beyaz kuğu
  Dindarlik ve Laiklik Ekseninde Turk Toplumu
 

 

Dindarlık ve Laiklik Ekseninde

Türk Toplumundaki Değişimin Röntgeni


Ali BAYRAMOĞLU

 

Dindar kesim nasıl değişiyor ?

 

Gün geçmiyor ki Türkiye tesettür meselesi etrafında yeni tartışmayla karşı karşıya kalmasın; İslami kesimin görünürlülüğü kimi çevrelerde, merkez medyada, bürokraside bir kriz nedeni haline getirilmesin; AK Parti'ye yönelik bu minvalde sorgulamalar ortalığı germesin... Ne var ki Türkiye hızla değişiyor. Siyasi alandan yayılan kokunun tersine toplum düzeyinde İslami duyarlılığı yüksek kesimler ile diğerleri arasındaki gerginlik, yerini karşılıklı bir kabule ve uzlaşmaya bırakmış görünüyor. Bu kabul ve uzlaşma halini besleyen ana unsur, her kesimin kendi içinde yaşadığı değişim... Din-laiklik ekseninde, dindar-laik ilişkisinde, İslami kimlik ve laik tutum açısından nereden nereye geldik? Bugünkü manzara ne? Bu yazı dizisi bu sorulara yanıt arayacak, daha doğrusu, yanıtları arayan bir araştırmanın kimi kısımlarını sizlere sunacak...

 

* * *

 

Türkiye'de İslami hareketin ivme kazanması İran Devrimi'nin belirgin etkisiyle 1980'li yıllara rastlar. Bu yükseliş 1990'larda keskin bir dindar-laik kutuplaşmasıyla doruk noktaya ulaşmıştı. 20 yıllık bu dönem İslami kesimin iç hareketliliği ve İslami kimliğin yeniden oluşumu açısından belirleyici bir önem taşır. Bu süreç İslami aktör ile "laik" aktör arasındaki gerginlikler, sürtüşmeler ve çatışmalar kadar kaçınılmaz karşılaşmalara ve etkileşime de kapı açmıştır. Bu tür deneyimler ve karşılaşmalar, İslami kesim üzerinde köklü etkiler yaratmış ve bir değişim dalgasını tetiklemiştir. Değişim bir yanda beklentilerde bireyselleşme ve rasyonelleşme çerçevesinde meydana gelmektedir. Kişilerin (bireysel, ekonomik, siyasi) fayda arayışlarındaki referanslar din dışı alanlara uzanarak çeşitlenmektedir. Kanaatler esnemektedir. Diğer yandan değişim İslami kimlik açısından dış etkiler sayesinde kendisiyle yüzleşmeye de tekabül etmiş ve İslami kesimin kendi içinde farklı eğilimlere ayrılarak çoğulculaşmasında rol oynamıştır.

 

28 ŞUBAT DİNDARLARI NASIL ETKİLEDİ

 

28 Şubat sadece İslami kesim açısından bir takip ve soruşturma dönemini değil, RP üzerinden yaşanan iktidar deneyimini de ifade eder. İslami hareket bu çerçevede hem bir dışa açılma hem bir içe kapanma süreci yaşamıştır. İlk süreç ekonomiden sendika ve derneklere, siyasetten belediyelere uzanan, kültürel ve sosyal unsurları dini şemsiye altında toplayan bir ruh halini, bir siyasi örgütlenmeyi ifade etmiştir. İkinci süreç, bu kesimin dışındaki sorun ve yapılarla tanışmasına, zaman içinde kendi içinde farklılaşmasına zemin hazırlamıştır. Her iki süreç ayrı yollardan, biri dışarıdan gelen unsurlarla, diğeri içeride bünyenin ürettiği deneyimlerle, bir değişim dalgasına yol açmıştır. Nitekim 28 Şubat dönemi sırasında yaşanan gelişmeler bugün "haksızlık" olarak algılanmaya devam etmekte, mağduriyet duygusu ve tepki "ortak bellek"te yer etmiş görünmektedir. Buna karşın RP iktidarı dönemi ve onu izleyen müdahale süreci İslami kesimin kendi iç dokusuna ilişkin bir yüzleşme mekanizmasını tetiklemiştir. RP iktidarının ve icraatlarının geriye dönük eleştirel okuması, bu dönemde ortaya çıkan kimi dini söylem ve akımlara mesafe alma, bu yüzleşmenin parçalarını oluşturuyor. Umut bağlanan bir iktidar deneyimi ile buna oranla ortaya çıkan kayıp hali, dinin zarar görmesi duygusu arasında yaşanan yırtılmalar "değişim süreci"nin ayaklarından birisini oluşturmaktadır.

 

Bu yırtılmaların sonucunda "bir deneyim olarak RP dönemi" İslami kesim içinde "bireyleşme, daha doğrusu kişileşme" dozunun yükselmesine yol açmıştır.

 

 DİNDARLAR ANLATIYOR

 

Geçmişte hatalar yaptık

 

Hak-İş üyesi bir işçinin şu sözleri bu açıdan oldukça anlamlı: "28 Şubat'ta çok öfkelendim. Müthiş bir şekilde... Ama sabrettim. Çok dua ettim. Ama biliyordum, ne olacağını biliyordum. AK Parti'nin yüzde 36'sı beni rahatlattı... Ama bugün biliyorum. Geçmişte belli hatalar yaptık. Mesela Taksim'e cami yapılması... İhtiyaç varsa yapılır. Ama arı kovanına çomak sokmak için yapılmamalı. Bu tamamen siyaset malzemesi yapıldı. Laik, anti-laik tartışmasının ayyuka çıktığı dönemde bu tür tartışmalar gereksizdi, ortamı daha çok germekten başka bir işe yaramadı..."

 

Fatura dine çıktı

 

MSP-RP geleneğinin içinden gelen bir memur şunları söylüyor: "Müslümanların bu sahte dergâhlarla saptırıldığını da gördük. Faturası dine çıktı. O Ali Kalkancılar falan... O yüzden diyorum ki, bunların kontrol edilmesinde de mahzur yok. Açık olsun kardeşim. Herkes de bilsin... "

 

 TANIKLIKLAR

 

Paraları toplayıp kayboldular

 

Öğrenciyken İrancı olan, şu anda taahhüt işleri yapan bir şirketin sahibi işadamı bu konudaki deneyimini şöyle dile getiriyor: "İslamcı kökenli bir grup arkadaşla birlikte kâr ortaklığı modeline dayalı bir şirket kurduk. Başta mobilya sektörü olmak üzere birkaç sektörde sanayi ve ticaret faaliyetine başladık. Ancak Türkiye'de 2001 krizinin yaşandığı dönemde şirket iflas aşamasına geldi. Bir yerden patlak verdi. Sonra zincirleme gitti. Böyle olunca da bu işin yürümeyeceği, çok ortaklı işin aslında sahipsiz olduğu ortaya çıktı. Burada da Konya'dakine benzer olaylar yaşandı; yani insanların parasını toplayıp ondan sonra da ortadan kayboldu ya insanlar, onu kastediyorum. Öyle olunca ben asıl problem olarak bu olayın pek çok insanı mağdur edeceğini görerek kendi işlerimi ihmal ederek 3 yıl filan bu işin problemsiz bir şekilde bitmesi ve insanların birbirinden nefret etmemelerini sağlamak için uğraştım. Bir şekilde de bunu başardık. Ondan sonra da şimdiki şirketimi kurdum. O dönemde korkunç bir efor saffettik. Şu anda geçmişten gelen bir problem yok. Şimdi işlerimizin iyi gitmesinde de bu olayın ve bu olayı temizlememizin payı büyük.

 

Bunlar dine zarar verdi

 

Konya'da İslami hareketin köşe başlarından olan bir esnafın hissiyatı şu: "Kâr ortaklığına dayalı şirketlerde yaşanan rezaletler hem İslami kesim hem de Konya için büyük bir itibar kaybına neden oldu. Toplum gözünde itibarımız, saygınlığımız, güvenilirliğimiz çok zedelendi. Aslında biz, yani İslamcılar son senelerde çok bozulduk. Paraya tamah eder hale geldik. Yardımlaşma, dayanışma duygularımız büyük ölçüde zayıfladı. Bunlar dine zarar verir, veriyor... Artık bazı şeyleri ayırmalı..."

 

Şirketlerin çöküşü herkese ders oldu

 

"Alternatif ekonomik örgütlenme modelleri" 80'li ve 90'lı yıllarda İslami nitelikli politik projeler ve cemaatleşme eğilimlerinde "insan-ahlak-düzen" unsurlarını birbirine bağlayan mekanizmalardan birisini oluşturmuştu. Para ile malı, faiz ile haramı özdeş kılan hakim İslami söylemin ürünleri olarak doğan bu modellerin en etkin türü "kâr ortaklığı esasına dayalı şirketler" olmuştu. Bunlar sadece bir ekonomik faaliyet tipi oluşturmakla kalmamış, inançlı küçük tasarrufçuların gözdesi haline gelerek İslami kesimin içe kapalı bütüncül örgütlenme ve cemaatleşme eğiliminin manivelalarını oluşturmuşlardı.

 

Refahyol hükümetinin yıkılmasının ardından kâr ortaklığı modeline dayanan kimi finans kurumları büyük bir çöküşün içine girdiler. Bu çöküş gerek işadamları, gerek küçük tasarruf sahipleri, gerekse üçüncü kişiler açısından İslami kesim aktörleri üzerinde önemli etki bırakmış görünmektedir. Bu etki esas olarak hem bireysel faydayı, hem dini olanı kollamak güdüsüyle filli ve fikri olarak ekonomi ve din alanlarının ayrıştırılmasına, ayrıştırılarak algılanması öncülük etmiştir.

 

8 ilde 90 kişiyle tek tek görüşüldü

 

Bu araştırma TESEV Demokratikleşme Programı çerçevesinde hazırlandı. Görüşme, okuma ve değerlendirmeleriyle 1,5 yıl sürdü ve geçtiğimiz ay TESEV yayınlarından "Çağdaşlık Hurafe Kaldırmaz" başlığıyla kitap olarak yayınlandı.

 

Araştırmanın amacı İslami kesim ve laik kitlenin "din, dindar ve laiklik" kavramlarından hareketle birbirlerine bakışları, kendi kimlikleri ya da tutumlarıyla kurdukları ilişkiler, bu çerçevede ortaya çıkan kırılma noktaları, temel ana eğilimleri ve bu eğilimlerin dip akıntılarını anlamaktı. Bu kesimlerde zihniyet yapılarının nasıl oluştuğunu tespit etmek, bu yapıların Türkiye'nin demokratikleşmesi önünde ne tür engeller ürettiğine ya da değişime yönelik ne tür imkânlar sağladığına işaret etmek, başka bir deyişle demokratik değişimin imkânları ve sınırlarını aramaktı.

 

YÖNTEM

 

Bu araştırma bir "eğilim tespit çalışması"dır. Araştırma sırasında üç yöntem kombine olarak kullanılmıştır. Derinlemesine görüşmeler araştırmanın asli yöntemi olmuştur. Saha çalışması esnasında farklı kent ve çevrelerle temaslar sırasında gerçekleştirilen gözlemler ikinci yöntemi, araştırma bulgularına göre laik ve İslami kesimden farklı deneklerle yapılan kısa ve tematik görüşmeler üçüncü yöntemi oluşturmaktadır.

 

Bu çerçevede 8 ayrı ilde 40'ı derinlemesine, 50'si kısa ve tematik olmak üzere toplam 90 görüşme gerçekleştirilmiştir. Derinlemesine görüşmeler Türkiye genelinde, bölgesel bir dağılım çerçevesinde yaş, cinsiyet, kültürel çevre, sosyo-ekonomik statü, mekân, eğitim kriterleri de dikkate alınarak yapılmıştır.

 

Bu görüşmelerde, deneklerle araştırmacı arasında aktif bir diyalogun ve etkileşimin oluşması hedeflenmiştir. Bu çerçevede görüşmeler, özel hayat ayrıntılarını, kişilerin kritik deneyimlerini, belirleyici karşılaşmalarını içeren, psikoloji sınırlarına kadar uzanan yüzleşmeler, kırılma noktaları, itiraflar, tartışmalar, bellek alıştırmaları, kanaat tartışmalarını kuşatmış, sıkça bir psikiyatri seansını andıran yoğunluk ve gerginlik içinde geçmiştir.

 

BULGULAR VE ÇERÇEVE

 

Araştırmanın karşılaştığı temel veri 1980'lerden 2000'lere uzanan hatta yaşanan bir değişimin, daha doğrusu "değişim hali"nin varlığıdır. Değişimin ilk göstergesi gerek laik kesimde gerek İslami kesimde, bu kesimleri kuşatan mevcut dinsel, örgütsel, sınıfsal, bölgesel ve benzeri mevcut kırılmalar, bölünmeler, farklılıklar dışında ve yanında, kimlikle kurulan ilişki çerçevesinde bir "ayrışma" yaşanmasıdır. Bu ayrışma karşımıza her iki kesimde de biri değişen diğeri değişime dirençli iki ana eğilim çıkarmaktadır.

 

Dindar kesim değişen halka

Bu kesimde değişimin iki göstergesi vardır: Kişiler tarafından "İslami alan" parçalı olarak algılanmakta, bu alanın din, ekonomi, kültür, özel ve kamu hayatı gibi parçaları arasındaki bağlar kopmaktadır. "İslami olan" da benzer bir şekilde İslami kimlik ve sembollerden ödün verilmeksizin benzer bir ayrışmaya tâbi tutulmakta, insan merkezli bir algıyla din içinden gelen pratik bir sekülerleşme üzerine oturtulmaktadır. Bu değişim hali "hakim eğilim" olarak karşımıza çıkmaktadır.

 

Dindar kesim dirençli halka

Diğer yanda İslami cenahtaki değişim iklimine mesafeli, karşı karşıya kaldığı yeni girdi dalgalarını içine kapanarak karşılayan, iç dokusunu yeniden yapılandırarak yaşayan bir kesim ve bir eğilim söz konusudur. Bu durum doğal olarak siyasi tavır katılaşmasıyla paralel bir seyir izlemektedir. Değişimci politik adımlardan kuşku duyma, Batı'yı doğal ve uzlaşılmaz öteki olarak görme, kalkınmacı-devletçi-dayanışmacı" bir tutumla "yeniden sağcılaşma" dinamiklerini taşıma, bu katılaşmanın köşe başlarını oluşturmaktadır.

 

Laik kesim değişen halka

Yumuşak halkada değişim, farklı deneyim dizileri üzerinden kaotik bir tarzda, yoğun çelişkilerle yaşanmaktadır. İslami kesimin varlığı sindirilmekte, hakları doğal olarak görülmekte, ancak tedirginlik bir ölçüde sürmektedir. Nitekim sıkça aynı siyasal bütünün farklı sorunları değişken, keyfi ve konjonktürel açıklamalarla ele alınmakta, "değişim arzusu" ile "kimlik baskısı", "farklı olanı kabul" ile "farklı olandan endişe duyma" arasında gidiş gelişler yaşanmaktadır. Gidiş gelişler bu halkanın gerek dindara bakışında, gerek kendisine bakışında bir değişim sürecinin içinde olduğunu göstermektedir.

 

Laik kesim sert halka

Sert halka yaşanan gelişmelere, siyasi deneyime ve değişim iklimine "sertleşme"yle yanıt vermektedir. Bu halka, laiklik tutumunun sınırlarını aşan, bütüncül, korumacı ve ulusalcı bir siyasi proje üretimini hızlandırmaktadır. Bu çerçevede laikliğin korunmasını ulus-devlet ve merkeziyetçi geleneğin muhafazasıyla özdeş görme hali, siyasi zihniyet açısından bir otoriterleşme dalgasını besleyen en önemli unsur haline dönüşmektedir.

Xxxxxxxxxxxxxx

 

 

Değişimi olaylar tetikliyor

 

Dindar kesimde değişen ve değişime direnen iki ayrı grup var. Değişenler önemli bir çoğunluğu oluşturuyor ve değişim temel olarak toplumsal ve siyasal deneyimler üzerinden gerçekleşiyor.

 

Dindar kesimde yaşanan değişimi tetikleyen gelişmelerden birisi de terör-İslami hareket ilişkisine yönelik endişeler olmuştur. İslami hareketin yaşadığı iç tartışmalar ve bölünmeler açısından "radikalizm"in Hizbullah örgütüyle ve İstanbul'daki sinagog bombalamalarıyla kazandığı boyut bu noktada belirleyici unsurlardandır.

 

İSLAM VE MÜSLÜMAN FARKI YENİDEN KEŞFEDİLİYOR

 

Hizbullah operasyonları ve ortaya çıkan cinayetler, İslam-siyaset ilişkisiyle ya da dinin siyaset çerçevesinde kullanılmasıyla ilgili sorular ve tedirginlikler yaratmıştır. Bir yandan İslami aktörlerin kendilerini bu tür eylem ve örgütlerden ayrı düşünme çabası ortaya çıkmış, öte yandan İslami alanı ve dini korumak amacıyla bu tür eylem ve hareketler ile aktörler arasına zihinsel ve siyasi mesafeler girmiştir. Diğer bir deyişle terör mselesinin yarattığı sorgulama İslam-Müslüman özdeşliğine yönelik bir zihniyet taşını ve siyasi bakışı sarsmıştır. İslam-Müslüman farkını zımni bir şekilde zihinlere enjekte etmiş, Müslüman'ın çokluğu ve çoğulculuğu fikrini devreye sokmuştur.

 

>>DİNDARLAR ANLATIYOR

 

İslam adına şiddet olmaz

 

Konyalı bir kitapçı:"2 tane çocuk geldi. Bu Malatya grubundan çocuklar. İki tane uzun boylu çocuk... Türk Hizbullahı diyorsanız kesinlikle değilim dedim. Siz hizbi katilsiniz dedim. 'Senin bilmediğin şeyler var' dediler. Ben de 'bir insan bir insanı, bir Müslüman bir Müslüman'ı suçsuz yere öldürürse bunun ismi katildir' dedim. Biraz tartıştık çekip gittiler. Hizbullah olaylarının ortaya çıkmasından çok memnun oldum. Çıksın. Birisi Türkiye'de örgüt kuracak, böyle yapacak İslam adına olacak şey mi."

 

İstanbul'da 80 Müslüman öldü

 

Kayserili bir işadamı: "Bu olay İslami siyasete bakışımı değiştirdi. Erbakan Hoca bu anlamda büyük dedim. Bu tip adamları içine hiç sokmadı. Düşündüm, ta 70'lerden beri bu tür hareketlere hiç pirim vermedi. Demek ki Hoca haklı dedim. Bizim oradaki heyecanlarımıza falan kapılsaydı demek bu ülke kan gölüne dönerdi. Dini kullanmak çok tehlikeli... Mesela işte İstanbul bombalamalarını... Nasıl açıklayacaksınız. 80-85 tane Müslüman öldü..."

 

Ölüm fetvası verilemez

 

Güneydoğulu gayri resmi bir köy imamı: "İslam hukukuna göre din değiştirenin katli vaciptir, ama, bu toplumda değil... Hizbullah'ın yaptıkları yanlıştı. Bunlar kapalı kapılar ardında ölüm fetvaları veriyorlardı. Ben böyle bir şeye hiç yanaşmadım. Bunu kendileriyle de tartıştım. İran sempatizanıydılar. Şiddet kullanma konusunda ölçüsüzdüler... Böyle davranmak dine zarar vermektir. Verdiler de..."

 

İran modelinden uzaklaşılıyor

 

Yaşanan siyasi ve toplumsal öykünün bir sonucu da İran modelinin gücünü yitirmesi ve "öze dönüş arayışı"nı devreye sokmasıdır. Öze dönüş arayışı, bir yandan Kuran'a yeniden ancak insan merkezli bir yönelişi, diğer taraftan kendi toplumunun koşullarını öne alan tarihselci bir bakışı ifade etmektedir. Diğer bir deyişle İslam'ın her toplumda içine doğduğu yerel ve milli geleneklerden arındırılmasını hedefleyen, özellikle İran Devrimi'nin yarattığı ortamdan beslenen evrenselci bakış bugün yerini din algısında yeniden yerel unsurların ve algıların öne çıktığı bir duruşa bırakmaktadır.

 

Gelenekçi yapı ve örgütlenme anlayışı 1980'ler sonrası İrancı ve globalist dalganın baskısı atında tekelci konumunu kaybetmişti. Bugün ise bu yapıyı tahrip eden globalleşmeci dalga etkisini yitirmektedir. Bu ikili etki, bugün dini eylem ve algılar arası sıkı akrabalık ilişkilerine son veren bir iç farklılaşma, çoğulculaşma sürecini harekete geçirmiştir. Bu gelişme din ve siyasetin arasına konulan mesafe ve insan merkezli öze dönüş eğilimi açısından da önemli bir göstergedir.

 

Nitekim bugün yaşanan geriye dönüş, 1980 öncesi İslami harekete egemen olan geleneğe ve tasavvufi yapılanmaya sarılmayı ifade etmiyor. Hem tarikat geleneğinin hem İslamcı evrenselciliğin aşılmasına işaret ediyor ve daha çok kamusal alanda bireysel bir görünürlülüğü esas alıyor.

 

Dün ele aldığımız 28 Şubat tecrübesi ve ekonomik deneyim, bugün altını çizdiğimiz tarihselci anlayış ve İslami hareket-şiddet ilişkisi birer deneyim alanı olarak şu sonucu ortaya çıkarıyorlar: Bu deneyimler din, ekonomi ve siyaset arasındaki sıkı bağları gevşetmiş, her bir parçanın kendi iç dinamikleriyle farklı algılanması eğilimi ve kendiliğinden sekülerleşme halini doğurmuştur.

 

>>TANIKLIKLAR

 

Bizim gerçeklerimiz farklı

 

Dönemin keskin İrancıları arasında yer alan İstanbullu bir serbest meslek sahibi: "Türkiye'nin kendine ait gerçekleri vardır. İran'da yok mu Fars milliyetçiliği? Devrim ihracını başaramamalarının nedeni de belki bu İrancılık... İran İslam İnkılâbı olurken İmam Humeyni'nin Gorbaçov'a yazdığı müthiş bir mektup var. Biz bunu bilemedik. Daha önce Mevlana'yı bir iki sözüyle, işte bu kabak meselesi falan... Hemen yargılardık. Oysa bu müstehcen anlatım tarzı, o dönemde Horasan'da falan da meşhur. Anadolu'da da meşhur oldu, bunda şaşacak bir şey yok. Bu selefi ekolle ilgiliymiş, ben şimdi buna köşeli faşist din anlayışı diyorum. Neyse sonra yavaş yavaş İslamın irfan mektebine doğru geldim."

 

Bir geriye dönüş yaşanıyor

 

İç Anadolu kökenli, Ankara'da yaşayan bir öğretim üyesi: "İlahiyat ikinci sınıftan sonra değişmeye başladım... Tarikatların o yıllarda yani 82 - 83'lerdeki pespaye konumuna, ki bu dönemde de öyle nitelendirebilirim tarikatları, bir tepki olarak tasavvuf karşıtlığı başladı bende. İran devriminin estirdiği rüzgârlara da paralel olarak daha enternasyonalist, kamusal talepleri olan bir İslam anlayışına yaklaştım. Tabiri caizse radikal bir tutum olarak kendini gösterdi bende. Tarikatçı, tasavvufçu arkadaşlarla zaten aramda mesafe oluşmuştu. Bir anlamda İrancı oldum ve İran'ı hep ayrı bir dünya olarak gördüm. Tabii İran'ın başarısını mazlum halkların başarısı olarak görüp bu yönde sempati duyuyordum. Hatta bu süreçte Şii olan arkadaşlar bile oldu. Ben böyle bir uç noktaya hiç savrulmadım. Ama radikalliğin bana kazandırdığı şey şu oldu: Hem Türkiye ve dünyada Müslümanların nelerle uğraştığını anlama imkanı sundu bana... Bu bir geriye dönüşü tetikledi. Birçok insanda bu etki oldu, bir geriye dönüş yaşandı..."

 

DİN, LAİKLİK VE ÖZGÜRLÜK

 

Değişim İslami kesimin maruz kaldığı baskılar ve yaşadığı etkileşimler sonucu temel olarak demokrasi, insan hakları, özgürlük gibi evrensel değerlerle tanışma, bunları içselleştirme ve kimliğinin parçası kılma şemsiyesi altında gerçekleşmiştir. İslami kimlik ile demokrasi, insan hakları, özgürlük ve laiklik kavramları arasındaki ilişkiler bu kesimde yaşanan değişimin kilometre taşlarından birini oluşturur.

 

Bu çerçevede yaşanan en önemli gelişme, özgürlük kavramının "insanileştirilmesi", diğer bir ifadeyle sadece geleneğe, dine ya da milli varlığa has kabul edilen özgürlük anlayışının örselenmesi, yani "aşkın özgürlük" algısının kırılmasıdır.

 

Bu durum"aidiyet ile özgürlük arasında ilişkiler kurulması"na zemin hazırlamıştır.

 

Nitekim özgürlük ve insan hakları kavramları bugün "kültürel-siyasal duruş ve varlığın garantörü" şeklinde algılanmakta, yumuşak halka açısından İslami kimliğin koruyucu ve yapışık unsurlarından birisi haline gelmektedir.

 

Bu gelişmeyi tetikleyen üç unsurdan söz etmek mümkündür.

 

Bunlardan birincisi, yerel ve İslami kimliğin kendisini korumak için demokrasi, insan hakları, özgürlük gibi evrensel kavramlara ihtiyaç duymasıdır. İkincisi, duyduğu ihtiyaç oranında bu kavramları söylem ve eylemlerine katmaya yönelmesidir. Üçüncüsü bu kavramların cemaatleşme-bireyleşme gerilimi üzerinden kimliği yeniden yapılandıran süzgeç işlevi görmesi, dolayısıyla kimlik yırtılması kadar kimliğin yenilenerek oluşumuna da işaret etmesidir.

 

Özgürlük ve insan hakları ile aidiyet arasındaki ilişkiler, "yerel ve İslami kimliği" diğerleri arasında, onlara eşit bir kimlik olarak tanımlayan çoğulcu bir eğilimin altını çizer. Yerel değerlerin eşitlik talebiyle siyasallaşması, kimlik içi geleneksel unsurları yeniden tanımlayan, "modern etki"ye açan bir sürece de tekabül etmektedir.

 

Bu değişim sürecinin iç mekanizmaları da doğal olarak bir dizi sarsıntı, iniş çıkış, çelişki ve yırtılma içermektedir.

 

Bu kaotik değişim sürecinin üzerine oturduğu temel meseleyi, "aidiyet hissiyatı ya da kimlik alıştırmaları" ile "pratik güncel tavırlar" arasındaki sürtüşmeler olarak tanımlayabiliriz: Bir yandan seküler ve modern düzenin din dışı tabir edilebilecek temel araçları aktörlerin yaşam tarzına, hatta düşünce alanına yerleşmekte, diğer yandan bu araçlar kâh dini referanslarla kâh yarattığı baskı iklimi üzerinden reddedilmekte ve çatışma nesnesi olarak görülmektedir.

 

Bu yırtılmada laiklik kavramı, gerek işaret ettiği tesettür sorunuyla, gerekse değişim sürecinin "demir leblebileri"nden birini oluşturmasıyla, önemli bir rol oynamaktadır. İslami kesimin yumuşak halkasında aktif anti-laik tavır dile getirilmemekle birlikte laiklik ilkesine yaklaşım kuşkucudur. Dini referanslarla ve Türkiye'deki uygulamalar çerçevesinde bu ilke İslami kimlik karşıtı, hatta din karşıtı bir araç olarak algılanmakta ve yaşanmaktadır.

 

BİR AYDININ TANIKLIĞI

 

Bu konuda Ankaralı bir öğretim üyesi şunları söylüyor: "Cumhuriyetin kuruluşuyla birlikte belki sadece Türkiye için değil tüm İslam dünyasında önemli bir dönüşüm imkânı ve olumlu bir gelişme oldu. Radikal olduğum dönemlerde farklı düşünüyordum, ama uzun vadeli bir bakış açısıyla değerlendirdiğimde olumlu bir gelişme olduğunu düşünüyorum. Mevcut haliyle değil tabii ama bunun getirdiği açılımların bir kazanım olduğunu düşünüyorum. Ama şunu görmezden gelemeyiz. Kemalizmle laikliğin Türkiye'de uygulanma biçimi bir din haline getirildi, bu da ciddi sorunları doğurdu. Bu sorular ortada duruyor, devam ediyor...

 

Doğal olarak bu noktada "seküler bakış", laikliğe atıf yapılmadan devreye girmekte; devreye girdiği andan itibaren ise vurgulardaki siyasi ve dini renk artmaktadır. Ancak bu noktada da mekanizma tersten çalışmaktadır. Dinî vurgu laiklik ve din ilişkisine dair genel bir bilgi aktarımıyla sınırlandırılmakta, buna paralel olarak kamusal, siyasal duruşlar öne çıkarılmakta ve bunun sonucu olarak dini alan ve siyasi alan ayrımına gidilmektedir. Tanımlarıyla seküler olanı tabiileştiren, bu oranda dini vurguya rağmen dinsel olanı izole eden, sonuç olarak sorunu siyasi kılan ve çözümü demokrasiye atıfla dillendiren yaygın bir bakış için Konya Karamanlı tesettürlü bir öğrenci ile Trabzonlu bir ev kadınının ifadelerini sırasıyla okuyalım:

 

10-15 YIL ÖNCE BÖYLE DÜŞÜNMEZDEM

 

Ankaralı işçi: Laiklik deyince belki kötü bir şey değil. Benim hayatımı sınırlandıran, etkileyen bir yanı yok, tesettür sorunu dışında... Ben Müslüman'ım elhamdülillah... Namazımdayım... Önemsiyorum tabii Müslümanlığı. Ya şöyle ifade edeyim: Benim için kural bir insanın kutsal olan şeylere, namus gibi riayet etmesidir. Yani önemsiz gibi gelebilir ama mesela küfür etmemesidir. Hayatımda dinle ilgili olarak önemsediğim şeyler var tabii. Mesela eve girerken selam vermek. Çıkarken selam vermek. Bir şey yedikten sonra Elhamdülillah demek. Çocuklara bir şey verince onların kesene bereket demelerini öğretmek. Ne bileyim boy abdesti almak... İnançsızlık, sefahat, başka yaşam tarzları bunlar bana saygısızlık yapmıyorsa çok da rahatsız etmez beni. Yani o anlamda bir önyargım yok. Çocukların örtünmeleri tabii bu gönlümden geçer. Örtünmezse de şey olmaz. İnsanın kalitesi düşmez. Kapı komşumun başı açık. Kot da giyer. Hanımdan biliyorum. 5 vakit namazını kılan bir insan... Radikal olduğumuz dönemlerde, 10-15 yıl öncesi böyle düşünmüyorduk tabii..."

 

BEN VATANDAŞ DEĞİL MİYİM?

 

Trabzonlu ev kadını: "Yani ben bunun aslında en güzel İslam'da temsil edildiğini düşünüyorum. İşte, 'sizin dininiz size benimki bana' ayetini biliyoruz... Sonra Peygamber Efendimiz de güzel bir şekilde etrafına anlatmış. Ama kimseyi zorlamamış. Yani İslam doğru anlaşılırsa (...) Sonuçta yaşanıyor, yaşanmıyor mu? Laik olan da olmayan da bir arada yaşıyor işte... Ama ben dinimi istediğim gibi yaşayamıyorum. Ha evet namazımı diğer ibadetlerimi özgürce yapıyorum. Kimse karışmıyor ama bir devlet kapısında bana dur denebiliyor. Ama ben bu devletin vatandaşıyım. Bir hasta, hastanede tedavisini yaptıramıyorsa laiklik insani bir şey değil. Yani mesela işte üniversiteye gidemiyoruz tesettürle... Bu iş sadece bir üniversite, bir hakimlikle bitmez, çok geniş bir kapsama alanı var gibi geliyor bana... Yani laikliğin tutulacak bir yanı var gibi gelmiyor bana (...) İslami bir düzen olsa, dini kurallar gelse o da bir sıkıntıdır tabii. Başını örtmek istemeyenler bu sefer sıkıntıya düşerler. Herkes özgürce yaşamalı... Laiklik doğru anlaşılırsa belki olabilir..."

 

Xxxxxxxxxxxxxx

Gelenekten tercihe giden yol

 

Dindar kesimde yaşanan değişimin en önemli göstergelerinden birisi tesettür sorunu etrafından yaşanan travmalar ve anlam kaymalarıyla karşımıza çıkıyor. 1970'lerde cemaatleşmenin aracı olan başörtüsü bireyleşmenin taşıyıcılarından birisi haline geliyor.

 

Bir sorun haline getirildikçe, dindar ve örtülü kadın geleneksel alandan kamusal alana ilerledikçe, tesettür, üzerine düşünülen bir konu haline geldi. Özellikle dindar kesimin değişen grubunda örtünen kadın örtünün anlamı üzerine düne oranla daha derin düşünüyor, kayıp ve kazançları hesaplıyor, kaçınılmaz iç sorgulamalar yapıyor.

 

Bu çerçevede tesettüre hem kadınlar hem erkekler tarafından git gide kişisel tercih ve dini gerek arasında bir yerde ya da bir arada bir anlam verilmektedir. 1980'lerde ve 1990'ların ilk yarısında başörtüsüne atfedilen anlam hicap, edep, örtülü cinsellik gibi gerekçelendirmelerden hareketle "namus" ve "öteki" kavramıyla doğrudan ya da dolaylı ilişkili bir şekilde karşımıza çıkar.

 

"Örtü-namus bağlantısı" bir yanıyla bireyin inancı, davranışı ve rolü arasında sıkı bir ilişkiyi beslemiştir Diğer yanıyla "örtü-namus" bağlantısı, tersten bir ilişkilendirmeyle "örtüsüz-edep dışı" bağını varsaymıştır. "Namussuzluk" atfedilmemekle birlikte, zihniyet düzeyinde İslami aktörün kendisine yönelttiği ve kendisi için kriter haline getirdiği "açık-edep dışı" bağlantısı ötekiyi tanımlamada, ötekiye bakışta dolaylı ama önemli bir rol oynamıştır. İslami hareketin yükseldiği dönemlerde, özelikle 1980'lerde siyasi yapılanma paralel örgütlenmeler ve eylemler halinde olsa da kadın-erkek ortak mücadelesini ve tanışıkları devreye sokan, kadını geleneksel yuvasından çıkaran bir nitelik taşıyordu. Tesettür ve "haremlik-selamlık" ilişkiler işte bu çerçevede hem kadın erkek eşitlenmesini mümkün kılan bir araç işlevini yerine getirmiş, hem kamusal mücadele ve varoluşta kadın-erkek alanlarını birbirinden sıkı sıkıya ayıran bir rol oynamıştı. Araştırmanın önemli bulgularından birisi, bu algı ve işlev sisteminin değişmesine ilişkindir.

 

BAŞÖRTÜSÜNE VERİLEN TANIM

 

Bugün başörtüsü aktörlerin büyük bir çoğunluğu tarafından edep, namus ya da cinsellik kavramıyla ele alınmadığı gibi bu tür bir tanım "aktif olarak" reddedilmektedir. Buna karşılık başörtüsüne verilen tanım ya da anlam "dinin icabı, özellikle Allah'ın emri" şeklinde karşımıza çıkmakta, daha doğrusu bu çerçeveyle sınırlandırılmaktadır. Başörtüsünün cinsellik, namus gibi kavramlarla bağlantı içinde ele alınmaması, hatta bu bağlantının reddedilmesi, "dini bir hükmü sadece kişiyle ilişkilendirme" anlamında bireysel bir referansla tanımlanmasının bir göstergesi olarak kabul edilebilir. Bu durum başörtüsünün kimliğe ilişkin "kendiliğinden bir tavrı tanımlayan" bir sembol olmaktan uzaklaşıp, salt dini ve kişiye ait sembol haline dönüşmesini, bir aidiyet taşıyıcısı olmakla birlikte aidiyetin temel kurucusu işlevini yitirmesini gösteren unsurlardan birisidir. Bu çerçevede din-birey ilişkisinin din-kimlik ilişkisi kadar önem kazandığı görülmektedir.

 

Bu veri, kimlik-birey çatışmasının yanında, kimlik-birey ilişkisinin, diğer bir ifadeyle kimlik içi bireyleşme eğiliminin mümkün olabildiğini gösteren bir dizi bulgu arasında ilk sırayı almaktadır. Bu durumu aktörün aynı anda hem kimliğe sahip çıkması, hem kimlik içinden kimliğe mesafe alması ve onu bir anlamda yeniden kurma alıştırması olarak adlandırmak mümkündür. Bu mesafe alış, işaret ettikleri toplumsal değerlerle birlikte dini sembollerin, ahlak ve yaşam tarzlarının görece depolitizasyonu, insanileştirilmesi ve güncel yaşam pratikleriyle iç içe geçmesi olarak değerlendirilebilir.

 

ÜNİVERSİTELİ KIZLAR

 

Bu noktada, özellikle bu sorunu taşıyan ve yaşayan üniversite öğrencileri açısında sonuçları ve yaptırımları olan zorunlu "tercih" öne çıkmakta, tercih sırasında ve sonrasında alınan destekler ya da yalnız kalışlar, yaşanan sorgulamalar ya da doğrulamalar, deneyimler "irade ve özgürlük" temalarını doğrudan ya da dolaylı bir şekilde birer algı ve kimlik unsuru olarak devreye sokmaktadır. Üniversite öğrencileri düzeyinde "inanç-gelenek-dini tutum" ile "fayda-gelecek-özgürlük" arasındaki yırtılmalar, tutum ve tavırda, inanç ve beklentide çoklaşma mantığı çerçevesinde vurgulu bir değişim mekanizmasını tetiklemektedir.

 

Bu çerçevede kimlikle ilişkiler hem yoğunlaşmakta, hem biçim değiştirmektedir. Aktörlerin manevi çöküntü olarak adlandırdıkları "dini sıkıntı", peruklu ya da açık görüntüleriyle ilgili dile getirdikleri "psikolojik sıkıntı", dışlanmışlık duygusuyla hissettikleri "sosyal sıkıntı", kimi zaman kişiliğe kadar ulaşan kimlik travmalarına yol açmaktadır. Bu travmaların aktörler tarafından giderilmesi ise farklı değer sistemlerini bünyelerinde yan yana taşımaları yoluyla olmaktadır. Başka bir deyişle seküler ve dini olanı sadece kamusal alan varoluşu açısından değil, kendi iç dünyaları açısından da yan yana getirmeye çalışmaları, kimliklerinin keskin ve ayırıcı unsur ve söylemlerinden uzaklaşmaları şeklinde karşımıza çıkmaktadır.

 

ÖRTÜNME VE KİMLİK

 

Bu noktada şu iki mekanizma dikkat çekicidir:

 

1. Daha önce de belirtildiği gibi tesettür-kimlik ilişkisi açısından öğrencilerin bir "tercih" haliyle karşı karşıya bulunmaları irade, özgürlük, şahıs temalarını devreye sokmaktadır. Öğrencilerin bir kısmı ailelerinin koruyucu içgüdüyle verdikleri "başını aç" telkinlerine direnmekte, bir kısmı "kapalı kal" telkinlerine karşı durmakta, bir kısmı ise aile desteği almakla birlikte nihai kararlarını iç sorgulama üzerinden vermektedirler. Kararlar bu çerçevede "özgür irade"yle verilmekte ve "birey davranışı" üzerine oturmaktadır.

 

2. Üniversite eğitiminin getirdiği karşılaşma ve deneyimler genç kızlar açısından kimlik-birey ilişkisinin inşasında önemli bir rol oynamaktadır. Bir yandan maruz kalınan "baskı"ya tahammül bu çerçevede artmaktadır. Bu durumu önemli ölçüde mümkün kılan genç kızların üniversitede diğer ve farklı gençlerle temas ettikleri birlikte yaşama havuzudur. Bu havuz farklı inanç ve tutumların karşılaşma alanı, etkileşim ile değişimin tetikleyicisidir. İlk adımda tesettürlü gençlerin kimliğini pekiştirirken, kabul edilme ihtiyacı içinde öteki kimliğe karşı eşitleyici yaklaşımı beraberinde getirmekte, en nihayet farklıya bakış aktörün kendisine ve kendi kimliğine bakışı da etkilemektedir. Başka bir deyişle yaşanan deneyimler bir "uyum öyküsü" olarak kalmamakta, kimlik içinde kişisel tepki ve duruş mekanizmasını harekete geçirmektedir.

 

Başörtüsüne verilen anlam ve farklı olanla yaşanan etkileşimlerin tetiklediği değişim sadece sorunu cepheden yaşayan öğrencilerle sınırlı değildir. Dindar kesimin değişen halkasındaki diğer kadın ve erkekleri de önemli ölçüde kuşatmaktadır. Yaşanan deneyimler ve karşılaşmalar irade, özgür seçim, farklıya tolerans gibi kavramaları hissiyata taşımaktadır...

 

ÖĞRENCİLER, ERKEKLER EV KADINLARI:

TESETTÜRÜN ANLAMI

 

Konya Selçuk Üniversitesi'nde eğitimini perukla sürdüren öğrenci:

 

Tesettür edep değil

 

Tesettürün benim için namusla, edeple bir ilişkisi yok. Benim için değil, babam için tesettür namusun simgesi olabilir. Benim için Allah'ın emri o. Ama bunun tersi Allah'a inanmamak değil elbette. Tesettürlü arkadaşlardan çok daha ahlaklı, inançlı bulduğum açık insanlar da var. Önceleri kapalı olanın dindar, açık olanın sanki dinsizmiş gibi düşündüğüm çok oldu. Ama üniversiteye girdikten sonra anladım ki dini hayatı yaşamak ancak yaşandığı zaman anlaşılır. İlk peruğu taktığımda ne kadar zorlanmıştım, ne kadar büyük bir günah işliyormuşum gibi geliyordu. Aradan bir buçuk yıl geçtikten sonra o hissim kalmadı artık... İnancını insan her şekilde yaşayabilir (...) Okul bitince bir daha başımı ne açarım ne de peruk takarım, okul için kendim için açmadım. Başkaları için hiç açmam...

 

Ankara kökenli bir diğer üniversite öğrencisi:

 

Tesettür tercihimdir

 

Tesettür deyince ilk aklıma gelen özgür irade. Eğer kızım, olursa tabii inşallah, serbest bırakırım. Allah'ın emri olduğuna inanıyorsa kapansın. Eşim zorla kapamaya kalkarsa, namus filan diye tutturursa onu da engellemeye çalışırım (...) Üniversitede en yakın arkadaşlarım benim gibi tesettürlü olanlar değil. Dini aktiviteleri yok. Ama genelde onlar bana ben onlara karışmıyorum. Görünüşe önem vermiyorum. Önce de belki böyle düşünüyordum, ama tam da değil, okula geldiğimde daha da değiştim. Gördüm ki, kapalı olup da aslında kapalı olamayan insanlar da var... Yani ahlak yok onlarda... Açık olup da çok iyilikler gördüğüm insanlar oldu (...) Açık olup beş vakit namazını kılan insanlar var (...) Şimdi şöyle bir uygulama yapsak. Herkesi kapanmaya zorlasak ya da herkesi açık olmaya. Bence ikisi de yanlış.

 

Karadeniz Teknik Üniversite'sinde okuyan öğrenci:

 

Tesettür kıyafetimdir

 

Tabii benim için edeple ilgisi var ama tesettür namus filan değil. Ben istiyorum ki takan kendini öyle görsün o başka... Takmayanlara karşı hiç önyargım yok. Bir sürü açık dindar arkadaşım var... Onları içime tabii sindiriyorum (...) Ama bir daha hiçbir şekilde başımı açmam. Başka ne olabilir ki? Ben buyum. Bu şekilde olmalı (...)

 

Karadenizli, İslami kimliğini aktif olarak koruyan ve savunan bir ev kadını:

 

Örtünmek doğal hakkım

 

Tesettür benim için hem Allah'ın emri, hem en doğal hakkım. Başka hiçbir anlamı yok Edep başka şey benim için. Sadece çok hatları ortaya çıkaran kıyafetleri edep dışı bulurum. Bu örtülü olsa da böyledir (...) Böyle düşünüyorum... Örtülü olmayan çok arkadaşım var. Yani önyargı oluşturmuyor onların açık olması.

 

Konyalı bir kitapçıdan ilginç yorumlar:

 

Din örtüden ibaret değil

 

Bir süre önce üniversiteden bir kız bir erkek iki genç geldi. Örtünmeyle ilgili kitap istediler. Çocuk 'Nişanlıyız' dedi. Döndüm çocuğa kulağına 'Sakın bir cinayet işleme' dedim. Döndüm kıza 'Ablacığım Kur'an okuyor musun?' dedim. 'Okumuyorum' dedi. O zaman dedim 'Al Kur'an oku. Sonra o örtünme ayetleri gelince istersen kendiliğinden örtünürsün' dedim. Benim karım mesela önce başı açıktı. Canına okudum, bir zamanlar örtünsün diye... Açık bir kadının kapanması kadar zor bir şey yok... Bir de sadece başörtüsüne odaklanan insanlar, dinin diğer hükümlerini sanki unutuyor..."

 

BAŞÖRTÜSÜ: TRAVMA, DENEYİM VE DEĞİŞİM

 

Selçuk Üniversitesi öğrencisinin yaşadığı deneyim ve sorgulama süreci bir örnek oluşturuyor:

 

Ailem baskı yaptı

 

Babam inşaat ustası. Annem ev kadını. İkisi de ilkokul mezunu. 12 yaşında kapandım. 18 yaşına kadar kapalıydım. Bir zorluk çekmedim. Hatta kapalı olmamdan dolayı takdir ediliyordum. Annem için benim oruç tutmam, namaz kılmam hep övünç kaynağıydı. Annem kapalıydı, çevrem kapalıydı. Şimdi birileri açmanı istiyor. Kendimi sorguladım, aylar boyu acı çektim, kendimi yalnız hissetim. Hayatta en çok istediğim şey okumaktı. 'Başörtüsü yüzünden en çok istediğin şeyden mi vazgeçeceksin' dedim, kendi kendime. İmtihan ediliyormuş gibi hissettim. O imtihanı kaybetme hissine tahammül edemedim. Aileme böyle bir karar aldığımı söylediğimde beni ikna etmeye çalıştılar, başımı açmamı telkin ettiler. Babam 'Üniversiteyi kazanmakla bizi sevindirmiştin, şimdi geri alıyorsun bu sevinci.' Dedi. Sonra kayıt dondurdum. Eve döndüm. Babam, 'seni okuttuk da ne oldu' gibi laflar atardı. 7 ay sonra annemi kaybettim. Ondan sonra başka bir şeyin içine düştüm. Evin hanımı gibiydim. Çorba pişirmeyi bilmezken günde üç öğün yemek yapmaya başladım O dönemde şöyle bir öfke kapladı içimi: Bir şeyi elde etmek istersin, çalışırsın ve elde edersin. İstemene bağlı. Ama artık sana sunulanla yetinmek zorundasın. Artık nerede yaşayabilirsen orada yaşamaya başlıyorsun. Bir yıl sonra babam evlendi. Bu, iki tercih çıkardı önüme. Ya ben de evlenecektim ya da okula dönecektim. O evde oturamazdım artık. Ben okula döndüm(...)

 

Aynı öğrenci okula dönüşü ve sonrasını şöyle anlatıyor:

 

İki ay kabus gördüm

 

Şimdi şu halimin üstüne peruk takıp okula gidiyorum (...) Bu halimle aynaya hiç bakamadım, iki ay hiç bakmadım. İki ay sürekli kabus gördüm. Daha önce vicdani olarak aldığım bir karardı. Yine bir vicdani kararla geri döndüm. Onun bir günah olduğunu kabullendim. Evde kalsaydım daha kötü olabilirdi. Ruh sağlığım bozulurdu... İlk zamanlar, bir iki ayrı şey düşünüyordum: İnsanlar üniversiteye en güzel halleriyle gidiyorlar. Ben en kötü halimle gidiyorum. En çirkin halimle oradayım. İnsanların bakışlarını kötü bir şeye bakıyorlarmış gibi hissetmek. Ben mesela kılık kıyafetine, güzelliğine önem veren bir insandım. Ama artık kendimi kötü ve çirkin hissetmem de vicdanıma bir rahatlık veriyor.

 

Karadeniz Teknik Üniversitesi İşletme Fakültesi öğrencisinin yaşadıkları ve bunlara verdiği anlam şöyle:

 

Öfkeli değilim

 

Açmak için babamın telkinleri oldu. Okula gidince açıyorum. Peruk değil, açık. Bir kere evden kapalı çıkıyorsun. Okulun kapısında açıyorsun. Sonra o psikolojiyle sınıfa girmen... Bir eziklik oluyor ister istemez. Ama ister istemez insanın fiziksel görünüşünden dolayı bir canlılık olmuyor. Hâlâ zorlanıyorum. İlk zamanlar ben çok farkına varamıyordum. Şimdi daha ağır geliyor. Yani kişilik açısından ağır geliyor. Yani orada saçımın görünmesi... Beni manevi olarak çöküntüye sokuyor. Bu bile beni çöküntüye sokuyor (...) Bunun faturasını birilerine çıkartmıyorum. Kimseye öfkelenmiyorum da. Belki ben de evde otursaydım bende de o bakış açısını görecektiniz. Ama üniversiteye girmem, o kapıdan içeri girmem farklı...

 

Tersten bir örnek de Kocaeli Üniversitesi'ni bitirmiş özel sektörde çalışan bir gençle karşımıza çıkıyor.

 

Babama direndim

 

Başımı bir kez lisedeyken açmak istedim. Annem bir ay dene, sakın babanın haberi olmasın, açık olmaya karar verirsen, bakalım bir çaresini bulup ona anlatmaya çalışırız, dedi. Açtım ama kendimi rahat hissetmedim. Bir ay sonra tekrar kapadım. Üniversiteyi kazanınca okumak istiyordum. Okulda başımı açmama babam şiddetle karşı çıktı. 'Ben bu yolda hayatımı verdim, benim kızım nasıl başını açar?' derdi. Ama benim kararlı tavrım sonunda kabul etmek zorunda kaldı. Başım açık okudum. Ama bir geçici dönemdi. Artık açmam. Şimdi bir özel şirkette çalışıyorum. Ancak böyle olabiliyor...

 

Xxxxxxxxxx

Din yorumuna birey müdahalesi

 

Son yirmi yılın dindar kesim üzerindeki değiştirici etkileri dini yorumdan, aile hayatına ve siyaset algısına kadar uzanıyor: Dini emrin yorumlanmasında zaman ve koşulların öneminin keşfi, içten gelen, kendiliğinden bir sekülerleşmeyi tetikliyor. Çocuk aileleri değiştiriyor ve modern alana taşıyor. Devlet ve orduya bakış ataerkil bir gelenekten özgürlükçü duruşa doğru ileriyor

 

İslami kesim yumuşak halkada önemli eğilimlerden biri de dini pratiklerin bireyselleşmesidir. Başka bir ifadeyle toplumsal, siyasal, kültürel ve hukuki alanı ilgilendiren konularda dini yorum ve algı "insan ve zaman merkezli" bir nitelik taşımaya yüz tutmaktadır. Ve bu durum aktörler tarafından, açık olarak dillendirilmese de, İslami anlayışın, kabaca kimi dini hükümlerin zamana ve koşullara göre yorumlanması olarak ifade edilebilecek "tarihselci algısı" üzerine oturmaktadır.

 

Bu noktada ortaya çıkan önemli yeni işlev şudur:

 

İnsan ve zaman merkezli algı, "dindarın kimliğine sahip çıkarken kimlik içinden kimliğe mesafe alması ve onu bir anlamda yeniden kurma alıştırması"nı pekiştirmektedir. Aynı zamanda sekülerleşmiş yaşam tarzlarının İslami semboller ve kimlikle içi içe girmesine zemin hazırlamaktadır.

 

Dini patriklerin bireyselleşmesinin hem nedeni hem sonucu olarak karşımıza çıkan mekanizma, özellikle gençlerde ve kentlerde kişilerin çıkarlarının ayrışması ve farklılaşmasıdır.

 

Kimlik odaklı ve kimliğe endeksli "fayda" mantığına dayanan, tüm çıkarların tek hiyerarşik şemsiye altında toplandığı bir davranış sisteminin kırılmasına işaret eden bu durum, kişi nezdinde apolitik ve politik değer sistemlerinin yan yana yaşamasına yol açmaktadır.

 

Bu üst üste oturma çıkar ayrışması ve farklılaşmasını tahrik ettiği andan itibaren ise "bireyleşme eğilimi"ne gönderme yapmaktadır.

 

Ayrışmanın itici gücünü siyasetin parçalı olarak algılanmasının oluşturduğu söylenebilir. Apolitik-popüler değer sistemleriyle geleneksel değer sistemlerini iç içe geçirmiş veya siyasi, toplumsal ve entelektüel deneyimleri sonucu aşırı politizasyondan uzak duran aktörlerde, az çok bilinçli nitelik taşıyan "parçalı algı" belirgin bir özelliktir.

 

DEĞİŞİMİN BİR TAŞIYICISI: ÇOCUK

 

Cemaatleşme araçlarının İslami kesim içinden gelen dinamiklerle esnemeye başlaması ya da kimlik içinde bireysel eğilimlerin ortaya çıkması, özel alan içindeki kimi unsur ve gelişmelerle de desteklenmektedir.

 

Bu noktada araştırma sırasında karşımıza çıkan unsurlardan birisi çocuktur.

 

Orta ve yüksek kültür düzeyinde kentli çekirdek ailelerde çocuk hem bir yırtılma nedeni, hem değişimi harekete geçiren bir aktör görüntüsü taşımaktadır. Bu durum temelde çocuğun evde ve okulda maruz kaldığı çifte değer baskısından kaynaklanır. Çocuğun okulda öğrendiği ilkeler ile aile içinde tanık olduğu, "haksızlık" olarak gördüğü, dahası öğrendiği ilkelerden üreyen durumların sürtüşmesi ev içi davranışları üzerinde kayda değer bir rol oynamaktadır.

 

Aileler bu çifte baskıyı kendi tutum, tavırlarını, görece "nötralize ederek" aşmaya çalışmakta, bu çerçevede çocuğu etkileyecek siyasi tartışmaların sınırlandırılması, çocuk üzerinden mahrem alanın görece yalıtılması ve çocuğun öğrenilmiş değerlerinin dikkate alınması sonucunu doğurmaktadır.

 

Bu noktada çocuğa yönelik kaygılar, uyumlu, katı olmayan, kutuplaşma söyleminden etkilenmemiş bir sosyalleşme arayışı, özellikle gelecek endişesi belirleyici olmaktadır. Çocuğun bir değişim vektörü haline dönüşmesi, 1994'te başlayan 2002'ye kadar uzanan "popülermiş kutuplaşma iklimi" içinde ortaya çıkmış bir durum olarak tanımlanabilir.

 

Çocuk üzerinden mahrem alanın ya da evin "modernleşmesi", "sekülerleşmesi" önemli bir gelişme olmakla birlikte, İslami kesim aktörlerinin maruz kaldığı baskı ve yaşadığı değişim ikliminin bağımlı bir değişkeni olarak değerlendirilmelidir. Nitekim benzer bir durum, daha önce görüldüğü gibi üniversiteli kızların ailelerinde de anlamlı bir eğilim olarak baş göstermektedir. Genel kanının aksine birçok muhafazakâr aile, gelecek ve koruma içgüdüsüyle çocuklarının üniversitede okuması için başını açması ya da peruk giymesi konusunda ağırlık koymaya çalışmaktadır.

 

Ancak belirtmek gerekir ki, her iki durumda da, değer çatışması ve yırtılma çocuktan ebeveynlere uzanan, tutumlarını ve pratiklerini etkileyen nitelik taşımakta, çocuğun ve gencin "değiştirici vektör" olmasına gönderme yapmaktadır.

 

DEVLET, SİYASET VE ASKER ALGISI

 

Dindar kesimde özgürlük geleneksel olarak devlet, millet, dinle özdeş görülür. Ne var ki yaşanan deyimler, maruz kalınan baskılar bu fikrin esnemesine yol açmıştır. Bu çerçevede birey ve özgürlük bağlantısı adeta yeniden keşfedilmiş ve öne çıkmıştır. Bu gelişme dindarların değişin halkasında devlet ve siyasete bakışında da yeni kapılar açmıştır.

 

28 Şubat onu izleyen dönem devleti, "baskıcı rejim"le ve rejim yandaşlarıyla özdeş görme, devlet algısında hak ve özgürlük kavramlarının devreye girmesine zemin hazırlamıştır. Diğer bir ifadeyle İslami kesim devletle zihni ilişkilerinde özellikle "ötekinin devletle özdeşliği" üzerinden sorunlar yaşamıştır.

 

Söz konusu sorun bugün temel olarak "hak-özgürlük-demokrasi-yansız devlet" talebi ve söylemiyle göğüslemektedir. Bu ise İslami kesimin"bütüncül ataerkil zihniyet yapısı" etkiyen, değiştiren sonuçlar üretmektedir.

 

"Askere bakış" meselesi, bu açıdan harekete geçirici bir rol oynar.

 

Mevcut devlet kurumların yapı ve işlevlerini olduğu gibi benimseyen, bu kurumların personel zihniyetini ve iç politikalarını dikkate alıp, bu çerçevede kontrol altında tutulmalarına yönelik mücadele anlayışını öne çıkaran yerleşik anlayış, dindar kesimin geçirdiği deneyimler üzerinden sapmalar yaşanmaktadır.

 

Bu deneyimlerden üreyen görüş ve tutumlar konjonktürel ve fayda merkezli nitelik taşıdıkları kadar, ilkesel bir düşünme pistinin açıldığını da göstermektedir. Siyaset-devlet ilişkileri bir ayrıma tâbi tutulmakta, askeri otoritenin sivil otoriteye bağlılığını kural olarak tanımlayan bir eğilim ortaya çıkmaktadır. Nitekim araştırmada elde edilen veriler, "en güvenilen kurum ordu bulgularını ters yüz eden" bir yırtılmayı çıplak bir şekilde ortaya koymaktadır. Ordunun askeri işlevi yüceltilirken, ordunun siyasi fonksiyonuna katı tavır alınmakta ve bu tavır ilkesel bir duruşa dayandırılmaktadır.

 

DİNDARLAR ANLATIYOR...

 

Dini yorumda bireyleşme

 

Genç, tesettürlü, inançlı yaşam tarzını gelecek hülyalarının parçası kılmış bir öğrenci:

 

Bazı şeyler artık geçerli değil

 

"Hepimiz İslamiyet'i aynı şekilde anlasaydık ve aynı hassasiyetlere sahip olsaydık, o zaman getirelim İslam düzeninde yaşayalım. Ama yaşadığımız toplum öyle bir toplum değil. O yüzden dinin emirleri devlet emirleri olmamalı. Ama şu anki durumu da problemli görüyorum. Yani ben başımı örtmek istiyorsam örtmeliyim, siz de içki içmek istiyorsanız içmelisiniz (...) "Ama her durumda, İslam düzeni olsa bile gerçekçi olmak lazım. Yani İslam'a bakış açım şöyle. Hangi dönemde o hükümlerin uygulandığı önemli. Mesela miras hukukundaki kimi hükümler, şahitlik gibi, bu tür hükümlerin artık geçerliliği olduğunu düşünmüyorum (...)" Dini yaşam biçimini merkezi kılan, İslami kesimin maruz kaldığı baskılara hassas, Trabzonlu bir ev kadını:

 

Kadın ve erkek eşittir

 

"İnancım kadın ve erkeği eşit görmeme engel değil. Dini öyle yorumlamıyorum ben. Mesela şimdi eşim SP'nin üyesi. Bana sormadı. Çünkü ben istemiyordum. Ben de şunu söyledim. 'Siyasi bir oluşumda olduğun için getireceğin herhangi bir sorumluluğu benimle paylaşamazsın. Benden bunun için yardım ve destek isteyemezsin' dedim. Çünkü bu benim en doğal hakkım oluyor (...) Yazları o yayla bu yayla gezerim. Yola çıkarken de haber veririm. Bir kere izin alma şeyi oldu... Yıllar önce. Yeni evlendiğimizde... Sonra rahatsız oldum bu davranışımdan ötürü... Çünkü eşim de ben de iki yetişkiniz. Nerelere gitmemiz gerekip gerekmediğini çok iyi biliyoruz. Bunun için sadece haberdar etmek yeterli diye düşündüm. O gün bugündür de böyle oluyor..." Radikal geçmişe sahip Ankaralı bir serbest ticaret erbabı:

 

İslam bireyseldir

 

"Biz şunu da öğreniyoruz. İslam bireysel... İslam hukukunun olmadığı yerlerde İslam bireysel yaşanır. Refah bunu çok kullandı. Bu çok yanlıştı. Şimdi o çok eleştirdiğimiz Fethullah Hoca'yla buluştuk... İslam'ı sadece başörtüsüne sığdırmak, fıkıh kurallarının peşinde koşmak kadar doğru bir şey değil..."

 

Çocuğun önemi

 

Ankaralı bir devlet memuru şunları söylüyor:

 

Çocuğun çatışmacı kimlik üretmesinden korkuyoruz

 

"Eşim başörtüsü yasağı nedeniyle devlet memuriyetinden ayrılmak zorunda kaldı. Çocuklar eşimin başörtüsü nedeniyle yaşadığı sorundan ciddi olarak etkilendiler, belki annelerinden daha çok etkilendiler. Orada bizim de çok hatamız oldu belki. Onların yanında bu meseleyi çok konuştuk. Biz ve bizden olmayan insanlar gibi bir zihniyet ortaya çıktı. Bu beni çok rahatsız etti. (...) Mesela Atatürk figürünü annesinin yaşadığı acıyla bütünleştirdi. Ama bu durum beni çok rahatsız ediyor. Artık ev içi tartışmalarla çocukların kafasını karıştırmamaya dikkat ediyoruz.. Çocuğun uyumsuz, çatışmacı bir kimlik üretmesinden endişe duyuyoruz tabii. Radikal bir geçmişi olan, laiklik fikrine mesafeli, düşük gelirli bir gazete dağıtıcısı:

 

Okulda ne öğretilirse onu öğren

 

"Evde hanımla siyaset konuşuruz. Çocukları mümkün olduğunca etkilememeye çalışıyoruz. Ama geçen gün mesela baktım, oğlan, ismi lazım değil bizden birilerinin ve Bush'un gazetedeki resmini karalayınca üzüldüm. Belki bir tarafım sevindi ama yine de bir burukluk oldu bende. Karadenizliyiz ya demek tez canlı bir tarafımız var zaman zaman konuşuyoruz, tepki gösteriyoruz ki herhalde o da etkileniyor... Atatürk'ü sorar mesela... Ben de Türkiye'yi o kurdu, sev tabii falan diyorum... Okulda ne öğretilirse onu öğren diyorum... Düzgün yetişsin istiyoruz..."

 

Devlet ve siyaset

 

Nurcu kanattan gelen bir genç anlatıyor:

 

Artık yeter

 

"Bir kere devletin 'ben hangi durumda yıkılırım' kaygısını bırakması lazım. Kürt meselesinde, solculuğa bakışta hep bu var... Yani bunu çok abarttık biz. Milli Eğitim'de, Milli Savunma'da çok yaptık biz bunu. Gençler devlete güvenemez hale geldiler bu noktada. Az önce bana dediniz, devlette belki çalışırsın diye, hiç öyle bir hayalim yok. Yani o çok garip..." Ortaokul mezunu, iki çocuk annesi Anadolulu bir ev kadını:

 

Herkes asli görevine dönsün

 

"Süleymaniye'de Türk askerinin kafasına çuval geçirilmesi zoruma gitti. Asker Türk milletini, Türklüğü temsil eder. Ben de Türk vatandaşıyım. Amerikan askerinin bizim askerimize bunu yapması gururumu incitti. Ama asker deyince aklıma gelen bu değil şimdi. Aynı zamanda askere iç siyasette çok fena şekilde müdahaleci diye bakıyorum. Herkesin asli görevine dönmesi gerektiğini düşünüyorum..." Kayseri kökenli bir kamu görevlisi:

 

İlkeli siyaset geleneği yok

 

"Dağdaki teröristin hepsini aynı kategoride değerlendirmek haksızlık. Kimi başka yapacak bir şeyi olmadığı için, kimi çekindiği için dağa çıkmış. Hepsini aynı kategoriye koymak insanlık durumunu gözardı etmek olur... Bir de şunu ekleyeyim. Bu şehit anneleri meselesi edebiyatı. Eğer istismar aracı değilse o zaman o Kürt anaları niye hiç dikkate alınmıyor. Onların da çocukları ölmedi mi? (...) Doğrusu Özal'ı o zamanlarda anlamlı bir şey olarak görüyordum. Onun dışında siyaseti aktörlerin sürekli değiştiği ama oyunun değişmediği bir tiyatro sahnesi olarak görüyorum. Bu tabii Türkiye'de siyasetin yapılış biçimiyle ilgili bir şey. Siyasetin düşmediği dönemlerde ise hep onur duymuşumdur. Bu içinde bulunduğumuz da böyle bir dönem, bir ümit taşıyorum. İlkeli siyaset geleneği oluşamadı bu ülkede. Çıkar belirleyici. Haddinden fazla belirleyici. Çok utanç verici düzeyde belirleyici (...) Doğu Anadolu kökenli üniversite öğrencisi, orta sınıftan genç bir erkek:

 

Ordu sağa da sola da karışmamalı

 

"Ben orduya önem veren birisiyim. Ama işte bunu da böyle aşırı milliyetçilik tarzında değil de... Ben mesela Türkiye'nin Irak'a asker göndermesini istiyordum. İstiyordum ki söz sahibi olsun. Yanıbaşında bir ülkede söz sahibi olamadığını o çuval hadisesinde gördüm o zoruma gitti. İncindi orada gururum tabii... Daha güçlü bir devlette asker bir kalkan gibi olmalı... Ama ne yazık ki askeriye halka kötü gösteriliyor. Gösterenin başında askeriye geliyor. Yani mesela benim mezun olduğum liseden çıkıp da askeriyeye giden kimseye rastlamadım. Hepsi de çok başarılı ve aileleri de bilinen saygın insanlar... Ordunun silahı az olabilir ama insanlar bu benim ordum diye sahiplenir... Ben bizde bunu göremiyorum. Bunun nedeni askerin siyaset üzerindeki rolü. Bu, artık değişmeli. Ordu sağa da sola da karışmamalı..."

 

  DİĞER BÖLÜMLER

Laik kesim de değişiyor

 

Dindar kesim gibi laik kesimde de iki eğilim var. Değişenler ve sertleşenler. Değişenler burada da çoğunluğu oluşturuyor. Ne var ki değişim süreci umut verici olsa da sancılı ve kaotik.

 

1990'lı yılların başından bu yana yaşanan siyasi ve toplumsal gelişmeler (değişim dalgaları, demokratikleşme süreci, İslami kesimin Erbakan'lı dönemden Erdoğan'lı döneme geçirdiği evreler, çatışma iklimi çerçevesinde yaşanan doğrudan ve dolaylı deneyimler ve etkileşimler) laik kesimin önemli bir çoğunluğu üzerinde izler bırakmıştır.

 

Bu izler doğal olarak iniş ve çıkışlar barındırmakta, ancak bunun ötesinde "toplumsal ve siyasi algıda kompartımanlaşma" olarak ifade edilebilecek çelişkiler serisiyle karşımıza çıkmaktadır. Kompartımanlaşma siyasal, sosyal ve kültürel alanların kendi aralarında ve kendi içlerinde, parça parça algılanarak, her bir parça için soruna ve duruma göre değişen, hatta çelişen tavır ve doğrulamaların üretilmesini ifade etmektedir.

 

KÜLTÜREL ÖZGÜRLÜK

 

Bu çelişkiler serisi, "laik tutum"u geri plana itmemekle birlikte, algı ve değerlendirmede kayda değer değişikliklere yol açmıştır. Bu değişiklikler, İslami hareketin toplumsallığının kabulü, "kültürden gelen ve kültüre yönelik özgürlük" fikri gibi kimi girdileriyle laik tavırdaki hakim siyasi zihniyetin bazı temel taşlarını da etkilemiştir. Siyasete ve topluma bakıştaki iç dinamikleri doğal görmeyen algı da bu süreçten bir hayli hırpalanmış olarak çıkmıştır.

 

Yakın dönemde yaşanan yırtılmaların kökeninde şu gelişmeler yatar: İslami kesimin siyasi baskıya dayanıklılığı, kamusal alanda görünürlülüğünün toplumsal deneyimin bir parçası haline gelmesi ve yakın bellekte kendiliğinden olağanlaşması... AK Parti'nin seçim başarısı, ardından attığı politik adımlar ve giriştiği demokratikleşme hamleleri...

 

Bu gelişmeler "İslami kesim ve aktörlerine yönelik derin güvensizlik hali"yle karşı karşıya gelmiş, bunun sonucu olarak siyasi-toplumsal algı ve tavırları yöneten yerleşik açıklama şemalarının bütünselliği bozulmuştur. Ve reflekslerdeki "tutarlılık" kaybolmaya yüz tutmuştur.

 

Bu tablo iki yeni gelişmenin altını çizer. Bir yanıyla bir "değişme hali"ne işaret eder. Nitekim katı laik kesimin değişime açık bu çekirdeğinde "siyasi okuma tutarlılığı"nın bozulması, tavırların tek tek odak sorunlar etrafında alınması, bu çerçevede ortaya çıkan çelişkilerin açık kabulü bir "algı değişimi" olarak karşımıza çıkar. Laik kesimin "farklıyı görmesi ya da hissetmesi" yaşanan bu değişimin en önemli yönü ve aracıdır.

 

Diğer yandan bu tablo değişime açık laik kesimde "kurucu çelişkiler" üretmektedir. Ayrıca bir çoğulculaşmayı beslemektedir. Zira laik kesimde algı farklılaşması, insani, sosyal kültürel, politik kategorilerin İslami kesime yönelik olarak da birbirinden ayrılması şeklinde tezahür etmektedir. Bu durum, İslami aktörlere bakışta "insani açıdan" demokrat, "sosyal açıdan" ötekiyi kabule yakın, "kültürel açıdan" ötekiyle doğrudan ya da dolaylı temas içinde, "siyasi açıdan" ise korkulu ve endişeli bir yapıyı üretir. Laik kesim aktörlerinin kendi değerlerine yönelik bir ayrışma ve çoklaşma haline işaret eden de bu durumdur.

 

İslami kesimin çatışma istemediğini varsayma, ama din-dogma ilişkisinin böyle bir tehlikeyi kendiliğinden taşıdığını düşünme... Hem azınlıkta kalma duygusu taşıma hem kendini kuralı koyması gereken doğal çoğunluk olarak görme... Hem modernliğin, İslami olan da dahil tüm yaşam biçimlerini kuşatan özgürlükçü bir anlayış olduğunu düşünme hem modern olanı yasakçı eğilimlerle koruma eğilimini sürdürme...

 

Demokratikleşme hamlelerini coşkuyla karşılama ama hamleyi yapanla ilgili derin kuşkular taşıma... Askeri müdahaleye ilkesel olarak karşı durma ama askerden medet umma... İslami aktörlerin kamusal alanda, üniversitelerden mesleki faaliyete, ortak mekânların kullanımından bireysel ya da dolaylı karşılaşmalara, sorunların açık ifadesinden taleplerin görünürlüğüne uzanan geniş bir alanı kuşatan varoluş ve etkinlikleri, deneyim ve etkileşim silsilesine zemin hazırlamıştır. Bu deneyim birikimi, kaotik de olsa değişimi tahrik eden ana unsurdur.

 

Sonuç olarak zaman faktörüyle ve deneyimlerle beslenen değişim, aktörlerin ortadan kalkmayan ve kalkmadığı oranda siyasi gücünü ve toplumsal kökünü kanıtlayan "öteki"yi kabul etmek ile kendi değerlerini korumak arasındaki gidiş gelişlerine dayanır. Bu gidiş gelişler temel olarak çatışma fikri ve ruh halinden uzaklaşmayı tetiklemiş, uzlaşma" arzusu öne çıkmıştır. Tek başına bu eğilim bile eylem niyeti ve çerçevesi olarak soruna ve ötekiye bakışta dışlamanın ve tavizsiz duruşun gerilediğine işaret eder. Bu sonucu üreten deneyimleri bireysel ve toplumsal deneyimler olarak iki bölüm halinde değerlendirmek gerekir. Doğrudan ve bireysel deneyimler İslami kesimin seyyaliyetinin artmasıyla, siyasi, mesleki, eğitimsel, ticari doğal ve kaçınılmaz karşılaşmalar üzerinden yaşanmıştır. Bu deneyimlerin toplumsal belleğin önemli bir parçasını oluşturduğunu söylemek ya da toplumsal deneyimin bu tür bireysel deneyimlerle beslendiğini ifade etmek yanlış olmaz. Toplumsal deneyimler doğrudan temasların yanında dolaylı temasları da içerir. Dolaylı temaslar başta televizyon ve gazeteler olmak üzere çeşitli kanallardan aktörlere yönelen hızlı ve öncellikli bilgi akışları ile bu bilgilerin zaman içinde yeni bilgilerle yeniden değerlendirilme imkânlarından oluşur. Toplumsal deneyimler her şeyden İslami kesimin görünürlülüğe ilişkin tutum değişikliklerini beslemiştir. İslami kimliğin devlet alanı dışındaki tüm sahalarda görünür olması temel bir hak ve özgürlük olarak, doğal bir gerek olarak kabul edilmeye başlamıştır.

 

TESETTÜRE BAKIŞ

 

Laik kesimin siyasi değer sisteminde ve İslami kimliğe bakışında yaşadığı kırılmanın en önemli göstergesi, bu kimliğin en güçlü sembolü olarak kabul edilen "tesettür" algısıyla karşımıza çıkar.

 

Toplumsal deneyimlerin bu noktada, özellikle tesettüre bakışa ilişkin bir ayrıştırmayı devreye soktuğu anlaşılmaktadır. Bir dönem kamusal alanda kullanılan tesettürü her kişi ve her koşulda siyasal simge olarak kabul eden denekler, bugün başörtüsü taşıyanları samimi olanlar ve olmayanlar olarak ikiye ayırma eğilimi taşır hale gelmişlerdir.

 

Aktörlerin tesettüre verdiği anlam kadar, anlam üretmelerine referans oluşturan siyasi algı sistemleri de bir sarsıntı yaşamaktadır. Bu kesim deneklerinin büyük bir çoğunluğu "farklıya toleransla bakma" fikrine vurgu yapan bir demokrasi anlayışıyla bir ölçüde tanışmışlardır. Yukarıda da belirttiğimiz gibi edinilen bu yeni anlayış ile evrensel yaşam tarzı ve cumhuriyetçilikle eşdeğer görülen "koruyucu demokrasi anlayışı" varlığını yan yana sürdürmektedir.

 

MEŞRUİYET BASKISI

 

Bu çerçevede tesettürde samimiyete inanma arzusu, hem aktörlerin düşünsel bütünsellik arayışını ifade etmekte, hem doğal bir sosyal durumun zihinlerinde yarattığı "meşruiyet baskısı"nı göstermektedir. İnanç ve başörtüsü arasında dolaylı bir ilişki kurulması, tesettürün siyasi sembol hapsinden azat edilmesi söz konusu çelişkilerin ürettiği değişimin ipucu olarak karşımıza çıkar. Nitekim laik yumuşak halkada öteki'yi kabul kimi endişeler ve önkoşullardan muaf değildir. İslami görünürlülüğün genel olarak kamusal alanın, özel olarak idare, yargı, yasama, yürütmenin dışında kalması, bunun İslami kesim tarafından da benimsenmesi arzulanan bir uzlaşmanın ön koşulu olarak görülmektedir. Gerçekten de "İslami kimliği eşit ve doğal olarak görme eğilimi" ile "İslami aktörü kendi geleneksel alanına hapsetme eğilimi" arasındaki geçişkenlikler sık karşılaşılan çelişki hallerindendir ve farklı değer sistemlerinin sürtüşmesinin yarattığı gerilimden doğarlar. Nitekim değişim eğilimi ne denli deneyimler sonucu karşımıza çıkıyorsa, endişenin kaynağı da o denli zihniyet dokusundan ve İslam dininin doğal siyasileşme eğilimine yönelik hâkim yargılardan ileri gelmektedir.

 

BİREYSEL DENEYİMLER

 

Bir kadın avukatın gözünden 28 Şubat anlatımları:

 

En büyük desteği dindarlardan aldım

 

"76 yaşında bir meslektaşımız var. Kısa etek giydiğim için beni cumhuriyet savcılığına şikayet etti. İşin talihsiz tarafı mini etek de giymiyordum. Dikkatsiz oturmuştum. Bu yüzden savcının önüne çıktım (...) Dilekçeyi okuyunca şok oldum. Çok utandım. Çok çirkin şeyler yazıyordu. Anlatmak bile çok zor geliyor... Açıkçası türban konusunda, dini simgeler konusunda çok radikal, dini dogmadan korkan biriyim ben. Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği'nde uzun yıllar çalıştım. Ama bu olayda beni yalnız bıraktılar. Ama en başta hiç beklemediğim yerden, mesela İslamcı bir avukat arkadaştan ve onun muhafazakâr arkadaşlarından büyük destek gördüm. Belki onlar da kendi kesimlerinden eleştiri aldılar. Ama biz bütünleştik. Şimdi mesela türbanlı bir arkadaşımızı şikâyet ettiler... Kişisel bir husumetten dolayı... Ona da biz destek olduk. Aynı odada oturup sohbet edebildik. İşte çok farklı düşünüp, aynı sofrada oturabildiğimizi fark ettik (...) Bunu itiraf ederken aslında utanıyorum ama belki bir parça daha kendimi karşı tarafta olanların yerine koymaya başladım. Kişisel yaşama müdahale ne demektir bunu bizzat yaşadım (...)"

 

Kayseri'de memur olarak çalışan"Atatürkçü" genç bir kadın:

 

Dindarlara bakışım değişti

 

"Şimdi benim oturduğum apartmanda bir Almancı tip var. Kızı oradaki Milli Görüşçülerin başı filan... İlk taşındıklarında ben önce huzursuz oldum. Keşke başka birileri taşınsaydı dedim... Teraslarımız bitişik. Yazın geldiklerinde ben de taytla falan üst kattaydım. Biraz nasıl davranmam gerektiği konusunda çekimser kaldım. Ama hacı amca beni balkondan çağırdı. İşte kızım hiç tanışmadık. Bize çay içmeye gelir misin, dedi. Bir gün sonra sen kendin yemek yapmıyorsundur evde diye, beni yemeğe çağırdılar. Öyle öyle ilişkimiz gelişti. Ve şu anda benim evimin anahtarı türbanlı bir hemşire var onda duruyor anahtarım... Yani insan ilişkileri benim için daha önemli, onu farkettim..."

 

TOPLUMSAL DENEYİMLER

 

İstanbullu bir işadamı deneyimlerini anlatıyor:

 

28 Şubat ruhu öldü

 

"Zaman geçtikçe, olaylar yaşadıkça daha uzlaşmacı oluyor, insan. Kendi deneyimleriniz arttıkça başka deneyimleri de daha ciddiye alıyorsunuz. Başkalarının size müdahalesini nasıl istemiyorsanız başka yaşam biçimlerine müdahale edilmesine de hoş bakmıyorsunuz... Bunu yaşayan pekçok arkadaşım var, hatta çevrem de şöyle bir şey var. 'Haydi bakalım gelsinler de ne olacaksa görelim' diyen arkadaşlarımız da var. Bu mantık da gelişiyor. Öyle 28 Şubat ruhunu taşıyanlar çok azaldı..."

 

Solcu kökenli katı laik Anadolulu kadın avukat:

 

Uzlaşmak zorundayız

 

"Ben şöyle düşünüyorum. Yani düşünce anlamında açıkça ifade etmek gerekirse hâlâ katı düşünüyorum, türban konusunda, dini simgeler konusunda... Ama bir de şu var. Nasıl Kürt kimliği biz zamanlar yok sayılmaya çalışıldıysa, şimdi İslami kesim de var. Şimdi ben sabah kalktığım zaman TV'yi açtığımda orada vurulan bir Iraklıyı gördüğümde çok şanslı olduğumu, evimin kaloriferinin yandığını, gidecek bir işim olduğunu düşünüyorum. Ve ülkemde artık savaş, kargaşa istemiyorum. Onun için bir yerde barışmak zorundayız diye düşünüyorum. Bunun teorik olarak kalmaması için pratik hayatta da uzlaşmak için bir şeyler yapmalıyız diye düşünüyorum ama bir an da geliyor 'hayır benim değerlerim var, bunları savunmak zorundayım' diyorum. Yani çelişkiliyim. Ama uzlaşmak zorundayız."

 

TESETTÜR

 

Ankaralı müteahhit başörtüsü yasağını değerlendiriyor

 

Yasak yanlış ama...

 

"Üniversitelerde bu yasağı doğru bulmuyorum. Eğer türbanlı öğrenciler, başı açıklara baskı uygulamaya çalışıyorsa bir üniversitede buna müdahale edilmesinden yanayım... Ama eğer türbanıyla o üniversiteye giden bir insan üniversiteye bitirmeyi düşünüyorsa, buna gayret ediyorsa buna da karışılmamalı diye düşünüyorum. Ama şunu da söylüyorum. Din ritüelini ekonomik ve siyasal boyutları olmasını istemiyorum. Ya din aslında çok temiz bir şey. Tanrı'ya inanıp, iyi ahlak sahibi olmak, iyi insan olmak demek..."

 

İstanbullu bir televizyon tamircisi:

 

Samimi olanlar farklı

 

"Politik simge olarak takanlar okula alınmasın, diğerleri alınsın. Devlet nasıl askeri okullarda güvenlik soruşturması yapıyorsa, üniversiteye alırken de yapsın. Şeriatçı kızları da erkekleri de üniversiteye almasınlar. Böylece samimi inancından ötürü örtenler de rahat eder. Devlet isterse bunu yapar. O kadar adamı fişliyorlar. Kimin ne olduğu bilirler..."

 

ASKER VE SİYASİ MÜDAHALE

 

Trabzonlu bir kadın avukattan postmodern darbe yorumu:

 

Halka güvenmeyi öğrendim

 

"28 Şubat'ı o dönem doğru buluyordum. Yani şöyle... Tek gerekçeyle doğru buluyordum. Siyasal İslam'ın Türkiye'nin kendi içinden çıkan bir şey olmadığını düşünüyorum. Amerikan emperyalizminin ılımlı İslam projesi çerçevesinde bunu bize dayattığını düşünüyordum. Biraz Doğu Perinçek gibi konuştum ama... Anadolu'da halkın naturasında o kadar katı bir dini karakter görmüyorum ben.... Yani yüzde 33'le Meclis'e hakim oldular ama hem onlara oy verenlerin bir kısmı hem de diğer yüzde 65 onlar gibi düşünmüyor. İnsan bunu zaman içinde daha iyi fark ediyor. Ben öyle düşünüyordum. Yani 28 Şubat'ta bunun yakın bir tehlike olduğunu düşünüyordum. Ama şimdi Anadolu halkının naturasına güveniyorum..."

 

İstanbullu bir serbest meslek erbabından geliyor:

 

28 Şubat demokratik değildi

 

"Şimdi ordunun işi devlet yönetmek, siyasete müdahale etmek değil. Maalesef her 10 yılda bir olduğu gibi 28 Şubat'ta da yaptılar... Şimdi başta Erbakan olduğu için bu müdahale hoşumuza gitti ama yanlıştı, demokratik değildi... Ben hiçbir zaman askeri darbelere taraftar olmadım. Ben eşimle 12 Eylül olduğunda oturup hüngür hüngür ağladım. Bu yüzden de kendimle şimdi gurur duyuyorum. Hatta 12 Eylül Anayasası'na evet demeyin diye uğraştık bile... Çevremizdekilere dilimiz döndüğünce 27 Mayıs Anayasası'nın bundan çok daha iyi olduğunu anlatmaya çalıştık. 28 Şubat'ı kimse onu askeri müdahale olarak algılamadı. 'Oh be şu adam gitti ya' diye düşündük. Ama bu ne kadar doğruydu bugün emin değilim. Ama işte sivillerle asker arasında Atatürkçü görüşle İslamcı görüş arasında böyle bir şey var. Hiç istemezdim... Keşke askere düşmeseydi bu..."

 

xxxxxxxx

 

 

Laik kesim değişime direniyor

Laik kesimde azınlıkta da kalsa değişmeyen bir halka bulunuyor. Bu halka yaşanan gelişmelere, siyasi deneyime ve değişim iklimine sertleşmeyle yanıt veriyor. Değişim süreci karşısında yaşadığı çelişkilerle, laiklik tutumunun sınırlarını aşan, bütüncül, korumacı ve ulusalcı bir siyasi proje üretimini hızlandırıyor.

 

Bu çerçevede laikliğin korunması, merkeziyetçi geleneğin muhafazasıyla özdeş hale geliyor. Bu ise siyasi zihniyet açısından bir otoriterleşme dalgasını besliyor.

 

Katı laik sert halka açısından laiklik, sadece laikliğe ilişkin ilke ve sorunlardan, İslami kimlik ise sadece somut bir tehlikeden ya da mücadele edilmesi gereken "bir siyasallaşma"dan ibaret değildir. Bu halkada tüm toplumsal ve siyasal algı laik reflekse hapsedilmektedir. Kamusal hayatın tüm unsurları laiklik merkezli bütüncül bir siyasi kimlik ve siyaset projesinin araçları haline dönüşmektedir.

 

Nitekim bu çerçevede laik tutum, cumhuriyetçi ideal toplumsal düzenini hem "koruma altına alma"ya ve hem "yeniden kurma"ya yönelik siyasi eylemler bütününü ifade ediyor. Söz konusu koruma ve yeniden kurma faaliyeti ise, "toplumsal, siyasal, ekonomik yeni her girdinin ideal düzende, özellikle laik dokuda gedik açabilecek unsur" olarak değerlendirilmesi esasına dayanıyor.

 

Katı laik kesimde siyasi eylem bu koşullarda doğal olarak ifadesini değişim unsurlarına karşı sistemli bir şüphecilikte ve "sürekli seferberlik hali"nde bulmaktadır. Sonuç olarak bu halkada laiklik sadece İslami kimlik ve İslami kesime karşı devreye giren bir savunma ya da saldırı cihazı olarak kalmamaktadır. Aynı zamanda "siyasi kimlik kurucu bir işlev" üstlenmektedir.

 

Bu siyasi kimlik ise siyasi-toplumsal-kültürel alanlar arasındaki doğal ayraçların ortadan kaldırılması, "siyasi ve toplumsal alan, algı ve eylemin tek çatı altında birleştirilmesi" yoluyla işlerlik kazanır.

 

Bu durumu totaliterleşme tabiriyle tanımlamak mümkündür.

 

Bu çerçevede totaliterleşme siyasi, toplumsal ya da kamusal hayata dair farklı ve dağınık parçaların, hatta farklılaşmış bireysel ya da grupsal çıkarların belli bir siyasi hedef etrafında yeniden bir araya toplanması, bunların hiyerarşik bir şemsiye altında birbirini belirleyen ve açıklayan öğeler olarak tasarlanmasıdır.

 

Bu eğilimin doğal olarak iki ayağı vardır.

 

1. "Laiklik kaygı"sından hareketle "düzeni koruma" ve "bozulanı yeniden kurma" güdüsü bu kaygıyı derinleştirecek girdilere karşı topyekûn ve sürekli seferberliği ifade ettiği oranda, laiklik ilkesi yeni bir tanıma tâbi tutulmaktadır. Laiklik ilkesi "anti-emperyalizm", "ulusçuluk", "dış müdahale tedirginliği", "AB'ye karşıtlık", "sivilleşmeden endişe", "demokratikleşmeye mesafe" gibi tutumlarla beslenmekte, bunlarla iç içe sokulmakta ve yukarıda belirtildiği gibi bütüncül bir siyasi proje haline dönüşmektedir.

 

2. Sürekli seferberliğin bir gereği olarak "ideal laik aktör" kurgusu yapılmakta, bu politik projeye simgesel açıdan uyumlu insan tanımı etrafında kültürden tüketime, imaja uzanan ortak algı ve davranış kodları bir "toplumsal model"e dönüşmektedir. Bu çerçevede "ideal kadın, ideal beden, ideal yaşam tarzı, ideal rejim" gibi unsurlar bir bütün oluşturmakta ve bir cemaatleşme eğilimi ortaya çıkmaktadır.

 

Bu keskin siyasi aidiyet dış dünyanın algılanmasında bütünlükçü ideolojik sistemi pekiştirir ve yeni ulusalcılığın önemli kaynaklarından biri bu noktada karşımıza çıkar.

 

Nitekim bu açıdan bakıldığında bütünlükçü algı, bağımsızlık kavramı etrafında iç-dış müdahale fobisiyle bezenmekte, Kemalizm hem kurucu hem koruyucu yarı kutsal bir referans ve politik bir proje olarak tanımlanmaktadır.

 

Bu bütünlükçü ideolojik sistem, ideal bir gelecek için bugünü faydacı araçlarla denetim altında tutmakla sınırlı kalmaz ve faydacılık yeni bir tutumla tarihe de yönelir. Tarih okuması, bozulma ve tehlike fikri üzerine dayalı "dondurulmuş ve faydacı tarih anlayışı" üstünden yeniden üretilir. Cumhuriyet tarihine yönelik okumalar da, örneğin askerin rolü siyasi olarak bu çerçevede gerginleşir ve otoriterleşir.

 

Nitekim zihniyet açısından ulusalcılıkla tahkim edilmiş laik duruş, toplumsal olanı devlet alanı içine hapseder. Siyasete meşruluğu devletin kontrolü koşulunda tanır. Tam demokrasiyi muhayyel bir durum olarak görür, muhayyel olana ulaşmak için toplumsal iradeyle çatışmayı doğal ve kaçınılmaz kabul eder.

 

İslami kesime nasıl bakıldığına gelince...

 

Katı laik kesimde toplum, siyaset ve din iç içe girmiş, birbirini tamamlayan üç esas üzerine kuruludur.

 

1. Modernlik bir refleksi andırır şekilde, salt simgesel yönüyle ele alınmakta, kimlikler içi ve arasındaki simgesel ilişki üzerine inşa edilmektedir. 2. Dinin ataerkil bir yapıyı simgelediği, her unsuruyla ilerlemenin ve ilerlemeciliğin karşı kutbunu oluşturduğu inancı taşınmaktadır. 3. Osmanlı'dan kültürel kopuş fikri ve özellikle 1923-1950 dönemi model alınmakta, gelecek beklentisi, "ideal dönem-bozulma dönemi" karşıtlığıyla yakın ideolojik geçmiş üzerine kurulmaktadır.

 

Bu çerçevede katı laik kesimde İslami kimliğe ve dine bakıştaki tedirginlik artan bir eğilim gösterir. Bu doz artışı siyasi gelişmelerle ve değişme dalgasıyla yakından ilgilidir.

 

Nitekim paradoksal gibi dursa da, İslami kesimin toplumsal görünürlülüğü arttıkça bu kesimin toplumsal niteliğine olan inançsızlık da güçlenmektedir. İslami kesim sisteme entegre oldukça şeriat tehlikesine yönelik endişeler pekişmektedir.

 

TANIKLIKLAR: SİYASET VE ORDU

 

Karadenizli avukat:

 

Her şeye izin vermeyiz

 

"Şimdi cumhuriyet gerçekten tehlikede. Aslında bir sürü insan böyle düşünmeli. O yüzden diyoruz ki: solcular, ilericiler, demokratlar birleşmeli... Şimdi bugün şeriatçılar tamamen açık bir şekilde iktidara gelirse iç savaş olur. Ya da olmaz bir İran oluruz. Ama yani benim iktidarımda, yani sosyalistler iktidara gelse her şeye izin mi verecekler?.. Veremeyiz (...).

 

Ankaralı bir müteahhit:

 

Asker bizim adımıza konuşuyor

 

"Doğrusu o insanlarla ideolojik mücadele etmektir. Doğrusu odur. Ama edemiyorsunuz. Edecek gücünüz yok ve elinizdekilerden de olacaksınız. Şimdi bazı şeyler kolay elde edilmedi bu ülkede. Demokrasi mücadelesinin bedelini bizim gibi insanlar ödedi. Ama şimdi topluma gidemiyorsunuz, örgütlenemiyorsunuz, paranız yok, hiçbir şeyiniz yok. Ama bir kesim 20 yıldır çok iyi örgütlendi. Ve bugün iktidara geldiler. Onları bıraksanız çok daha farklı şeyler yapacaklar. Niyetleri bu değil... Adım adım bazı şeyler yapıyorlar. Çok ince ayar yapıyorlar. Yavaş yavaş her şeyi değiştiriyorlar. Bence cumhuriyet bile tehlikede. Ha bir başka mantık da ne olursa olsun, her şey bir batsın ondan sonra... Ben buna karşıyım ama bunun bedelini yine biz ödeyeceğiz, bu halk ödeyecek... Tabii asker mücadele edecek bizim adımıza... Başka ne yapalım... Ayrıca Atatürk devrimlerinin bekçisi ordu..."

 

Kemalist bir siyasi parti üyesi emekli bir memur:

 

Orduyu desteklerim

 

"Şimdi ordunun işi devlet yönetmek, siyasete müdahale etmek değil. Ama Türkiye farklı, özel koşulları olan bir yer burası... Mesela 28 Şubat... Demokratik bir ortam olsa da o zaman o zihniyetle mücadele etsek... Ama türban çok özel bir şey. Ordunun MGK vasıtasıyla verdiği uyulması gereken tavsiye kararlarından biri. Şunu biliyorum. Yasaklarla bir şeyi kolay kolay yok edemezsiniz. Bize de zincir vurdular, hapse attılar. Ama beynimizi yok edemediler. Tabii doğrusu bizim o insanlarla iletişim kurup o insanları aydınlatmamız gerekirdi. Yapamadık bunu. Eksiğimiz bu... Yenildik biz yani... Yani samimi konuşursak bu böyle... Ne yapalım şimdi, mesela bir referandum olsa türban serbest olsa, tabii referandum sonucu uygulanmasın derim, orduyu desteklerim..."

 

TANIKLIKLAR: TESETTÜR

 

Ankaralı öğretmen:

 

Kandırılıyorlar

 

"Toplumda türbanın yeri olmadığını düşünüyorum, bu bir simge... Yani insanların başörtüsünü kullanması gerektiğine dair açıklamalarını inandırıcı bulmuyorum. Allah'la kul arasına kimse giremez. Ben o çocukların gerçekten üniversiteye başlarını örterek girmek istediklerine de inanmıyorum. O çocuklar kullanılıyor. Çok insanla tanıştım başörtülü. Kendi istekleriyle başörtüsü takmadıklarını açık şekilde söylüyorlar. Zaten onlar gelip benimle tanıştı, anlattılar, içinde bulundukları durumu. Kız çocuklarına yapılan bu baskının kaldırılmasını istiyorum. Onlar adına çok üzülüyorum. Kendilerini ben böyleyim diye kandırıyorlar. Gazi Üniversitesi'ni biliyorum işte. Şimdi bakın böyle yapaylık olur mu? Sınıfa giriyorsunuz, öğretmen başörtülü, hemen sizi görünce çıkartıyor. Bu ne biçim inançtır? Eğer gerçekten inanıyorsan saçının bir telini bile göstermemen gerekir. Bakın stresten baba, abi zorlamasıyla başını örtmekten saçları dökülen kızlar biliyorum..."

 

İstanbul'da emekli memur:

 

Alerji duyuyorum

 

"Elimi uzatıyorum elini çekiyorlar. En yakın üvey teyzemin kızında bunu görmüştüm, ondan sonra hep nefret ettim, senin türban takmanla elimi sıkman neyi değiştiriyor? Ben nasıl bir düşünce içinde olabilirim? Türbanlı görünce alerji duyuyorum. Bunlar hep kandırılmış. Birileri bir şeyler dağıtıyor, yardımlar yapılıyor. Basit bir olay söyleyeyim size, hemen karşı tarafta Perpa'nın bir marketi var. Markette bir kız var ilk başlarda başı açık moderndi. Sonra kız evlenirken baktık kız kafasını kapatıp nişanlanmış. Sonra evlenirken tamamen turbana büründü. Geçende gördüm kızın yüzüğü yok ve başı açık..."

 

İstanbullu 40 yaşında kadın bir özel sektör çalışanı:

 

Samimi değiller

 

Ben türbanın her şeyiyle, her yerde kullanılmasına karşıyım. Biliyorum ki samimi değiller... Bu yüzden karşıyım türbana... Üniversiteleri de ele geçirmiş adamlar. YÖK'ü ele geçiriyorlar, devleti ele geçiriyorlar... Peki ben size soruyorum: Bir avukat türbanla girmeli mi duruşmaya?.. Bir de türbanla bitmeyecek ki. Arkasından çarşafla girecekler. Sonu yok ki onun. Şimdi bugün şeriatçılar tamamen açık bir şekilde iktidara gelirse iç savaş olur..."

 

Hataylı işadamı:

 

Utanıyorsunuz

 

"ODTÜ'ye, İTÜ'ye türbanla nasıl girerler? Ne işleri var orada? Utanıyorsunuz. Kendinize pay çıkartıyorsunuz. Niye bunlar ortaya çıktı diyorsunuz? Benim bir arkadaşım anlatıyor. Hamburg'da bir kafede oturuyorlarmış. Bir Kur'an Kursu dağılmış. En az 200 tane ucube türbanlı. Herkes bakıp gülüyordu. Yani şimdi hiç çağdaş değil bu ya... Hiç modern değil. Hiçbir şey değil ya (...) Türban yasağına bakın: Ne zaman ortaya çıktı? İmam hatiplerle ortaya çıktı. İmam hatiplerin destekçisi kimdi? Geçmişte Erbakan'dı, şimdi de AKP. Neden: Kendi altyapılarını buradan yetiştirmek istiyorlar..."

 

- BİTTİ -

 

 
 
  Bugün 116 ziyaretçi (151 klik) buradaydı

beyaz kuğu Selam Dünya !.. Selam Türkiye !.. Sitemize Hoş Geldiniz !.. ( beyaz kuğu ) bir aile sitesidir !.. Lütfen bizi takip ve dostlarınıza tavsiye ediniz !. Bu çorbada tuzu olsun isteyenlerin, tenkit ve tavsiyeleri için ( mim.sait@hotmail.com )veya ( alt1946@windowslive.com ) adreslerine mail göndermelerini bekliyoruz !.. Sitemizde "bir hoş sada" menüsü altında yer alan "beyaz kuğu", "teferruat", "derviş hüseyine mektuplar" ve "hem nalına hem mıhına" bölümleri orjinal olup, bunların hiç bir hakkı mahfuz değildir, kaynak gösterilerek veya gösterilmeksizin kullanılabilir. Diğer dökümanlar ise; çeşitli sitelerden alınmış, bazılarında değişiklik yapılmıştır.İlgililerin talebi halinde derhal kaldırılacaktır!..Bilgilerinize sunulur !.. *** beyaz kuğu***Ailenizin Sitesi***











* * * * *


 
 

Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol