbinden, beyninden ve saçlarından yükselen ateşin. kıpkırmızı bir ateş topu gibi yürü üstüne hayatın. üretilen ve paketlenen ve kirli ve temiz ve iyi ve kötü ve çirkin herşeyin üzerine yürü. tutunduğun bütün dalları ve sana yasaklanan ormanları yak. sherwoodu yak, robin hoodu ve diğerlerini ve bizimkileri ve sizinkileri ve ergenekonu ve endülüsü ve bu sabun kokulu tarihi ve veliaht ölülerini ve kazanılmış bütün zaferleri yak.

yak kendini ve tutuşan saçlarından çıkan alevler yutsun bütün yalanları, bütün hayalleri ve bütün masalları. kopar zincirlerini ve YAK, YAK, YAK zinciri tadan kollarını, zincire teşne bedenini, ziniri düşleyen zihnini. ve ateşten bir zinciri tutarak uçlarından, koş dünyanın uçlarına, ücrasına yeryüzünün ve göğün altında ne varsa bize benzeyen ve benzemeyen ve dost ve düşman ne varsa göğün altında tutuştur gitsin. dev ve kıyamet sesli alevlerle yansın bedenin, aklın yansın, insafın yansın. acıma, hiç ama hiç acıma tutuşan avuçlarına ve dokunduğun herşeye bulaştır kucakladığın ateşi. olimpos dağından indir ve bölüştür ve paylaştır ve yay yeryüzünün her santimine bizden esirgenen kıvılcımları. efesin tapınaklarını yak önce, babilin kulelerini ve ehramlarını mısırın ve bütün firavunları ve firavun köpeklerinive köle tacirlerini ve gülkokulu cariyeleri ve ardından yürüdüğümüz şatafatlı komutanları ve atlarını onların ve mızraklarını yak.

 

yak kendini. cayır cayır yanan bir barbar ordusu gibi dayan şehrin kapılarına. avrupaya, asyaya, amerikaya dayan ve kır önünde açılmayan bütün kapıları, eğilmeyen kolları. YAK, YAK, YAK, sana söylenen, anlatılan ve iletilen herşeyi yak.kristof kolombun amerikayı keşfini, napolyonun mısıra girişini, istanbula taşınan ganimetleri, endülüsü terkeden müslüman orduları, roma önlerinden dönen attilayı yak. bütün devrimleri, karşı devrimleri, akınları, akıncıları yak.ulaşsın heryere ve herşeye göğsünden kopan ateş dilimleri ve yakılan tarihe, yanan bugüne ve yakılacak yarınlara değdir. çoğalt ateşi, körükle, yay. köroğlunun babasının gözlerine çekilen mili kapıp celladın avuçlarından, dağla efendilerin, beylerin, kralların, firavunların gözbebeklerini. birbirine benzeyen ve içinde zulümlerin raksettiği,yurtsuzların tepelendiği, kölelerin dövüldüğü o kimsesiz göbebeklerini dağla dönme asla geriye ve sen de yan, kül ol ve kül et kavmini. kimseye kalmasın bu devasa ateş ve kimse yangın yerlerine konaklar kuramasın bundan sonra.



11.Benim oğlum bina okur

Niye, bu ülkede ve başka ülkelerinde yeryüzünün, birşey bilenler, birşey öğrenenler ve anlayanlar birşeyleri giderek zalimleşiyor? Bilgi niye kabalaştırıyor bazılarını? Ve bir miktar kitap okuyanlar, peşpeşe üç filozofun, dört romancının, beş şairin, altı film yönetmeninin ismini sektirmeden sayabilenler, başparmaklarını aşağıya eğerek niye eziyorlar cılız ve cahil bedenlerimizi? Niye bilgi bu kadar soysuz, anlamak bu kadar kökensiz, öğrenmek bu kadar zalim?

İki kitap okuyup üç şiir yazan adam, mesela Anadolu'ya burun kıvırmaya başlıyor buralarda. Taşra illerinden gelen davetleri bir sineği kovar gibi geri çeviriyor bu adamlar. Neyi var ki Anadolu'nun? Nesini beğenmiyorsun be adam? Nedir bu muhacir zekanın hikmeti? Nedir bu kökensiz kibir? Kimsin sen? Hangi hakla ve nasıl bir vicdanla küçümsüyorsun bizim o tuttuğunu sarmalayan sevgimizi? Tarkovski'yi tartışmak mıdır sana göre "insan olmak"? Ya da dil felsefesi, göstergebilim, hermonitik hakkında iki lafı biraraya getirince "tanrı" mı oluyorsun sen? Zavallı... zavallı muhacir... zavallı burun... zavallı aydın...

Öyle mütekebbir, öyle tepeden bakan birşey ki bu ülkede bilgiden, bilmekten anlaşılan, çıldırıyor insaf, çıldırıyor toprak, çıldırıyor bu satırların yazarı. Yine bu satırların yazarı, bilgelik diye birşey hatırlıyor, iman diye birşey hatırlıyor, "bütün insanlar eşit doğar" diye birşey hatırlıyor, "eşref-i mahlukattır insan" diye birşey hatırlıyor. Ve hatırladığımız bütün bu şeyler, pipo dumanından ibaret bir kafanın faşizmi altında eziliyor her gün. Kibrin deterjanıyla beyazlatıran bilgi, soysuz sopsuz teoriler, bir takım masaların, bir takım kulüplerin dışına atıyor insanlığı. Ve o "beyaz bilgi", "bizim toprağın adamları" arasında bile hızla yayılan o "sarhoş kafa", yığınlara bakıp, oy verenlere, cami yapanlara bakıp, "yoz", "cahil", "köylü", "yobaz", "geri bırakılmış", "adam olmaz" gibi yaftaları peşpeşe sıralıyor. Bizi peşpeşe vuruyor ve hatta yetinmeyip cılız kafalarımıza sıktıkları kurşunlarla, başparmaklarını sağa sola oynatarak bir böcek gibi eziyorlar kimliğimizi. Mideleri bulanıyor bu "sözde aydın"ların gözlerimize baktıkça. Yanlarına otursak burunlarını tutuyorlar ve bir dakka sonra yerlerini değiştiriyorlar tiksinerek. Bizden nefret ediyorlar ve isimlerini değiştiriyorlar iki yazı yazdıktan sonra. Biz bilmediğimiz şeylerin içinde kıvranırken, onlar canavarlaşıyor bildiklerinden ötürü. Esrar ve ceset dumanlarıyla yaşıyorlar mahzenlerinde. Mahzenlerini giderek derinleştirip steril yani insansız yani bizsin hale getiriyorlar. Bu ne küstahlıktır böyle? Bu ne biçim bir beyaz ki, bütün kirlilerden daha kirli? Bu ne yabanlık, ne yabancılık? Sizi devekuşları tekmelesin, e mi. Sizi kunduzlar parçalasın. Anadolu kadar taş düşsün kafanıza. Kağıt gibi ezilen beyinlerinizle hava atın bundan böyle. Sizi gidi bilgili cahiller sizi.

12.Benimle konuşurken gözlerimin içine bak

Gözlerinin içine bakarak ölüyorum burada. Bir kaleyi düşürdükten hemen sonra ve arefesinde yeni bir savaşın, -ortada hiçbir sebep yokken- işte öylesine bir sabah, herkes uykudayken, şebnemlere dokunarak ölüyorum. Bağırmadan ve söylemeden adımı ve hatta mümkünse ağzımın kenarında küçük bir gülümseme iskeletiyle, fotoğraf çektirir gibi, traş olur gibi, misafirliğe gider gibi ölüyorum sana baktıkça. Hiç bir bağım yok bu dünyayla. Bu dünyayla hiçbir ilgimiz yok. Göğsümüze daldırılmış bir mızrağı usul usul sürükleyerek yaşıyoruz hep. Mızrağı iki avcunla kavrayıp biraz daha derine sokarak, "işte sizin dünyayla ilginiz bu" diyorsan; yanılıyorsun. Siz hep yanıldınız zaten. Bizi kurtarmaya geldiğiniz günlerde de yanıldınız. "Makus talihimiz"i yenmeye çalıştığınız ve bize ümitler aşılamaya kalkıştığınız günlerde de yanıldınız. Bizim için ölmeye kalkışmanız, sizin aptallığınızdı gözüm. Biz sizden böyle birşey istemedik ve asla da istemeyiz. Çünkü sizin değiştirmek istediğiniz şey, kendi dövülmüşlüğünüzdü. Babalarınızın verdiği "harçlık cezası"na isyan ettiniz siz, kardeşinizin daha çok sevilmesine isyan ettiniz, kolejde aldığınız kırık notlara isyan ettiniz. Bizim gibi değilsiniz ve biz değişmek istemiyoruz "mavi gözlü dev", biz değişmek istemiyoruz.

 

    Orhan Gencebay dinlediğimiz için utanmıyoruz. Müslüm Gürses'i şarkılarıyla göğsümüzü doğramak rahatsız etmiyor bizi. Azer Bülbül, "titrek bir şovmen" değil bizim için. Kebabı seviyoruz, lahmacunu da, kurufasulyeye ekmek banmayı da. Bunlar bizim için iğrenç, kaba, banal, vulgar değil. Arka arkaya dizdiğin bütün bu aşağılama sıfatları senin "hormonlu" beyninin ürünleri. Senin "sanal zekan" üretiyor bunları ve sen, ruhunu yakalayamadığın, çeperinde süründüğün, kapısında dövüldüğün tuhaf bir "Batı algısı"nı idam sehpası kılıyorsun hayatlarımıza. Bizi sallandırıyorsun koçum, iki gözüm, ciğerparem, bizi el kapılarına maydanoz yapıyorsun. Oysa ikimiz sırt sırta versek, ne o sehpa kalır ortada, ne steril masalar, ne de gözleri bir sömürge ordusunun. Bunları biliyorsun eminim; fakat işine gelmiyor kavganın en dişlisi, ölümün en merti. Küçük, küçücük isyanlarla tamir edip vicdanını, kurtlar sofrasından biraz daha kırıntı kapmak senin niyetin. Bu yüzden gelip kapımıza, asker, ekmek ve cesaret istiyorsun bizden. Bizden mum ışığı, karınca sabrı istiyor ve kara pazularımızı okşayarak ölüme gönderiyorsun herşeyi bire bir anlayan kafalarımızı. Kesilmeye, asılmaya ve mızraklanmaya gönderiyorsun bizi. Ve sonra iki avcunla yakalayıp göğsümüzdeki mızrağı, "işte bu" diyorsun, "işte bu, dünyadan nasibinize düşen". Ve biraz da sen kanırtıyorsun yapışarak sapına, göğsümüzü deşen yoksulluğun.

 

    Sen bir kiler faresisin gözüm. Beyaz konakların zulasında yatan un çuvallarına fitsin sen. Avcuna konulacak birkaç metelik için takla atarsın ziyafet sofralarında. Bizim kapımızı çalma. Gözlerimize bakma. Ve lütfen savaşma bizim için. Hiç inandırıcı değil isyanın, hiç inandırıcı değil kavgan. Tahta döşeklerimize, aşsız evlerimize hasbelkader düşmüş birisisin sen. Kuyruğunu biraz dikleştirince koşarak gideceksin buralardan. Arkana bile bakmadan, gözucuyla bile yoklamadan kaçacaksın mahallemizden. Adımız gibi biliyoruz bunu. Şakağımıza kurşun sıkar gibi biliyoruz. Her gün ölüp yeniden dirilmek gibi birşey senin lafların. Satırına bile inanmadığın hayallere inanmamızı ve onların ardısıra savaşmamızı istiyorsun. Git işine. Hayat başka yerde değil. Burada da değil. Dünyayla hiçbir ilgimiz yok bu yüzden. Çıkartıp göğsümüzdeki mızrağı, atıyoruz önüne. Acaip keyifli birşey bu ve asla beklemiyorsun böyle birşeyi. Vuruyoruz seni. Söylediğin yalanların tam arkasından yakalayıp, alnından vuruyoruz. Ha ha ha!.. 13 Mart 1999 Cumartesi



13.Bir adam nasıl yanar?

Neon ışıkları bir su birikintisine dökülüyor ve bıçaklanmış bir kadının kanı karışıyor suya. Tinerin 'mayhoş' yaptığı bir sokak çocuğu, patlak ayakkabılarıyla dağıtarak küçük birikintiyi dilenmeye, şişe doldurmaya ya da uyumaya gidiyor. Bir sarhoş, omuzlarımı sıyırarak geçiyor yanımdan. Pazarlık kokuyor Acil Servis'in girişi. Kokoreç ve kan kokuyor. Elbiselerin içine gizlenmiş bıçakları, muştaları, dolarları, vesikaları, mektupları, tiner şişelerini, yavuklu resimlerini, hayalleri, yıkımları, iflasları, intiharları, kısacası hayatları ve hayatları hissediyorum. Burası hayatın en dibi, en altı ve buraya aitim ben. Kaslarım, kemiklerim, zihnim, kalbim durmaksızın buraya çekmekte beni. Rezil olmaktan, sokaklardan, düşmekten, çamurlanmaktan korkmuyorum. "Bir tinerciyi hissetmeyen, bir sarhoşla çarpışmayan, düşürülmüş hayatlara masasını açmayan bir insan, kalbinde nasıl genç tutabilir imanı?" diye düşünmekteyim biteviye. "İmanı sağlam tutmak" değil kastım, "imanı genç tutmak"tan bahsetmekteyim şu an. Üşümekteyim şu an. Susamaktayım şu an ve susmaktayım.

 

    Ey genç ve kara isyan! Ey isyan, Allah'a karşı bile sınandın sen ve geldin dünyanın bütün iklimlerinden ve geldin Afrika'dan, Asya'dan, yoksul ve çorak topraklardan geldin, kalbimin en sıcak, en ateşli, en deli yerine yerleştin. Şimdi seni tutup ellerinden, şu şehrin sokaklarında koştura koştura dolaştırmak var. Şimdi seni ateşe verip, duvarlara çarpa çarpa büyütmek var. Şimdi seni kırıp dökmek, sonra yeniden yeşertip, deli ve karanlık ve ürkütücü bir ormana çevirmek var. Şimdi seni öpmek, koklamak, kıskanmak ve habire ve tükenmeden ve durup dinlenmeden sevmek var. Ah daha neler var, daha neler var, kalbim! Haydi bana en güzel şarkılarını söyle! En kara ağıtlarını yak! Sal beni bu uyuz, bu hastalıklı, bu köhne, bu vicdansız kolonilerin üstüne. Kurtarma vakti geldi esirleri, köleleri, işçileri ve iman edenleri ve imansızları ve bizimkileri ve bizden olmayanları. Herkesi ve herkesi Nuh'un Gemisi'ne bindirme vakti geldi. Ey kalbim ve bütün kalpleri dünyanın, dansetme vakti geldi eziklerin türküsüyle ve zincirlerimizi birbirine vura vura kopartma vakti geldi dünyanın ipini. Kureyş kervanlarına bak ve okşa silahını! Vakti geldi.

 

    Benim ülkem arka sokaklar. Bu karanlık, bu kara, bu korkunç, bu dinç, bu hareketli, bu hayat dolu evler benim yurdum. Ne mutlu bana, çamur kokuyorum, çöpten toplanmış kağıt kokuyorum, bıçaklanmış bir adam gibi kokuyorum, hapisten yeni çıkmış gibi kokuyorum, yeniden hapse gidecek gibi kokuyorum. Rab! ne kadar güzel yaratmış çamuru! Ya hu yüreğim sökülüyor! Ya hu bağırmaktayım! Ey Rab! çamuruna şükürler olsun senin! Rezilim, rezil olmaktayım, kirliyim, kirlenmekteyim; şükürler olsun sana! Ey Rab, iyi ki varsın! İyi ki güzelsin! İyi ki bizimsin! Hu sana, hu!



14.Bir eşkiyanın ateşe bakarken düşündüğü şeyler tehlikelidir

Benim doğduğum köyü gece eşkiyalar basardı" diyor ya şair; işte o eşkiyalar biziz. Yine bir başkası alıp onun ağzından lafı, "Eşkiya dünyaya hükümdar olmaz" diye racon kesiyor orta yerde. Hükümdar olmak gibi bir niyetimiz yok oysa. İktidar kirlidir ve eline kan bulaştırmadan işler cinayetlerini. İktidar öldürmez, sipariş verir sadece ve gece köy basan adamları, yani bizleri bindirip kamyon kasalarına, temizlik işlerine gönderir. İktidarın elleri beyazdır ve o beyazlaştıkça kanlanır bizim avuçlarımız. O büyüdükçe bizim yüzümüz kararır, kurbanlarımız artar, bastığımız köylerde taş üstünde taş kalmaz. İktidar birini sevse, biz arka sokağa götürüp vururuz onu. Bunu iktidar ister ve sonra temizlenme sırası bize gelir. Silahların, ölümlerin, ateşlerin gölgesinde geçen hızlı, kısa ama bir o kadar da uzun hayatımız, tenha bir avlunun köşesinde sona erer. Kara ve kıllı bir el boğazımıza yapıştığı zaman anlarız oyuna geldiğimizi. Ama hep böyledir bizim kaderimiz, değişmez. Kullan ve yok et yani. Kullan ve yok et!

 

    Yüreğimin eşkiya yanı depreşti yine. Yüreğimin dağlara sevdalı yanı. Bir ateşin başında yeminler edip, uzun uzun sigara içip, gözlerimizi karanlığa dikerek, "şehre inme vakti gelmiştir" demek vardı şimdi. Şehre inme vakti gelmiştir ve bir başından girip öteki ucundan çıkarak bir şehri titretmek, ürkütmek, yakmak vakti gelmiştir. Usulca ayağa kalkıp mavzerlerimize uzansak; toprağa tükürüp yenilesek kinimizi ve dudaklarımızın kenarına sert bir ifade koysak; titrek ve flu bir fotoğraf hatırlasak yokedilen günlerimizden; ateşe verilmiş gençliğimizin sevgilisini bulsak zihnimizdeki resimlerin arasında ve sonra kalkıp konaklara doğru yürüsek. "Eşkiya dünyaya hükümdar olmaz" diyor adam ısrarla. Dünya ne, hükümdar ne, eşkiya kim? Bütün bu soruların içinde kıvranarak yakıyoruz herşeyi ve aslında kendimizi yakıyoruz ve belki bizi kurtaracak olan gemileri. Gemileri yakıyoruz, hiç birşey umurumuzda değil. Kurtulmak isteyen kim? Kurtaracak olan kim? Kurtuluş ne? Hepsi bir palavra ve karın doyurmuyor uzak bir hayalin belirsiz çizgileri.

 

    İnanmıyorum kurtuluşa. İnanmıyorum beni çevirip yol soranların sahiciliğine. Yolların bir yere çıktığına da inanmıyorum, yolcuların bir yere gittiğine de. Büyük bir oyunun küçük taşlarıyız biz ve iktidar denilen kir yumağı üstümüze sarılıyor. Alıp öldürüyorlar bir kısmımızı, bir kısmımızı ise en kanlı cinayetlere taşeron kılıyorlar. Beklemediğimiz bir anda, ummadığımız insanlar, sokulup yanımıza hançerlerini böğrümüze saplıyor. Ya erken davranıp sen öldür, ya da sus ve bekle ölümü. Bize önerdiği bu işte hayatın. İstifa ediyorum kurduğunuz herşeyden, verdiğiniz her görevden, biçtiğiniz her makamdan. Sizden nefret ediyor ve toprağınıza tükürüyorum. Beni kurtarmayın. Asla ama asla...       21 Mart 1999 Pazar



15.Bir overlokçu kıza ilan-ı aşk

Bize, "İşte İstanbul" diye gösterdikleri bu işkembe, bu kenar mahalle, bu Esenler, bu Bağcılar, milyonlarca trajediyi her sabah konfeksiyon atelyelerine, getir-götür işlerine, telefona bakılan ofislere, minibüs koltuklarına doğru akıtırken, bazen bir kara göz, bazen sahte bir sarışın saç çalınır gözlerime. Adı belki "Avcılar Güzeli Y.", belki "Yenibosna Güzeli F.", belki de bir başka mahallenin veremli kızı "K." olan bu gözler ve bu saçlar, ağır koşullarla ağır hayalleri harmanlayarak ve çoğu kez bu harmanın altında ezilerek, yorgun ve hüzünlü bakışlarla süzülüp giderler zihnimizin arşivine doğru. Bir minibüsün ön koltuğunda ya da tramvayın ortalarında bir yerlerde ya da halk otobüslerinin kapısına yakın duran bu kırılgan ve sanki gözlerimizin önünde eriyip yokolacakmışçasına hafif bu "gecekondu güzelleri", hep aynı şeyler düşünür, hey aynı şeylere ağlar ve hep aynı erkekleri severler. Yarımdır hayatları ve mutlu olma hakkı onlara en ufağından çay kaşıklarıyla sunulur. Dayaksız ve yalansız ve rahat ve düğmesine dokunduğun anda sıcak suyu akan bir dünya yoktur onlar için. Ve bedenleri her tür işgale, her tür zorbalığa, her tür sömürüye ve her tür karanlığa açıktır. Ve tam da bunun tersine, akılları hinliğe kapatılmıştır. Pratik ve hamarat ve işe yarar olmak öğretilmiştir onlara; düşünmek ve kafa yormak yasaktır. Topuklarına basarak yürüyen erkeklere duydukları aşk gerçek, fakat onlara sunulan sevgi yarımdır. Onlar yarımdır ve kimse kılını kıpırdatmaz eksik bırakılmış çizgilerini biraz daha uzatmak için ve o çizgilerden bir ağaç, bir ev, bir bulut resmi çıkarmak için didinmez hayat. Ve günler ağır haberlerle gelir gecekondulara. Bilirsin ki, tramvayda gördügün "Yenibosna Güzeli", az sonra yastığa gömerek sarı boyalı saçlarını hüngür hüngür ağlayacaktır ve her evde diğerlerinden gizlenen başka başka hayatlar vardır ve başka hayatlar içinde karışacaktır aklı "F."nin. Ve yine bilirsin ki, o kız ağlaya ağlaya ölürken, şehrin merkezinde bir yerlerde, sakallı adamlar ve gözlüklü kadınlar "Asiye'nin kurtuluşu"nu tartışacaktır. Ne yalan!

 

    Ey "F.", seni sevmeyenlerin kalbine tüküreyim ben. Bu yalan şehirlerin, iki yüzlü hayatların, pis renkli paraların, terleyen namussuzlukların, uzak ülkeler gibi karanlık vitrinlerin, bitirilemeyen okulların, yasaklanan sıraların, yoksulluğun ve yoksunluğun ve bütün bunların üzerine çöreklenen alçak yalanların adına "hayat" diyorlar ve gözlerimizin içine arsızca bakarak, bir köpeğe mama verir gibi önümüze itekliyorlar hayatı. Bu hayatın içine tüküreyim "F.", bu hayatın içine tüküreyim. Yalan kumaşlardan yalan dünyalar biçerken bir konfeksiyoncu kız ve o biçilmiş yalanlardan, hiçbirşeyi örtemeyen palavralar dikerken kara çocuk ve önüne konulan maskelere ütü basarken henüz 14 yaşındaki bir başka "F.", bu şehir nasıl uyuyabiliyor? Bu şehir ne adi bir beton ve metal yığınıdır ki, kalp diye alışveriş merkezleri taşır göğsünde ve o alışveriş merkezleri, o plazalar, o beyaz boyalı tezgahlar her gün milyonlarca gecekondu hayalini yutar. Ve ağzında evirip çevirdiği posayı, hiç utanmadan ve bir an bile titretmeden yüreğini, karanlık mahallelere doğru tükürür. "F." bir posadır beyaz kafa için. Ahh, "F.".

 

    Beyaz ofislere, atelyelere, fabrikalara ve adını anımsayadığım tonlarca insan pazarına düş, yorgunluk ve emek taşıyan bu minibüsleri yakasım geliyor. Yakasım geliyor tramvayları, otobüsleri, Kadıköy vapurunu ve başka bilumum şeyi. Bizi hapseden, bizi kirleten, bizi döven, bizi yasaklayan, bizi okula almayan, bizi güzel mekanlara sokmayan kim varsa, ama kim varsa, hepsini yakmak istiyorum. Elimde bir kibrit çöpüyle yazıyorum bu satırları ve "hadi kalk git" diyor kalbim, "kalk ve Taksim'den başla yakmaya". Çevir ve gözlerine bak meydandakilerin ve gözlerinde zerrece temiz yer bulamadığın bütün kafaları ateşe ver. Ateşe vermek istiyorum hayatı ve "Yenibosna Güzeli" diye kandırılan o bakımsız kızı yanıma alarak çekip gitmek istiyorum buralardan. Çek git ve arkanda ağlayan kimse kalmasın. Öldür gözyaşlarını ve ekmek olarak kalbini götür yanında. Bir kalp eğer gerçekten "kalp"se doyurabilir hayatı. 1 Ağustos 1999 Pazar

 


16.Biz çıkıp tarih sahnesine, kendi ellerimizle açacağız

Meşin koltuklarda ve yuvarlak masalarda siyaset üretiyor birileri. Üst ve anlaşılmaz ve soğuk bir dille konuşuyorlar ve konuşurken birbirlerinden kaçırıyorlar gözlerini. Gözleri binlerce adam öldürmüş bir cellat ve celladın öldürdüğü binlerce adamın hali arasında gidip geliyor. Hiç bir yere kilitlenmiyor ve hiçbir kilidi açmıyor bu gözler. Güven balonları patlıyor içimizde. Kurtuluş oyuncakları kırılıyor. Mutluluk çiçekleri soluyor. Ve herşey ansızın ve herşey "pat" diye ve herşey çığlık çığlığa plastikleşiyor. Elimize, yüzümüze, gözlerimize doluyor plastik. Bizim kalıbımıza girip, bizi ve dokunduğumuz herşeyi, gördüğümüz bütün halleri, çıkarttığımız bütün sesleri bir maskeye dönüştürüyor. Plastik ve gözleri sürekli oynayan bir maskeye. Bayraklar, bayrakların gölgesi, gölgelerin içinde süren hayatlar, hayatların ortasına dikilen başka bayraklar, başka bayrakların başka gölgeleri, başka gölgelerin başka hayatları, ne varsa işte aklımıza gelen, gelmeyen, herşey yekpare bir maskenin arkasına hapsediliyor. Ve bağırıyoruz bir ağızdan: "Aç, aç, aç". Ve burda mesela Can Yücel giriyor devreye; "Açamaz, açamaz, açamaz". Ekliyoruz hemen: "Eğer açmazsa, biz çıkıp tarih sahnesine, kendi ellerimizle açacağız".

 

    Gözler, rotası belirsiz hatta rotasız gemiler gibi dolaşıyor meşin koltuklarda. Gittikçe yayılıyor, esniyor ve yumuşuyor adam ve dokunduğu herşeyin kalıbına giriyor. Ve kalıbına girdiği herşeye kendi rotasız gözlerini taşıyor. Bir tek gözler var değişmeyen, bir tek onların kararsızlığı bir kararlılık taşıyor önümüzde. Onun dışında herşey, sıtmaya tutulmuş gibi, doğarken ölmüş gibi, büyümüş de küçülmüş gibi değişiyor. Toz duman kaplıyor her yanı, göz gözü görmüyor. Bütün bu hengame içinde değişiyor maske. Fakat maskeyi yüzümüze takanlarda en ufak bir kıpırdanma yok. Gözlerinden anlıyoruz bunu. Ve gözleri okumanın bilimi, bütün bilim dallarını gölgede bırakıyor. Bundan öte herşey hikaye, herşey masal ve -dilim varmıyor söylemeye ama- herşey yalan. Bir yalanın içinde kıvranarak yeni ümitler ediniyor ve edindiğimiz her ümidi, gözleri rotasız adamın hizmetine sunuyoruz. Ümidimizi kesenlere ümit oluyoruz. Bizi hasta edenlere şifa veriyoruz. Bu ne yaman çelişki anne. Kurtlar sofrasında kaldık. Kurtlar sofrasında ümitsiz, hasta ve kızgın.       20 Mart 1999 Cumartesi



17.Biz kazanmaya mecburuz, ötesi yok!

Biz kazanmaya mecburuz ve kollarımızın arasında olmalı hayat, güzellik, mutluluk ve arka arkaya sayılabilecek bütün güzel şeyler.

 

Beni bekleme oğlum, beni bekleme! "Beklemek" dediğin ve sırrına ermek için kafa patlattığın o hayvan çoktan evcilleşti. Uğruna şiirler söylenen, türküler yakılan, kaldırımlar eskitilen ve kutsal ve deruni ve esrik ve sarsıcı bir imge gibi baştacı edilen "bekleyiş", kadim bir yalandan başka birşey değil. Kaynayan kanını, kıpraşan kaslarını, titreyen dudaklarını, yanan alnını durdurmak, susturmak, sakinleştirmek için yazılmış bir firavun muskasıdır o. Ve kara bir ok gibi hedefe atılacağın her an, sesine bilge, sesine büyük, sesine emin süsü vermiş birileri omzuna doğru yaklaşıp "bekle!" diyecekler, "bekle". Hangi yalanı beklemeliyim, hangi satılmışlığı, hangi "asla gelmeyecek gün"ü? Beklemeyi bir sevgilinin gidişiyle gelişi arasında geçen süre olarak öğrettiler sana; oysa beklemek onun gelişiyle gidişi arasında geçen zamandır. Asıl o yanındayken beklersin ve bekleyişlerin en yıkıcısı budur işte ve farkedersin ki, yanında olan yanında değildir ve uzak yoktur kalbini kalp gibi taşıyana ve kimse bilmez, bir kalp nasıl bekler sıcak kanı ve işte bekliyorsan böyle beklemelisin oğlum, sıcak bir kanı bekler gibi beklemelisin yanında olanı. Yanında olanı, silahın, parmakların, gözlerin, ekmeğin, yağmur, dalları kıran portakallar, kokusu odaları dolduran hatıralar gibi sevmelisin ve sevdiğin şeylere sıkıca sarılıp, sanki gideceklermiş, sanki az sonra kapıyı vurup çıkacaklarmış, sanki ufukta kaybolacaklarmış gibi beklemelisin. Sevdiğinin saçlarına uzandığın an, bekleyişin de başlamalı.

 

Yani tekrar söylemek gerekirse; beklediğini uzak bir hayal yerine koyup, uzağa atıp, ulaşılmazlığından mazoşist keyifler almak yerine, tutup kolundan yanına çek ve de ki: "burada duracaksın ve seni bekleyeceğim!" Gelişiyle güzeldir güzel olan, gidişinden bize ne! Bize ne yenilgilerden, kayıplardan, giden sevgililerden oğlum? Biz kazanmaya mecburuz ve kollarımızın arasında olmalı hayat, güzellik, mutluluk ve arka arkaya sayılabilecek bütün güzel şeyler. Kazanmayı öğren, öğren masaya yumruğunu beş katlı bir apartman gibi vurmayı ve bütün işlerinden zaferle kalk ve başar ve bitir girdiğin okulları, hem de birincilikle bitir ve en önünde savaş kurtuluş ordusunun ve "hayyale'l felah".

 

Son kez tekrarlıyorum oğlum: Bekleyiş üstüne üretilmiş edebiyat, beklemeyi kutsayan bütün şiirler, uzaktaki sevgiliye iç geçiren bütün şarkılar dev bir martavaldır. İstediğin şeyler hemen şimdi ve hemen burada olmalı ve gördüğün şeyi ve kokladığın şeyi ve dokunduğun şeyi beklemelisin. Yok öyle, şafağını gördüğün, adını duyduğun, ilk ışıklarını hatırladığın efsaneler için hayıflanmak. Yok öyle efsane kızlar için, ulaşılmaz sarışınlar, melek yüzlü hayaller için ağlamak. Senin gözyaşlarını silmeye vaktimiz yok bizim. Devrim de zaten sulu gözlü çocukların işi değildir, bunu bil! Ayaklarının üstünde sımsıkı dur ve çökmeden bekle! Ve yanında olanı bekle, gideni değil. Gidenden sana ne? Gidenden bana ne? Gidenden bize ne? Biz kurtuluş gününe nişanlıyız!

 iozyol@yenisafak.com 25.ARALIK.1999



18.Biz kirli elleriyiz hayatın

    Bir sokak çocuğu bile yıkabilir bu düzeni. Kara, kuru ve çelimsiz, ama som yürek, som cesaret, som delikanlı bir sokak çocuğu, iki ucundan tutup bu ülkeyi, bir teneke parçası gibi ikiye bükerek bir kenara atabilir. Bir kenara atabilir hayatı, sokağın tenhasından gelen yorgun ve yırtık ayaklar. Ve bilmediğin bir köşesinde bu şehrin, bilmediğin bir sokak dibinde bir Spartaküs ayağa kalkabilir. Ve ayağa kalktığında o, bu kara toprağın, bu çamur dünyanın, bu ezik ülkenin kaderi baştan aşağı değişebilir. Baştan aşağı Spartaküs durumdayız biz. Baştan aşağı Zapata. Ve baştan aşağı ve tepeden tırnağa ve boydan boya ve taa ciğerimize kadar isyan kesildik. Ve bizi çaktıkları çarmıhlardan seyrediyoruz Roma'yı. Bir gün en ücraına kadar yıkacağımız şehri seyrediyoruz şu an. Kafamız dolu ve gözlerimiz boş. Birbirine açılan sokakların birbirine kapalı çocuklarıyız biz. İhanete ve ticarete kapandık bir kez. Yok aklımızda pembe pancurlu evler. Yok aklımızda akıl.

 

    Sokak çocuklarını kurtarmaya çalışıyor cici hanımlar. Bizi kurtarmaya ve adam etmeye çalışıyor cici adamların cici dernekleri. Güya kirli elleriyiz biz hayatın. Biz bir çorba parasıyız. Döner tezgahlarının önüyüz biz. Şehrin bileklerine saplanmış cam kırıklarıyız biz. Tenha köşelerde böğrünüze dayanan bıçaklarız biz. Tiner kokusu ve yangın yeriyiz. Oysa bir tutuşsak sabaha kadar yanarız bu aşkla. Ve bir tanemiz bile yeter, kurduğunuz herşeyi yerle bir etmeye. Bir tanemizin kalbi yeter bu dünyayı ısıtmaya ve kollarımızdan korkun bizim. İslah olmayacağız asla. Karanlığa doğru çekip uzattığınız bu sokakları bırakmayacağız. Avcumuzla şöyle birazcık tartıp, ağırlığını yokladığımız dünyanızı, çöplüğün en dibine doğru savuracağız. Havada döne döne giderken hayatlarınız, kasıklarımızı tutarak güleceğiz ardınız sıra ve sonra en yakınımızdaki kara çocuğa dönüp "çak moruk" diyeceğiz, "çak moruk". Bu düzen yıkılırken "çak moruk" demenin çocuklarıyız biz ve yıkıcı bir aşktan doğduk, illegal bir aşktan. Ve önce gözlerimiz büyüdü, ardından kollarımız ve ayaklarımız yetişti. Şaşırmayı öğrendik önce ve kocaman kocaman bakmayı. Sonra baktığımız şeylere doğru uzandık kollarımız ve ayaklarımıza sınırsızlığı öğrettik. Yasak topraklara basmayı öğrettik ayaklarımıza. Çok keyifliydi kırdığımız bir vitrine uzaktan bakmak ve bir banka isimlerimizi kazımak acaip eğlenceliydi. Bu şehri öldürmeyi öğrendik biz. Ve siz kendinizi kurtarmak istiyorsunuz aslında, bizi yıkayıp cici kıyafetler giydirerek. Karnımızı doyurduğunuzda rahat bir uyku çekeceğinizi düşünüyorsunuz. Oysa bizim karnımız asla doymaz. Ve biliriz ki bütün şehirler Roma ve bütün sokaklar Roma'yı yakmaya çıkıyor. Bütün sokaklarda tenha çocuklar, ellerindeki taşları birbirine çarparak kıvılcım çıkartmayı öğreniyor. Taş sesleriyle kıvranıyor şehir. Ve bir taşın altında ezilecek olmanın huzursuzluğu dolaşıyor beyaz kafalarda. "Çak moruk!"...

7 Ağustos 1999 Cumartesi



19.Bize düşen dağların diliyle konuşmak şimdi

Dağların adıyla konuş benimle. Eşkıyaların diliyle. Bir namluyu okşar gibi usul usul önce ve birden karşı tepelerde görür gibi düşmanı, aniden ve hızlı hızlı konuş. Kelimelerini ölçüp biçmeden, öylesine, yemek bezi serer gibi orta yere, aynaya bakar gibi, saçlarını tarar gibi konuş benimle. Böylesi birşey çünkü hayat. Yukarı mahallelerde çekilmiş cafcaflı fotoğraflara inanma. Onlar çekilirken, yani poz verirken bir takım kelleler bir takım makinaların karşısında, sen de uzat aradan kafanı ve dil çıkart mesela. Bozulsun fiyakası "asri hayatlar"ın. Aile albümleri gösterilirken misafirlere, "Bu kim?" diye sorulsun senin için ve cevap dünyanın en anlamsız cümlesi olsun dostum. Düşünme nedir diye anlamsız olan. Anlamsız işte fino cinsi köpeklerin pisliğinde yüzen Levent. Anlamsız işte fiyakalı arabaların kaldırımları biçtiği Moda. Karşıdan karşıya geçerken, sürat denemesi yapan bir züppenin metrelerce sürüklediği arkadaşlarını düşün. Hüseyin'i düşün mesela. Bir "beyaz hergele"nin Süreyyaplajı'nda avladığı Hüseyin'i. Sağ kurtulduğu halde, açık yaraya alçı yapıldığı için kangrenden giden o güzel insanı. Ne çok şey bilirdi Hüseyin ve ne kadar güzel konuşurdu. Okuduğu kitaplar, arkadaşları, Süleymaniye sohbetleri, tavşan kanı çaylar, kıyasıya tavlalar ve daha tonlarca şey ve daha tonlarca şey rafta kaldı. Ve arabasının çelik jantlarından başka bir şey bilmeyen ve düşünmeyen hergelenin teki, şimdi elini kolunu sallayarak dolaşıyor Bağdat Caddesi'nde ve gazını köklüyor iki ay önce aldığı yeni arabanın. Bize düşen dağların diliyle konuşmak şimdi.

 

    Bu öfkenin biteceği yok ve sınırları da yok onların gözlerine bakarken duyduğumuz kızgınlığın. Kızgın adamlarız biz. Sadece kendi hayat hikayemize değil ama, bir gül gibi bahçemize konan bütün insanların hikayesine ve o hikayedeki kötü anlara kızarız. Gürültülü kızarız hem de. Basarız onları üzenlerin, incitenlerin, kıranların dünyasını. Bu bir eşkiyalık biliyorum, fakat bundan daha güzel bir şiir yazılmadı henüz. Bundan daha büyük bir aşk yaşanmadı. Adamlarımızı severiz biz. İnsanlarımızı koruruz. Öylesine sever ve koruruz ki hem de, sevgimiz dev bir kabuk olur sevdiklerimizin üstünde. Bizim bile kırmakta zorlandığımız bir kabuk. Dev bir hapishane oluruz bazen. Dev bir hücre. Sevdiklerimiz firar etmek ister onlara gösterdiğimiz özenden. Onların üstüne titrerken, incitiriz onları belki de. Bizim aşkımız böyle be, dostum. Böyle bizim sevdamız. Bir kez çıkar ağızdan ve uğruna ölünür işte. Dağların adıyla konuşuruz biz, bağdaş kurup oturduğumuzda hayatın önüne. Yok başka bir dil, başka bir kelime.       24 Temmuz 1999 Cumartesi



20.Bize ne oldu böyle?

Bilgisayarın önüne oturup, peşpeşe akan vahşet, katliam ve facia fotoğraflarını seyretmekten başka yaptığın birşey yok İdris Özyol. İnsanlık, büyük bir depremin sarmalları içinde yuvarlanıp giderken ve cinnetin cenderesi içinde kıvranırken hayat, sadece oturuyor ve birkaç tuhaf şey söylüyorsun. Birkaç tuhaf şey. Arkadaşlarını satarak, dostlarını unutarak ve zihnini uyuşturan tarifsiz bir tembelliğin içinde genişleyerek oturuyorsun burda. Yürüyenlerin, yürürken yorulanların ve dinlenmek için birkaç dakika oturanların arasında yoksun uzun bir süredir. Ne oldu sana İdris Özyol? Bu kirlenme, bu çöküş, bu sıkıntı niye? Bayrampaşa Cezaevi'nden mahkeme koridorlarına taşınırken bileklerini parçalayan sevk zincirini ve zincirin baklaları etine battıkça ettiğin yeminleri hatırlıyor musun? Çoktan unuttuğuna eminim. Çoktan... Acının ve zulmün heykelleştirdiği Kosovalı yüzlere bakarken, ruhunun derinliklerine gömdüğün bir yaramaz çocuk çırpınıyor bazen. Ve sonra usulca uzanıp bilgisayar klavyesine, her biri tokat genişliğinde harflerle, içi boş, dışı süslü laflar ediyorsun. Ve ettiğin her laf, o yaramaz çocuğu biraz sakinleştirip, epeyce de derine gömüyor. Kendini gömüyorsun. Yürüyen ve arsızca soluk alan bir cesetsin sen. Sen bir cesetsin İdris Özyol. Öl artık. Öl...

 

    Gittikçe büyüyen bir boşluğu, kenarlarından tutup çekiştirerek, biraz daha büyütmekten başka birşey yaptığın yok. Titrek bir suyun üzerine, korkak yüreğinin kelimelerini boşaltıyorsun. Yazmıyorsun ama, boşaltıyorsun sadece. Zincirlemişler seni, zincirlemişler. Öyle kalın, dokuz kat duvarların içine değil, kendi sarsak ve kof ve sünepe düşüncelerinin içine zincirlemişler. Tavşan korktuğu için kaçmaz, kaçtığı için korkar; biliyorsun. Hem kaçıyor ve hem de korkuyorsun İdris Özyol. Ne işin var senin bu tembel, bu içten pazarlıklı, bu ununu elemiş dünyada? Git artık. Git ve öl. Öl...

 

    Bir zamanlar yüzüne bile bakmayacağın adamların önünde eğilip, öte yandan da isyan şarkıları söylüyorsun. Ruhunu satıyorsun ve hatta ruh diye birşey kalmadı cılız bedeninin içinde. Bir ceketten, bir gömlekten, bir çift ayakkabıdan ibaretsin ve alıp gidemiyorsun ceketini. Hayat yürüyor. İnsanlar ölüyor dışarda inançları için. İnsanlar ayakta kalmak için karanlığın duvarlarını tırmalıyor ve fakat sen sağır, sen kör, sen dilsiz. Cafcaflı, süslü kelimelerin ortasında, ne idüğü belirsiz şeyler satıyorsun. Hiç bir anlamı yok bunların. Dışarda olan, dışarda kaldığı sürece güzel. Fakat sen o güzelliğe karşı öfkelisin, itiraf et bunu. O güzelliği yakalayıp sırtından, kelime duvarlarının arasına hapsetmeye çalışıyorsun. Kendine benzetmek istiyorsun akıp giden herşeyi. Didinen, kızan, bağıran, ayağa kalkan ne varsa yazılarınla öldürüyorsun onları. Rahat bırak bizi İdris Özyol. Düş yakamızdan. Düş artık ve öl. Öl... 17 Nisan 1999 Cumartesi



21.Böyle çok daha güzelsin!

Hayatı, avcunun içine konulmuş bir kalp, bir damar, bir çift göz gibi hissetmelisin. Yok senden başkası. Etrafına bakınarak birilerini araman anlamsız. Üstünde yürüdüğün yol, yalnızların ve yoksulların ve isyancıların ve Ebuzer'lerin alnına vurulmuş olan, ince, bulanık, dar ama sonsuz uzayan bir patikadır. Sonsuz uzayan bir yalnızlıksın sen kara çocuk. Ne parlak bir ışıkla aydınlanacak gecelerin, ne de gündüzlerin rahat uyunmuş bir uykunun şemsiyesi altında geçecek. Yeryüzünde mutluluk yok sana ve altına imza attığın mutluluğu asla göremeyeceksin. Yüzünü bile görmediğin insanlar için ölüyorsun sen, bunu bil. Hiçbirşey yok sana vaadedebileceğimiz. İstersen gelme bizimle. İstersen mutlu, müreffeh bir hayatın korunaklı surları arkasında yaşa. Ve kulağını parçalayan naralarımızı duymamak için göm kafanı yastığa. Git Malatya'da sus sen. Git Kütahya'da sus. Git Bursa'da sus. Korkutsun seni darağacının gölgesi. Düş atından ve çocuklar gibi ağla. Ya kalabalıklara karış, beyaz kolonilere sığın, ya da gel sonunda dünya saadeti olmayan bir kavganın isimsiz askerlerinden biri ol. Gel ve hiçbirşey isteme bizden. Ve biz sana kalbimiz, kafamız ve kanımızdan başka hiçbirşey vermeyelim. Ve anla ki, herşey bunlardan ibarettir zaten. Gel birlikte dövüşelim ve birlikte ölelim.

    (Haydi kavgaya, haydi kavgaya...)

    Yalnızlık bizim tek şeyhimiz, tek efendimiz. Başlangıçtan sona doğru ve sondan başa doğru okunan birşeyse hayatımız ve belliyse dönülecek yer ve iki nokta arasında yuvarlanıp durmaktaysak biteviye, insanlardan hayr yok bize ya da belki herşey insanda başlayıp insanda bitiyor. Hayr ve "hayır" insanda var belki de. Ve bize dayatılanlara karşı, bitimsiz yalanlara karşı, kire ve pasa karşı fırlattığımız her "hayır" bizim hayrımızadır. "Hayır" demeyi öğrenmelisin. Bir kurşun gayesiz ilerlerken havada, göğsünü ona gaye kılmaya hazır ol. Harita yap bedenini, dünyada iyi ve temiz bir toprak arayanlara. Zalim çizmelerin ezemediği, hoyrat parmakların kopartamadığı bir çiçek olsun kalbin ve onu gövdenin en asi yerinde korkusuzca sakla. Bütün baskınlarda ele geçirilememiş birşey olarak kalsın kalbin. Düşman, isyanın başkenti gibi arasın seni, isyanın komuta merkezi gibi... Tek başına, yek başına, bir başına isyan ol, ordu ol, Spartaküs ol. Ol.. Ol.. Ol.. Balta kesmez ormanların en tenhasındaki bir yabani elma gibi kızar işte. Ne duruyorsun?

    (Haydi kavgaya, haydi kavgaya...)

    Ayağa kalk Malatya. Biz hala sana güvenmekteyiz. Marmara Üniversitesi'nde yenilmedik hala. Yapılacak çok şey var. Ve ümit kesmek yakışmıyor bize. İyi durmuyor esmer alınlarımızda korku. Bir okulu bitirmesek ne olur ki? Bize diplomalarımız mı sorulacak sanki "hesap günü"nde? Ey Ebuzer, kalk ayağa! Bir çınar kesilmemekte kararlıyken, sana ne oluyor ey cılız dal? Ey cılız delikanlı, yüzünü siyaha boya ve güven gözlerindeki en kara yere. En kara sensin, en kararlı sensin ve en yiğidisin bu yürüyen tahta kılıçlı ordunun. Eprimiş elbiseni gizlemekten vazgeç ve saklanma artık. "Böyle çok daha güzelsin!" En güzelimizsin be çocuk, daha ne diyelim sana, daha nasıl gülelim? Kalk artık ayağa...

    (Haydi kurtuluşa, haydi kurtuluşa...) iozyol@yenisafak.com



22.Bu ne sevgi ah, bu ne ızdırap

Şehrin en korkunç, en karanlık, en tenha, en tehlikeli sokaklarında sesleniyorum sana; varoşlardan, kara mahallelerden sesleniyorum; çamur yollardan, ışıksız evlerden, sobasız odalardan sesleniyorum ve bütün bunların yüreğiyle, çaresiz heyecanların diliyle, yokluğun ve yoksulluğun kelimeleriyle seviyorum seni. Hırçınım biraz, biraz öfkeli, yıkıcı epeyce. Dövülmüş, dövüle dövüle büyütülmüş ve günü gelince her gün dayak yediği babasına bıçak çekmiş çocukların aşkına indirdim kendimi. Yalın, basit, barbar ve laftan anlamaz bir aşk bu. Laftan anlamaz ve sadece gerçekliğin acı kökleriyle sınanmayı bilir. Isırdım köklerini hayatın ve ağzımda buruk bir tad, ağzımda bıçak sesi, ağzımda sen. Bana "git" dersen ölürsün. Vururum dudağından dökülen bütün cümleleri. Çünkü gitmemek ve yenilmemek üzere sevdim seni. Sevdim ve yeminler ettim bildiğim bütün kutsallar üzerine.

 

Bize gösterilen kapılardan süklüm püklüm çıkmaya alıştığımızı sanıyorsan yanılıyorsun. İşaret parmaklarının ucundaki dünyaya kızgınız biz. Ve iyi bilirler ki o dünyanın ayakta tutucuları, iyi bilirler ki, varlığımız tek başına yeter hayatı altüst etmeye ve rahat değildirler o yüzden şömine önlerinde, koyun postlarında, rahat değildir sözde şeyhler, uyduruk dervişler, dandik binbaşı Ali Cemaller rahat değildir. Yürek yangınlarını pis bir çamurun içinde boğmaya yeltenen, pisliklerini bizim gibilerinin uğruna öldüğü büyük kelimelerin içine gizleyen ve aşklarımızın içini boşaltan, cümlelerimizi uysallaştıran ve sırtımızdan edindikleri servetlerle araba ve kadın değiştiren bu 'modern zaman dervişleri' rahat değildir. Çünkü biliriz numarasını Ali Cemal gibilerin ve bir gün akar makyaj, bir gün helalleşme vakti gelir. İşte o gün hakkımız helal edilmemiş olur ve belki daha öncesinde, hakkımız yapışır yakasından böylelerin, yapışır ve kirlettikleri herşeye çarpa çarpa kafasını sokağa atar. Bir gün olur bu. Çünkü iman ettik.

 

Diyorum ki şimdi, diyorum ki kardeşlerime, asıl düşmanı iyi tanıyın. Asıl düşman içinizdedir sizin. Asıl düşman, gözlerimizi izleme şansı edinmiş olandır. Kelimelerimizin sıcaklığına yakın durma imkanı verdik onlara. Ve fakat onlar, kelimelerimiz altındaki ateşi söndürmek için çırpındılar. Dağıtmaya çalıştılar yanan odunları. Şimdi o ateşte yanma vakitleri gelmiştir. Perde açılır ve bir yüzün ardındaki diğer yüz, irinli ve kusmuk kokulu bir surat çıkar ortaya. Yakındır oyunun bozulma vakti. Yakındır gerçeğin bir çekiç, hayatın örs olduğu an. Ve o örste bir yılanın kafası esilir.

 

Anlatacağım artık. Karar verdim kalemimi içimizdeki şeytana dokundurmaya. "Güzele bakmak sevaptır" sözünü hadis-i şerif mertebesine çıkartmaya çalışarak kadın avlamaya yeltenenlerin bulanık denizlerini anlatacağım. Allah'ı -haşa- kösnül arzularına çöpçatan yapmaya yeltenen bu adamları, Çeçenistan'da 'la ilahe illallah' aşkıyla döğüşen delikanlının kanı bile kurumadan, buralarda, içimizde, bir yılan kıvraklığıyla hileye, pisliğe, düşmanlığa doğru akan iki yüzlü vatandaşların bütün oyunlarını anlatacağım. Biliyorum ve bildiklerimi saklamayacağım artık. Haberiniz ola! 15 Nisan 2000

iozyol@yenisafak.com

 


 

23.Bu yazı Nil Nehri'nin üzerinde okunacaktır !

 
 

En yakınımda istiyorum seni ey geniş, ey dokunulmaz, ey sarhoş, ey büyülü, ey Magripli yürek! Anlaşma böyle. Bu yazıyı avcunun içine sıkıştırıp Nil Nehri'nin üzerinde okuyacaksın.

                Yeryüzü düşlerimizi sulayan bir nehir, bütün görkemi, bütün bilgeliği, bütün acılarıyla akıp gidecek altından. Sen onun üstünde akıp gideceksin. Şimdi o kara gözlerini en uzak noktaya çevir ve gözlerinden daha kara, ellerinden daha yalnız ve fakat bir gün dünyanın en güzel karanfiline dönüşecek olan kıtayı seyret. Kıtamızı seyret. En güzel Afrika'mızı seyret. Ve kıskan bu nehri benim yerime. Geniş sularını, kıyılarında koşan çocukları ve akan tarihi ve kahramanları ve hainleri ve soytarıları kıskan.              
Nil Nehri'ni övmek haram kılındı bize bir süredir. Bir ırmağın bazen sakin, bazen çılgın fısıltılarına kapılıp gitmek, ruhumuzu onun dansına göre ayarlamak, yüreğimizi serinliğine bırakmak yasaklandı. Kendimiz koyduk yasağı, çünkü üstünde yaşadığımız şehir, dirseğimizi dayadığımız masa, şu an üstünde dolaştığımız harfler, parmağımızla yokladığımız şahdamar, hepsi hepsi içimizi daraltıyor ve illa ve illa uzaklar. İllallah uzaklar! Yakınımda, en yakınımda akmasını istiyorum Nil'in. En yakınımda istiyorum seni ey geniş, ey dokunulmaz, ey sarhoş, ey büyülü, ey Magripli yürek! Gel ve yak bütün ışıklarımı, gel ve gelişin başımı döndürsün, gel ve kara gözlerin dünyanın en değerli taşları gibi parıldasın karanlığımda, gel ve fakat gelişin tıpkı gitmek gibi olsun, aynen gitmek gibi. Böyle bir gitmek görülmesin. Akıp gitsin Nil altında ve sen Nil'in üstünde akıp git.
               
Bu nehir senin gördüğünden daha geniş, benim gördüğümden daha dar. Bu genişlik ve darlık arasındaki diyalektik, bu uçların cezbesi, bilmenin sıfır noktası ve en dar damarlarımızdan beslenip hayata doğru genişleyen büyük devrim, hepsi, hepsi, hepsi, bir nehrin sularında özetleniyor şimdi. Nil çok şey anlatıyor anlamak isteyene ve her ne kadar "bir nehirde iki kez yıkanılmaz" diyorsa da Heraklit, içinden kovulduğumuz akışı durdurup, aynı suda iki kez, ve kezlerce kez yıkanmak niyetindeyiz. Artık bizim için ve bizim gözlerimizle ve bizden biri gibi akmalı bu nehir. Söyle şimdi Nil'e, dur ve söyle, geliyoruz yakında. Avuçlarına sıkıştırdığın yazı bir emirdir, bir isyandır ve uzak, ama bir o kadar da yakın topraklardan, Anadolu'dan gönderilmiş terli bir kısraktır bu yazı. Az sonra bitecek ve devamı Kahire sokaklarında, İskenderiye izbelerinde yazılacak, altına kardeşlik imzaları atılacak bir mektuptur avcundaki. Üzerinde yüreklerimiz, dirençlerimiz ve duraksamadan yürüdüğümüz yollar vardır. Ki yollar, onları yüklenen bir kısrağın, Nil'e ayağını vurduğu yere kadar uzanır. Ki yolların üzerinde hüzünlü bir coğrafya vardır. Üzerinde Anadolu halklarının, üzerinde bir Kürt kızının, üzerinde Çeçen kartallarının, üzerinde Ortadoğu devrimcilerinin, üzerinde Mısır kahramanlarının gözyaşı vardır.
 Negrican, negrican, ağlama can!
 

24.Çadırım var ibrişimden

Sadakat ve sabır istiyorlar bizden. Rıza göstermemizi ve beklememizi istiyorlar. Oğlunun cesedini enkazdan tırnaklarıyla çıkartmaya çalışan bir babanın sadakatine ihtiyacı var devletin. Birileri, yaralı kalplerde, yaşlı gözlerde, dağılmış zihinlerde, acılı göğüslerde patlayacak bombaların dehşetiyle kafalarını masanın altına gizleyerek, uzak ve mekanik bir sesle konuşuyor. "Telefonlarımız çalışmıyor, kimseyle görüşemiyoruz" diyen bir depremzedeye, "Ben de Ankara'daki bakanlarımla görüşemiyorum" diyor devletin Başbakanı. Kendini depremzede hizasına indiriyor aklınca, fakat devlet bir türlü inmiyor kalbimize. Devlet, vücudumuzdan attığımız herhangi birşey gibi duruyor yıkılmış evlerin, yıkılmış şehirlerin, taş ve beton yığınının bir köşesinde. Burnumuzu tutarak, maske takarak geçiyoruz devletin önünden. Bu bir geçit töreni. Fakat bu kez, sağlıklı Türk gençliği pozlarıyla şeref tribününü selamlayarak değil, sırtımıza yüklendiğimiz ölülerle geçiyoruz "idari ve mülki erkan"ın önünden. Sırtımızdaki ölülerin bütün ağırlığı çökerken üstümüze, devlet, pamuk taşıdığımıza, gül taşıdığımıza inandırmaya çalışıyor bizi. Devlet gülüyor. Devlet neşeli. Ve devlet bir tek çadıra bile başını sokmayarak, kendi çadırının direklerini kolluyor. Lakin, afet bölgesine yayılmış çadırlar, bu güzel ülkenin nasıl dev bir çadırın yaşam alanına hapsedildiğini gösteriyor. Buna çadır devleti denir beyler, buna çadır devleti denir.

 

    Üstelik kendisi ibrişim çadıra kurulmuşken, vatandaşlarına adam gibi bir çadır dahi veremeyen bir devlettir ki bu, tutar kendi acziyetini bile kahramanlık malzemesi haline getirir. Gittikçe eriyen gövdesini, ciyak ciyak bağıran boyalarla gizlemeye çalışan yetmişlik bir kokona gibi gezinir aramızda. Ve tıpkı o kokona gibi agresif, o kokona gibi insansız, o kokona gibi hayatsızdır. Bu devlet kokona bir söz yazarı gibidir ve onun sayesinde, ünlü söz yazarını televizyon ekranlarında gördüğümüz zaman hissettiğimiz mide bulanmasını yaşarız afet bölgelerini dolaşırken. Enkazların arasında, boyalı dudakları ve fosforlu gözaltlarıyla salına salına dolaşan bir mezar kaçkınıdır hükümet. "Hüküm"süz ve "et"siz hükümet, enkazların altında "et" arar kendi "hüküm"lerine. Burnunu tutarak yatar ibrişim çadırda. Fakat koku, uzaklara gömdüğü deprem şehirlerinden değil, kendi gövdesindeki malum organlardan gelmektedir. Çadır kokmaktadır ve hükümet kendi kokusunun üstünde uyumaktadır.

    Çadırın kapısını bekleyen bir yetkili, dışardaki mahşeri gürültüyü susturmak için, işaret parmağını dudaklarına götürerek "şşşt!" demekte ve bu "şşşt!", sukunet tellalları tarafından, halka "sabır mesajları" şeklinde tercüme edilmektedir. "Şşşt! İçerde devlet uyuyor!". Uyusun da büyüsün devlet, tıpış tıpış yürüsün devlet. Belki yürümeye başlarsa, insanları parçalatmak için beslediği köpeklerin yanına, insanları kurtarmak için de birkaç köpek eklemeyi akıl eder. Ve o zaman biz de, enkaz altında canlı arayan köpekleri de var devletin diye biraz sabrederiz. Yeter ki devlet, girdabında sürüklendiği tatlı uykudan bir nebze büyüyerek uyansın. Yeter ki... 28 Ağustos 1999 Cumartesi



25.Çok şükür bugünü de gördüm. Ölsem gam yemem gayrı

Tek tek düşen bütün zulüm kalelerinin ardından ve her müjdenin sonrasında ses tellerimizin bütün gücüyle sıkılmış bir "Allahuekber" mermisiyiz biz

 

Geçen bin yılın başında Alparslan'ın 50 bin kişilik Türk, Arap ve Kürtler'den oluşan ordusu, Romen Diyojen'in 240 bin askerlik devasa gücünü Malazgirt Ovası'na gömmüştü. Bu zafer, Viyana kapılarına kadar uzanan bir coğrafyanın kumaşını en önemli noktasından yırtmış ve orada oluşan sökük, bin yılın ilk yarısını dolduran zaferlerle sürekli genişlemiş ve büyümüştü. Doğu'nun ve İslam'ın bu görkemli yükselişi 1700'lü yıllarda aksamaya ve giderek de çökmeye başladı. Hele ki 20. yüzyıl İslam coğrafyası açısından sessiz ve hüzünlü bir icattan öteye gidemedi. Geçen binyılın -şöyle helalinden- bir 700 yılına damgasını vuran İslam düşü, son demlerde yerini Hıristiyan aleminin sanal büyümesine terkeder gibi oldu. Ya da birileri böyle zannetti ve bizi buna inandırmaya çalıştı. Oysa İslam kavgası, Allah aşkımız ve şehadet tutkumuz, 2000'li yılların kapısını zaferle aralamaya hazırlanıyor Çeçenistan'da. Kahraman Çeçen halkı, Caharkale'yi ve tekmil Çeçenistan'ı, kendinden ölçülemeyecek derecede büyük ve kalabalık Rus Ordusu'na mezar yaptı. Yüreklerin Çeçenistan olduğu, ruhların zincirlerini kırdığı, gözlerin inatla ve ısrarla avuç içi kadar bir toprağa dikildiği günler yaşıyoruz. Zafer haberlerine doymuyor yüzlerce yıllık açlığımız. İmha edilen her tankın ardından avuçlarımızı göğe doğru kaldırıp "Allahuekber" diye bağırmanın binyılına girdik işte. Ne kadar özlemişiz bu anı... Ve titrek bir aşkın gürül gürül akan bir ırmağa dönüşmesi ne mübarek birşeydir. Rabbim sana şükürler olsun!

 

Daha fazla Çeçenistan istiyor kalbimiz ve bir tek Allah'ın önünde eğilen milyonlarca gövde, kendini bir Çeçen bayrağı gibi taşıyor meydanlarda. Bu demirden, ateşten, topraktan ve rüzgardan coşkuyu, bu yürek patlamasını, bu güveni, bu vakarı bize yaşatanları alnından öpüyorum. Alnından öpüyorum kahraman Çeçen halkını, kahraman Lübnan halkını, Moro gerillalarını, Keşmir savaşçılarını, Kosova kurtuluşçularını, Bosna aşıklarını, bütün devrimcileri, bütün mücahitleri. Alnı İslam'la tutuşan bütün kardeşlerimin ateşine kurban olsun bu kalem. Yeryüzünün en ücrasında bile, emperyalizme, faşizme, oligarşiye karşı direnç bayrağını yükselten her renk, her ırk ve her dinden devrimciye adadım satırlarımı. Bütün devrimler davam, bütün devrimciler kardeşimdir. Tek tek düşen bütün zulüm kalelerinin ardından ve her müjdenin sonrasında ses tellerimizin bütün gücüyle sıkılmış bir "Allahuekber" mermisiyiz biz. Kurtuluş günlerinin hayaliyle ısınıyor kanımız ve dokunduğumuz herşeye bir yanardağın sıcaklığını aşılıyoruz. Ayağa kaldırıyoruz dünyayı ve "yatakta ölmek yok" diye bağırıyoruz bezgin yüzlere. Ölüm, uzak ya da yakın fakat inadına geniş, inadına yeşil, inadına bizim olan günlere çevirmemişse gözlerini neye yarar ki? Yararsız işlerden koru bizi Rabbim!

 

Malazgirt Ovası'nda yakılan ateşe, bin yıl sonra, Caharkale'de bir mücahit avuçlarını uzatıyor ve o ateşten aldığı parçayı saçıyor yeryüzünün üstüne. Kim alır, kim büyütür, kim sahip çıkarsa onundur zafer. Bu nazlı, bu narin, bu güzeller güzeli zafer kapılarımızı çalıyor işte. Açılsın kapılar kavgaya. Açılsın kapılar yeryüzüne. Açılsın kapılar kartalların dansına. Kalk ve biraz da sen kat omuzlarını bu asil dansın ilikleri donduran coşkusuna. Dumanı tüten tank ölülerini seyrederken bir mücahit, sen de elini gözlerine siper ederek seyret işgalcinin gözlerindeki korkuyu ve şaşkınlığı. Zalimi şaşkın, zalimi fare gibi kaçarken görmek ne güzel! Ve haydi sür tankını Moskova'ya doğru! Moskova'ya doğru! Tanrım buna inanmak ne güzel! Ne güzel sanki hep bizi bekliyormuş gibi salınan bir Moskova'yı seyretmek. Moskova, Moskova, elleri üşümüş güzel prenses, bekle geliyoruz. Geliyoruz bekle! 15 OCAK 2000

iozyol@yenisafak.com



26.Depreme ağıt

Geçen haftaya kadar zihnimde salına salına dolaşan kelimeler, bu hafta ortalıkta yok. Nasıl yazsam, nasıl başlasam bilmiyor. Bilgisayarın önünde kıvranmaktayım şu an. Şehirler kokuyor az ilerimde. Adapazarı, İzmir, Gölcük, Yalova ceset kokuyor. Tanıdığım şehirler, sevdiğim şehirler, sevdiklerimin şehirleri bir harabe şimdi. Adapazarı mesela, Lanetli Sınıf'ın ilk imzalarının atıldığı şehir şu an çaresiz insanların kenti oluverdi bir anda. 2 ay önce gitmiştim en son ve o dost sıcaklığıyla, insan sıcaklığıyla bağrına basmıştı beni. Sabaha kadar konuşmuştuk yine dostlarla, gençlerle, ruhu gençlerle... Nerdeler acaba şimdi. Lanetli Sınıf kitabını, o hafta çıkmış "Ben Seni Unutmak İçin Sevmedim" başlıklı yazımızla birlikte imzalatan liseli kız nerde acaba? Necati Mert abimiz hayatta mı? Sait Faik Abasıyanık Sanat Merkezi'ne doluşan genç yüzler karardı mı? Çark Mesiresi'nde sohbet çevirdiğimiz dostlara ne oldu? Zapdiye dönemlerinde yaptığımız bir sohbetin çıkışında elime dünyanın en güzel hediyelerinden birini tutuşturan, bana kendi elleriyle üzerine ayetler işlediği iki adet su bardağı veren yaşlı amcayı hatırlıyorum durmadan. Yine bardaklara ayetler işleyip Adapazarı'na yolu düşen yazarlara, sanatçılara verebilecek mi? Hızlı hızlı yüzler geçiyor gözümün önünden. Ölüme mi koşuyorlar ne? Neden bu acele? Geçen Ramazan iftar çorbasına kaşık salladığımız insanlar, belleğimde öylece kalmış ve kaşıklarını görüyorum, bıyıklarını görüyorum, dualarını görüyorum, şükürlerini görüyorum; içim kanıyor. Zihnim karışık. İbrahim Çolak'tan haber alıyorum; durumu iyiymiş. Zühre iyiymiş, Affan iyiymiş, Ruşen iyiymiş. Küçük bir iç rahatlığı molası bu. Deprem hatıralarımı yıkıyor durmadan dinlenmeden. Adapazarı kokuyor ve kokuyorum ben burada. Mehmet Tekke, kefen dağıtıldığını anlatıyor Müftülük binasının önünde ve ben kefen dağıtan bir yazıdan başka birşey yapamıyorum. Rabbim, bize sabır! Rabbim sabır insanlara!

    Ya Yalova? Seher-Ali Fuat çiftine birşey oldu mu? Ne alemdeler? Gölcüklü arkadaşlarımı ve onların ailelerini hatırlıyorum ansızın. Bursa'yı ilk gördüğüm günü ve Ulu Camii'de kıldığım sabah namazını. Deprem o namaz anını da sallamış olmalı ki, Bursa'ya ait birşeyler kanıyor içimde. İzmit'te konaklıyor zihnimin trenleri. Küçük bir mola anının çengeline yüzlerce hatıra asıyorum. Okuyuculara Yeni Şafak gazetesinin anlattığımız bir Ramazan gecesi duruyor mesela hemen elimi uzatabileceğim kadar yakında. Fakat uzatamıyorum elimi. Bir anafor, bir girdap, çekip alıyor İzmit gecelerini. Ne varsa ordan kalan anılarımda, bir bir kokuyor. Bir bir kokuyor Lanetli Sınıf yazıları ve onların yazarı gibi görünen adam bütün enkazların altında kokuyor. Rabbim, bu kokuyu al içimizden! Rabbim, bizi incitme!

    Altımdaki toprak sallanıyor durmadan. Yeryüzü bu kadar oynak olmamıştı benim için. Ve bastığım yerlere amansızca güvenmiştim hep. Şimdi ihanet ediyor dünya adımlarıma. Oturduğum yerde sağlam değilim. Ve bir kez daha şahit oluyorum ilahi dengeye. Hiçbirşey değil bizim hayatımız içinde Allah korkusu dolaşmıyorsa. Deprem ne ki? Asıl deprem ruhlarımızda geziniyor şu an ve dağlar patlıyor, topraklar yarılıyor bedenimizde. Rabbim, işte bu depremi tut içimizde! Rabbim başka depremler verme! 21 Ağustos 1999 Cumartesi



 

27.Doğmasaydı insanlar, olmasaydı bu çile

Lanetli Sınıf yazılarının kimlerin içinde neleri tutuşturduğunu bir miktar tahmin etmekle birlikte, asıl etkileri konusunda tam da bir fikir sahibi değilim. Okuyuculardan gelen mektup ve telefonlar, bir miktar da olsa, el yordamıyla da olsa, nasıl bir yolda ilerlediğim konusunda fikir veriyor. Bu mektuplar, bu telefonlar, Lanetli Sınıf okuyucularının, yazılarla kendi dünyaları arasında ne türden köprüler kurduğunu anlamama vesile oluyorlar. Bugünkü yazımı da sizlerden gelen bir mektuba ayırmak istiyorum. Mektup İzmit'ten postaya verilmiş ve altında Süleyman Pekin'in imzası var. Süleyman kardeşimiz, kalemini 'sıkı bir sınıf mensubu' olarak konuşturmuş. Bize fazla söz düşmüyor bu satırlar arasında. Vira bismillah:

 

"Lanetli çocuk! Ceplerin cüzdanındır tiner kokusuyla doludur astarı. Bayrampaşa'da kaportacı çırağısındır ve Müslümcü olmak gibi bir ayrıcalığın vardır bu vefasız alemde. Evet, o senin babandır ve sen de onun gür sesinde varlığı tatmışsındır, isyanı. Bıçaktan ve cam kırıklarından korkmazsın çünkü camekanlar ve vitrin mankenlerince korkutulmuşsundur. Aldanma aslanım onların çocuksu malum yüzüne. Mutlaka Anadolu kokmayan losyonlar sürerler her gün. Sen gübre taşır, taşır da tabiatlaşır ve toprağın dinamiğini bileklerine transfer edersin. O bileğe çiviyle kalp kazımak raconu seni asil kılmıştır.

 

Neyine güveneyim kalleş dünya? Bir levye, bir mamçaka ve bir sustalı yirmi yılın özetidir. 2. Taburun 5. Bölüğünün psikopatı olmak askerlik şerefindir. Gelir ve gözlerinde tek göz pencere olan birini alır götürürsün. Sonra ekmekçi olursun, emekçi olmazdan bir adım önce. Lahmacunun tadı, alnının teri ve elinin kiridir, yersin. Senden doğacak, yine senin gibi eskitilmiş bir çığlıktır.

 

Birden, "Lan gardaş, bu nasıl devran" felsefesine çapraz düşersin, Bella tempolarıyla. Evladım Rıza, var bu dünyanın sigortalarında bir arıza ha, ne dersin? Sonra suçsuzluğunun yargılayıcılarını yargılanır bulursun ve eyvallah çekersin. Hoşçakalın heyyy, dünyanın bütün halkları. Derken ver elini Karadeniz. Favoz, Ganita ve Meydan. "Sen ne ander bişesun. El güler oynarken sen çekersun ayazi". Hey gidi 1. İnönü'nün Sivrullu Niyazisi. Hey gidi, ahihihuhuuu!

 

Gelgelelim varoşlardan hamile kalmıştır şehir. Enikler gibi üreyecek ve hep batıya, hep batıya yürüyecektir. İşte hayat bu azizim. Saz ve Kazancı Bedii. Ve soğanın cücüğü Patissier Menü'nün Top-10'una girecektir, hem de senin beyaz havlu çorap, siyah sivri burunlu ayakkabılarınla. Helva-ekmek yiyeceksin ve kentin can çekişmesini seyredeceksin. Ve son, samyelidir. Bir Mekke rüzgarı çalıların ve Bağdat Caddesi'nin altını üstüne getirecektir. "Ve dikenli bir İncil ezberleyeceksin Müslüman olan çayırlar boyunca". Ve cesedinin üstünde artık zar atamayacaklar. Ve çünkü imanın gibi biliyorsundur vakit asılmak vaktidir. Ve çek tetiği avcı, yeter çektiğim. Azad olsun bu yürek!

 

İdris Özyol, Gümüşhana/Kürtün'den başlayan takip İzmit'te daimi adreste devam ediyor. Müslümcülük, devrimcilik, Karadenizlilik ve İslam'ı keşif heyecanı ve dahi ritm, bıçak, kavga ve aşk, delikanlı yaşamın değişmesi teklif dahi edilemez maddeleridir, bilirsin. Merak etme sende bizdensin. Bizim gibi meçhule gidenlerdensin. Lanetine tükürdüğüm sınıfa andolsun ki Müslümcüler ihanet etmez".
7 Mayıs 2000 - iozyol@yenisafak.com

 


28.Dönüşümüz muhteşem olacak!

Hey, cafcaflı ofislerin pamuk elli efendileri; bizlerden korkun! Biz üç-otuz paraya çayınızı demleyen, elektrik faturanızı yatıran, fotokopilerinizi çeken ve sinirli olduğunuz günlerde ayağınıza dolanan ofis çocuklarıyız. İki gün görmeseniz yüzümüzü bile hatırlamazsınız bizim. Hepimiz birbirimize benzeriz çünkü. Kara bir kafanın üzerine yerleştirilmiş iki siyah göz ve tarifi mümkünsüz alınlarımızla, gecekondulardan zengin muhitlerine taşınırız her gün. İtiş kakış minibüslerde işe yetişmeye çalışırız. Çünkü siz gelmeden önce ofisin ısıtılması, çayınızın hazırlanması, kül tablanızın temizlenmesi gerekir. Ve siz acaip geç ve geceden kalmış gözlerle ve hala sarhoş ve sabun kokularıyla gelirsiniz. Ve sizden nefret ettiğimizi hiç düşünmezsiniz kapıdan girerken. Adımızı bile bilmediğinize eminiz Çünkü biz, her sabah, sizin o hah kaplı, cilalı, cafcaflı, modem ofislerinize gelirken yeniden yeniden vaftiz edilir ve "hişt oğlum" ismini alırız. Küçücük, daracık bir dille konuşursunuz bizimle. Daha doğrusu emredersiniz: "Hişt oğlum, çay getir buraya", "Git şu faturaları yatır", "Ya ne bu masanın hali", "Silsene buraları sabah gelince", 'Tembel herif', "Kapat şu müziği". Ve kendi sınıfınızdan biriyle konuşurken bazen, işini çok iyi yapan "meçhul bir ofis çocuğu"ndan bahsedersiniz. Yanında çalıştırdığı elemandan acaip memnun olan taradıklarınız vardır ve siz yüzümüze ya da sırtımıza bakarak hayıflanırsınız şanssızlığınıza. "Bulamadık öyle birini" dersiniz. Her söylediğiniz şeyi duyarız biz ve içimizde kocaman bir bıçak kıvranır. Damarlarımızı keser size bakarken yaşadığımız iğrenme.

 

Ve sonra bir gün, hiç anlamadığımız bir gerekçeyle kapının önünde buluruz kendimizi. Bizi kovarken "rantabl", "yeniden yapılanma", "akılcı yönetim", "modem işletme anlayışı" gibi şeylerden bahsedersiniz ve o esnada bizim kafalarımızda "Ben zaten her acının tiryakisi olmuşum" türünden bir felsefe dolaşmaktadır. Yüzünüze baktığımızda kocaman bir uçurum koyarsınız araya. Seni pembe yanaklı, bakımlı, semiz seçkin seni. Seni züppe seni. Az sonra çıkacağım buradan. Az sonra parmağınla ezdiğin bir böcek gibi afâeaksınbeni. Ve ben köpek pislikleriyle dolu semtinizi hızla terkederken içimden "Gidişim suskun olmuştu ama, dönüşüm muhteşem olacak" şarkısını söyleyeceğim.

 

 Bir gün hakikaten geleceğim. Hem de paramla geleceğim ve bacak bacak üstüne atarak karşında o manikürlü ellerinden nescafe içeceğim senin. Geğireceğim ve ağzım fena halde lahmacun kokacak. Elimdeki tespihi durmadan çevirerek sana iş vereceğim. Senin fiyatını ben ödeyeceğim beyaz kafa. Sana reklam kampanyası, araştırma işi, yardım raporu türünden abidik gubidik işler yaptıracağım. Ve yapağın hiçbir şey işime yaramayacak. Bunu suratına bağırıp bağırıp para vereceğim sana. Sana ben bakacağım beyaz kafa. Halılarını ben yenileyeceğim. Mobilyalarını benim paramla değiştirip, akşamlan seçkin mekanlara benim çeklerimle takılacaksın. Senin efendin olacağım. Ve o gün arabeski, pembe dizileri, Müslüm Gürses'i, Ziya Şark Sofrası'nı, acı biberi, Neşet Ertaş'ı, alan künyeyi, şövalye yüzüğünü, tespihi ve küçücük evlerde kalabalık yaşamayı anlayacaksın. Bunları anlaman için sana para ödeyeceğim. Gerçek benim çünkü, gerçek benim Bunu aklından çıkarma sevgili sevimsiz beyaz kafa! (i.Ö.)



29.Evet, ben bir psikopatım

Dünyanın en anlamlı rengi kan rengidir. Şakağımızdan akan sıcak kanı, parmağımızla yokladık önce ve sonra dilimize götürüp bu hatırayı, ölen arkadaşlarımız üzerine yemin ettik. Ölen arkadaşlarımız üzerine yemin ettik ve doğradık göğsümüzü jiletlerle. Çeteler kurduk ve dağıttık, sonra başka çeteler ve toplandık yere saplı bıçakların gölgesinde ve damarlarımızdan sızan sıcak hayvanı okşayarak ve en barbar çığlıkların eşliğinde birbirimizi vurduk. Ötekini ve kendini vuran adamlarız biz ve bir tek ben kaldım hayatta 'Mor Sümbül Çetesi'nden. Bir kere bile sümbül görmemiş olanların yaşama hakkı yoktur. Hiç hatırlamıyorum yüzünü öldürdüğüm adamların. Ben bir psikopatım. Kendi kanımla sınadım sinirlerimi ve kime güvendimse ağır bıçaklar buldum ucunda. Ağır öldüm ve ağır aşklar yaşadım tenhada. Kenarında hayatın, böğrümü döve döve kustum sevdiğim kadınları. Böğrüme vura vura öldürdüler beni ve öldüğüm her yerde yeni çocuklar bıraktım hayata. Yeni ve yaramaz çocuklar.

 

    Bu hayatı parçalayın oğlum, bu hayatı parçalayın. Zengin sofralardan kaldırılmış bir kuzu gibi davranın bu hayata. Dişlerinizin arasından kan damlasın ve hayatı iliklerine kadar sömürün. Basın evlerini, salonlarını dağıtın, kadınlarını korkutun ve alıp gidin sevdiğiniz herşeyi. Beğendiğiniz ve size yasaklanan herşeyi alıp gidin. Dağa kaldırın hayatı, ırmaklarda boğun, ulu çınarlara asın ve bıçaklayın ve bıçaklayın ve bıçaklayın. Biz bir psikopatız hanım teyze. 'Yaşam' diye önümüze koyduğunuz bu mahrumiyet, afet, acziyet ve yoksulluk yumağını, kafanıza vura vura öldüreceğiz sizi. Sizi kuştüyü yataklarınızda öldüreceğiz. Tüküre tüküre öldüreceğiz sizi. Bizden çaldığınız hayvanların budunu ağzınıza sokup, nefessiz bırakacağız sizi ve çırpına çırpına öleceksiniz. Boş bir çuval gibi yığılacaksınız sofraya. Kocaman kocaman açılmış gözlerinize bakarak şarkılar söyleyeceğiz. Düğünler yapacağız cesetlerinizi yığdığımız meydanlarda ve cesetlerinize tırmanarak nutuklar atacağız, naralar atacağız ve evleneceğiz bize benzeyen kızlarla. Bize benzeyen çocuklarımız olacak. Alabildiğine yaramaz, alabildiğine cesur ve alabildiğine barbar. Taş taş üstünde bırakmayacaklar büyürken. Kollarımıza alıp havaya fırlatarak büyüteceğiz onları. Ve tırnaklarıyla suratımızı yüzecekler. Alnımızdaki derin izlerden anlayacaklar çocuklarımızın sayısını. Enselerini ısıra ısıra eğiteceğiz onları. Biz bir psikopatız.      3 Temmuz 1999 Cumartesi



30.Ey gidi gidi koca dünya, gam yükü müsün?

Bütün lanetlileri dünyanın birbirine benzer. Ya hızlı hızlı, ya da yaylanarak yürür bizim adamlar. Bir de şehrin en işlek caddesine çıktıkları günler vardır ki, sorma gitsin. İşte o zaman yavaş, elleri ceplerinde, gözleri fitili çekilmiş bomba, sırtları evde bırakılmış bir yükün yorgunudur. Evde bırakılmış ve cadde keyfi bitince gidip tekrar sırtlanılacak bir yükün yorgunudur bizim çocuklar. Aşklarımız da yorgundur bu yüzden. Soframızdaki ekmek, cebimizdeki sigara kırıntıları da yorgundur. Dinlediğimiz şarkılar, sevdiğimiz renkler, odalarımızın duvarlarındaki artizler, uğruna verem olduğumuz kavgalar da yorgundur; ama delikanlı adama yakışır yorgunluk. Ağır bir mana verir surata. Aynaya bakınca afilli durur. Tarihin karşısında tanıdıktır. Caddelerde kesif ve kesintisiz bir hakimiyet kurar. Şiddet yorgundur ve yorgunluk şiddeti körükler. Adalet yorulunca adilleşir ve adil olan yorgundur. (Yoruldum artık)

 

    Bir ağacın bütün çilesi meyveye geçer. Bizim çilemiz şeffaftır. Daha doğrusu parmakla sayılmaz ve ortaya vurulmaz acı. Bu yüzden haksızlığa uğrar ve bizi dövenleri taa içimizdeki bir mezara gömeriz. İsmi yoktur zalimlerin aslında. Onlara tek tek isimler verir, itinayla silip tozlarını, sonra usulca yere bırakırız. Darmadağın olurlar ölürken ve ölüm onlar için en büyük haksızlıktır. Ve fakat hak yorgundur. O kadar yorgundur ki, sadece bir vazo gibi kaldırıp haksızlığı usulca yere bırakır. Tuhaf, mide bulandıran, diş gıcırdatan bir sesle parçalanır zulüm vazoları. Kökensizdirler ve dünya üzerindeki hiç bir toprak böyle bir vazoya dönüşmek istemediği için, her biri plastik, her bir soğuk ve her biri zulmü kendinden menkul acuzelerdir. Küçük bir fiskeyle göçerler. Fakat fiske yorgundur. Fiske, şehrin en işlek caddesinde hafta sonu turu atmaya gitmiştir ve şu an kolejli kızları korkutmakla meşguldür. (Çok yorgunum)

 

    Tespihin bir parmaktan diğerine geçişi gibi, bir kalpten diğerine geçiyor hayatımız. Kendimize benziyenlerin önünde şık, kameraların önünde şaşkın, suç işlerken yakalanmış gibi boş duran hayatlarımız bizim; yüklerimiz yani, evde bıraktığımız ve birazdan gidip tekrar sırtlanacağımız dünya çilesi. Bir an unutalım onu ve şehrin en işlek caddesinde terör turu atmaya çıkalım hadi. Yararak yürüyelim caddeyi ve çarparak vazolara. Kaçışsınlar bizden. Dalıp mekanlarına, kola söyleyelim kendimize. Rahatsız olsunlar. "Defol git" der gibi baksınlar suratımıza. Umursamayalım, çünkü yorgunlar umursamaz. Yorgunlar, sadece yorgunluk denilen devasa bilginin farkındadır ve yorgunluğun üniversitesi büyük dehalar yetiştirir. Farkına varılmaya dehalar. Ve gün gelir o deha, küçük bir fiske indirir hayata. Herşey allak bullak, darmadağın. (Yorgunum, dokunmayın bana)      4 Nisan 1999 Pazar

İDRİS ÖZYOL


 

 
  Bugün 96 ziyaretçi (321 klik) buradaydı

beyaz kuğu Selam Dünya !.. Selam Türkiye !.. Sitemize Hoş Geldiniz !.. ( beyaz kuğu ) bir aile sitesidir !.. Lütfen bizi takip ve dostlarınıza tavsiye ediniz !. Bu çorbada tuzu olsun isteyenlerin, tenkit ve tavsiyeleri için ( mim.sait@hotmail.com )veya ( alt1946@windowslive.com ) adreslerine mail göndermelerini bekliyoruz !.. Sitemizde "bir hoş sada" menüsü altında yer alan "beyaz kuğu", "teferruat", "derviş hüseyine mektuplar" ve "hem nalına hem mıhına" bölümleri orjinal olup, bunların hiç bir hakkı mahfuz değildir, kaynak gösterilerek veya gösterilmeksizin kullanılabilir. Diğer dökümanlar ise; çeşitli sitelerden alınmış, bazılarında değişiklik yapılmıştır.İlgililerin talebi halinde derhal kaldırılacaktır!..Bilgilerinize sunulur !.. *** beyaz kuğu***Ailenizin Sitesi***











* * * * *


 
 

Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol