AKAİDE GİRİŞ
A) AKAİDİN TANIMI
Akait, akîde kelimesinin çoğuludur. Akîde, akd kökünden türemiştir. Akd ise düğümlemek, bağlamak anlamına gelir. Buna göre akide, bağlanılan, sağlam bir şekilde inanılan, düğüm atmışçasına kesinlikle gönülden kabul edilen şey anlamını taşır.
İtikad kelimesi de akd kökünden türemiş olup kalpten bağlanma, kesin olarak karar verme, inanma anlamına gelir.
Terim olarak akait, İslâm dininde inanılması ve kalben kabul edilmesi gereken konulara verilen addır. "Akait" terimiyle kastedilen, iman esaslarıdır. Akait ilmi denilince akla, iman esaslarından bahseden ilim gelir.
B) AKAİDİN KONUSU
Akait, İslâm dininin ameli değil de itikadî ve nazari hükümlerinden bahseder. İslam dininin temel kurallarını inceler. Akait ilmi, kısa ve özlü olarak, iman esaslarını inceleyen, konu alan bir ilim dalıdır.
Bu açıdan bakıldığında akaitin konusu, iman esaslarının tümüdür. İman esasları, altı bölümden oluşur.Allah’ın zatına ve sıfatlarına iman, bu esasların temelini teşkil eder. Bundan sonra diğer esaslar gelir. Bunlar; meleklere, kitaplara, peygamberlere, âhirete, kaza ve kadere imandır. Akait ilmi, sözü edilen iman esaslarına inanmanın nasıl ve ne şekilde olacağını da belirler ve iman etmenin mahiyetini inceler.
Kısaca, Allah’ın istediği, sağlıklı bir iman, Akait ilmi sayesinde kazanılır.
C) AKAİDİN GAYESİ
1. İnsanın kalbine, onun yaratılış ve fıtratına, saf ve temiz tabiatına en uygun olan imanı yerleştirmektir.
2. Allah’ın varlığını, birliğini, tüm insanlara duyurmak, anlatmak ve kalplere yerleştirmek akaidin en önemli gayesini oluşturur.
3. Bütün insanları tevhit inancı etrafında birleştirmek, akait ilminde gerçekleştirilmek istenen en büyük amaçtır.
Böylece akait, insanı inançsızlık, inkar, şüphe ve tereddütlerden kurtararak manevi yönden güçlü ve huzurlu yapmak ister. İnsan sağlam ve hurafelerden uzak bir akide sayesinde dünya ve ahiret mutluluğuna erişir.
Mutluluk, başarıda önemli bir etkendir. Huzurlu, mutlu ve başarılı insanlardan oluşan bir toplum da aynı niteliklere sahip olur. Sağlam inanç sahibi insan, faziletli, ahlaklı, yararlı ve verimli olur. İşte akaidin bir gayesi de insanları dareyn[1]de mutlu ve başarılı kılmaktır.
--------------------
[1] İslam literatüründe dünya ve ahirete verilen isimdir. Burada sözü edilen "mutlu kılmak" görevi aslında İslam’ın kendisine aittir. Akait İslam’ın özünü oluşturduğundan dinin kendisi demektir.
D) AKAİDİN METODU
Akait, hakikatleri açıklamada hem nakil[1] denilen Kur'an ve Sünnetten, hem de akıl[2]dan faydalanır. Kur'an-ı Kerimin ikna ve irşat metodu ile hadislerin tebliğ, talim, müjdeleme ve sevindirme metodu akaidin de metotları arasında yer alır.
Akait ilminde vahye dayalı naklî deliller önemli olduğu gibi aklın, duyuların ve deneyimlerin verdiği bilgiler de önemlidir.
Kısaca, akait metot olarak nakli esas alır; bunun yanında aklı da ihmal etmez. İman esaslarını açıklarken hem aklî, hem de naklî delilleri kullanır.
--------------------
[1] Nakil, vahye dayalı olan Kur’an ayetleri ve sahih hadislerdir. Nakilde aklın hiçbir dahli yoktur. Tamamen ilahidir.
[2] Akıl, İslam’ın nakilden sonra gelen ve kıyas-ictihad kaynağının temelini oluşturur. Fakat bu temel nakilden bağımsız olamaz. Aklın nakilden ayrıldığı yerde sapkınlıklar başlar.
E) AKAİDİN DİĞER İSLAMİ İLİMLER ARASINDAKİ YERİ
İslam dininin inançla ilgili hususlarının ilmi olan akait, bütün diğer İslamî ilimlerden önde gelir. Dünya ve ahiret faydası açısından akait, bütün İslamî ilimlerin dayanağı ve temelidir. O olmadan diğer ilimlerin bir değeri yoktur.
İnsana önce akide(iman) gereklidir. O bakımdan, Kur'an-ı Kerimden "Yaratan Rabb’ının adı ile oku" ayetinin dışında ilk önce nazil olan ayetler, iman(akait) ile ilgili ayetlerdir. Amelle ilgili ayetler daha sonra gelir. Bir kişinin Müslüman olması için de ilk önce iman etmesi gerekir, amel (namaz, oruç, zekat...) sonra gelir. Akide ve iman olmadan amel, bir değer taşımaz; fakat amelsiz akide değer taşır. O halde akait, İslamî ilimler arasında birinci sırada yer alır.
Akait, fıkıh ve diğer İslami ilimlerden önce gelir. Akait, İslamî ilimler arasında, bir ağacın kökü, diğer ilimler ise dalları gibidir. Temelsiz bina düşünülemeyeceği gibi akaitsiz İslamî ilimler de düşünülemez.
F) AKAİT İLMİNİN DAYANDIĞI KAYNAKLAR
Akait ilminin dayandığı ilk ve en önemli kaynak, Kuran-ı Kerimdir. Beşeriyetin son dini İslamiyet’in inanç esasları; neye inanılacağı, nasıl inanılacağı, Allah tarafından Yüce Kitabımız Kur'an-ı Kerimde anlatılmıştır.
İkinci kaynak, Peygamber (s.a.v)'den rivayet edilen mütevatir hadislerdir. Mütevatir Hadis: Yalan üzerinde birleşip anlaşması, aklen mümkün olmayacak kadar kalabalık bir topluluğun ittifakla rivayet ettiği hadislerdir. Bu derece kesin rivayetlere dayanan Peygamber (s.av)in hadisleri, akait ilminin ikinci kaynağıdır. Zira peygamberlerin bilgisi Allah (c.c) tarafından öğretilmiş bilgilerdir. Dolayısıyla bir çeşit vahiydir.
Felsefe ve müspet ilimlerde müstakil bilgi kaynağı olarak kabul edilen akıl, duyular ve bilimsel deneyler de akait ilminin kaynakları arasındadır. Ancak bunların verdiği bilgilerin doğru, nakle ve gerçeğe uygun olması gerekir.
İMAN NEDİR?
A) İMANIN TANIMI
a) İmanın sözlük anlamı; bir şeye kesin olarak inanmaktır.
b) İmanın dînî terim olarak tanımı; Allah’ın varlığına, birliğine ondan başka ilâh olmadığına ve Hz. Muhammet (sav) in Onun kulu ve elçisi olduğuna yürekten inanmak (tasdik) ve dil ile söylemektir (ikrar).
B) İNANILMASI GEREKEN ŞEYLER BAKIMINDAN İMANIN KISIMLARI
1- İcmalî iman : Bu, imanın özü ve en kısasıdır. Bu da "Kelime-i şahadet" ile özetlenmiştir:
Anlamı: "Ben şahitlik ederim ki, Allah’tan başka ilah yoktur; yine şahitlik ederim ki, Hazret-i Muhammet Onun kulu ve peygamberidir".
Bu, imanin ilk derecesi, Islâm’ın ilk basamağı ve temel direğidir. Allah’ın varlığını ve birliğini, Hz. Muhammet (sav)'in Allah’ın peygamberi olduğunu yürekten tasdik etmek demek, onun haber verdiği şeylerin hepsinin doğru olduğuna inanmak demektir. Ancak, Hz. Muhammet (sav)’in haber verdiği ve tebliğ ettiği şeylerin hepsine birden iman ettiğinden, inanılacak şeyleri ayrı ayrı söylemediğinden dolayı buna "icmali veya toptan iman" denmektedir.
Bir kimseye mümin diyebilmek için o kimsenin icmalî imanı "Kelime-i şahadeti" kalbi ile tasdik dili ile söylemesi gerekir. Bir insan için birinci farz budur.
2- Tafsîlî iman: İcmâlî imandan sonra dinin diğer hükümlerini ve iman edilmesi gerekli olan şeylerin her birini ayrı ayrı öğrenip onlara da iman etmek farz olur. Tafsîlî iman, imanın en geniş şeklidir. İman esaslarının hepsini içine alır.[1]
--------------------
[1] Buna ayrıca "tahkiki iman" da denir. Çünkü tafsili iman eden kişi aslında iman edilecek konuları tahkik edip araştırarak bunu yapmaktadır.
C) İMANIN ŞARTLARI
İmanın şartları altıdır:
1- Allah’ın varlığına ve birliğine,
2- Meleklerine,
3- Kitaplarına,
4- Peygamberlerine,
5- Ahiret gününe,
6- Kadere, hayır ve şerrin Allah’tan olduğuna inanmaktır.
D) İMAN BAKIMINDAN İNSANLAR
İman bakımından insanlar üçe ayrılırlar:
1. Mümin: İslâm dininin iman ve itikat esaslarını gerçekten kalben tasdik edip dili ile söyleyen(ikrar eden) kimsedir. Bunların yaptığı bu işe iman denir.
2. Kâfir: İslâm dininin iman esaslarına inanmayan Hz. Muhammet (sav) in peygamberliğini kabul etmeyen kimsedir. Bunların yaptığı bu işe küfür denir.
3. Münafık: Müslümanların arasında inandığını söylediği halde kalbi ile İslâm dininin iman esaslarına inanmayan kimsedir. Bunların yaptığı bu işe nifak denir. Dışı mümin, içi kâfir olanlardır.Konuştuklarında yalan söylerler, söz verdiklerinde tutmazlar, emanete hainlik ederler.
E) İNANMA İHTİYACI VE ALLAH’A İMAN
İnsan, beden ve ruhtan oluşan bir varlıktır. Yeme, içme, nefes alıp verme gibi olaylar bedenimizle; inanmak, sevinmek, mutlu olmak gibi olaylar da ruhumuzla ilgilidir. İnsanı diğer yaratıklardan ayıran başlıca özellik, işte budur. İnsan, beden ve ruh yapısıyla bir bütündür.
İnsan ruh yapısının en belirgin özelliği inanmaktır. Yeryüzünde, günümüze kadar inanma ihtiyacı duymamış bir topluluk yoktur. Bunu, insanlığın kültür, sanat ve geleneklerinde görmekteyiz.
İnanç, maddi hayatımızla da ilişkili bir güçtür. İnsanın zorluklara ve güçlüklere karşı dayanıklı olmasını sağlar. İnsana çalışma, yaşama ve başarma gücü verir. İnsan, hayata inançla başlar ve onunla değer kazanır. Çünkü inancı olan kişi, bu inancının gereği olarak kendisine ve birlikte yaşadığı insanlara faydalı olur. İnanç, insanı yeni bilgiler kazanmağa götürür. Kişi,inancını kuvvetlendirmek için pek çok şeyleri öğrenmek, öğrendiklerini düşünüp değerlendirmek ve böylece hayatını düzene sokmak durumundadır. İyiyi, kötüyü, güzeli ve çirkini böylece ayırt edebilenler, ahlâk ve davranış yönünden de kişilik kazanırlar.
Demek ki inanç, insanın yaratılışı gereği olan tabiî bir olaydır. Bütün insanların buna ihtiyacı vardır.
Çevremizde gördüğümüz ve göremediğimiz yüz binlerce varlık vardır.Yeryüzünde çeşit çeşit insanlar, irili ufaklı pek çok hayvanlar, renk renk çiçek ve bitkiler görürüz. Gökyüzünde de ay, güneş ve sayısız yıldızlar yer alır. Bunların hepsini gözümüzün önüne getirip düşünürsek kendiliğinden var olmadığını, bütün bunları yoktan var eden bir yaratıcının bulunduğunu anlarız. Evrende hiç bir şey kendiliğinden, kendi kendine var olmuş değildir. İşte her şeyi yaratan bu yaratıcı, Allah’tır. Gözlerimizle Onu görmesek bile evrenin bu eşsiz düzeni bize Onun varlığını göstermektedir. İslâm dininde, bütün evreni ve her şeyi yaratan bu varlığa "Allah" denir. Biz Allah’ın varlığına ve birliğine gönülden inanırız
ALLAH’A İMAN
A) ALLAH VARDIR
Günümüzde insanlar kendi yaptıkları füzelerle aya gidip geliyorlar, uzayda inceleme ve araştırmalar yapıyorlar. İnceleme, araştırma aletlerini uydular halinde yörüngelerine yerleştirerek bu uçsuz bucaksız evren hakkında yeni bilgiler ediniyorlar. Bu uyduların aracılığıyla her türlü haberleşmeği gerçekleştiriyorlar. Biz evimizde oturup telefonla Almanya, Amerika, Avustralya gibi uzak, yakın, ülke ve kıtalardaki yakınlarımızla konuşabiliyoruz. Evdeki televizyonumuzla dünyanın her yerinde olup biten her şeyi anında görüp öğreniyoruz. Diğer taraftan gözle görülmeyecek kadar küçük varlıkları da mikroskop denilen, küçük canlıları milyonlarca defa büyüten aletlerle inceleyerek bunlar hakkında pek çok bilgiler elde ediyoruz. Bütün bu araştırma ve bilgiler sayesinde insanlar daha mutlu ve sağlıklı bir hayata sahip olabiliyorlar. Bilgilerimiz arttıkça her şeyi içine alan bu evrenin büyüklüğünü, sarsılmaz düzenini her geçen gün, düne göre daha iyi anlıyoruz.
Demek ki evren hakkındaki meraklarımız da artmağa devam edecektir. Bununla beraber evren hakkındaki meraklarımız da her gün artacaktır. Öyle ise bu evrende görüp öğrendiğimiz hassas düzen kimin eseridir? Etrafımızda bulunan her şey, kullanıp yararlandığımız her türlü eşya kendiliğinden meydana gelmemiştir. Her şeyin bir yaratıcısı, meydana getireni vardır. Sınıfınızdaki tahtada bir yazı ve çizilmiş bir resim gördüğünüz zaman bunu yazanı ve çizeni araştırırsınız. Bu yazı ve resmin kendiliğinden çizildiğini söyleyemezsiniz. Öyle ise her şeyin bir yapıcısı, var edip ortaya getireni vardır. Yediğimiz ekmek, okuduğumuz kitap kendiliğinden bu hale gelmemiştir. İşte evrendeki her şeyin meydana gelip var olması, kusursuz bir hareket içinde bulunmaları, aksamayan bir düzenle varlıklarını sürdürmeleri kime aittir "Gökleri ve yerin sırları Allah’a aittir." (Şûra Sûresi, 12. âyet.)
Biz yüce Allah’ın varlığına, bir tek oluşuna ve Kur’an-ı Keriminde geçen bütün sıfatlarına her türlü şüphe ve tereddütten uzak olarak kesin bir şekilde inanıyoruz.
B) ALLAH'IN SIFATLARI
Yüce Rabbımız Kur’an-ı Keriminde kendisini daha iyi anlayıp kavrayabilmemiz için bir takım sıfatlarla nitelendiğini bize haber vermiştir. Bu sıfatları daha iyi değerlendirebilmek için üç kısımda ele almamız gerekir.
I. Allah’ın Zâtî Sıfatları
Bu sıfatlar yalnızca Allah’a mahsus olan, başka varliklarda bulunmayan sifatlardir. Bunlari şöyle siralayabiliriz:
1- Vücûd: Allah’ın var olması demektir. Onun varlığı kendindendir, var olması kendi zâtının varlığı gereğidir. Diğer varlıklar gibi kendisini var edecek bir başkasına ihtiyacı yoktur. Zaten başkasına muhtaç olan ilâh olamaz. Allah’ın varlığı her şeyden öncedir. Halbuki etrafımızda gördüğümüz bütün varlıklar sonradan meydana gelmiştir. Sonradan var olanlar, adından anlaşılacağı üzere bir başkası tarafından var edilmişlerdir; yani bunlar var olabilmeleri için Allah’ın kendilerini var etmesine muhtaçtırlar. Yüce Allah kendisinden olan bu varlığını devam ettirmek için de hiç bir yere ihtiyaç duymaz. Onun yok olduğu hiçbir an düşünülemez.
2- Kıdem: Allah’ın varlığının ezelî olması, başlangıcının evvelinin, öncesinin olmaması demektir. Hiçbir şey yok iken, bu evren yaratılmadan önce de O vardı. Allah’ın varlığı şu anda, önceki tarihlerde başlamıştır demek asla doğru olmaz. Böyle bir tarih vermek ancak sonradan olan varlıklar için söz konusudur; çünkü onlar önce yok iken sonradan varolmuşlardır. "O, her şeyden öncedir; kendisinden sonraya hiçbir şeyin kalmayacağı sondur; varlığı apaçıktır; gerçek mahiyeti insan için gizlidir. O her şeyi bilir." (Hadid Sûresi: 3. âyet.)
3- Bekâ: Allah’ın sonsuza deşin ebedî olarak varolması demektir. Allah ezelden beri varolduğu gibi sonraya doğru da, ebediyen varolacaktır. Onun için yokluk, yok olduğu an düşünülemez. Bu ancak sonradan bir başkası tarafından var edilenler için söylenebilir; çünkü onlar önce yok iken, sonradan varolmuşlardır. " Yeryüzünde bulunan her şey fânîdir, gelip geçici, yok olucudur. Ancak Yüce ve Cömert olan Rabb’ımızın varlığı bâkîdir, ebedidir, son bulmaz." (Rahmân Sûresi: 26-27. âyetler.)
4- Vahdaniyet: Allah’ın bir ve tek olması demektir. O zâtında, sıfatlarında ve işlerinde bir olup eşi, benzeri ve ortağı olmayandır. İslâmiyet Allah’ın tek oluşu inancı üzerine kurulmuş bir dindir ve bu özelliği ile diğer ilâhî dinlerle aynıdır. " Ey Muhammet deki: Allah bir tektir, O hiçbir yere muhtaç değildir. Doğurmamış ve doğmamıştır. Hiçbir şey Ona denk değildir." (İhlâs Suresi.)
5- Kıyam Bi-nefsihi: Varlığının kendisinden olması demektir. O varlığı için bir iken Allah kendi zâtının gereği olarak vardı. Varolması varlığını devam ettirmesi için hiçbir şeye muhtaç değildir. Her şeyin yaratıcısı olan Allah dilerse onları var eder, varlıklarını devam ettirir, dilerse yok eder. " Allah, Ondan başka tanrı olmayan diri ve her an yaratıklarını gözetip duran, hiçbir şeye muhtaç olmayandır." (Al-i Imran Sûresi: 2. âyet.)
6- Muhâlifetün li’l - Havâdis: Sonradan olanlarla benzememek demektir. Allah sonradan varolan varlıkların hiçbirine benzemez. Biz Onu nasıl düşünürsek düşünelim, O bu düşündüklerimizden, hatır ve hayalimizden geçen şeylerin hepsinden başkadır ve hiçbirisine benzemez. "Onun benzeri hiçbir şey yoktur. O işitendir, görendir." (Şûra Sûresi: 11. âyet.)
II. Allah’ın Sübûtî Sıfatları
Bu göreceğimiz sıfatların benzerleri sınırlı ve vasıtalı olarak insanlara verilmiş olsa da, Allah’ın kendisine has olan bu sıfatları sınırsızdır ve herhangi bir vasıtaya muhtaç değildir.
1- Hayat: Allah’ın diri ve canlı olması demektir. Allah ezelî ve ebedî olan hayat ile diri ve canlıdır. Onun için ölüm, uyku, dalgınlık, gaflet gibi şeyler asla düşünülemez; çünkü bu ve benzeri şeyler eksikliktir, güçsüzlüktür. O daima hayat sahibidir. " Ölümsüz, diri olan Allah’a güven, Onu özenerek tesbih et." (Furkan Sûresi: 58. âyet.)
2- İlim: Allah’ın her şeyi bilmesi demektir. Evrendeki hiçbir şey Onun bilgisinin dışında değildir. Allah’ın ilmi her şeyi kuşatmıştır. Onun ilmi ezelîdir, sınırsızdır, hiçbir şey Onun ilminin dışında meydana gelmez. İnsanların ilmi ise, sonradan kazanılan, belli ve sınırlı bir ilimdir. " Görüleni de görülmeyeni de bilen, yücelerin yücesi olan Allah’a göre, aranızdan sözü gizleyen ile açığa vuran ve geceye bürünerek ( gecenin karanlığına ) gizlenip gündüz ortaya çıkan arasında fark yoktur." (Râd Sûresi: 9-10. âyetler.)
" İçinizde olanı gizleseniz de açıklasanız da Allah onu bilir. Göklerde olanları da yerde olanları da bilir. Allah’ın her şeye gücü yeter." (Al-i Imran Sûresi: 23. âyet.)
3- İrade: Allah’ın dilemesi, istemesi demektir. Allah, dilediği gibi hükmeder, istediğini yapar ve bunları yerine getirmek için hiçbir şeye muhtaç değildir. Hür serbest olarak dilediğini yapar, dilediğini yapmaz. Evrendeki her şey Onun bu sıfatı ile yaratılmakta ve meydana gelmektedir.
"Bir şeyin olmasını istediğimiz zaman sözümüz sadece OL demektir ve o hemen oluverir." (Nahl Sûresi: 40. âyet.)
4- Kudret: Allah’ın gücü olması, istediği her şeyi yapabilmesi demektir. Allah’ın evrende dilediği gibi hükmetmesi, tercihini kullanmaya gücünün, kudretinin yetmesi demektir. Allah’ın sonsuz, bitmek, tükenmek bilmeyen kudreti ve gücü vardır. Onun ezelî olan güç ve kudretinin dışında kalan hiçbir şey yoktur. Dilerse bu evren gibi daha bir çok evrenler yaratmağa gücü yettiği gibi, yaratıkları bir anda yok etmeğe de gücü yeter. Yıldızlara, aya, güneşe bakarak bu gücün büyüklüğünü, sınırsızlığını, ebediliğini daha iyi kavrarız.
"Şüphe yok ki Allah her şeyi yapmağa, her şeye güç yetirmeğe kâdirdir." (Bakara Sûresi: 20. âyet.)
5- Semi: Allah’ın her şeyi işitip duyması demektir. Onun işitmesine hiçbir şekilde sınır ve kısıtlama yoktur. İnsanlar belli şiddetteki sesleri işitebilirler. İşitmek için bir takım araçlara ve organlara sahip olmak gerekir. Arada hava olmasa, insanlar birbirlerini duyamazlar. Allah’ın işitmesi doğrudan doğruyadır. Bu türlü araçlara, organlara ihtiyacı yoktur.
"Şüphe yok ki Allah işitendir, bilendir." (Bakara Sûresi: 181. âyet.),
"Bilin ki, Allah işitir ve bilir." (Bakara Sûresi: 244. âyet.)
6- Basar: Yüce Allah’ın her şeyi görüp gözetmesi olmak demektir. Onun görmesinden hiçbir şey uzak ve gizli değildir, göremeyeceği hiçbir şey ve yer yoktur. Onun görmesine uzaklık, yakınlık veya aşırı aydınlık gibi yaratıklarla ilgili şeylerin hiçbir şekilde etkisi olmaz. Her yerde olup biten her şeyi görür, bilir ve anında haberi olur.
"Allah yaptıklarınızı hakkıyla görür." (Enfal Sûresi: 244. âyet.)
7- Kelâm: Yüce Allah’ın konuşması ve söylemesi olmak demektir. Allah’ın konuşması, sese ve harflere ihtiyaç duymadan olur. Bu ezelî ve ebedî olan sıfatı ile peygamberlerine söylemiş emirler vermiş yasaklarını bildirmiştir. İşte böylece ilâhî kitaplar meydana gelmiştir. Yüce Allah’ın konuşamaması, dilsiz olması asla düşünülemez.
"Allah Musa’ya da hitap ile konuştu." (Nisa Sûresi: 169. âyet.)
8- Tekvin: Yüce Allah’ın yoktan var edip yaratması demektir. şu evrende var olan ve varlığını devam ettirmekte olan her şeyi O, ezelî ve ebedî olan tekvin sıfatının gereği olarak yaratmıştır. Allah’ın yaratmak, yaşatmak, rızkları vermek, bol bol nimetler ihsan etmek, ödüllendirmek, cezalandırmak, affetmek, öldürmek, diriltmek gibi bütün işleri bu sıfatının gereğidir.
"Allah önce mahlûkatı yaratır, ölümden sonra onu tekrar diriltir. Sonunda Ona döneceksiniz." (Rûm Sûresi: 11. âyet.)
III. Allah’ın Fiilî Sıfatları
Yüce Allah’ın fiilî sıfatları pek çoktur; bunların hepsini saymak mümkün değildir. Ancak bunlara birkaç örnek vermekle yetinelim.
Halk: Yaratmak demektir. Bütün varlıkları yaratan Hz. Allah’tır. Hiçbir mahlukun herhangi bir şeyi yaratmağa gücü yoktur.
İnşa: Yoktan var etmek demektir. Evrendeki tüm varlıkları yoktan var eden Yüce Allah’tır. Yaratıklarınsa yoktan var etme gücü yoktur.
İbda': Yüce Allah'ın, aslı ve benzeri olmaksızın icat etmesi demektir.
İhya: Yüce Allah’ın diriltmesi demektir. Bir yaratığa can verip onu yaşama ulaştırmak, diriltmek ancak Allah’a mahsustur.
İmate: Yüce Allah’ın öldürmesi, hayata son vermesi demektir. Bir yaratığa can veren Hz. Allah dilediği zamanda onun yaşamına da son verir.
Terzîk: Yüce Allah’ın rızk vermesi demektir. Allah (c.c.) Rab ol-masının gereği sayısız çeşit ve ihtiyaçta olan mahlukatın rızkını da yaratır. O, yaşamlarını devam ettirebilmeleri için muhtaç oldukları besinleri yoktan var edip onlara sunar.
MELEKLERE İMAN
A) MELEKLERİN TARİFİ
Melekler, gözle görülmeyen, yemeyen, içmeyen, çeşitli şekillere girebilen, günah işlemeyen, Allah’ın nurdan yaratıklarıdır. Kur’an-ı Kerîmde meleklerden çok bahsedilir. Biz bu âyet-i kerîmelerden birkaçını zikretmekle yetinelim:
"... Onlar Allah’ın şerefli kullarıdır. Allah’ın sözünden önce söz söylemezler ve Onun emrine göre hareket ederler." (Enbiya Suresi: 26 - 27. ayetler)
"O melekler ki Allah Teâlâya, kendilerine emrettikleri şeylerde asla âsî olmazlar, emir olundukları şeyleri yaparlar." ( Tahrim Suresi: 6. âyet ).
B) MELEKLERİN ÖZELLİKLERİ
- Devamlı olarak Allah’a ibadet ve itaatle meşgul olurlar,
- Iyilik yaparlar, kötülük yapma kabiliyetleri yoktur,
- Allah’a asla isyan etmezler, karşi gelmezler,
- Erkek ve dişileri yoktur,
- Yemezler ve içmezler,
- Uyumazlar, bizim gibi istirahata muhtaç degildirler,
- Gözle görülmezler,
- Evlenmek ihtiyaci onlarda yoktur.
- Nurdan yaratilmişlardir.
- Yorulmak, usanmak nedir bilmezler.
- Gençlik, yaşlilik gibi durumlara onlarda rastlanmaz.
- Bir anda en uzak mesafelere gidebilirler,
- Kanatlari vardir; fakat bu özelliklerini, bizim bildigimiz kanatlarla karşilaştirmamiz dogru olmaz.
- Yerlerde, göklerde, her yerde vardirlar ve her birinin kendisi ne ait vazifeleri vardir. Bu vazifeleri hakkiyla yaparlar.
Biz melekleri göremeyiz; çünkü her şeyin varligi kendine göredir. Bizim göremedigimiz daha nice varliklar var! Ruhumuzu, aklimizi görebiliyor muyuz? Ama ruhumuz vardir, ayni zamanda akilliyiz. Aklimizi göremiyoruz diye kendimizi akilsiz sanabilir miyiz? Işte melekler de ruh gibi, akil gibi nûrânî bir varlıktır. Sağlam bir akıl bize nasıl doğru yolu gösterirse melekler de bizi hep iyiliğe yönelten kuvvetlerdir. Meleklerin varlığını bütün peygamberler ve ilâhî kitaplar haber vermişlerdir. İlâhî kitaplar peygamberlere melekler vasıtası ile gelmişlerdir. Bunun için, melekleri inkâr etmek aynı zamanda peygamberlerin peygamberliklerini ve ilâhî kitapları da inkâr demektir. Bu ise küfürdür. Böyle bir duruma düşmekten şiddetle kaçınmak lâzımdır.
C) MELEKLERİN ÇEŞİTLERİ
Meleklerin, yapmış oldukları iş ve emr olundukları vazifelere göre çok çeşitleri vardır. Fakat bunların en başında dört büyük melek vardır.
1. Cebrâil Aleyhisselâm: Cenab-ı Hak ile peygamberleri arasında elçilik vazifesi ile emr olunmuştur. Bütün peygamberlere Cenab-ı Hak vahyini bu melek ile bildirmiştir. Bütün meleklerin başı olarak Cebrâil ( a.s )dan Kur’an’da "Rûhu’l - Kudüs, Rûhul Emîn" gibi şerefli isimlerle bahsedilir.
2. Mikâil Aleyhisselâm: Yaratiklarin (mahlûkatın) rızklarına kâinatta meydana gelecek olaylara, tabiat olaylarını yönetmeğe;hastalık, şifa, rahmet, bereket ve benzeri şeylerin kullara ulaştırılması gibi vazifelerle emr olunmuştur.
3. İsrafil Aleyhisselâm: Kıyametin kopması için bir de tekrar diriliş için olmak üzere iki kere sûr üfürmekle vazifelidir. Kur’an’da şöyle bahsedilir:
"Sûr üfürülünce, Allah’ın dilediğinden başka göklerde ve yerde ne varsa hepsi öleceklerdir. Sonra sûr bir kere daha üfürülür. Onlar hemen ayağa kalkarak bekleşirler. " ( Zûmer Sûresi: 68. âyet ).
4. Azrail Aleyhisselâm: Eceli gelenlerin, Allah’ın izni ile ruhlarını almakla vazifelidir. Dilimizde buna " can almak " denir. Nitekim Kur’an’da da şöyle buyrulur:
"...Size memur olan ölüm meleşi caninizi alacak, ondan sonra da Rabb’inize döndürülüp götürüleceksiniz." ( Secde Sûresi: 11. âyet ).
Bunlardan başka yapmiş olduklari vazifelere göre şu melekleri sayabiliriz:
Suâl melekleri: Bunlar Münker ile Nekir adli meleklerdir. Ölü, mezara konup üzerine toprak atildiktan sonra bu melekler gelip "Rabb’in kimdir Dinin nedir Kitabın nedir Peygamberin kimdir" sorularını sormakla vazifelidirler.
Hafaza Melekleri: Bunlar insanları muhafaza eden meleklerdir.
Kirâmen Kâtibîn: Bunlar insanların iyi ve kötü amellerini yazmağa memur meleklerdir. Öyle ki, bunlar insanların hayatının tamamını, gecesini gündüzünü filme alırcasına kaydederler.
"Halbuki sizin üzerinizde bekçiler vardır. Bunlar şerefli kâtiplerdir. Sizin bu işlediklerinizi bilirler." ( Infitar Sûresi: âyet 10 - 12 ).
Bunlardan başka "Hamele-i arş melekleri, cennet ve cehennemde görevli olan melekler" gibi daha pek çok çeşitli vazifeler gören melekler vardır. Bir de bazı melekler vardır ki, "Karûbiyyun veya Mukarrabûn" adını alırlar. Bunların vazifesi Allah’a ibadettir. Yaratıldıkları gün ibadete başlamışlar, Allah’ın dilediği güne kadar da ibadete devam edeceklerdir.
D) MELEKLERE İMANIN, FERT VE TOPLUM HAYATINDAKİ ETKİLERİ
Müslümanlıkta itikat esaslarından her biri, bir amel ve hareketin temelidir. Bu nedenle iman esaslarının yaşanması gerekir. Melek inancı, tabiî olarak günlük hayatta insanı daima iyi işler yapmağa, doğru kararlar vermeğe ve dürüst olmağa yöneltir. Bir kere yaptığı iyiliklerin ve kötülüklerin "Kiramen Kâtibîn" melekleri tarafından tespit olunduğunu, kaydedildiğini, bilinçli olarak kavrayan insan, her halde amel defterine kötülük yazılmasını istemez. Attığı her adımın ilâhî bir gözetim altında olduğuna inanan insanların kıyamet gününde Rabb’ına karşı kara yüzlü çıkmak istemez. İşte melek inancının temelinde insanı iyiliğe sürükleyen böyle itici bir kuvvet vardır. Meleklere inanan insan bilir ki, kendisini iyiliğe çağıran, meleğin sesidir. Kötülüğe çağıran ise, şeytanın sesidir. Cenab-ı Hak kullarına karşı o kadar merhametlidir ki, insana düşman olan şeytana mukabil insana yardımcı ve şeytanın hilelerine karşı onu koruyucu olarak sayısız melekler yaratmıştır. Bu melekler insanlara günlük hayatta daima "Salih ameller = iyi ve faydalı işler" yapmalarını ilham ederler. Nitekim Peygamber Efendimizin şu mübarek sözleri daima hatırlarımızdan çıkmasın:
"O fiskosları yapan, aklını çelmeğe çalışan şeytandır. Ve gizli ses de onun bu sesidir. Bundan Allah’a sığınmak gereklidir.
Eğer içinden gelen ses, hak ve hayra çağırıyorsa bilsin ki o ses, melek tarafındandır, Allah’tandır. Bundan ötürü Allah’a hamdetsin ve o yolu tutsun!"
Buna göre ahlâkî olgunluklar, rûhî yükselmeler ve iyilik sahibi olmalar, meleklere şuurlu olarak îman etmekle olur. Bunlara iman edilmedikçe ve bu imanin şefkatli sesini kalbimizde hissetmedikçe ahlâk güzelligine kavuşamayiz, rûhî yüksekliği elde edemeyiz.
E) CİNLERIN MAHİYETİ
Rabb’ımızın yaratmış olduğu gözle görülmeyen başka varlıklar daha vardır ki; bunların başında cinler gelir. Cin Allah Teâlânın tekliflerine muhatap olan ve insanların gözle göremedikleri varlılıklardır. Bunların Allah’a iman edenleri bulunduğu gibi inkâr edenleri de vardır. Allah’a ilk isyan eden "İblis = şeytan"ın da cinler taifesinden olduğu bilinmektedir.
Cinler hava ile karışık alevli bir ateşten yaratılmışlardır. Cinler, çeşitli sûretlere girmeye ve zor işleri yapmağa güçleri olan varlıklardır. Kısa zamanda bir yerden başka bir yere gidebilme özellikleri vardır.
Peygamberimiz (s.a.v.) hem insanlara hem cinlere peygamber olarak gönderilmiştir. Kuran’ı cinlere de okuyarak Allah’ın emirlerini onlara öğretmiştir.
KİTAPLARA İMAN
A) KUTSAL KİTAPLAR
İslâmiyetin iman esaslarından biri de kitaplara imandır. Kitaplara iman etmek her müslümana farzdır.
Yüce Allah kullarına mutluluk ve saadet yollarını göstermek için içlerinden bazılarını peygamber seçmiş; onlardan bir kısmına melek vasıtası ile kitaplar indirmiş; yaşam kanunlarını koymuş, emirler ve yasaklar koymuş; iyiyi kötüyü, doğruyu eğriyi göstererek bunların sonuçları konusunda insanları aydınlatmıştır. Böylece insanlara her iki dünyada da mesut olmanın yolları gösterilmiştir. Bu ilâhî mesajların toplamına "İlâhî Kitaplar." veya "Semavî Kitaplar " denir.
İlâhî kitaplar, insan cihazının bütün hassasiyetini, yapılış özelliklerini muhafaza ederek sürdürebileceği ideal yaşam biçimi, hayat kanunları ve işleyiş kurallarıdır. Yaratılmışların en şereflisi olan insanın, gerek yaratanına, gerekse birbirlerine ve başka varlıklara karşı nasıl hareket edeceklerini, nasıl davranacaklarını ilâhî kitaplar bildirirler. Bilinmesi, inanılması gereken meseleleri ve ibadetleri insanlar, sırf kendi akılları ile bulamazlar. Öldükten sonraki hayat, âhiret ahvali, iman esasları, ibadet çeşitleri ve şartları, kardeşlik ve yardımlaşma şekilleri v.b. pek çok konularda insanlar mukaddes kitaplara müracaat etmek zorunda kalmışlardır. Eğer Cenab-ı Hak ilâhî kitapları göndermeseydi insanlar büyük bir vahşet içine düşerler, denizin ortasında rotasını yitirmiş bir gemiye dönerlerdi.
Ne yazık ki, Hz. Adem (a.s.)'den bizim Peygamberimize kadar gönderilen ilâhî kitaplar, peygamberlerine gönderildikleri şekilleri muhafaza edememişlerdir. Hiç değişikliğe uğramadan günümüze kadar ulaşabileni sadece Kur’an-ı Kerîmdir.
Biz kitaplara inanırken, onların Allah'ın gönderdiği ilk orijinal şekillerine inanırız. Onların hepsinin hak ve Allah tarafından olduklarına iman ederiz.
B) KİTAPLARIN ÇEŞİTLERİ
a. Sayfa halinde gelenler: Bunlara suhuf(sayfalar) denir.
10 sayfa Adem Aleyhisselâma
50 sayfa Şit Aleyhisselâma
30 sayfa İdris Aleyhisselâma
10 sayfa İbrahim Aleyhisselâma gelmiştir
b. Dört büyük kitap:
Tevrat: Musa Aleyhisselâma
Zebûr: Dâvut Aleyhisselâma
İncil: İsa Aleyhisselâma
Kur’an: Muhammed Aleyhisselâma gönderilmiştir.
C) KUR’AN-I KERİM
Kur’anı Kerim son peygamber Hz. Muhammet (s.a.v.)e Allah tarafından Cebrail (a.s) aracılığı ile nazil olmuş mukaddes kitapların sonuncusudur. Kur’an adı bizzat âyetlerde geçer. " Onlar hâlâ Kur’anı gereği gibi düşünmeyecekler mi?" ( Nisâ: 82 ).
Kur’an-ı Kerîm, Müslümanların mukaddes kitabıdır. Tevrat, Zebur ve İncil’de olduğu gibi Kur’an’da herhangi bir tahrif olmamıştır. Kıyamete kadar da olmayacaktır. Çünkü Allah ( c.c.) Kur’anın muhafaza olunacağını bizzat vaat etmiştir. "Kur’anı biz inzal ettik, şüphesiz koruyucuları da biziz." (Hicr:9)
a. Nazil Oluşu (Levh-i mahfuzdan yer yüzüne indirilişi)
Kur’an-ı Kerîm, âyet âyet, sûre sûre, ihtiyaçlara cevap olarak 23 senede vahiy yoluyla Hz. Peygambere gelmiş, vahiy kâtipleri tarafından yazılmış, yüzlerce hâfız tarafından ezberlenmiş tevatür yoluyla hiçbir değişikliğe ve eksikliğe uğramadan bize kadar gelmiştir.
Bu mübarek kitap, Peygamberimize 40 yaşında iken nazil olmağa başlamıştır. Milâdî 610 yılının 27 Ramazanında Cebrail (a.s)ın "Oku" emrini getirmesiyle Kuran’ın nüzulü başlamış ve 63 yaşında tamamlanmıştır.
O lâfzı, manası, üslubu ve bütün yönleriyle Allah kelâmıdır. O, ebedî bir mucizedir. Hiçbir beşer sözüne benzemez.
Kur’an-ı Kerîm 114 suredir. Kur’anın ayetleri hususunda ise âlimler farklı görüşler ileri sürmüşlerdir. Bu itibarî olup, esasta bir fark yoktur. Bazı âlimler sûre başlarındaki besmeleleri ve mukattaa harflerinden bir kısmını müstakil âyet saymışlardır. Bazıları da secâvendle ayrılmış olan âyetleri iki ayrı âyet saydıklarından âyet sayısı değişik rakamlarla ifade edilmiştir. Bu Kuran’ın kendisinde bir eksiklik veya fazlalık değil, var olanın değişik sayımıdır.
Ebu Amr ed-Dâni’ye göre âyetlerin sayısı 6000’dir.
İsmail b. Cafer’e göre âyetlerin sayısı 6214’tür.
Ehl-i Mekke’ye göre âyetlerin sayısı 6219’dur.
Ehl-i Kûfe’ye göre âyetlerin sayısı 6236’dır
Basralılara göre âyetlerin sayısı 6204’tür
Şamlilara göre âyetlerin sayisi 6226’dır
Zemahşerî'ye göre âyetlerin sayısı 6666’dır
Kur’anın kelimeleri: 77439, harfleri: 332015’tir.
b. Toplanışı:
Peygamberimize Kur’an âyetleri ve sûreleri geldikçe Efendimiz (s.a.v) bunları yanında olan ashabına okurdu. Ashap hem duyduğu Kur’an âyetlerini ezberler hem de bir tarafa yazarlardı. Ayrıca nazil olan âyetleri yazmakla vazifeli Müslümanlar vardır ki bunlara "vahiy kâtipleri" denirdi. Böylece Kur’an-ı Kerîm, Peygamberimizin sağlığında çok sayıda Müslüman tarafından ezberlenmiş, yazılmış ve vahiy kâtipleri tarafından da yazı ile kaydedilmişti. Ancak ayrı ayrı olan sayfalar toplanmış değildi.
Peygamberimizin vefatından sonra ilk halife Hz. Ebû Bekir zamanında Yemâme savaşlarında 70 kadar hafız şehit olmuştu. Hz. Ömer, Hz. Ebû Bekir’e müracaat ederek bizzat Peygamberin sağlığında onun lisanından ezberlenmiş olanlar ölüp gitmeden Kuran’ın kitap halinde bir araya getirilmesini teklif etti. Hz. Ebû Bekir bir süre düşünüp, istişare ettikten sonra vahiy kâtiplerinden Zeyd bin Sabit’in başkanliginda bir komisyon kurarak titiz bir çalişma yapti. Böylece âyet ve sûreler Hz. Peygamberin, vahiy kâtiplerine bildirdiği tertip üzere bir araya getirildi.
Kur’an-ı Kerîm böylece toplanmıştır. Vefatına kadar Hz. Ebû Bekir’de kalmış olup sonra ikinci halife Hz. Ömer’e geçmiş, daha sonra Hz. Ömer’in kızı ve Peygamberimizin eşi olan Hz. Hafsa’ya geçmiştir. Titizlikle korunan bu nüsha kutsal bir emanet olarak Hz. Osman’a intikal edince ilk nüsha esas olmak üzere adedi çoğaltılarak yediye çıkarılmış ve Müslümanların nüfuz bakımından çoğunlukla oturmakta olduğu büyük şehirlere gönderilmiştir. Bu çoğaltılan nüshalar da büyük bir şuur ve dikkatle muhafaza olunmuştur. Böylece Kur’an bir yandan ezber (hıfz) yoluyla bir yandan da toplanıp yazılarak tevatüren (yalan söylemelerine imkân olmayan çok sayıda kalabalık tarafından günümüze kadar bir harf bile tahrif olunmadan) gelmiştir.
Kuran’a sevgi ve saygı duymak, gösterdiği yoldan gitmek, her müslümanın borcudur. Kur’an yolu, saadet ve hak yoludur.
c. Özellikleri:
Allah Teâlâ Kur’an-ı Kerîm’e bir takım özellikler vermiştir ki, başka hiçbir kitapta bulunmaz:
Tarihî belgelere ait bütün şartları, içinde toplayan yegâne mukaddes kitap, Kuran’dır.
Lâfız ve manası ile beraberce Cenab-ı Hak tarafından vahy olunmuş olup bu konuda Cebrail (a.s) ve Muhammet (s.a.v) sadece vasıta olmuştur. Kur’an, Allah Teâlâ’nın ezelî kelâmıdır.
Peygamberden zamanımıza kadar tevatür yoluyla nakledilmiş ve tevatür yüz binlerce, milyonlarca insan tarafından zamanımıza kadar devam ettirilmiştir.
Kur’an kolayca öğrenme özelliğine sahiptir.
Kur’an hem lâfız, hem mana bakımından mucizedir. İnsanda hayranlık uyandıran bir eşsizliğe sahiptir ve benzeri, insanlar tarafından yapılamayacaktır.
Kuran’ın bir başka özelliği ise dünyada başardığı büyük değişikliktir. O, (23) yirmi üç sene gibi kısa bir zamanda yüzyıllar boyunca kökleşip yerleşmiş olan putperestlik ve buna bağlı yüzlerce ahlaksızlığı ve yüz kızartıcı ahlâksız adetleri kökünden silip süpürmüştür. Kuran’ın en mühim özelliklerinden biri insan ruhunda meydana getirdiği büyük tesir ve buna paralel olarak yaptığı inkılâptır.
Kur’an’da çok kısa âyetlerde, çok büyük hakikatler dile getirilmiştir.
Namazlarda zorunlu olarak, namaz dışında hükümlerini öğrenip anlamak gayesi ile sürekli olarak okunur.
Kur’an, başka kitaplar gibi belli bir millete ve belli bir zamanin ihtilaçlarini karşilamak üzere degil bütün zamanlarin ihtiyacini karşilamak üzere ve bütün insanliga gönderilmiştir.
Hakiki mümin Allah Teâlânin bütün kitaplarina inanir ve Hak Teâlânin insanlara son kitabi olan Kur’an-ı Kerîme sarılır, onun hükümlerine riayet etmeğe çalışır. Kuran’ın üstünlüğüne dair Peygamberimizin hadis-i şerifleri çoktur. Peygamberimizin Kur’an-ı: "... Allah’ın metin bir ipi, açık bir nûru, hikmet dolu bir zikri ve sırat-ı müstakîmdir.. Alimler ona doymaz mattakiler ondan usanmaz, onun ilmini bilen ileri gider, onunla hükmeden adalet eder. Ona sıkı sarılan doğru yola hidayet bulur." hadisi ile ne güzel tanıtmıştır! İslâm âlimleri Kuran’ın üstün özelliklerini tanıtmak için ciltler dolusu eserler yazmışlardır.
PEYGAMBERLERE İMAN
A) PEYGAMBER (RESÜL-NEBİ) KAVRAMI
"Peygamber" kelimesi Farsça bir kelime olup, haber getiren anlamındadır. Dilimizdeki anlam, Yüce Allah’ın, emir, yasak ve hükümlerini kullarına bildirip açıklamak üzere, insanlar arasından seçip görevlendirdiği elçi demektir.
Kur’an-ı Kerîmde peygamber kelimesinin yerine Resûl ve Nebî kelimeleri geçmektedir ki, elçi ve haber getiren anlamındadır. Dînî anlamları bakımından Resûl ile Nebî arasında fark vardır.
Resûl, Allah tarafından kendisine kitap gönderilmiş peygamber demektir.
Nebî, Allah tarafından kendisine kitap gönderilmemiş, fakat önceki peygamberlerin şeriatını tebliğ ile mükellef peygamber demektir. Nebîler de Cebrail aracılığı ile Allah’tan vahiy almışlardır.
İman esaslarından biri de peygamberlere inanmaktır. Peygamberler, Allah’ın seçtiği, eğittiği ve yetiştirdiği insanlardır. İnsan kendi çabaları ile, eğitim ve öğretimi ile peygamberliği elde edemez. Allah, peygamberliği dilediğine verir. Onlar, Allah ile kullar arasında elçilerdir. Yüce Allah’ın, kullarına hak yolu göstermek için gönderdiği ilk peygamber Hz. Adem (a.s), sonuncusu Hz. Muhammet (s.a.v) ve bu ikisi arasında gelip geçen peygamberlerin hepsinin hak olduğuna, Allah tarafından gönderildiğine inanmak farzdır.
B) İNSANLARIN PEYGAMBERLERE OLAN İHTİYACI
İnsanlar kendi akıllarıyla Yüce Allah’ın varlığını ve birliğini anlayıp kavrayabilirler. Fakat ona nasıl kulluk ve ibadet edileceğini, âhiretle ilgili işleri, oradaki ödül ve cezanın nasıl olacağını dosdoğru bilmezler. İşte insanların bu ihtilaçlarını karşılamak için Yüce Allah peygamberler göndermiştir. Onlara her şeyi bildirmiş ve onları insanlara doğru yolu göstermeleri için görevlendirmiştir.
Allah kendisinin varlığını, bir tek oluşunu, ortağının bulunmadığını Ona bu dünyada gözlerin ulaşamayacağını unutan, Allah’ı taşlardan, heykellerden, putlardan ibaret sanan o insanları uyarmak için peygamberler göndermiştir. Peygamberler de bu gerçekleri o insanlara açıkça haber vermişlerdir. Fakat insanların alıştıkları bu şeylerden ve düşüncelerden uzaklaşmaları, peygamberlere inanarak onların Allah’tan getirdiği haberlere uymaları kolay olmamıştır. Bununla beraber çoğunluk peygamberlere inanmış ve onların gösterdiği doğru yolda yürümüştür. Doğru yolu göstermek için gönderilmiş olan peygamberler, ahlâkı güzelleştirmek ve olgunlaştırmak için de güzel bir örnek olmuşlardır.
Peygamberlerin, biri Allah’a karşi, digeri de insanlara karşi olmak üzere iki durumlari vardir. Peygamberlerin Allah’la durumları Onun elçisi olmak ve vereceği emaneti yerine tam olarak ulaştırmaktır Peygamberler bu açıdan Allah’a karşi sorumludurlar.
Peygamberlerin insanlara karşi olan durumlari da, Allah’ın emirlerini ve yasaklarını bildiren bir elçi oluşlarıdır. Onlar yalnız bildirmekle, açıklamakla ve örnek olmakla görevli birer elçidirler. Bu görevlerini tamamıyla yaptıkları zaman, insanlara karşı sorumluluklarını yerine getirmiş olurlar. Onlar Allah tarafından kendilerine bildirilen inanç esaslarını, ibadet şekillerini, güzel ve çirkin, faydalı ve zararlı, doğru ve yanlış, iyi ve kötü şeyleri ayrı ayrı anlatıp açıklamışlar ve Allah’tan aldıkları hiçbir şeyi gizli tutmamışlardır.
İnsanlar dünyada çalışmakla her şeye ulaşabilirler ve en yüksek mertebelere çıkabilirler, fakat peygamber olamazlar. Çünkü peygamberlik insanın kendi çalışma ve gayretine dayanan bir hüner değildir. Onu Yüce Allah dilediğine verir. Çalışıp çabalamakla peygamber olunmaz. Bu husus Kuran’da " Allah peygamberliği kime vereceğini daha iyi bilir." ( En’am : 124 ) âyeti ile açıklanmıştır.
C) VAHİY NEDİR?
Vahyin lügat manası: Vahiy, işaret etmek, yazı yazmak, yazılmış nâme ve kitâbe, elçi göndermek, ilham etmek ve gizlice söz söylemek manalarına gelir.
Vahyin ıstılahı manası: Yüce Allah’ın peygamberine dinî bir hükmü bildirmesi, onun kalbine nakşetmesidir.
Vahyin geliş şekilleri: Vahiy Hz. Muhammet (s.a.v)e çeşitli tarz ve şekillerde gelmiştir. Bunların başlıcaları şunlardır:
Vahyin en eski, yani ilk şekli Hz. Peygamber (s.a.v)in uyku halinde iken gördüğü sadık (gerçek) rüyalardır.
Hz. Peygamber sonradan bir hakikat olarak zuhur edecek olan hadiseleri bu rubaları ile daha önceden görmüş oluyordu.
Cebrail (a.s) görülmediği halde Hz. Peygambere çok net bir ses halinde gelen vahiydir. Bu çok net sesi Peygamberimiz çan sesine benzetmişti. Kendisine gelen vahyin en aşır şekli bu idi. Net ses bittiği zaman Hz. Peygamber Allah tarafından ve Cibrîl vasıtası ile bu şekilde vahy olunan sözleri aklında tutmuş oluyordu.
Cebrail (a.s) tarafından Hz. Peygamberin kalbine nefes (üflemek) suretiyle yapılan vahiydir.
Cebraillin insan sûretinde gelip, Peygamberimize vahiy getirmesidir. Hz. Peygambere en kolay gelen vahiy budur. Ekseriya "Dıhye" adındaki sahabî sûretine girerek gelirdi.
Cebrail’in Hz. Peygambere uyku halinde iken vahiy getirmesidir.
Hz. Peygamberin uyanık bulunduğu sırada Cenab-ı Hak ile konuşma şeklinde vuku bulan vahidir.
Vahiy meleğinin kendi aslî sûreti üzere görünerek tebliğde bulunmasıdır. Bu sûretle vahiy, Hz. Peygambere yalnız iki defa vaki olmuştur.
D) PEYGAMBERLERİN SIFATLARI
Peygamberler bütün insanlar için takdir edilmiş olan her türlü iyi ve yüksek vasıflara sahiptirler. Nebîlik ve Resûllük şanına layık olmayan her türlü hallerden ve noksanlıklardan uzak bulunmuşlardır. Bu bakımdan peygamberler şu kemâl sıfatlarıyla vasıflandırılmıştır:
1- İsmet: Peygamberlerin her türlü gizli, açık günahlardan ve bu günahlara delâlet edecek hareketlerden uzak olmalıdır. İsmetin zıddı olan ma’siyet (günahkâr olmak) peygamberler için düşünülemez. Çünkü onlar ilâhî bir egitimden geçmişlerdir. Eger onlar günah işleyip de günahsiz oluşlarina aykiri harekette bulunmuş olsaydilar, bizim de o yolda hareket etmemiz lâzim gelirdi. Çünkü biz onlara ve onlarin girdikleri ilâhî emirlere uymakla memuruz. Halbuki Yüce Allah kullarina günah işlemeyi, günahkâr olmayi emretmez. Bu bakimdan peygamberlerden asla günah olan söz ve davranişlar çikmamiştir.
2- Emanet: Peygamberler her bakimdan emin olup, kutsi, ilâhî vazifeleri hususunda ve diger işlerinde en dogru yolda bulunmalidir. Emanetin ziddi olan "hiyanet"ten uzaktirlar. Çünkü hâin olan bir kimse ilâhî sirlarin tecellî ettigi Nebîlik vazifesiyle şereflenemez.
3- Sidk: Peygamberler her hususta yani gerek dinî hükümleri teblig ve gerek diger emirleri haber verme hususunda dogru sözlü olmalidir. Peygamberlerin yalan söylemeleri men edilmiştir.Çünkü yalan en büyük günah oldugundan "ismet" ve "emanet" sifatlariyla bir arada bulunmaz. Eger, peygamberler yalanci olsalardi, Yüce Allah yalancilari tasdik etmiş olurdu. Halbuki yalanciyi tasdik -bir çeşit yalancilik oldugundan- Allah’ın ilâhî şanında tasavvur edilemez.
4- Fetânet: Peygamberlerin fâtın, uyanık görüş ve zekâ kuvvetlerine sahip olmalarıdır. Onlar insanların en akıllısı, en zekîsidirler. Kendilerinde mutedil bir yaratılış, mutedil bir huy ve güzel bir hayat seyri tecelli etmiştir. Onların haklarında gaflet düşünülemez. Eğer en üstün fetânet ve zekaya sahip olmasaydılar ümmetlerine karşı delilleri ortaya koymaya kadir, onları ikna için güzelce mücadeleye muktedir olamazlardı. böyle bir hal ise risalet ve nübüvvetten kastedilmiş olan gayeye aykırıdır.
5- Şeriatı tebliğ: Peygamberlerin Allah tarafından bildirilen şeyleri ümmetlerine tamamen tebliğ etmeleridir. Bunun zıddı olan "dînî emirleri gizlemek" peygamberlerde yoktur. Çünkü tebliğine memur oldukları bir hakikati gizleyip değiştirserlerdi vazifelerine hiyanet etmiş olurlardı. Halbuki hiyanetle vasıflanmış olmaları ilâhî bir eğitimle men edilmiştir.
6- Adaletli olmak: Peygamberler her türlü işlerinde haktan ve adaletten ayrılmazlar. Hiçbir kimseye haksızlık yapmamışlardır. Adaletli olmanın zıddı olan "zalim olmak" peygamberler hakkında düşünülemez.
7- Erkek olmak: Kadınların yaratılış icabı peygamberlik gibi aşırı ve mes’uliyetli bir vazifeyi yapmaları mümkün olmadığından onlardan peygamber gelmemiştir. Gelmiş geçmiş bütün peygamberlerin erkeklerden seçildiğini Yüce Allah bize Kur’an-ı Kerîmde açıklamıştır.
E) PEYGAMBERLERİN DERECELERİ
Bütün peygamberler peygamber olmaları bakımından eşittirler, aralarında fark yoktur. Ancak, kavimleriyle olan mücadeleleri, onların bazılarını diğerlerine üstün kılmıştır. Nitekim Kur'an-ı Kerim'de Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
"İşte bu peygamberlerden bir kısmını diğerlerinden üstün kıldık. Onlardan Allah'ın kendilerine hitabettiği, derecelerle yükselttikleri vardır..." (Bakara / 253)
Aralarında derece farklılıkları, birbirinden üstünlükleri olduğunu Allah'ın beyan ettiği peygamberlerin içinde "Ulu'l - Azm", azim sahibi peygamberler olduğunu yine Yüce Allah, kitabında şöyle açıklıyor:
"Ey Muhammet! Peygamberlerden azim sahibi olanların sabrettiği gibi sen de sabret..." (Ahkaf /35)
Ulu'l - Azm peygamberler, Hz. Nuh, Hz. İbrahim, Hz. Musa, Hz. Isa ve Muhammet (a.s.)dır.
Kur'an-ı Kerimde şöyle ifade edilmiştir: "Hani biz peygamberlerden söz almıştık; sen (Muhammet (s.a.v.)den, Nuh'tan, İbrahim’den, Musa'dan ve Meryem oğlu İsa’dan da. (Evet) biz onlardan pek sağlam bir söz almıştık." (Ahzab /7)
Kısaca bu peygamberleri tanıtalım:
- Hz. Nuh (a.s): Hz. Nuh (a.s.) zamanında çoğalan insanlar Allah'ı tanımaz oldular. Putlara tapmağa başladılar. Hz. Nuh onları bir Allah’a ibadete çağırdı. 950 sene yaşayan Nuh (a.s.) her türlü çağrı ve ikna metotlarını kullanarak kavmini hakka çağırdı. Ancak bu çağrıya kulak verenler bir gemiye sığabilecek kadar az bir topluluktu. Islahı kabil olmayan azgın ve sapık güruh ise helâkı hak etmişti. İlâhi bir emirle gemi yapıldı, inananlar o gemiye alındı. Bunlar arasında Ham, Sam, Yafes adında Hz. Nuh'un üç oğlu da vardı. İnanmayan ve puta tapanlar ise meşhur "Tufan" ile sulara gark olarak helâk oldular. Bu helâkten sadece Hz. Nuh’a inananlar kurtuldu. Kur'an'da Hz. Nuh'tan şuara, Saffat ve Nuh surelerinde genişçe bahsedilir.
- Hz. Ibrahim (a.s.): Hz. Ibrahim, Nuh (a.s.)dan sonra "Ulu'l -Azm" peygamberlerin ikincisidir. Kâbe'nin banisi, Peygamber (s.a.v.)in büyük dedesidir. Peygamberimizden 2500-2600 yil kadar önce Nemrut zamaninda putperest Babillilere gönderildi. Kendisine on sayfalik bir kitap verildi. Nemrutla mücadelede bulundu, putlarla savaşti, ateşe atildi. Halilullah (Allah’ın sevgilisi) olan Hz. İbrahim’e bütün semavi dinler tazimde bulunur. Kur'an'da Al-i Imran, Bakara, Saffat, Ibrahim ve şuara surelerinde Hz. Ibrahim degişik yönleriyle anlatilmaktadir.
- Hz. Musa (a.s.): Peygamberimizden 1900-2000 yil kadar önce, Israilogullarina peygamber olarak gönderildi. Fir'avn'la mücadelesi, Kur'an'da genişçe anlatilir. Kendisine müstakil bir kitap olarak Tevrat gönderilmiştir. Kur'an'da özellikle Bakara, şuara, Taha, Neml, Kasas ve Kehf surelerinde Hz. Musa (a.s.)dan söz edilir.
- Hz. Isa (a.s): Israilogullarindan olan Hz. Isa (a.s), Hz. Meryem’in oğludur. Babasız dünyaya gelişi bir mucizedir. Beşikteyken konuşmuş, 30 yaşındayken Israiloğullarına peygamber olmuş ve 33 yaşındayken semaya urûc etmiştir. Kendisine müstakil bir kitap olarak İncil gönderilmiştir. Peygamberimizden 600 yıl kadar önce yaşamıştır.
- Hz. Muhammet (s.a.v.): Bütün peygamberlerin sonuncusu olan Peygamberimiz (s.a.v.), yaşadığı asırdan kıyamete kadar gelecek bütün insanlara ve cinlere peygamber olarak gönderildi. Milâdi 571'de doğdu, 610'da peygamber oldu, 632'de vefat etti. Böylece 23 sene peygamberliği süresince ilâhi emaneti büyük bir titizlikle ümmetine tebliğ etti. İlâhi kitap Kur'an-ı Kerim kendisine bir defada değil olaylar ve hadiseler gerektirdikçe gönderildi.
F) MUCİZELER VE DİĞER HARİKALAR
a. Mucize: Âciz bırakan, yapılması, meydana getirilmesi insan gücünün üstünde olan şey demektir.
Terim olarak mucize: Peygamberlik iddiasında bulunan kişinin, iddiasını te'yid ve tasdik için Allah'ın onun elinde gösterdiği alışılmış tabiat kanunları ve normal olaylar üstü, harikulâde bir hadisedir.
Mucizenin asıl sahibi Allah tır. Elçisinin doğruluşunu ispat için mucizeyi tasdik aracı olarak onun elinde gösterir.
b. Harika: Alışılmış olmayan, yaran, kesen anlamlarına gelir. Harika olayda, normali kesen olağanüstülük söz konusudur. Alışılmış olmamak harikanın niteliğidir. "Hariku'l - âde" deyiminde, her zaman vuku bulmayan, bilinenin dışındalık mutlaka vardır.
Bununla birlikte, mucize ile harika arasında bükük farklar vardır. Bunları şu şekilde özetleyebiliriz:
c. Mucizenin şartları:
1- Mucize ancak peygamber olan zattan sadır olur. Mucizede peygamberin meydan okuması vardır.Yalan yere peygamberlik iddia edenlerin mucize göstermeleri imkânsızdır. Bu da onun yalancı peygamber olduğunu ortaya koyar. Mucizeler Allah’ın elçilerini tasdiki olduğundan, Allah ancak gerçek peygamberleri tasdik eder, yalancıları tasdik etmez.
2- Mucize, peygamberlik iddiasında bulunan zatın davasına uygun ve amacına münasip tarzda zuhur eder. Herhangi bir şekilde taklit edilemez, aynısı şu veya bu şekilde yapılamaz.
3- Mucize istek üzerine vuku bulur ve "Bu mucizenin bir benzerini getiriniz." denir. Ama hiç kimse buna güç yetiremez. Kur'an mucizesi bunu en güzel örneğidir.
4- Mucize gösteren nebi, en yüksek ahlâk ve fazilet esaslarınla mevsuftur. Kendi şahsi çıkarı mucizede asla görülmez. Mucizeyi davası uğruna kullanır. Her yönden ahlâk ve fazilet örneği olan nebinin, bizzat hayatı ve davranışları mucizedir. Bunun en güzel örneği Hz. Muhammet (s.a.v)in hayatı ve davranışları olan sünnettir.
d. Harikanın çeşitleri:
Mucizeden başka olan harika olaylar, çeşitli şekillerde ve şahıslarda ortaya çıkar. Bunların başlıcaları şunlardır:
1- Irhasat: Peygamberlik öncesi peygamber olacaklarda görülen harika olaylardır. Peygamberliğe hazırlık döneminde cereyan eden bu olaylar, peygamber olacağının ön habercisidir. Peygamber (s.a.v.)e bazı ağaçların ve taşların selâm vermesi, Hz. Isa (a.s)ın beşikte iken konuşması irhasata örnektir.
2- Keramet: Allah'ın veli kullarından sadır olan harikulâde hallerdir. Veliler, Allah'ın emirlerine uyan ve yasaklarından titizlikle kaçınan, Peygamber Efendimizin sünnetine tabi olan, ibadet ve taatta üstün züht ve takva sahibi olan Allah dostu saf ve samimi müminlerdir. Keramet bu gibi veli kullardan sadır olur. Evliyanın kerameti haktır. Keramet mucize gibi istenildiği anda değil, kendiliğinden Allah tarafından verilir.
3- Meûnet: Bazı müminlerde ortaya çıkan harikalardır. Bunlarda bir iddia söz konusu değildir. Bazı saf Müslümanların geçimlerinin kolay olması, belâ ve sıkıntılara düşmemesi, ilâhi yardıma mazhar olması bu türdendir.
4- Istidrac: Küfür ve günahı açık olan kişilerde görülen ve onların isteklerine uygun olarak ortaya çıkan harikalardır. Bunlar ancak Allah'ın fırsat vermesiyle mümkün olur. Yoksa istidrac sahibinin elinde bir şey yoktur. İlâhi hikmet gereği bu kişilere bu tür imkân verilir. Zalim ve günahkâr kişilerin başarıları istidrac türünden harikalardır. şeytanın, kıyamete kadar kendisine müsaade edilmesi; Firavunun 400 sene gibi uzun bir zaman yaşayıp baş ağrısı bile görmemesi; Nemrut ve benzerlerinin uzun seneler yeryüzünde saltanat sürüp arzu ve isteklerine erişmeleri ve bütün dünya nimetlerine kavuşmaları, hep bu kimseler için birer istidraçtır.
5- İhanet: Küfrü ve günahı açık olan kişilerin elinde ve onların isteklerine aykırı olarak cereyan eden harikalardır. Yalancı peygamber Müsellemetü'l - Kezzap suyu azalmış bir kuyuya suyunu çoğaltmak maksadıyla tükürmüş; fakat kuyunun mevcut suyu da kurumuştu. Allah (c.c.) bu tip kimseleri, davasında yalancı çıkartmak ve aşağılamak maksadıyla isteklerinin tersine harikalar yaratmıştır. Buna aynı zamanda "Hızlan" da denir.
Sihir ve büyü ise bu harika olaylardan sayılmaz. Sihir ve büyü de Allah'ın izni dahilinde meydana gelir. Belirli bir tekniği ve bilgiyi gerektiren sihir ve büyü dinen haram kılınmış, en büyük günahlardan sayılmıştır.
G) PEYGAMBERLERİN BİLDİRDİKLERİ DİNLERDE BİR OLAN ESASLAR
Peygamberlerin getirdikleri dinlere "Hak din" veya "Semavî din" denir. Hak dinin bir takım mümeyyiz vasıfları vardır:
- Hak din, bir peygamberin Allah’tan vahiy suretiyle alıp insanlara bildirdiği hükümler ve kanunlar şeklinde oluşur.
- Hak din, kâinata mutlak olarak hakim olan bir Allah’a îman ve Ona kulluk etme esasına dayanır.
- Hak din, uhrevî mesuliyeti (ahiret hayatını) kabulü ve buna imanı emreder.
- Hak din, nübüvvete (peygamberlik müessesine) iman esasına dayanır.
- Hak din, mukaddes bir kitaba dayanır.
- Hak din, meleklere imanı (manevî varlıkların var olduğunu kabul etmeyi) emreder.
- Hak dinde ibadet sadece Yüce Allah’a tazîm ve Ona samimiyetle bağlanmak kastiyle yapılır.
- Hak dinde akla ve müspet ilme aykırı bir hüküm bulunmaz.
- Hak din, sosyal hayatta eşitliği, kardeşlik ve adaleti kökleştirmek ve her türlü imtiyazı ortadan kaldırmayı amaç edinir.
- Hak dinde, dînin genel kanunları, bir cemiyetin kurulmasını ve bu cemiyetin en mükemmel bir nizam üzere devam etmesini hedef olarak kabul eder.
H) KUR’AN’DA ADI GEÇEN PEYGAMBERLER
Vahiy meleği vasıtasıyla Yüce Allah tarafından gönderilen ilâhî emirleri ve yasakları insanlara bildirmekle vazifeli kimselere Kur’an-ı Kerîm’in dilinde "Nebî, resûl, beşir ve nezîr" adlari verilir. Bunlar her bakimdan üstün ve seçkin kimselerdir. Peygamberler günah işlemezler, yalan söylemezler, emanete hiyanet etmezler, Allah’tan aldıkları emirleri olduğu gibi insanlara bildirirler. Çok zekî, uyanık ve mantıklı kimselerdir. Peygamberlerin bir kısmı bir kavme, bir bölgeye, bazıları da bütün âleme ve insanlığa gönderilmiştir. Bunların ne kadar oldukları bildirilmemiştir; sayılarını ancak Allah bilir. Kur’an-ı Kerîmde peygamberlerin sadece bir kısmından bahsedilir. Onlar da şunlardır:
1. Hz. Adem (a.s)
2. Hz. Idris (a.s)
3. Hz. Nuh (a.s.)
4. Hz. Hûd (a.s)
5. Hz. Salih (a.s)
6. Hz. Ibrahim (a.s)
7. Hz. Ismail (a.s)
8. Hz. Lût (a.s)
9. Hz. Ishak (a.s)
10. Hz. Yakûb (a.s)
11. Hz. Yusuf (a.s)
12. Hz. Eyyûb (a.s)
13. Hz. şuayb (a.s)
14. Hz. Musa (a.s)
15. Hz. Harun (a.s)
16. Hz. Davut (a.s)
17. Hz. Süleyman (a.s)
18. Hz. Zülkifl (a.s)
19. Hz. İlyas (a.s)
20. Hz. El- Yesâ (a.s)
21. Hz. Yunus (a.s)
22. Hz. Zekeriya (a.s)
23. Hz. Yahya (a.s)
24. Hz. Isa (a.s)
25. Hz. Muhammet (s.a.v)
Bunlardan başka Kur’an-ı Kerîmde isimleri geçen fakat peygamber olup olmadıkları hakkında kesin bilgi olmayanlar vardır ki; bunlar da şunlardır:
- Üzeyir
- Lokman
- Zü’lkarneyn.
İslâm dininin inanç esaslarında Allah’ın peygamberlerinden hiçbirisi diğerinden ayrılmaz. Hepsi peygamber olarak kabul edilir, her peygamberin getirdiği ve tebliğ ettiği dînin hak din olduğu benimsenir. Çünkü İslâm dininin îman esasına göre; gerçek din, semavî din tektir ve Allah tarafından elçiler aracılığı ile gönderilir.
I ) HZ. MUHAMMET (S.A.V.)’IN SON PEYGAMBER OLUŞU
Yüce Allah Hz. Adem ile başlayan peygamberler zincirini Hz. Muhammet (s.a.v) ile sona erdirmiştir. Artik başka din, başka peygamber gelmeyecek; kiyamete kadar bütün dünyada Islâmiyet geçerli olacaktir.
Allah (c.c) Peygamber (s.a.v)i bütün insanliga peygamber gönderdigini şu ayetlerinde belirtiyor:
"De ki: Ey insanlar, ben sizin hepinize, göklerin ve yerin sahibi Allah’ın elçisiyim." (A’ raf:158.)
"Biz seni ancak bütün insanlara müjdeleyici ve uyarıcı olarak gönderdik." (Sebe: 28.)
Yüce Allah’ımız Islâmiyetin son din olduğunu da şu âyetinde haber veriyor:
"... Bugün size dininizi ikmal ettim, üzerinize nimetimi tamamladım ve sizin için din olarak İslâm’ı beğendim." (Maide: 3.)
Yine Rabb’imiz kutsal kitabında Peygamberimiz (s.a.v)in son peygamber olduğunu ve Ondan başka peygamber gelmeyeceğini şu âyetiyle ilân ediyor:
"Muhammet, sizin adamlarınızdan hiçbirinin babası değildir. Fakat Allah’ın Resûlü ve peygamberlerin sonuncusudur." (Ahzab: 40.)
AHİRETE İMAN
A) AHİRET NEDİR?
Ahiret kelimesinin sözlük anlamı, son ve sonra olandır. Bu anlamda dünyanın sonuna ahiret denir. Terim olarak ahiret, ölümden sonra insanların tekrar dirilmesiyle başlayan ve ebediyen devam eden bir hayatın adıdır.
İçinde yaşadığımız dünyada bulunan her şey sürekli bir değişiklik göstermektedir. Her şeyin durmadan değiştiğini, eskidiğini, canlıların doğup, büyüyüp, gelişip,yaşlanıp öldüklerini, hep gözlemekteyiz.
Yaratılmış olan varlıkların zamanı gelince yok olmaları doğaldır. Çünkü Yüce Allah’tan başka ölümsüz, kalici varlik yoktur. şu halde her şey belirli süreler içersinde varligini devam ettiriyor, sonra da yok oluyor. Bu varliklar arasinda kendisine verilen akil, irade ve güç sayesinde özel bir yere sahip olan insan da belirli bir süre yaşadiktan sonra ölmektedir. Işte insanin canli kaldigi, varligini sürdürdügü bu zaman süresine ömür diyoruz. Insan ömrünün belli bir zaman sonra Allah’ın emriyle son bulmasına da ecel diyoruz. Dünyada her gün veya her an vakti gelen insanların ömürleri tükeniyor; diğer taraftan da yeni doğanlarla yeni hayatlar başlıyor. İşte bunlar gibi bu dünyanın da bir ömrü, bir sonu vardır. Dünyanın bu son bulma anına "Kıyamet kopması" diyoruz. Bundan sonra, Yüce Allah yeni bir âlem yaratacak, bütün ölüleri diriltecek ve hepsini "Mahşer" denilen yerde toplayacaktır. İşte bu yeni âleme "Ahiret" denir.
Ahirete, ahiret günü, kıyamet günü, din günü, ceza günü, son gün, diriliş (ba's) günü gibi isimler de verilmiştir.
İnsana hayat ve canlılık veren ruh, insanın ölümü ile bedenden ayrılır ve ruhlar âlemine gider.
Kıyametin kopma zamanı gelince İsrafil adlı melek Allah’ın emriyle Sûra üfleyecek bütün bu âlemin düzeni bozulacak, her şey alt üst olup taş üstünde taş kalmayacak ve bu dünya hayatı son bulacaktır.
İsrafil’in Sûra ikinci defa üflemesiyle bütün ölüler dirilecek ve yeni bir âlem kurulacaktır. Burada insanlara dünyada yaptıkları bütün iyilik ve kötülükleri açıkça gösterilecektir. Sevabı, yani iyilikleri çok olanlar Cennete gideceklerdir. Günahı, yani kötülükleri çok olan Müslümanlar günahlarının cezasını görmek üzere Cehenneme gireceklerdir. Bunları Yüce Allah dilerse affeder, dilerse cezalarını çektikten sonra yine Cennete koyar. İnkâr edip iman etmeyenler ebedî olarak Cehennemde kalacaklardır.
İşte yeniden dirilme ile başlayıp sonsuza kadar sürüp gidecek olan hayata âhiret hayatı ve bu hayatın geçtiği âleme de âhiret âlemi veya öteki dünya denir. Bu konuda Yüce Allah şöyle buyuruyor:
"Sûra üflenince, Allah’ın diledikleri müstesna olmak üzere göklerde ve yerde, kim varsa hepsi düşüp ölmüş olacaktır. Sonra Sûra bir daha üflenince, hemen ayağa kalkıp, bakakalacaklardır." (Zümer: 68.)
Birinci Sûrda Allah’ın dilemesiyle ölmeyip kalanlar, Cebrail, Mikâil, Israfil, Azraîl, veya hamele-i arş(Arşı taşıyan melekler), ya da Rıdvan melekleri, hûriler, cennetin hazînedarı olan Malik’le cehennem bekçileri olan zebânîlerdir. Bu âyete göre " Sûr " iki defa üflenecektir: Birincisi ölüm üfleyişi, ikincisi de ba’s (dirilme) üfleyişidir.
B) AHİRET GÜNÜNE NİÇİN İNANIRIZ
Ahiret gününe inanmak, iman esaslarindan beşincisidir. Ahirete inanmayan kimse gerçek mümin olamaz. Kur'an-i Kerimde müminlerin özellikleri sayilirken:
"Ey Muhammet, onlar sana indirilen kitaba da, senden önce indirilenlere de inanirlar; ahirete de onlar kesinlikle inanirlar" (Bakara / 4) buyrulmaktadir.
Bir başka ayette:
"Kim Allah'i, meleklerini, kitaplarini, peygamberlerini ve ahiret gününü inkâr ederse, mutlaka haktan çok uzak, derin bir sapikliga sapmiştir." (Nisa /136) buyrulmaktadir.
Önemine binaen Kur'an-i Kerimde birçok ayette Allah'a imandan hemen sonra, Ahirete iman zikredilmiştir.
"Allah'a ve ahiret gününe inanip salih amel işleyen kimselerin Rableri katinda büyük ecirleri vardir. Onlar için korku yoktur, onlar mahzun da olmazlar." (Bakara / 62),
"Insanlardan bazilari, biz Allah'a ve ahiret gününe inandik derler. Halbuki onlar inanicilar degildirler." (Bakara / ayetlerinde oldugu gibi.
Çünkü ahirete inanan kimse, onun peygamberine, dolayisiyla meleklerine ve kitaplarina kolayca inanir. Allah’ın yüce sıfatlarını öğrenince de, hayrın ve şerrin Allah'tan olduğuna ve her şeyi onun takdir edip yarattığına, yani kaza ve kadere de inanır. Ama tecrübe ve müşahede alanı dışında kalan ve sadece nakille, Allah ve Rasülünün haber vermesiyle bilinen yepyeni bir alemin ve hayatın, yani ahiret hayatının var ve hak olduğuna inanmak, daha büyük teslimiyet ister. Bu bakımdan, ahiret hayatına inanmak, iman esasları arasında önemli bir yer tutar.
Ahirete inanan kişi öldükten sonra tekrar dirileceğine, dünyadaki işlerinin karşılığı olan cennet ve cehenneme ve oradaki hayatın sonsuz olduğuna da inanır. Böyle bir inanca sahip olan kişi, yaptığı bütün işlerden sorumlu olduğunu, herkese hakkının burada verileceğini düşünür ve kavrar. Ahiret hayatındaki sonsuz mutluluğun, ancak bu dünyada kazanılacağını da bilir.
Bu dünya bir bakıma ahiretin tarlası gibidir. Burada ne ekersek orada onu biçeceğimize şüphe yoktur.
Ahiret inancı bize çok şeyler kazandırır. İnsanların birçoğu hayatı yalnız bu dünyadan ve kendi menfaatlerinden ibaret görürler. Mal, mülk, para onlar için her şeydir. Bu uğurda haksızlık bile yapabilirler. Daha çok kazanabilmek için başkalarına karşı acımasız olabilirler. İşte böyle insanlardan oluşan bir toplumda ahlâkı korumak güçleşir. Her türlü kötülük bu tür toplumlarda çoğalır.
İnançlı kimseler ise, bu dünyanın geçici olduğunu, ölümle her şeyin bitmediğini, öldükten sonra dirilmenin gerçek olduğunu, âhiret âleminin ebedî olduğunu, düşünürler ve bilirler. Böyle kişiler, bu dünyada daha bilgili ve ahlâklı olmağa çalışırlar. Doğru yollardan, yalana, hileye, rüşvete başvurmadan çalışarak kazançlarını artırırlar. Herkese yardım ederler, kimseye kötülük etmezler. Düzenli, mutlu, saygılı, merhametli olurlar. Adaletten ayrılmazlar, kimseye haksızlık ve eziyet etmezler.
C) AHİRETE İMANIN FERT VE TOPLUM ÜZERİNDEKİ ETKİLERİ
Gerçekten uhrevî sorumluluk fikri, İslâm dininde bir asıldır. Fert ve toplum meselesi de bununla ilgilidir. İslâm dininde âhiret ve sorumluluk fikri, korku ve ümit, fertleri topluma bağlayan bir âmildir.
Ahirete iman, daha yüksek ve ebedî bir hayata imandır. Bu dünyaya, ilim ve fazilet kazanmak, bulunduğu hayattan daha ulvî ve ebedî bir hayata yükselmek için geldiğine ve o âlemdeki mutluluğun bu dünyada kazanacağı yüksek ilim ve faziletlere bağlı olduğuna iman etmiş olan bir insan ve toplum için şu tesirleri görülür:
1- Ahiret inancının gösterdiği yolu tutarak aklını, ahlâkını hakîki ve müspet ilimlerle aydınlatır.
2- Bilgisizliğin doğuracağı eksikliklerin gayeye erişmesine engel olacağından korkar. ahirete iman suretiyle Yüce Allah tarafından kendisine verilen aklî kabiliyetleri, insânî özellikleri yaratıldıkları gaye uğruna harcar.
3- İnsan, bu iman sayesinde her işinde doğruluktan ayrılmaz.
4- Para kazanıp zengin olmak isterse kazancını meşru yollardan kazanır.
5- Hile ve aldatma, vurgunculuk ve rüşvet yollarına yaklaşmaz.
6- Kendi hakkını bilir, başkalarının haklarını gözetmeyi bir borç sayar.
7- Vazifelerini tam anlamıyla vaktinde ve zamanında yapar.
8- Kazancını daima yerinde ve faydalı işlerde kullanır.
9- Bir mükâfat ve ceza gününün varlığı ve herkesin bu dünyadaki işinden dolayı Allah’ın huzurunda sorguya çekilecekleri gerçeği âhirete iman etmiş olan kimselerin kalbine yer etmiş olur.
10- Milletler ve toplumlar arasındaki bağların ve ilişkilerin sağlam bir hale gelmesini kolaylaştıracak olan en büyük vasıta âhirete imandır. Bu iman fertlerin kalbinde ne kadar kuvvetli olursa, toplumlar arasındaki ilişkiler de o derece sağlam olur. Çünkü bu iman, her ferdi kendi sınırında durdurup başkasının sınırına geçirmez.
Ahirete iman, insanların kalbine barış hisleri saçan ezelî bir ruhtur. Çünkü barış hissi, adalet ve sevginin meyvesidir. Adalet ve sevgi ise güzel ahlâkın meydana getirdiği şeylerdir. Güzel ahlâk da âhirete imanının aşılamış olduğu bir özelliktir.
D) KABİR HAYATI
İnsan denilen yaratığın yaratılmasıyla başlayan ve değişik biçimlerde devam eden yaşam evreleri vardır. İlk önce ruh olarak yaratılan insanın birinci hayatı ruhlar aleminde başlar ana rahmine gelinceye kadar devam eder; ikinci hayatı, ruhlar alemindekinden farklı bir biçimde ana rahmindeki hayatı; üçüncü hayatı, ruhlar alemindekinden ve ana rahmindekinden de farklı dünyadaki hayatı; dördüncü hayatı, yine öncekilerden farklı bir biçimde kabir hayatı, beşinci ve son hayatı da ahiret hayatıdır.
İşte bir insan öldükten sonra, ahiretin kapısı olan kabir hayatına intikal eder. Kabir hayatı; kabirde vaki olacak sorularla başlar, ölünün kabrinde amellerine göre nîmetlere kavuşması veya azap olunmasıyla kıyamete kadar devam eden bir hayattır.
Dünya hayatı sona eren bir kimse ister bir kabre defnedilsin, ister denize atılsın, isterse hayvanlar tarafından cesedi parçalansın, yensin veya ateşte yansın, mutlaka Rabbinden, peygamberinden ve dîninden sorguya çekilecektir. Ölen kimseleri sorguya çekmek için Allah tarafından görevlendirilen meleklere "Münker ve Nekir" melekleri denir. Bu melekler her ölüye "Rabbin kimdir", "Dinin nedir", "Peygamberin kimdir" sorularını sorurlar. Mümin olanlar bu sorulara kolaylıkla cevap verirler ve o andan itibaren kabirleri genişler, güzelleşir ve cennet bahçelerinden bir bahçe olur.
Kâfir ve münafıklar ise bu sorulara cevap veremezler. Onları da kabirleri, kaburgalarını kırıp birbirine geçirinceye kadar sıkar. Kabirlerinden cehenneme bir pencere açılır ve hak etmiş oldukları azabı, çeşitli şekillerde çekmeye başlarlar.
Kabirdeki sual, peygamberler, buluğa ermeden önce ölen çocuklar ve yine akıl baliğ olmadan önce delirenler ile Allah'ın dilediği kimseler hariç, herkese sorulur. Nimet veya azap ise sadece hak edenleredir.
Cenab-ı Allah, ölünün bedeninde lezzet ve elemi idrak edebilecek bir çeşit hayat yaratır da ölü bu biçimde ya nimetlere kavuşur veya azap görür.
Ölü kabre girince ruhu cesedine veya bedeninin parçalarından bir kısmına sirayet eder ve ölü bu sûretle bir çeşit hayata sahip olarak kendine yöneltilen soruları anlar, lezzet ve elemi anlamaya uygun bir duruma gelir. fakat ruhun bu sirayeti ölünün tamamen harekette bulunmasını gerektirmez. Farz edelim ki, ölüye soru yöneltildiği bir anda kabri açılacak olsa, kendisinde asla bir hareket ve üzüntü görülemez.
Ahiret hayatını dünyadaki hayata tamamen kıyas etmek doğru değildir. Bunu bir örnekle açıklayabiliriz: şöyle ki: Yanımızda iki kişinin uyumakta olduğunu farz edelim. Bunlar derin bir uykuya dalmışlar, kendilerinde hiçbir kımıltı görülmüyor. şimdi bunlardan biri tatlı bir rüya görüyor; güya en sevdiği arkadaşlarıyla beraber en güzel bir bahçedeymiş gibi... Bahçeyi süsleyen çiçeklerin güzel kokularından istifade ediyor, çeşitli ağaçların meyvelerinden kopararak tatlı tatlı yiyor. Hasılı kendisi pek neşeli bir halde bulunuyor. Aksine diğeri de, pek elemli bir rüya görüyor. Adeta bir takım caniler ile beraber ızdıraba, acı çekmeye hapsedilmiş... Hapishanenin her duvarından üzerine akrepler, yılanlar, vahşi hayvanlar saldırıyor. Bu durumda bedenî ve ruhî bakımdan sahip olduğu üzüntü sonsuz. Halbuki biz bu iki insanın sakin, sessiz, uykuya dalmış, hareketsiz bir halde olduklarını görürüz. Bunların ne neşelerini, ne de elem ve ızdıraplarını göremeyiz.
İşte bunun gibi bir ölü de kabrinde ya sıkıntı ve ızdıraba düşer, kabri kendi hakkında sıkıntı ve azap yeri olur. Veya refah ve rahata erişir, kabirde cennet nimetleriyle mükâfatlandırılır ve kabri bir cennet bahçesi olur. Artık onların âlemi başka bir âlemdir. Dünyada yaşayanlar o âlemin durumlarını anlayamazlar. Ancak bu hayata iman, bu durumları anlamayı kolaylaştırır.
Kabirdeki sual, azap ve nimeti anlatan Kuranda ayet ve manaca tevatür derecesine varan hadis-i şerifler mevcuttur.
Kur'an-ı Kerimde, Fir'avn ve hanedanı hakkında, onların her gün sabah akşam ateşle azap olunduklarını haber veren şu ayet-i kerime vardır:
"Onlar, sabah akşam ateşe arz olunurlar. Kıyamet koptuğu gün de: "Fir'avn'ın hanedanını azabın en şiddetlisine sokun." (Mümin/46) denir.
Konuyla ilgili hadis-i şerifler şunlardır:
Zeyd bin Sabit (r.a.)'den yapılan sahih rivayete göre, Resülullah (s.a.v.) Efendimiz Neccar oğullarına ait bir kabristandan geçerken binmiş olduğu katır ürktü, neredeyse Resülullah düşecekti. Orada ya altı, ya beş, ya da dört kabir bulunuyordu. Bunun üzerine Efendimiz sordu: "Bu kabirde yatanları bilen var mı" Bir adam ayağa kalkarak "Ben biliyorum.." deyince, Efendimiz: "Bunlar ne zaman öldüler" diye sordu. O da "Eşrat'ta (Cahiliyette) öldüler" diye cevap verdi. Efendimiz, "Birbirinizi defnetmeyi terk endişem olmasaydı, kabir azabından işittiğimi sizin de işitmeniz için Allah'a dua edip isterdim!" buyurduktan sonra bize döndü ve: "Kabir azabından Allah'a sığının!" diye uyarıda bulundu. Biz de: "Kabir azabından Allah'a sığınırız" dedik. Sonra tekrar bize: "Cehennem azabından Allah'a sığının!" diye emretti. Biz de: "Cehennem azabından Allah'a sığınırız" dedik. Sonra "Ortaya çıkan ve çıkmayan fitnelerden Allah'a sığının!" buyurdu. Biz de: "Ortaya çıkan ve çıkmayan fitnelerden Allah'a sığınırız" dedik. Sonra, "Deccal fitnesinden Allah'a sığının!" diye emretti. Biz de: "Deccal'in fitne-sinden Allah'a sığınırız" dedik. (Müslim)
İbn-i Abbas (r.a.)den rivayet edilmiştir: Resülullah (s.a.v.) iki kabre uğradı da:
"Hiç şüphesiz, bunlar azap görüyorlar. (Gözlerinde) büyüttükleri bir şey hakkında azap görmüyorlar. Evet, o günah büyüktür. Biri (iki kişinin arasını bozmak için) söz taşırdı. Diğerine gelince, idrar(ının üzerine sıçrayıp bulaşmasın)dan sakınmazdı" buyurdu. (Buhari)
Abdullah Ibn-i Ömer (r.a)den rivayet edilmiştir: "Sizden biriniz vefat ettiğinde sabah ve akşam ona kendi makamı gösterilir: Cennet ehlinden ise, cennet ehli makamlarından bir makam; cehennem ehlinden ise, cehennem hücrelerinden bir karargâh gösterilir. Ve ona: Burası senin (ebedi) durağındır. Kıyamet günü Allah seni buraya gönderecektir, denilir." (Buhari)
E) KIYAMET
Kıyamet denilen dünyanın sonu gelmezden önce bazı garip, olağanüstü olaylar zuhur eder ki, bunlara kıyamet alâmetleri denir. Bunlar kıyametin yaklaştığının ön belirtileridir. Zira kıyametin tam kopacağı zamanı ancak Allah (c.c) bilir. Kullar, bazı alâmetlerin zuhuru ile kıyametin yaklaştığını bilebilirler. Bu alâmetlerin meydana geleceğini Peygamberimiz (s.a.v.) haber vermişlerdir.
Ancak, şunu belirtmeliyiz ki, kıyamet alâmetleri dediğimiz olayların olması, bizim bildiğimiz ve anladığımız manada olmayabilir. Yani o olaylar meydana geldiği ve alâmetler görüldüğü halde, biz onların farkında olmayabiliriz. Çünkü, kıyamet alâmeti olarak gösterilen hadiseler, çok kesin hatlarla tayin edilmiş değildir. Bundan dolayı alâmetin meydana gelişinin farkına varmamış olabiliriz. Öyleyse müslümana düşen, kıyamet alâmetlerini ve zamanını araştırmak değil, her an kıyamete hazır olmaktır. Çünkü ölümle insanın kıyameti kopacaktır. Ölümün ise geleceğini önceden haber veren alâmetleri, herkes için yoktur.
Kıyamet alâmetleri küçük ve büyük alâmetler olmak üzere iki grupta toplanır. Bu ayırış, İslâm alimleri tarafından şu iki nokta göz önünde bulundurularak yapılmıştır:
Küçük alâmet sayılanlar, insanların kendi iradelerine ve hareketlerine bağlı olanlardır. Bunlar insanların kendi fiilleri sebebiyle meydana gelen şerlerden ibarettir. Büyük olanlar ise, insan iradesine başlı olmayan alâmetlerdir.
Küçük alâmetler, zaman itibariyle daha önce meydana gelecektir. Kıyametin kopuşuna, büyüklere kıyasla daha uzaktırlar. Büyük alâmetler ise, kıyamete oldukça yakındırlar. Büyük alâmetler görüldükten sonra artık sayılı günlere girilmiş, dünya rayından çıkmış, mahvolmağa yönelmiş demektir.
F) MÜKAFAT VE CEZA
Ahiret gününe iman etmenin temelinde bu dünyada yapılanların öteki dünyada mükâfat ve ceza olarak karşılıklarının görülmesi vardır.
Yüce Allah bu konuda şöyle buyuruyor: "İşte kim zerre ağırlığınca bir hayır yaparsa onun sevabını görecek; kim de zerre ağırlığınca şer yaparsa onun cezasını görecektir." (Zilzal : 7 - 8.)
Hayat yolunda insanoğlunun üç (3) konağı vardır: Biri bu fânî âlemdir ki buna "Dünya" denir . İkincisi kabir âlemidir ki, buna "Alem-i Berzah" denir. Üçüncüsü ise, ebedî yaşayış âlemidir ki, buna da "Ahiret evi" denir.
Resûl-i Ekrem (sav)e nazil olan vahiyde üç konağın her üçünde de insanın mükâfat ve ceza göreceği bildirilmiştir. İnsan amellerinin cezasını ve mükâfatını başarısızlık ve başarı şeklinde görecektir. Sonra insan ruhu ikinci konağa geçecek; orada da insan kendi amellerinin görüntüsünü bir parça görecektir. Sonra bu mevcut dünyanın bütün işleri sona erecek, fânî âlemin bütün şekil ve görüntüsü silinip ortadan kalkacak, nihayet yeni bir âlem meydana gelecek; o zaman fânî insanlar ebediyete kavuşmak için uyanıp kalkacaklar, bütün amellerin tamamiyle karşılığını mutlaka göreceklerdir.
İnsanın ilk ceza göreceği yer bu dünyadır. Her ne kadar insanın iyilik ve fenalığının tam karşılığını öteki dünyada "Ahirete" bırakılmışsa da, yaptığı işlerin karşılığını bu dünyada da az çok görür. İnsan salih amel, iyi işler karşılığı olarak; izzet, şöhret, şan, şeref, sevgi, güven, refah, saltanat ve egemenliğe sahip olur. Aksine kötü amellerle, fena işlerle de zillet, rezalet, şerefsizlik, perişanlık, güvensizlik, korku, keder ve mahkumiyete uğrar. Yüce Allah bu hususta şöyle buyuruyor:
"Bu dünyada iyilik edenler için iyilik vardır. Ahiret yurdu ise daha iyidir. Fenalıklardan sakınanların yurdu, en güzel, en mükemmel yurttur." (Nahl / 30 )
"Allah’ın mescitlerinde, Allah’ın adının anılmasına engel olan ve onların harâb olmasına çalışanlardan daha zalim kim vardır? Aslında bunların oralara ancak korkarak girmeleri gerekir. (Başka türlü girmeğe hakları yoktur.) Bunlar için dünyada bir rezillik, âhirette de büyük bir azap vardır." (Bakara : 114.)
"... Sizden kim, dininden döner de kâfir olarak ölürse, onların yaptıkları işler dünyada da âhirette de geçersiz sayılmıştır. Onlar cehennemliktirler ve orada devamlı kalırlar." (Bakara: 217.)
G) HAŞR VE MAHŞER
Haşrin sözlük manası, toplamaktır; Mahşer de toplanılan yere denir. Terim manası ise, kıyamet gününde dirilmeyi(ba'si) müteakip mahlukatın bir araya toplanmasıdır.
Kuran’da: "Bütün insanların bir araya toplanacakları gün" (Hud / 103), olarak nitelenen haşr için, "Sizi toplanma gününde bir araya getirdiği gün, işte o, kimin aldandığının ortaya çıkacağı gündür." (Tegabün / 9) , "Onların hepsini bir gün toplarız" (Yunus / 28), "...o gün, suçluları korkudan gözleri göğermiş olarak toplarız." (Taha / 102), "Gözleri dönmüş olarak, dağılmış çekirgeler gibi, kabirlerinden çıkarlar ve çağırana doğru koşarlar." (Kamer /7-8) buyrulur.
Kıyamet günü Allah Tealâ yeryüzünü dilediği şekle sokar. Mahşer yeri, Peygamberimizin ifadesine göre: "Üzerinde hiçbir alâmet (dağ, deniz, bitki v.b.) bulunmayan, halis buğday unundan yapılmış yufka gibi beyaz ve parlak bir düzlük" (Buhari) olacaktır. Dirilişi müteakip mahlukat, hesap ve kısas için bu düzlükte toplanacak. Hesaplaşmadan sonra ise hayvanat toprak olacaktır.
Ba's (diriliş) ve haşr, bazılarının dediği gibi sadece ruh ile değil, ruh ve cesetle birlikte olacaktır. Ahiretin varlığının ispatı konusunda da işaret edildiği gibi, insanları yoktan var eden Allah'ın onları, çürüyüp toprak olduktan sonra çürümüş parçalarını bir araya toplayıp diriltmeye de gücü yeter. Üstelik konu ile ilgili ayet ve hadislerin pek çoğunda bu husus açıklanmıştır.
Kur'an-ı Kerimde: "İnsan zanneder mi ki, biz onun kemiklerini toplayıp bir araya getiremeyeceğiz. Evet biz, parmak uçlarını bile derleyip iade etmeğe kadiriz." (Kıyame / 3-4) buyurulur.
Mahşerde toplanan insanların o gün karşılaşacakları durum ve görecekleri muamelelerin, herkesin dünyadaki amellerine göre olacağı, Peygamber Efendimizin çeşitli hadislerinde haber verilmiştir. Bu konuda pek çok hadis vardır. Bunlardan bazılarında mahşerin sıkıntılı hali anlatılır; güneşin bir mil kadar yaklaştırılacağı ve bu dayanılmaz sıkıntıların, Peygamberimizin şefaati ile son bulacağı belirtilir.
H) AMEL DEFTERLERİ
Mahşerde herkes toplandıktan sonra insanlar için dünyada yazıcı melekler tarafından tutulan amel defterleri dağıtılır. Dünyada insanın yaptığı her şey, bu defterlerde bütün teferruatıyla kayıtlıdır. Unutulmamalıdır ki, bunları dünyadaki defter ve kitaplara benzetmek yanlıştır. Amel defterleri, bir kısım insanlara sağdan, diğer bir kısmına da soldan veya arkadan verilir.
Amel defterini sağdan alanlara "Ashab-ı yemin" denir ki, bunlar cennete girmeyi hak eden müminlerdir. Onların hesabı kolay ve sevinci fazla olacaktır. Sınıfını geçen örencinin karnesini alınca herkese göstermesi gibi, onlar da her önüne gelene, alın alın, kitabımı okuyun diye gösterirler.
Amel defterlerini soldan veya arkadan alanlara "Ashab-ı şimal" denir ki, bunlar, hesabı çetin olacak ve sonuçta cehenneme gidecek olanlardır. Bunlara defterleri verilirken: "Oku kitabını, bugün hesap görücü olarak sen kendine yetersin." (Isra / 14) yani defterini okuyunca hesap neticesinde nereye varacağını kendin de anlarsın, denir.
I) HESAP VE SUÂL
Mahşerde ilahi adaletin tecellisi için mahkeme kurulacak ve herkes yaptıklarından sorguya çekilecektir. Orada mutlak hakim olan Allah'ın huzurunda herkes hesap verecektir. Allah Tealâ aslında her şeyi bilmektedir. Amel defterlerini alan herkes de kendi yapıp ettiklerini en ince ayrıntılarına kadar görmüştür.
Ancak Allah Tealâ, herkese suçlarını bir bir itiraf ettirmek, azabı hakkettiğini göstermek için daha doğrusu böyle istediği için kullarını bir bir hesaba çeker. Ancak, bir anda insanlardan birinin hesaba çekilmesi, diğerlerinin hesabının görülmesine engel olmaz.
Ahirette insanların nelerden sorguya çekilecekleri bir hadis-i şerifte ana hatlarıyla açıklanır. Buna göre insan:
1- Ömrünü ne yolda tükettiğinin,
2- İlmini ne yolda kullandığının ve onunla hangi amelleri yaptığının,
3- Malını nereden kazanıp nereye harcadığının,
4- Cismini ne yolda yıprattığının hesabını mutlaka verecek, bu hesabı vermeden hiçbir yere gidemeyecektir.
Hesap ve sual esnasında, melekler tarafından tutulan amel defterleri yanında, insanın elleri, ayakları ve derilerinin de şahitlik edeceği Kuran’da bildirilmiştir. (Fussilet /19-21; Yasin / 65)
O gün, kendilerine Allah’ın bir lütfu ve dünyada yaptıklarına karşılık hesap ve sualden muaf tutulanlar da vardır.
J) MİZAN
Mizan, mahşer gününde herkesin amellerinin miktarını bildiren bir ölçüdür. Bu ölçü vasıtasıyla herkes kendi sevap ve günahının derecesini anlayacaktır. Gerçek mahiyetini sadece Allah’ın bildiği mizanın varlığı Kuran’la sabittir.
Kur'an'da bu konuda şöyle buyurulur: "Kiyamet gününde amellerin tartilmasi haktir, gerçektir. Tartilari aşir gelenler, işte onlar kurtulanlardir." (A'raf /8) "Biz kiyamet gününe mahsus adalet terazileri kuracagiz. Hiçbir kimse hiçbir Haksizliga ugratilmaz. Bir hardal tanesi kadar bile olsa, yapilani ortaya koyariz. Hesap gören olarak biz yeteriz." (Enbiya /47)
Mizan, hiçbir kimsenin en küçük amelinin dahi zayi' olmasina meydan vermeyen, tam manasiyla hakli ve adaletli bir ölçü aletidir. Herkesin ameli, mahiyetini bilmedigimiz bu aletle ölçülecektir. Iyilikleri agir gelenler cennete gönderilirler. Kötülükleri agir gelenler de cehenneme gönderilirler. Ancak cehenneme gidenlerden iman sahibi olanlar cehennemde sürekli kalmazlar. Günahlari kadar cehennemde ceza çektikten sonra cennete gönderilirler.
K) SIRAT
Lügatte yol demektir. Terim olarak sirat, cehennem üzerine kurulmuş olan son derece ince ve keskin bir köprüdür ki, herkes bunun üzerinden geçecektir. Cennete gitmek için sirattan başka yol yoktur. Ancak sirattan geçmek, geçen şahsin iradesine degil, dünyadaki yaşayişina, iman, amel, ihlâs ve ahlâkina baglidir.
Buna göre müminlerden bazilari derecelerine göre sirati göz kaymasi, şimşek, rüzgâr, kuş, yariş ati... hiziyla geçerken bazilari da zorluk çekecek veya tamamen geçemeyecektir. Kâfir ve münafiklar ise sirati geçemeyip cehenneme atilacaklardir.
Sirati ilk geçen ümmetin bizim peygamberimizin ümmeti olacagi da bu konuda gelen haberler arasindadir.
L) ŞEFAAT
Şefaat: Ahirette günahkâr olup ta cehenneme girme durumunda olan müminlerin affi, ibadet ve taat ehlinin daha büyük derecelere ulaşmasi için peygamberler ile ümmetin büyüklerinin Allah Tealâya yalvarmalaridir.
Beş çeşit şefaat vardir:
1. Şefaat-i uzma: En büyük şefaat demektir. Kiyamet günü mahşerdeki bekleyişin sona erip hesabin başlamasi için Peygamber Efendimizin bütün insanliga şefaatidir.
2. Bazi müminlerin hesap görmeden cennete girmelerini saglayan şefaat. Bu da Resülullah (s.a.v.)e mahsus olan bir şefaattir.
3. Cennette bazi müminlerin derecelerinin yükselmesi için olan şefaat
4. Günahlari sebebiyle cehenneme girecek olan müminlerin, cehenneme girmeksizin cennete girmelerini saglayan şefaat.
5. Cehenneme girmiş olan müminlerin, cezasini tam çekmeden affedilip çikarilmasi için olan şefaat.
Son üç maddede yer alan şefaate, Allah'in izniyle Peygamberimizin yaninda diger Peygamberler, ilmiyle âmil olan âlimler ve şehitler de yetkilidir.
Allah'in izni olmadan hiç kimse şefaat edemeyecegi gibi, Allah'in izin vermedigi hiç kimseye de şefaat edilmez. Şefaatte de ilâhi adalet daima gözetilir.
M) CENNET VE CEHENNEM
Ahiret hayatinda mükâfat görecek olanlarin toplanip yaşadigi yere cennet, ceza görecek olanlarin cezalarini çektikleri yere de cehennem denir.
Cennet, Allah’ın sayısız nimetleriyle doludur. Bu manayı ifade eden değişik sıfatları vardır:
1. Cennet’ün - naîm: Nîmetler bahçesi,
2. Cennet’ül - huld: Dâimî bahçe,
3. Cennet-i adn: Dâimî kalınacak bahçe,
4. Cennet’ül - me’vâ: Barınılacak bahçe,
5. Firdevs: Bahçe,
6. Ravza: Çayır, çimeni bol olan yer,
7. Dâr’ul - huld: Dâimî kalınacak yer,
8. Dâr’ul - mukâme: İkâmet olunacak yer,
9. Dâr’us - selâm: Emniyet ve selâmet yeri.
Kur’an-ı Kerimde ve Hadîs-i şeriflerde cennet çeşitli yönleriyle anlatılıyor.
Cehennem: Cehennemde cismanî ve ruhânî iki çeşit ceza vardır. Kur’an-ı Kerimde cismanî cezalar şu şekilde beyan olunmaktadır:
1- Kur’an-ı Kerimde cehennem ateşinden ve bu ateşin yakıcılığından çeşitli defalar bahsedilmiştir. O derece ki, "Nar=ateş" sanki cehennemin ikinci ismidir. Buna yakın şu ifadelerle de Kur’an’da geçmektedir: "Sair = parlayan ateş" "Azab’ül-harik = yakıcı azap".
2- Cehennemde gölge olmayacaktır. Hatta şöyle emir verilecektir: "Haydi, yalan saydığınıza doğru yürüyün. Üç kola ayrılmış gölgeye gidin ki onda gölgelik olmaz. Sizi alevlerden korumaz." (Mürselât: 29-31).
3- Cehennemde serinlik olmayacaktır. "Orada serinlik ve içecek şey tatmayacaklar." (Nebe’: 24).
4- Cehennemde rahatlık getirecek olan ölüm de toktur. Cismin ferah bulacağı hayat da yoktur. "Oraya (cehenneme) giren ne ölür ne de yaşar".
5- Cehennemde içilecek yalnız kaynar su, cerahat ve irin vardır. "Ateşte daima kalacak olanlar, bağırsaklarını parça parça eden kaynar su içenler gibidir". (Muhammet: 15)
6- Yiyecek, acı meyveler "Zakkum" vardır. "... Yoksa öyle bir zakkum ağacına konmak mı hayırlı? Biz bu ağacı zalimler için nimet kıldık. O ağaç cehennemin dibinde biter. Meyvesi yılanların başı gibidir. Onlar o ağaçtan yiyip karınlarını doyuracaklar, sonra üzerine kaynar sular içecekler, sonra dönüp gidecekleri yer cehennem olacaktır". (Saffât: 62 - 67.)
7- Yiyecek olarak vücuda hiç faydası olmayan " Kuru dikenler" vardır."Onların bütün yiyecekleri dikenden başka bir şey değildir. (Bu gıda) onları ne (doyurur), semirtir, ne de açlıktan kurtarır." (Gâşiıe:6-7.)
8- Ateşten elbiseler vardır."Kâfirler için ateşten elbiseler biçilmiştir" (Hacc: 19.)
9- Demirden oturacak yer ve yatak vardır."Onlar için demirden gürzler de vardır".
10- Boynunda halka ve zincirler vardır."Biz kâfirler için zincirler, lâleler (halkalar) alevli ateşler hazırladık". (Dehr: 4.) Bu saydığımız cismanî cezalardan başka öyle ruhânî cezalar olacaktır ki, bakanların gözleri dikilip kalacaktır. Birkaç ayetten örnek görelim: "O, Allah’ın öyle bir ateşidir ki acısı yürekleri sarar." (Hümeze:6-7) "Onlar, uğradıkları gam ve kederden (duydukları acı ızdırapdan) dolayı içinden çıkmak istedikçe yine oraya iade olunurlar (Ve kendilerine) : Yanmanın azabını tadın! denilir." (Hacc:22)
N) A'RAF
A'raf, tümsek, tepe anlamına gelir. Terim olarak "A'raf " kelimesinin hangi anlama geldiği hususunda İslâm âlimleri farklı açıklamalar yapmışlardır:
1- Bir kısım âlimlere göre "A'raf" cennetle cehennem arasında bulunan sur (=Yüksek duvar)dan bir perdenin yüksek tepeleridir.
2- Bazılarına göre ise "A'raf", mizanda iyilik ve kötülükleri, yani sevaplarıyla günahları denk geldiği için cennet veya cehenneme girmeyenlerin kaldıkları yerin adıdır. Bunlar, Allah'ın izniyle, haklarında yapılan bir şefaatle daha sonra cennete gireceklerdir.
3- Diğer bazı âlimler ise "A'raf"ın, fetret devirlerinde ölenlerle, müşriklerin çocukları ve delilerin kalacakları yer olduğunu söylemişlerdir.
Kur'an-ı Kerimde "A'raf" sûresindeki "A'raf"la ilgili ayet şu mealdedir: "İki taraf (Cennetlikler ve cehennemlikler) arasında bir perde vardır. A'raf (burçlar) üzerinde de bir takım insanlar vardır ki, her iki tarafı da (yani cennetlik ve cehennemlik olanları) simalarından tanırlar. Cennetliklere "Size selâm olsun" derler. Bunlar, henüz girmeyen fakat cenneti uman kimselerdir. Gözleri cehennemlikler yönüne çevrilince de: "Rabbimiz, bizi zalimlerle beraber bulundurma" derler." (A'raf / 46-47)
O) HAVZ-I KEVSER
Ahiret günü Allah Tealâ, Peygamberlerine birtakım havuzlar bahşedecektir. Her Peygamber, ümmetinin cenneti hak etmiş olanlarına o havzın hoş kokulu ve lezzetli suyundan içireceklerdir.
Havz-ı Kevser adı, Peygamber Efendimize verilen havzın ismidir. "(Habibim) doğrusu biz sana kevseri verdik." (Kevser/1) ayeti buna işaret eder.
Peygamber Efendimizin havzı, diğer Peygamberlerinkinden daha büyüktür. İçenleri de daha çok olacaktır. Bu havzın suyu, sütten daha beyaz ve miskten daha hoş kokuludur. O dehşetli günde müminler bu sudan içip hararetlerini teskin edecekler ve bir daha susuzluk duymayacaklardır. Peygamber Efendimiz bu konuda şöyle buyururlar: "Benim havzımın kenarları tam bir aylık yaya yolu genişliğindedir. Onun suyu sütten beyaz, kokusu miskten daha hoştur. Bardakları da gökyüzünün yıldızları gibi çoktur. Ondan içen kimse hiç susamaz
KAZA VE KADERE İMAN
A) KAZA VE KADER
Kaza ve kadere inanmak, iman esaslarından altıncısı ve sonuncusudur.
Alemdeki canlı cansız her varlığın, güneşin, ayın ve yıldızların yoktan yaratıldığını biliyoruz. Bütün bunların belirli bir düzen ve ölçüler içerisinde hareket ettiğini ve değişip durduğunu, zamanı gelince de yok olduğunu görüyoruz. Bu ince düzen bu sürekli oluş ve yaratılış bir tesadüfün eseri olamaz. İşte bütün bunları yapan sonsuz bir güç vardır ki, o da Allah’tır. Onun bilgisi dışında hiçbir şey olamaz. Başlangıçtan sonsuza kadar ne olacaksa o, hepsini bilir.
Âlemde vuku bulan, cereyan eden her şey Allah'ın kaza ve kaderiyledir. Her şey, Allah'ın ilim, irade ve kudretinin eseridir, ilâhi kanuna tabidir. Her şeyde sebepler, bir takım ölçüler mevcuttur, bütün bunlar Allah'ın kaza ve kaderine uygun olarak meydana gelir. Allah bir sebep ve hikmete uygun olarak yaratır.
Kader, bir şeyin ölçüsüdür. Her varlık bir ilâhi ölçüye bağlıdır. Âlemdeki düzen ve istikrar, devamlılık ilâhi kaza ve kaderle mümkün olmaktadır.
Rabbımızın, olacakların hepsini, önceden bilip takdir etmesine (ölçüp, biçip belirli kılmasına) KADER denir. Bu, Allah’ın ilim sıfatının sonucudur.
Yüce Allah’ın takdir ettiği şeylerin zamanı gelince, Onun tarafından yaratılıp ortaya çıkmasına ise, KAZA denir. Bu da, Allah’ın irade, kudret ve yaratma sıfatlarının sonucudur. şu halde kaza ve kadere iman, Allah’ın ilim, irade, kudret ve yaratma (Tekvîn) sıfatlarına inanmak demektir.
B) KAZA VE KADERLE İLGİLİ AYET VE HADİSLER
"şüphesiz ki biz, her şeyi bir kader (ölçü) ile yarattık." (Kamer/49),
"Allah her şeyi yaratmış ve her birine belirli bir nizam vererek, onun kaderini tayin ve takdir etmiştir." (Furkan/2),
"Yeryüzünde ve sizin başınıza gelen her hangi bir olay yoktur ki, biz onu yaratmadan önce o, kitapta bulunmasın. Doğrusu bunu bilmek Allah'a kolaydır." (Hadid/22),
"Ölümü aranızda biz tayin ettik..." (Vakıa/60),
"Bu sebeple yıllarca Medyen halkı içinde kaldın. Sonra da bir takdire göre buraya geldin ey Musa!..." (Taha/40),
Peygamber Efendimiz (s.a.v.)den Hz.Ömer (r.a.)ın rivayet ettiği, Cibril hadisi diye bilinen hadis-i şerifte, iman, İslâm ve ihsanın ne olduğunu Cebrail’e anlatırken iman konusunda şu ifadeyi kullanmıştır: "İman, Allah'a, meleklerine, kitaplarına, Peygamberlerine, ahiret gününe, kadere, hayrın ve şerrin Allah'tan olduğuna inanmaktır." (Müslim/İman),
Bu hadiste kadere inanmanın iman esaslarından olduğu açıkça belirtiliyor. Bununla birlikte ilâhi bir sır olarak kabul edilen kaza ve kader konusunda Peygamberimiz, fazla konuşulmamasını, münakaşa edilmemesini, bu konuya fazla dalınmamasını tavsiye etmiştir.
C) İRADE
Kaza ve kadere iman, insanın durumunu tespit ve tayinde büyük önem kazanır. Her şeyden önce insanın iradesinin olup olmadığı söz konusu edilir.
İrade; istek, arzu, eğilim, kast, sevgi ve benzeri anlamlara gelir. Bir sıfat olarak kabul edilir. Bu sıfatla canlı fiillerini yapar. Her hangi bir işin meydana gelmesinde irade sıfatı ilk ve en önemli rolü oynar. İrade, istek olmayınca iş meydana gelmez.
İradeyi anlamanın iki yolu vardır:
Allah'ın ve insanın iradesi,
İnsanın iradesi.
a) Allah'ın ve insanın iradesi
Allah'ın iradesinin olduğu ve bu iradenin her şeyi kuşattığı malumdur. Allah mutlak irade sahibidir. Bu ilâhi iradenin varlığına akıl ve nakil (ayet ve hadisler) şahitlik etmektedir. Âlemde hiçbir şey, Allah'ın mutlak iradesinin dışında değildir.
İlâhi iradenin her şeyde hükümran ve söz sahibi olması bakımından, Allah'ın irade ve meşietine "Külli irade" denebilir. Bu bakımdan ilâhi irade, insanın iradesini de kuşatır.
İnsanın da iradesi vardır. İnsan bazen istekli, bazen isteksiz olur; bazen bir işi yapmak ister, bazen istemez. Bunlar onun iradesinin varlığının delilidir. İnsanın bu tarzda anlaşılan iradesi, Allah'ın yüce, mutlak, tarifi imkânsız iradesinin yanında çok küçük bir iradedir. Bu bakımdan insanın bu iradesine, Allah'ın külli, mutlak iradesi yanında "Cüz'i irade" denebilir.
b) İnsanın iradesi
İnsanın iradesinin olduğu kesindir. Bu irade, insan tek başına ele alındığında bağımsızdır, hürdür, bütündür, küldür.
İnsanda ortaya çıkan hareketler iki türlüdür:
1- İhtiyarî fiiller: Yapmak ve yapmamak kulun elindedir. Kul irade-i cüziyesi ile bunu ister. Allah (c.c) da yaratır. O yüzden kul, ihtiyari fiillerden (kendi yaptığı işlerden) sorumlu olur. Okumak, ders çalışmak, namaz kılmak, içki içmek... gibi. İnsan, kendisinde bulunan ve bir bütün olarak kabul edilen iradesini kullanarak bu hareketleri yapar ve bunları kendisi için iradi fiil haline getirir. Sözgelimi insanın önünde "camiye gitmek veya gitmemek" şeklinde iki tercih bulunsa, insanın bunlardan birini tercih etmesi istense, bu taktirde insanda hem külli iradenin, hem cüz'i iradenin varlığı görülür. Söz konusu insan, camiye gidip gitmeme noktasında külli, ikisinden birini tercih ettiğinde ise cüz'i iradesini kullanma halindedir.
Gerçekte insanın hayatı sürekli bir tercihler zinciri şeklinde devam edip gitmektedir. İnsan kendisinde bulunan irade-i cüz'iyesiyle Allah'ın emirlerine uygun veya ters tercihlerde bulunur. Allah (c.c.) da kulun tercihine uygun olarak o fiilleri yapma kudreti halk eder. O fiilleri isteyen ve yapan kul, fiillerinden de sorumlu olur. Bu fiillerinde kendisi tercih yaptığından fiillerinde mecbur değildir. Böylece tercihler hayat boyu kulun amellerini oluşturur.
2- Gayr-i ihtiyarî fiiller (refleks hareketler): İnsanların kendi iradesi ve isteği olmadan sırf Allah’ın yaratması ile olan hareketlerdir: İnsanın acıkması, hasta olması, unutması ve yanılması gibi şeylerdir.
D) KAZA VE KADER KONUSUNDA GÖRÜŞLER
Kaza ve kader konusu, insan zihnini meşgul eden konuların başında gelir. Bu konuyla ilgili olarak ilk devirlerden itibaren çeşitli görüşler ortaya atılmıştır. Kaza ve kader konusunda başlıca üç görüş vardır:
a) Ehl-i Sünnetin görüşü
Ehl-i Sünnete göre insan, belli ölçülere göre hareket eden hür bir varlıktır. O, işlerini kendi irade ve ihtiyariyle yapar. Zorunlu fiiller dışında kendi isteğine bağlı olarak yaptığı işlerin emir olanlarından mükâfat, yasak olanlarından ceza görecektir. Allah'ın teklifleri, sevap ve ikabını gerektirecek işler bellidir. İnsan bunları seçme ve yapmada serbesttir.
Burada iki husus ortaya çıkmaktadır:
İnsan kendi irade ve ihtiyariyle yaptığı zorunlu olmayan fiillerden, başka bir deyimle, isteğe bağlı olarak seçimini kendi kendisinin yaptığı işlerden sorumludur. Bu fiillerin tümü teklif dairesine girer, sevap veya ikabı, mükâfat veya cezayı gerektirir.
Tek yaratıcı ancak Allah'tır. İnsanı, fiillerini ve her şeyi yaratan Allah’tır. Çünkü "Allah her şeyin yaratanıdır." (Zümer / 62), "Sizi ve işlediklerinizi yaratan Allah'tır." (Saffat / 96)
İnsanda yaratma vasfı yoktur. O, fiilini seçme hürriyetine sahiptir. İnsanın seçimine göre yaratma Allah'a aittir. İnsan ancak kâsibtir, müktesiptir, fiillerini kesb eder, kazanır.
b) Cebriyenin görüşü
Ehl-i Sünnetin dışında yer alan Cebriye'ye göre insan fiillerinde yaptığı işlerde mecburdur. İnsanın iradesi, gücü yoktur. O fiillerini zorunlu olarak yapar. İnsanın fiilleriyle münasebeti, çöpün rüzgârla olan münasebeti gibidir. Fiiller insana nispet edilir. Kulların hareketleri cansız varlıkların hareketleri gibidir. Kulun fiillerinde ihtiyar sahibi olması, mucit ve halık olmasını gerektirir. Halbuki yaratıcılık yalnız Allah'a aittir.
Bu fırka, kaza ve kaderi nazara alarak kulun fiillerini yapmada mecbur olduğu görüşünü ileri sürmüştür. Bununla Allah Tealâyı acizden tenzihe çalışırken diğer taraftan Allah Tealâya zulüm isnat etmişlerdir.
Bu görüşe göre insan, değersiz, şuursuz, akılsız, iradesiz bir varlık durumuna düşüyor. O âdeta cansız bir varlık haline geliyor. Böylece dinin, Peygamberin, kitabın, teklifin, ceza ve mükâfatın hiç bir değeri kalmıyor. Bu görüş sahipleri zaten zamanla yok olup gitmişlerdir. Ama zaman zaman hayatta aynı görüşü benimseyenlerle karşılaşmak mümkündür.
c) Mutezile’nin görüşü
Mutezile, Cebriyenin görüşünün tam tersini savunur. Mutezileye göre insan irade ve güç sahibidir ,kendi fiillerinin yaraticisidir. Onlara göre insan, kendi fiillerini yaratirsa ancak hür ve sorumlu olur, ceza ve mükâfat ancak böyle tahakkuk eder.
Mutezilenin bu konudaki görüşünde aşiriliga gittigi görülüyor. Gerçekte insan cüz'i bir irade sahibidir. Allah’ın bahşettiği bir kudretle fiillerini yapar; ama asla yaratıcı değildir, kendi fiillerinin halıkı olamaz. İnsan dilediğini seçme ve yapma hakkına sahiptir. Ama hiç bir zaman mutlak irade ve mutlak güç sahibi değildir.
Görüldüğü gibi, Ehl-i Sünnetin bu konudaki görüşü aşırılıktan uzak, Kur'an ve sünnetin ruhuna uygun orta bir yolu temsil etmektir.
E) HAYIR VE ŞER
Dinimizin, iyi, güzel ve yararlı gördüğü söz, düşünce ve davranışlara "HAYIR"; kötü, çirkin veya zararlı gördüklerine de "ŞER" denir. Dinimize göre; hayrı da, şerri de yaratan Yüce Allah’tır.
Yüce Allah hayra razıdır; fakat şerre razı değildir.Yani Rabbımız, kötülüklerimizi beğenmeyerek iyiliklerimizi ise beğenerek yaratır. Çünkü Onun bilgisi ve yaratması dışında hiçbir şey olamaz.
F) İYİYE VE DOĞRUYA YÖNELME
Bir insan, "Allah böyle takdir etmiş, ben ne yapabilirim" deyip kötü davranışlarda bulunamayacağı gibi, tembel tembel de oturamaz. Çünkü insan, cüz’î irade dediğimiz güçle, iyiyi veya kötüyü kendisi seçer. Yüce Allah, emir ve yasaklarıyla iyi ve kötü yolu göstermiş ve "İyi olana gidin, kötü olandan uzaklaşın" demiş; bu iki yoldan birini seçmekte insanı serbest bırakmıştır. İyi ve kötü yollardan birini seçmek insanın kendi isteğiyledir. Allah, insanın bu isteğine göre iyi ve kötüyü yaratır. Böyle olunca isteyen ve istemeyen insandır, yaratan ise Allah’tır. Bunun için insana, irade ve gücünü kullanarak yaptığı davranışlardan sorumlu tutulacağı, âhiret gününde niçin kötü yolu seçtiğinin sorulacağı bildirilmiştir. İradesini iyiye, doğruya yöneltip iyi ve yararlı davranışlarda bulunanlar mükâfatını görecekler, kötüye yönelip kötü ve zararlı davranışlarda bulunanlar, tövbe etmeden ölürlerse cezasını çekeceklerdir.
Kötü çirkin davranışlarda bulunanlar, dünyada da bu kötü davranışlarının cezasını görürler. Bunun için insana yaraşan iradesini iyi, doğru ve yararlı olana yönelterek güzel davranışlarda bulunmak ve bu sayede hem dünyada hem de âhirette mutlu olmaktır. Dinimizin bütün emir ve yasakları insanın cüz’î iradesine yön vermek içindir.
G) TEVEKKÜL
Bir amaca ulaşabilmek için gerekli olan bütün tedbirleri aldiktan sonra Allah’a güvenmeye ve sonrasını Ona bırakmaya "Tevekkül" denir. Meselâ: Bir çiftçi önce tarlasını zamanında sürer, tohumu eker ve gerekli bütün yapım işlerini yapar, sonra da Allah’a tevekkül eder. Yani "Takdir ne ise o olur, ben üzerime düşeni yaptim" diyebilir. Yoksa bunlarin hiç birini yapmadan "kader ne ise öyle olur, ben Allah’a güveniyorum" demek, tevekkül değil tembelliktir.
Başka bir örnek daha verelim: Meselâ, bir öğrenci derslerine hiç çalışmadan "kaderim ne ise o olur, Allah dilerse sınıfımı geçerim" diyerek işi Allah’a bırakamaz. Böyle bir davranış hem Allah’a karşi gelmek olur, hem de kader inanci ile uyuşmaz. Halbuki önce derslere en iyi şekilde çalişmak, bütün konulari ögrenmek, işi ondan sonra Allah’a bırakmak, Onun yardımını dilemek gerekir ki, işte bu tevekkül olur.
H) FERT HAYATI YÖNÜNDEN ÖNEMİ
Hayır ve şer, kaza ve kader, kâinatta olup biten şeylerin hepsi belirli kanunlar, belli sebepler ve ölçülü miktarlar dairesinde cereyan etmektedir. Allah her şeyi iradesiyle yaratır, var olan ve olup biten her şey Allah’ın bilgisi ve iradesi altındadır.
İşte kaza ve kadere, hayır ve şerre iman, bu inancın sahibini daima çalışmaya ve emek harcamaya sevk eder. Çünkü kişi önüne ne çıkacağını, ileride ne olacağını bilmediğinden kendisini çalışmaya memur bilir. Doğuşundan itibaren kişinin kaderinin ne olduğu belli değildir. O bakımdan insana çalışmak ve kaderin var olduğuna inanmak düşer.
Kadere iman, insanlar felâketlerle baş başa kaldıkları zaman bir teselli kaynağı olur. İnsan üzüntülü olduğu zaman kaza ve kadere olan imanı onun imdadına yetişir. Arzu ettiği bir şeye kavuşamadığı ve ümitlerinin arasına engeller girdiği zaman, Allah’ın takdirine olan imanı ve güveni ona destek olur, ümitsizliğe düşmez. Olanların bir ilâhî takdir gereği olduğunu bilir ve üzülmez.
Kişi işlerinde başarılı olunca sevinir. Bu sevinci ile birlikte şımarmaz. Fazla sevinçten dolayı hayat dengesini kaybedip gururlanmaz. Alçak gönüllü olmayı elden bırakmaz. Bütün bu çalışma ve gayretlerin sonunda bunların Allah’ın bir lütfü ve takdiri olduğunu hatırdan çıkarmaz. Kur’an-ı Kerîm bu hususu bize şöyle belirtiyor:
"Size yeryüzünde veya nefislerinizde bir belâ dokunmaz ki, ancak o sizi yaratmazdan önce yazılmış olmasın. Ve bu da Allah’a göre kolaydır. Bunu önceden mukadder ve yazılı olduğunu bilip elinizden çıkan (kaybettiğiniz) şeylerden dolayı üzüntüye düşmeyiniz ve elinize girenle de (kazandığınızdan dolayı) sevinip şımarmamanız için size beyan ettik. Allah övünen ve kibirlenenleri asla sevmez." ( Hadid sûresi /22 - 23. âıetler.)
Kadere iman, insanda kahramanlık ve yiğitlik duygularını kuvvetlendirir. İşlerin Allah’ın takdir ettiği gibi olacağına imanı olan kimse yılmaz ve korkmaz.
Cömertlik ve iyilik hislerini arttırır, insanı eli açık yapar. İnsan düşünür, madem ki rızklar bellidir, Allah herkesin rızkını çalışmasına, çabasına göre takdir etmiştir. Aç kalırım endişesiyle cimrilik yapmaz, cömert olur, düşkünlere yardım eder, muhtaçları ve yoksulları maddî ve manevî yönlerden destekler.
Kâinatta bütün işlerin Cenab-ı Hak’kın elinde olduğuna imanı olan kimse en güzel ahlâk sahibi olmaya çalışır. Ölümden korkmaz, her zaman hakkı, adaleti, eşitliği, insan hak ve hürriyetlerini savunur. Her ne pahasına olursa olsun, Allah’ın emirlerine uyar ve yasaklarından kaçınır.
İnsana bir felâket ve üzüntü geldiği zaman, hüzün ve kederden kendisini helâk etmez. İlâhî takdire razı olur.
Demek ki, yeryüzünde olup biten her şey, ilâhî bilgi ve takdir çerçevesindedir.
İSRA VE Mİ'RAÇ
A) İSRA VE Mİ'RACIN ANLAMI
İsra lügatte, gece yürüyüşü demektir. Miraç ise lügatte, yükseğe çıkmak ve merdiven manalarına gelir.
İslâm ıstılahında ise, Peygamber (s.a.v)in Mekke'de Mescid-i Ha-ramdan Mescid-i Aksa'ya oradan da yüce makamlara çıkartılması hadisesidir.
Miraç, hicretten bir buçuk sene evvel Recep ayının 27. gecesi vuku bulmuştur.
B) Mİ'RAÇLA İLGİLİ TANIMLAR
Konunun daha iyi anlaşılması için bazı terimler üzerinde duralım:
İsra: Yürümek demektir. Geçişli fiil olduğu için "geceleyin yürüttü" manasına gelir.
Mescid-i Haram: Kâbeyi çevreleyen ve Harem-i şerif denen mesciddir. Yeryüzünde ilk defa inşa edilen mabet budur.
Mescid-i Aksa: Kudüs’teki Beytü'l - Makdistir. Kâbeden sonra yeryüzünde yapılan ikinci mabeddir. Aksa denilmesi Kâbe'ye bir aylık mesafede bulunmasındandır. Mescid-i Aksa, Peygamberlerin toplandığı, ilâhi vahiylerin indiği mübarek bir yer olduğu için, Miraçta Peygamberimizin yol uğrağı olmuştur.
Beytü'l Mamur: Yedinci kat gökteki melekler tarafından tavaf edilen mabeddir.
Sidretü'l Münteha: Arşın sağında bir ağaçtır ki, ne melek, ne başka bir şey ondan ötesine asla geçemezler.
Refref: Mahiyetini aklımızın kavrayamayacağı bir vasıtadır.
Kaab-ı kavseyn: İki yay miktarı kadar bir mesafedir.
C) Mİ'RAÇ NE ŞEKİLDE VUKU BULMUŞTUR?
Miraç hakkında Cenab-ı Hak Kur'an-ı Kerimde şöyle buyurmaktadır:
"Bir gece, kendisine ayetlerimizden bir kısmını gösterelim diye (Muhammet) kulunu Mescid-i Haramdan, çevresini mübarek kıldığımız Mescid-i Aksa’ya götüren Allah noksan sıfatlardan münezzehtir; erçekten işitendir, görendir." (Isra suresi:1)
Miraç hadisesi Ebu Hureyre, Ebu Zer, Ebu Said-i Hudri, Enes b. Sa'saa tarafından bizzat Rasülüllah (s.a.en rivayet edilmiştir. Bu rivayetler, Buhari, Müslim ve Nesaai gibi Kütüb-ü Sitte'nin meşhur kitaplarında mevcuttur. Biz, bu değişik rivayetleri birleştirerek nakledeceğiz.
Peygamberimiz (s.a.v.), şöyle buyurmuşlardır:
"Bir gece, halam ümmü Haninin evinde (bir riva göre Kâbede) iken Cebrail (a.s.) geldi. "Ey muhterem Nebi! yarlıgayıcı olan Rabbin huzuruna varmak için kalk, melekler seni bekliyor." dedi. Göğsümü göbeğime kadar yardı. Kalbimi çıkarıp, iman dolu bir altın tasta yıkadı. Tekrar yerine koydu. Bundan sonra katırdan küçük ve merkepten büyük, beyaz renkte Burak adında bir hayvana bindirildim. Bu hayvan, her adımını, gözün görebildiği son noktaya atıyordu. Bir anda Mescid-i Aksaya geldik, Cebrail Burakı, bütün Peygamberlerin, hayvanlarını başladıkları bir halkaya başladı. Mescitte diğer Peygamberlerin ruhları temessül etti. Bize selâm verdiler. Ben de selâmlarına karşılık verdim. Cebrail bana, "Öne geç ve nebilere iki rekât namaz kıldır." dedi. Ben de imam olup namazı kıldırdım. Cebrail bana biri süt, biri şarap dolu iki kap getirdi. Ben sütü içince "yaratılışına uygun olanı seçtin." dedi. "
Ebu Said-i Hudrinin rivayetine göre, Peygamber Efendimiz şöyle devam ettiler:
"Bundan sonra bir Mi'rac (merdiven) getirildi ki, ben ondan güzel bir şey görmedim. O mi'rac, ölülerinizin, ölürken gözlerini diktikleri şeydir. Ölülerin ruhları da bu merdivenden yukarı çıkar. Cebrail beni bu merdivenden HAFAZA kapısına kadar çıkardı. yeni dünya semasına kadar bir anda geldik. Burada Cebrail, semanın açılmasını istedi ve orada şöyle bir konuşma geçti. İçerden soruldu:
- Sen kimsin?
- Ben Cebrail’im.
- Yanındaki kim?
- Muhammet (s.a.v.).
- Yaa! O, resul olarak gönderildi mi?
- Evet.
Hemen kapıyı açtılar ve beni selâmladılar. Bir de ne göreyim semayı muhafaza eden İsmail isminde müvekkel büyük bir melek yanında yetmiş bin melek ve o meleklerden her birinin yanında da yüz bin melek var.
"Bunlardan ayrılınca; bünyesi yaratılışından beri hiç değişmemiş bir adamın yanına geldim. Kendisine zürriyetinin ruhları arz edilince; mümin ruhu ise, "ne güzel, ne hoştur!.. Bunun kitabını İlliyyin'de kılın!" diyor; kâfir ruhu ise, "ne kötü ruh, ne fena rayiha!.. Bunun kitabını Siccil'de kılın" diyor."
"...'Ya Cebrail, bu kimdir' diye sorduğunda "Baban Âdemdir." diye cevap verdi. O, bana selâm verdi ve 'hoş geldin ey salih nebi, ey salih evlât" diye karşıladı."
"Burada bana Cehennem gösterildi. Orada, çeşitli şekillerde azab gören kavimler gördüm. Dudakları deve dudağı gibi bir kavim gördüm ki, başlarına birtakım memurlar konmuş, dudaklarını kesiyorlar. Bunların kim olduklarını sorunca Cebrail, yetim malı yiyenler olduklarını söyledi. Yine orada cife (pislik) yiyen zinakârlar, kendi etlerini yiyen gıybetçiler, yerlerde ve Firavun hanedanının ayakları altında çiğnenen faizciler, baş aşağı ayaklarından asılmış, zina eden ve çocuklarını öldüren kadınlar gördüm."
"Sonra ikinci semaya çıktık. Orada Yusuf (a.s) ile buluştuk. Yanında ümmetinden kendisine tabi olanlar da vardı. Yüzü ayın on dördü gibiydi. Onunla da selâmlaştık."
Peygamber Efendimiz, üçüncü semada iki teyze zade Yahya ve İsa (a.s.) ile; dördüncü semada idris (a.s) ile, beşinci semada Harun (a.s) ile ve altıncı semada Hz. Musa (a.s.) ile görüştü. Onların da hepsi "Hoş geldin ey salih kardeş, salih nebi" dediler.
Resul-i Ekrem, anlatmaya devam ediyor:
"Daha sonra yedinci semaya geçtik. Orada İbrahim (a.s) ile buluştum. Sırtını Beytü'l Mamura dayamış; beni selâmladı. "Hoş geldin ey salih nebi!.. Hoş geldin ey salih evlât" dedi. Burada bana denildi ki, "işte senin ve ümmetinin mekânı." Sonra Beytü'l Mamura girdim, içinde namaz kıldım. Bu beyti her gün yetmiş bin melek tavaf eder ve bir daha kıyamete kadar tavaf için bunlara sıra gelmez."
Peygamber Efendimiz, burayı anlatırken şu âyet-i kerimeyi okudular:
"Rabbinin askerlerinin (adedini) ancak Rabbin bilir." (el - Müddesir/31)
Peygamberimiz yedinci semada gördüklerini anlatmaya devam ediyor:
"Burayı gezerken bir ağaç gördüm ki, bir yaprağı bir ümmeti bürür. Ağacın kökünden bir memba akıyor ve ikiye ayrılıyordu. Cebrail'e bunu sorduğumda dedi ki: 'şu rahmet nehri, şu da Allah (c.c)'ın sana verdiği Kevser Havzıdır.' Rahmet nehrinde yıkandım. Geçmiş ve gelecek günahlarım affedildi. Sonra, Kevser yolunu tutarak Cennete girdim. Orada göz görmedik, kulak işitmedik, beşerin hayal ve hatırına gelemeyecek olan şeyler gördüm.
"Bundan sonra Sidretü'l Münteha'ya kadar çıktık. Sidre'den yükselince Cebrail durakladı ve 'Ya Muhammet, yemin ederim ki, ben buradan bir karış ileri geçersem yanarım. Benim buradan ileriye geçmeye takatim yoktur.' dedi."
Resul-ü Ekrem, lâhut aleminin bu en yüksek yerinde Refref denilen bir vasıta ile Allah'ın dilediği yere geldi. Bir rivayette, Peygamberimiz şöyle buyururlar:
"Sidre'den sonra öyle bir yere yükseldim ki, kaza ve kaderi yazan kalemlerin çıkardıkları sesleri duydum. Arşın altına geldiğimde, Arşın üstüne baktım; ne zaman var, ne mekân, nede cihet. Rabbimin şu lâhuti sesini işittim; 'Yaklaş ey Muhammet! Ben de Kâbe Kavseyn miktarı yaklaştım. Rabbimin ilhamı ile şunları okudum: 'Ettehiyyatü lillâhi, vessalâvatü, vettaıibatü' (En güzel tahiyye Allah'a mahsustur. Bedeni ve mali ibadetler de Ona layık ve mahsustur.) Bunun üzerine Allah (c.c) şu mukabelede bulundu: "Esselâmü aleyke eyyühennebiyyü ve rahmetullahi veberekâtühü" (Ey Nebi, selâm sana olsun, Allah'ın rahmeti ve bereketi de sana olsun. Ben tekrar; 'Esselâmü aleyna ve alâ ibadillâhissalihin, eşhedü en lâ ilâhe illallah ve eşhedü enne Muhammeden abdühü ve rasülühü' (Selâm bizim ve Allah'ın salih kullarının üzerine olsun. Ben şahadet ederim ki, Allah birdir. Ondan başka ilah yoktur. Yine şahadet ederim ki, Muhammet, Allah'ın kulu ve elçisidir.) dedim."
Rasülüllah Efendimiz, Rabbinden birçok vahiyler alarak, aynı yollardan geri döndü. Hz. Musanın yanına gelince; Hz. Musa, "Allah sana neler emretti" diye sordu. Peygamberimiz de elli vakit namazla emr olunduğunu söyledi. Hz. Musa, "Ya Rasûlâllah, elli vakit namaz çoktur. Bu, senin ümmetine aşır gelir, yapamazlar. Rabbine iltica et de hafifletsin." dedi. Bunun üzerine Hz. Muhammet (s.a.v) tekrar geri dönüp namazın hafiflemesini istedi. Önce on vakit kaldırdı. Peygamberimiz Hz. Musanın yanına gelip durumu bildirince; Hz. Musa, bunun da çok olacağını söyledi. Bu minval üzere Peygamberimiz birkaç kere geri dönerek Rabbine iltica etti. Böılece; namaz beş vakte kadar indirildi.
D) Mİ'RAÇ HADİSESİNİN MEKKEDEKI AKİSLERİ
Peygamberimiz Hz. Muhammet (s.a.v.) Mekke'ye döndüğünde, müşahedelerini anlatmaya başlayınca, Kureyşliler fitne krizlerine tutulup deli divane oldular. Kimi, Ebu Bekir (r.a)'a koşuyor; kimi, ellerini çırpıyor; imanı zayıf olanlardan irtidat edenler oluyor, bu olağanüstü mucizeyi bir türlü akıllarına sığdıramıyorlardı. Hz. Ebubekir gibi iman sahipleri ise, "Evet Mi'raç haktır. Eğer Muhammet (s.a.v.) bunları demişse, doğru söylüyor ve ben bundan daha büyüklerini de kabul ederim" diyorlardı. Hz. Ebubekir, Peygamberimizin yanına gelmiş, Miracı bizzat kendilerinden dinlemiş; Allah'ın Resulü anlattıkça, "Doğru söylüyorsun ya Resulüllah" diyerek tasdik etmiştir. Peygamberimiz de, "Sen sıddıksın ya Eba Bekir" diyerek; ona "Sıddik" unvanını vermiştir.
Cabir ve Ebu Hüreyre (r.a)nin, Resulüllah (s.a.v.)'den rivayet ettiklerine göre Peygamberimiz bu hususta şöyle buyurmuşlardır:
"Ben, sabain İsra ve Miracı anlatınca Kureyşliler beni tekzip etti. Bana, gidip geldiğim yerlerden ve Mescid-i Aksa'dan sorular sordular. Halbuki ben Mescid'i Aksa'nın hiç bir özelliğini tespit etmemiştim. Bu sebepten müşkül durumda kalıyordum. Allah (c.c.), bana Mescid-i Aksa'yı gösterdi. Ben de Kureyşlilerin bütün sorularına cevap verdim." (Müslim)
Sahih rivayetlere göre; Kureyşliler, Mescid-i Aksa'nın kapı, pencere ve cihet gibi her özelliğini soruyorlar; Peygamberimiz de teker teker cevap veriyordu. Buna rağmen buna da inanmadılar. "Biz sana Şam'dan gelmekte olan develerimizi soracağız; bize onlardan haber ver" dediler. Peygamberimiz şöyle cevap verdi: "Evet, falan kimselerin kervanına rastladım. 'Revha' isimli mevkide idi. Bir deve yitirmişler, onu arıyorlardı. Iüğleri arasında bir su kabı vardı. Susadım, o kabı alıp su içtim ve kabı yerine koydum. Geldiklerinde sorun bakalım, suyu bulabilmişler mi" O anda kervan, Peygamberimize gösterildi. O da, kervanın kemiyet ve keyfiyetine dair haber verdi ve şöyle buyurdu: "İçlerinden 'Cemel-i Evrak' (yani karam tırak beyaz bir deve) önde olarak, falan gün güneşin doğmasıyla beraber gelecekler:" Peygamberimizin haber vermiş olduğu o gün; müşrikler sabahın erken saatlerinde "Seniyye" tepesine doğru çıktılar. Güneş ne zaman doğacak da Muhammet (s.a.v.)'i yalancı çıkaracağız diye, bekliyorlardı. Derken; içlerinden birisi, "Güneş doğdu" diye haykırdı. Tam o sırada bir diğeri de, "İşte kervan geliyor, önlerinde Cemel-i Evrak, tıpkı söylediği gibi" diye bağırdı. Bu da ayrı bir mucize olmuştu. Hal böyle iken, müşrikler yine iman etmediler. "Bu açık bir sihirdir" dediler.
E) RASULÜLLAH'IN Mİ'RAÇTAKI BİNEKLERİ
Kütüb-ü Sitte ve diğer hadis kitaplarında Mi'rac hadislerinin çeşitli rivayetleri vardır. Bu hadislerde Peygamberimizin Mi'rac esnasındaki binitleri anlatılır. Âlâmî Tefsirinde Alûsî'nin nakline göre, Rasülullah'ın binitleri beş tanedir:
1- Burak: Mescid-i Haram'dan, Mescid-i Aksa'ya kadar.
2- Mi'rac (Merdiven): Mescid-i Aksa'dan dünya semasına kadar.
3- Meleklerin kanadı: Dünya semasından yedinci semaya kadar.
4- Cibril: Yedinci semadan, Sidre-i Münteha'ya kadar.
5- Refref: Sidre-i Münteha'dan Kaabe Kavseyn'e kadar.
F) PEYGAMBERİMİZE Mİ'RAÇTA VERİLEN İHSANLAR
Müslim'in rivayetine göre, Mi'raç'ta Rasülullaha üç şey verildi:
1- Her gün elli vakit sevabına denk, beş vakit namaz,
2- Bakara sûresinin son âyetleri,
3- Ümmetimden, hiç bir şeyi Allah'a ortak koşmayanlara cennet müjdesi.
Bunlardan başka Mi'raç hadisesini anlatan el-İsra suresi ile itikat, ahlâk, iktisat gibi cemiyet nizamının bel kemiği olan, milletleri huzur içinde yaşatıp mihnet, zillet ve buhrandan kurtaran şu esaslar vahiy ve tebliğ edilmiştir:
- "Allah ile beraber diğer bir ilah edinme. Sonra kınanmış ve kendi başına bırakılmış olursun." (İsra/22)
- "Rabbin kendinden başkasına kulluk etmeyin, ana-babaya iyi muamele edin, diye hükmetti." (İsra/23)
- "Hısıma, yoksula, yolda kalmışa hakkını ver. Gereksiz yere saçıp savurma" (İsra/26)
- "Zira, israf ile saçıp savuranlar, şeytanların dostlarıdırlar. şeytan ise çok nankördür." (İsra/27)
- "Eli sıkı olma! Büsbütün eli açık da olma. Sonra kınanır, (kaybettiklerinin) hasretini çeker kalırsın." (İsra/29)
- "Geçim endişesi ile çocuklarınızın canına kıymayın. Biz, onların da, sizin de rızkınızı veririz. Onları öldürmek, gerçekten büyük bir suçtur." (İsra/31)
- "Zinaya yaklaşmayın. Zira o, bir hayasızlıktır ve çok kötü bir yoldur." (İsra/32)
- "Haklı bir sebep olmadıkça Allah'ın muhterem kıldığı cana kıymayın. bir kimse zulmen öldürülürse, onun velisine (mirasçısına, hakkını alması için) yetki verdik. Ancak bu veli de kısasta ileri gitmesin. Zaten (kendisine bu yetki verilmekle) o, yardıma mazhar olmuştur." (İsra/33)
- "Yetimin malına, rüştüne erinceye kadar, tam bir iyi niyet taşımaksızın yaklaşmayın. Verdiğiniz sözü de yerine getirin. Çünkü verilen söz, sorumluluğu gerektirir." (İsra/34)
- "Ölçtüğünüz zaman tastamam ölçün ve doğru terazi ile tartın. Bu, hem daha iyidir hem de neticesi bakımından daha güzeldir." (İsra/35)
- "Hakkında bilgin bulunmayan şeyin ardına düşme. Çünkü kulak, göz ve gönül, bunların hepsi yaptığından sorumludur." (İsra/36)
- "Yeryüzünde böbürlenerek dolaşma. Çünkü sen (aşırlık ve azametinle) ne yeri yarabilir, ne de dağlarla ululuk yarışına girebilirsin." (İsra/37)
G) Mİ'RACIN HİKMETİ
Allah (c.c.), mekân ve zamandan münezzeh ve cismaniyetten beri olduğundan, Hz. Peygamber (s.a.v.)in semalara çıkarılması; (haşa) Allah ile bir makam-ı muallada buluşup şereflenmesi değildir. Böyle bir inanç yanlıştır.
"Ancak, Resul-i Ekrem (s.a.v.)in böyle yüce bir makama çıkarılması; mücerret melekût-i ilâhiyeyi temaşa etmek, birtakım hakikat ve sırlara muttali olmak ve kendisine has müstesna bir atıfet-i sübhaniyeye mazhar olmak hikmetine müstenittir." (Ö. Nasuhi Bilmen, Muvazzah İlm-i Kelâm/235)
Miraçla, Resulüllah (s.a.v.) Efendimize birçok şeyler gösterilmiştir. Bunlardan bazıları şunlardır:
Burak'a bindirilmesi, Mescid-i Aksa'yı görmesi, burada enbiyanın temessül etmesi, nebilerin makamlarını görmesi, her biriyle konuşması, cennet ve cehennemin hallerini görmesi, Sidre'yi geçip mut-i ilahiyeden nice hayret verici şeyleri müşahede etmesi. Ayrıca Mi'raç hadisesiyle imanı sağlam olanlarla imanı zayıf olanlar birbirinden ayırt edilmiştir. (Tefsir-i Allame Ebu's Suud, "Tefsir-i Kebirin kenarında" 5/544)
"...(Ve bu gece yolculuğunu) Ona (O Peygambere), ayetlerimizden bazısını gösterelim diye (yaptırdık)..." (İsra/1) ayetini izah ederken Fahruddin-i Razi Tefsir-i Kebir'inde şu hususları sıralamaktadır:
1- Cennetin mükafatları çok büyük, Cehennemin ateşi ise pek şiddetlidir. Allah (c.c.) dünyada iken Resulüne (s.a.v.) bunları gösterdi ki, kıyamet günü bunları ilk görüşü olmasın ve kıyamet günü kalbi Cennetin rağbeti, Cehennemin dehşeti ile meşgul bulunmasın. Ancak kalbi şefaatle meşgul olsun.
2- Resulüllah (s.a.v.)in Mi'raç gecesi Peygamberleri ve melekleri müşahedesi, hem kendisinin, hem de onların yükselmelerinin sebebidir.
3- Peygamberimiz, semavatın, Arş ve Kürsünün hallerini müşahede edince, bu alemin ahvali ve korkuları onun gözünde küçülür. Bu itibarla, Allah yoluna daveti ve İslam davasına çalışması, kalbinde daha da kuvvetlenir. Allah'ın düşmanlarına iltifatı kalmaz. Bütün zorluklara rağmen, cihatta sebatı sonsuz olur.
İbn Atiye gibi bazı müfessirler ise, bu ayet-i kerimeyi şöyle tefsir etmişlerdir:
"Mi'raç, sadece Peygambere ayet ve ibret göstermekten ibaret değil; aynı zamanda, Peygamberin kendini kâinata bir delil olarak göstermektir." (Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kuran Dili 5/3152)
H) Mİ'RAÇ RUH İLE Mİ, BEDEN İLE Mİ OLMUŞTUR?
Mi'racın vukuu hakkında selef ve halef ittifak etmiş oldukları halde, Mi'racın keyfiyeti, yani ne şekilde olduğu hususunda aralarında bazı ihtilaflar vardır.
Seleften Hz. Ayşe ve Hz. Muaviye, tabiundan Hasenu'l Basri ve Muhammet İbn-u İshak gibi zatlar, miracın yalnız ruhani olduğuna kail olmuşlardır. Hz. Ayşe (r.a.), "Muhammet (s.a.v)in cesedi, Mi'rac gecesi ayrılır olmadı." diyor. Muaviye (r.a.) de kendisine Mi'raç sorulunca, "Salih bir rüyadır." demiştir.
Selef ve halefin ekserisi ile cumhur-u ulema ise, Mi'racın ruh ve cesetle olduğunu kabul etmişler ve hususta kuvvetli deliller getirmişlerdir. Hz. Muaviye'nin sözünü, "Baş gözüyle görüştür"; Hz. Ayşe'nin sözünü de "Ceset ruhtan ayrılmadı, beraber Mi'raç etti." diye tevil etmişlerdir.
Gerçi, Mi'racın ruh ile olduğuna delalet eden haber vardır. Cesetle olduğuna delalet eden hadisler de vardır ve ikinci şıkkı takviye eden vesikalar daha fazladır. Bu hadisler arasında çelişki bulunmadığını belirtmek için, Fatih Sultan Mehmed'in hocalarından âlim Hızır Bey, Akait Manzumesi (Beyit 56'da)'nde şöyle demektedir:
"Mi'raç, birkaç defa vuku bulmuştur. Âlimlere göre, bu tekrar sebebiyle, hadisler arasındaki tearuz ortadan kalkar."
Yani Peygamberimizin miracı bir kere değildir. Ruhani olarak, nice kereler vaki olmuştur. Cismani olarak ise bir kere vuku bulmuştur ki, İsra suresindeki ayetin delalet ettiği mi'raç budur. Böylece hadisler arasındaki ihtilaf bertaraf olmuş olur.
I) Mİ'RACIN SÜBUT DELİLLERİ
Mi'racın vukuunu gösteren deliller hususunda Hızır Bey (55. beyitte), şöyle demektedir:
"Peygamberin Miracının, bedeni ile ve uyanıkken olduğu keyfiyeti ayetle, meşhur hadis ve haber-i ehad ile sabittir."
Meşhur âlim Aliyyü'l Kaari bu hususta şöıle demektedir:
"Mi'racın Mekke'den Mescid-i Aksa'ya kadarki kısmı kitapla sabittir. Bunu inkâr eden kâfir olur. Mescid-i Aksa'dan semaya kadarki kısmı meşhur hadislerle sabittir. Bunu inkâr eden kimse bidatçi olur. Semadan Cennete, Arşa ve Maverayı Aleme çıkış ise haber-i ehad ile sabittir. Bunu inkâr eden ise hata etmiş olur." (Aliyyü'l Kari, şerh-i Emali/20)
Allâme-i Sâni Saadettin Teftezani ise şöyle demektedir:
"Resulüllahın Miracı, uyanık halinde ve bedeni ile olmuştur. Mescid-i Haram'dan Mescid-i Aksa'ya kadar olan kısmı kitapla sabittir. Delili kesindir. Semaya kadar Mi'raç ise, meşhurdur. Semadan arşa ve diğer yerlere gitmesi ise, haber-i ehad ile sabittir." (Teftezani, şerhu'l Akait/174)
AKAİTLE İLGİLİ ÇEŞİTLİ MESELELER
A) İMAN VE AMEL YÖNÜNDEN MÜMİNLER
Müminler imanda, tevhidde eşittirler. Bu eşitlik, iman edilecek şeyler itibariyledir. Küfür ile iman, körlük ile görmek gibidir. Hiç şüphesiz gözleri görenler, görmenin kuvveti ve zayıflığı bakımından farklıdırlar. Kimi kalın bir çizgiyi görür, ince bir çizgiyi görmez. Kimi yakını iyi görür uzağı göremez. Kimi de uzağı iyi görür, yakını göremez. Bunlar görme kuvvetinde farklı iseler de hepsi de görmektedir.
Bir kimsenin, benim imanım Peygamberlerin imanı gibidir, demesi caiz değildir. Yine, benim imanım Ebubekir ve Ömer (r.a)nın imanı gibidir, demek uygun deşildir. Kelime-i Tevhidin bir kalpteki nurunu ancak Allah (c.c.) bilir. Kimi kalpteki nuru, güneş gibidir. Kimi kalpte ay, kimi kalpte yıldız, kimi kalpte bir meşale gibidir. İman kuvveti, zahiri ameli kuvvete, batini ilmi kuvvete şamildir. Bu şekilde bu nurun etkisi, dünyada ameller ve ilim üzerinde; ahirette de ahiret halleri üzerinde görülür. Bu kelimenin nuru ve mertebesi arttıkça, şüpheleri ve şehvetleri kuvvetinında yok eder; belki de öyle bir noktaya getirir ki rastladığı her şüpheyi, şehveti, günahı yakar, imha eder.
Amelde üstünlük olabilir. Müslümanlar aynı şeylere inandıkları halde, yaptıkları ameller birisinde az, diğerinde yarım, bir diğerinde daha çoktur. Biri namazlarını kılar ama zekâtını vermede kusurludur. Diğeri namaz, zekât, hac diğer yükümlülükleri de yapar. Bir başkası emredilenleri yapar; ama yasak olduğu halde faizi de almaktan kurtulamaz. İşte bunlar, hepsi mümin olma noktasında eşit, amel bakımından farklıdırlar.
B) İMAN ARTMAZ VE EKSİLMEZ
İman artmaz ve eksilmez. Çünkü, imanın noksanlaşması ancak küfrün artması ile; imanın artması da ancak küfrün noksanlaşması ile birlikte düşünülebilir. Bir şahsın, aynı anda hem mümin hem de kâfir olması nasıl düşünülebilir? Bu görüş, İmam-ı Azam Ebu Hanife ve arkadaşlarının görüşüdür.
Yine "el - Fıkhu'l - Ekber" adlı kitabında şöyle diyor: "Gök ve yer ehlinin imanı artıp eksilmez. Bütün müminler, imanda ve tevhidde derece bakımından eşit olup, amel bakımından birbirlerinden üstün olabilirler."
Şöyle bir soru sorulabilir: Cenab-ı Hak Kur'an-ı Keriminde şöyle buyuruyor:
"İmanlarını artırsınlar için..." (el-Feth / 4) Bu ve benzeri ayetler yanında Peygamber (s.a.v.) de şöyle buyuruyor:
"İman, yetmiş küsur şubedir. En üstünü, "Lailâhe illallah" demek, en aşağısı da yolda eziyet veren şeyleri kaldırıp atmaktır. Utanmak da imandan bir şubedir." (Müslim, İman)
Bu soruya şöyle karşılık verilebilir: Bu ayet ve hadislerin hükmü, sahabe hakkında geçerlidir. Çünkü Kur'an, o devirde zaman içersinde ayet ayet iniyor, onlar da her inen ayete iman ediyorlardı. Bu da onların ilk durumlarına göre imanlarını arttırmış oluyordu. Bunlar bizim hakkımızda ise geçerli değildir. Çünkü vahiy kesilmiştir.
C) AMEL İMANDAN BİR PARÇA MIDIR?
Amel imandan bir parça değildir. Eğer amel imandan bir parça olsaydı, amellerinde eksiği olan insanların imanlarının eksik olması gerekirdi. Oysa iman, bir parçadır, bölünmez, parçalanmaz; aynı zamanda artmaz.
Zira bazı Müslümanlar, beş vakit namazını kılarken cumaları ara sıra terk eder. Bazısı orucu terk eder. Bazısı zekâtı terk eder. Bunların amellerinde eksiklik vardır; ama amellerindeki eksiklikten dolayı imanlarında eksiklik yoktur. İnanılacak şeyler bir bütündür, birine inanmamak hepsine inanmamak gibidir insanı imandan çıkarır. Bu bakımdan iman eksilme ve artma kabul etmez. İmanın eksilmesi küfrün artması da olmaz. İman ile küfür bir kalpte toplanmaz.
D) AMELLERDE RİYA
Amellere riya karıştığı zaman, bu riya, o amelin Allah katındaki sevabını yok eder.
Ucub (kendini büyük görmek, ululamak) da amellerin sevabını yok eder.
"Ey iman edenler! Sadakalarınızı başa kakmak, eziyet etmek suretiyle (malını insanlara gösterişte bulunmak için harcayanlarda olduğu gibi) iptal etmeyin." (Bakara/264)
Peygamber Efendimiz (s.a.v.) de bir hadis-i şeriflerinde şöyle buyuruyor:
"Allah Tealâ, içinde zerre kadar riya bulunan bir ameli kabul etmez." (Müslim)
İmam-ı Azam (r.a) sevabının yok olacağını söylemiş; ama amellerin iptal edileceğini söylememiştir. Bu ifade ile amellerdeki seva mükâfatın önemine işaret etmişlerdir.
Ucub (ululanmak) da böyledir. Her hangi bir amele ucub karıştığı zaman, onun Allah katındaki mükâfatını ve amelini riyada olduğu gibi iptal eder. Çünkü ucub yapan kimse, Allah'ın azabından emin olur; iman ve amellerinin yok olmasından emin olup korkmaz. Allah'ın azabından emin olmaksa küfürdür.
E) İNANILACAK ŞEYLERDE PROBLEMLE KARŞILAŞAN KİMSE NE YAPAR?
İnsan, tevhit ilminin inceliklerinden herhangi bir şey üzerinde güçlük ile karşılaşınca o zaman, sorup öğreneceği bir âlim kişiyi bulana kadar Allah katında doğrusu hangisi ise ona inanması gerekir. Yani "Allah katında doğrusu hangisi ise ona inanıyorum" demesi gerekir. Fakat böyle bir âlim arayıp bulma işini tehir etmesi caiz değildir. Çünkü bu mesele kişinin bilmesi farz olan meseledir. Bu da iman ve imanın yok olması bilgisidir. Bu konuda, durup beklemekten dolayı özürlü kabul edilmez. Eşer şüpheye düşerek sormaz da beklerse, o taktirde kâfir olur. Zira beklemek, inanılması gerekli bir meseleyi tasdik etmeye engeldir. "Allah'a inandım, inanılması gerekli olan şeylere de inandım" derse, bu söz ile, icmali (kısa) iman gerçekleşmiş olur.
F) RU'YETULLAH (ALLAH'I GÖRMEK)
Allah Tealâ ahirette görülecektir. Müminler, Allah'ı cennette baş gözü ile keyfiyetsiz, bir şeye benzem, arada bir mesafe bulunmadan göreceklerdir.
Müminler, cennette oldukları halde Allah'ı göreceklerdir. Bu konu ile ilgili olarak Rasülullah (s.a.v.) şöyle buyuruyor:
"Cennet ehli cennete girdiği zaman Allah Tealâ: "Bir şey istiyor musunuz? Size nimetlerimi artırayım." buyuracak. Cennet ehli de: "Yüzlerimizi beyaz kılmadın mı, bizi cennete koymadın mı?" diyecekler. Allah Tealâ da: "Evet" buyuracak. Bundan sonra, Allah ile aralarındaki perde açılacak, müminler Allah'ın yüzüne bakacaklar. Cennet ehline, Rablerine bakmadan daha büyük bir nimet verilmemiştir. Bundan sonra Rasülullah (s.a.v.):
"İyilik yapanlara, daima yaptıklarının daha iyisi azlası verilir." (Yunus / 26) ayetini okumuştur." (Müslim, K. İman)
Bu konuda Kur'an'dan delilimiz şu ayettir:
"O günde yüzler, parlak olduğu halde Rabbine bakacaktır." (Kıyame / 22)
Allah'a yakınlık ve uzaklık keyfiyetsizdir.
Allah'a uzaklık ve yakınlık, mesafe uzaklığı ve yakınlığı yönünden değil, belki keramet (üstünlük) ve zillet (önemsizlik) bakımındandır. Allah'a itaat eden kişi keyfiyetsiz olarak ona yakın, isyan eden kişi de yine keyfiyetsiz olarak ondan uzaklaşır.
Mesafe yönünden uzaklık veya yakınlık, varlığı kendinden olmayan ve bir yer ve yönde yerleşmiş olan yaratıklar hakkında düşünülebilir. Allah Tealâ ise mekândan, mekâna yerleşmekten ve bir yönde bulunmaktan münezzehtir.
Allah Tealâ'ya yakınlık ve uzaklıktan kasıt şudur: Kulun Allah'a yakın olması, kendi üstünlüğü, iyilik ve üstünlüğünün eseridir. Bunun gibi Allah'tan uzak olması, kendi zilleti, önemsizliği ve noksanlığındandır.
G) BÜYÜK GÜNAH İŞLEYEN DİNDEN ÇIKMAZ
Allah'a karşı büyük günah işleyen kimse, kâfir olmaz. Kul, işlediği günahla Allah itaatten çıkmış, isyan etmiştir. Ancak, imandan çıkmamıştır. Zira iman, ikrar ve tasdikten ibarettir. İkrar ve tasdik ise bakidir. Dolayısıyla iman devam eder. Ancak işlenen günah, küfrü gerektiriyorsa, o taktirde iman yok olabilir. Çünkü küfür imanı yok edicidir.
Günahkâr kullar eğer iman ile gitmişlerse, cehennemde günahları kadar yanacaklar; sonra da imanları sebebiyle cennete gireceklerdir.
O bakımdan bazı haramları işleyen din kardeşlerimizi hor görmemeli, onlara dinden çıkmış gözüyle bakmamalıyız. Bir din kardeşi olarak onların da o günah bataklığından kurtulmaları için yardım etmeliyiz.
H) TEVBE VE ŞARTLARI
Tevbenin kabulü, günahkârın cezasını düşürmek; aklen Allah Tealânın yapması gereken vacip bir vazife değildir. Bu, bilâkis onun merhametindendir, lütfundandır. Kabulü konusunda ise, kabul edileceği umulur; muhakkak kabul olunur denilemez. Bu konuda "Allah dilediğinin tevbesini kabul eder" (Tevbe/15) mealindeki ayet bize bunu anlatmaktadır.
Buna bir örnek, Peygamberimizle savaşa katılmayan kişiler samimi olarak tevbe etmişlerdi; fakat tevbeler hemen kabul edilmedi. Peygamber (s.a.v.)in onların kalplerinde olanı bilmediği ve Allah (c.c.)nun onlar hakkındaki hükümde bağımsızlığına saygılı olmasından dolayı onlar hakkında kendi başına bir hüküm vermedi. Allah'tan hüküm gelmesini bekledi. Allah (c.c)nun bu hükmü açıklamayı geciktirmiş olması, onları bir daha böyle bir işe dönmekten menetmek için olsa gerektir.
Küfürden dolayı yapılan tevbeböyle değildir. Bu tür tevbeler kesinlikle kabul edilir. Sahabe ve selef alimleri bunu söylüyorlar.
Ehl-i Sünnet âlimleri, tevbe edenin tevbesinin kabulünün kesin olmadığını söylemeleri şundandır: Tevbe, şartlarına uygun yapıldığı konusunda kesin bir bilginin bulunmadığından dolayıdır. Zira şartları tam olmayan tevbeler çoktur.
Kur'an-ı Kerim'de "İnsanlardan bir kısmı inanmadıkları halde Allah'a ve ahiret gününe inandık, derler." (Bakara/8)
Yine, "Allah tevbeleri kabul eder ve sadakaları (zekât ve öşür) alır" (şura/25) Allah Tealanın verdiği haber hak ve doğrudur. Bunu inkâr etmek küfürdür.
Peygamber (s.a.v) de şöyle buyurmuşlardır: "Günahlarından tevbe eden günahsız gibidir." (Ibn-i Mace)
İşlediği büyük günahlardan birine tevbe etse, tevbesi kabul edilir. Tevbe ettiği günahlardan ötürü azab edilmez.
Büyük günahlardan tevbe etmek, küçük günahlardan tevbe etme ıerine geçmez. Ehl-i Sünnette göre, büyük günahlardan tevbe eden küşinin küçük günahlardan azab edilmesi caizdir.
Haricilere göre ise, tevbesiz öldüğü taktirde Allah'a karşı isyan eden kişi, bu isyanı ister küçük olsun ister büyük olsun, kâfirdir. Cehennemde devamlı kalacaktır.
Mutezileye göre, işlediği günah büyük ise imandan çıkar; ama küfre girmez. Ancak böyle bir günahkâr, cehennemde devamlı kalacaktır. Büyük günahlardan kaçınmışsa, işlediği günah küçükse bundan ötürü müminin azab edilmesi caiz değildir. Eğer küçüklerle beraber, büyük günahları da işlemişse, o taktirde küçükler de affedilmez.
Onların bütün bu görüşlerine cevap olarak şu ayet-i kerime vardır: "Allah şirkten başka bütün günahları dilediği kimseler için mağfiret eder." (Nisa/48) Bu ayette, Allah Tealânın bazı günahkârların günahlarını tevbesiz olarak affedeceği işareti vardır.
Tevbenin şartları:
1- İşlediği günaha son vermek,
2- İşlediğine pişman olmak,
3- Artık o günaha dönmemeye azmetmek,
Eğer işlediği günah Allah'la kul arasında ise bu üç şart aranır. İşlediği günah kul hakkı ile ilgili ise şu şart da vardır:
4- Kul hakkından kurtulmak.
I) SAHABENİN FAZİLET SIRALAMASI
Peygamber (s.a.v)in ashabının en faziletlileri hulefa-i raşidindir. Onların da fazileti hilâfet sıralarına göredir. Sonra da cennetle müjdelenmiş on sahabenin diğerleri, sonra Bedir ashabı, Uhud ashabı, Hudeybiıede Bey'atü' ridvan ashabı ve diğer sahabeler fazilette dereceye girerler.
J) SİHİR VE NAZAR
Sihir ve nazar haktır, vardır. Peygamber (s.a.v): "Nazar haktır" (Ebu Davud, Ibn-i Mace) buyurmuşlardır. Bir başka rivayette "Nazarın insanı mezara, deveyi de tencereye dolduracağı" ifade edilmiştir. Bir başka rivayette "Sihrin de hak olduğu" ifade edilmiştir. Falak suresinde de sihrin şerrinden Allah'a sığınmak gereği üzerinde durulur.
İmam-ı Maturidi, sihrin her çeşidinin küfür olmadığını belirtmiştir. Eğer inanılması gereken şeylerden bir şey inkâr ediliyorsa, küfürdür; inkâr eiyorsa küfür değildir. Eğer bir kişinin helâki, hastalanması, karı kocayı ayırma gibi büyüler küfür değildir. Ancak büyük günahtır.
Sihir yapan, kadın erkek büyücünün hükmü öldürülmektir. Çünkü bunlar fesat ve kötülük için çalışmaktadırlar. Küfür olan sihri yapan büyücülerdense sadece erkek olan katledilir, kadın katledilmez.
K) LEVH-İ MAHFUZDAKİ YAZI DEĞİŞİR Mİ?
Yüce Allah Kur'an-ı Kerim'de: "Allah dilediğini siler, dilediğini de sabit kılar. Kitabın anası onun katındadır." (Ra'd) buyurarak günah işleyip de tevbe edenlerin günahını bağışlayacağını, tevbeyi ise sabit kılacağını ifade etmişlerdir.
Levh-i mahfuzda yazılanlar kulun sıfatıdır. Kul için bir halden diğer bir hale geçmek mümkündür. Bu sebeple kulun sıfatı değişir. Fakat Allah'ın kaza ve kaderi asla değişmez. Çünkü kaza hükmedenin sıfatıdır. Hükmedilen şey ise Levh-i mahfuzda yazılı bulunan şeydir.
Eş'ariler, Levh-i mahfuzda bulunan yazının değişmeyeceği görüşündedirler.
L) ALLAH ARŞA İSTİVA ETMİŞTİR
Kerramiye ve Müşebbihe taifesi, "Allah Tealâ, mekân yönünden Arş üzerinde yükselmiştir;ın ise yerleştiği bir karargâhı vardır, derler. Bunlar Allah Tealâyı inmek, binmek, gitmek ve gelmekle vasıflandırırlar.O bir cisimdir; fakat diğer cisimler gibi değildir." derler. Allah onların bu söylediklerinden beridir. Onlar, şu ayeti delil getirirler:
"Allah, Arşın üzerine istiva etmiştir." (Taha/5)
Ancak biz, şöyle diyoruz: Arş yok idi, o Allah'ın yaratması ile var oldu. O, ya Allah'ın büyüklüğünü göstermek için yaratıldı veya oturmak için. Üzerinde oturmak için yaratılmıştır demek caiz değildir. Çünkü, bir mahluka muhtaç olan varlık, yaratıcı olamaz. Bu ihtimal çürütülünce sıra gelir ikinci ihtimale. Bu ihtimal de Arşın üzerinde yükselmesinin yarattıkları üzerine büyüklük ve hükümranlığıdır. Allah'ın ise buna ihtiyacı yoktur.
Sonra, istivanın manası, idare ve hükümranlık yönünden yükselmektir. Zira her şey Arşın hükmü ve kudreti altındadır. Arş da Allah'ın kudret ve hükmü altındadır. Bu mesele, "Falanca, tahtın üzerine çıkıp ayaklarını uzattı." sözü gibi olur. Bu sözden, idare ve hükümranlığın o kimseye ait olduğunu ve bu işlerde kendisi ile çekişecek kimsenin bulunmadığını kastederler.
Nitekim bu manayı te'yid etmek için Allah Tealâ bir başka âyette şöyle buyuruyor:
"Rabbınız öyle bir Allah'tır ki, gökleri ve yeri yedi günde yarattı. Sonra Arş üzerine çıktı ve işleri oradan idare ediyor." (Yunus/3)
M) MÜTEŞABİH AYETLER TEVİL EDİLMEDEN KABUL EDİLİR
Kur'anda zikredildiği üzere Allah Tealânın eli, yüzü ve nefsi vardır. Allah Tealâ bu konularda şöyle buyuruyor:
"Allah'ın eli kulların ellerinin üstündedir." (Feth/10)
"Sadece Rabbinin yüzü bakidir." (Rahman/27);
İsa (a.s.)dan hikâyeten:
"Benim nefsimdekini bilirsin; fakat ben senin nefsinde bulunanı bilmem." (Maide/116)
Allah'ın, kitabında zikrettiği bu sıfatlar, keyfiyetsiz sıfatlar olup, aslı bilinmekte, fakat vasfı bilinmemektedir. Bilinen asıl, teşabüh ve vasfını anlamaktan aciz olmak sebebiyle batıl olmaz. Bu konuda Imam-ı Ahmed b. Hanbel'in şöyle dediği rivayet edilmiştir: "Bu sıfatların keyfiyeti meçhul olup, onların nasıl olduklarından bahsetmek ise bid'attir."
Yukarıda zikredilen sıfatları, elden maksat, Allah'ın kudreti, yahut nimeti tarzında te'vil etmek, Allah'ın sıfatlarını iptal etmektir. Allah'ın sıfatlarını iptal etmek ise Mu'tezile ve Kaderiye taifesinin görüşüdür. Lâkin Allah'ın eli, keyfiyetsiz olarak sıfatıdır. Allah'ın gazap ve rızası da keyfiyetsiz olarak Allah'ın sıfatlarıdır. Yani bunların nasıl olduğunu biz bilemeyiz; ancak Allah kendisi bilir.
Nasslarda yer alan el, yüz, istiva... gibi sözcükler tevil edilemez. Çünkü Cenabı Allah bu kelimeleri özellikle kullanmış, bunların yerine; kudret, nimet, görme ve istilâ kelimelerini zikretmemiştir. Doğrusu Cenabı Allah el kelimesinden nimet ve kudret gibi iki manadan başkasını kastetmiştir. Bu sıfatlar, Allah hakkında müteşabih sıfatlardır. Cumhur-u Selefin görüşü budur. Onlar ayetlerde kesin bilinen aslı ispat ettiler, sıfatların müteşabih olan keyfiyeti konusunda sustular. Bununla beraber sıfatların keyfiyetini aramakla meşgul olmayı caiz görmediler. Nitekim Yüce Allah, gerçek bilgi sahiplerini şu şekilde vasıflandırmaktadır:
"İşte kalplerinde şüphe bulunanlar, fitne aramak ve te'viline gitmek için Kur'an'ın müteşabih âyetlerine uyarlar. Halbuki o müteşabihin te'vilini yalnız Allah bilir. Derin ilme sahip olanlar ise: Biz ona inandık; açık ve kapalı bütün ayetler Rabbimiz tarafındandır, derler. Bunları ancak aklı tam olanlar iyice düşünür" (Al-i Imran/7)
KÜFRÜ GEREKTİREN ŞEYLER
A) İMAN VE KÜFÜR
İman ve küfür birbirinin zıddı iki kavramdır. İman, inanmak, tasdik etmek, kabul etmek anlamına gelirken; küfür, inkâr etmek, kabul etmemek anlamına gelir. İman, "Kelime-i şahadet" denilen birkaç kelimeyi kabul ederek söylemekle olduğu gibi, küfür de imana ters düşecek, inkâr sayılacak bir inanışa sahip olmak, bu manada bir söz söylemek veya bu anlamda bir davranışta bulunmakla olur. Diğer bir ifadeyle küfür, imanı bir çırpıda sıfırlayan, yok eden bir kavramdır.
Bu bakımdan her Müslüman, imanını zedeleyecek, tehlikeye düşürecek hatta bozacak inanış, söz ve davranışlardan kendini korumalıdır. İmansız amelin de bir kıymeti olmaz. Zira iman, amellerin geçerlilik damgasıdır. İman olmayınca ömür boyu yapılan bütün iyi ameller geçersiz kalır. İmansız olarak ahirete giden kişi ebediyen cehennemde kalır. O yüzden her mümin, ömrünün sonuna kadar imanını muhafaza etmeli ve ahirete iman ile gitmek için çabalamalıdır.
Bunu yapabilmek için de imanı bozabilecek şeyleri iyi bilmek gerekir. Kişi zararlı şeyleri bilirse korunabilir. Bilinmeyen zararlardan korunmak mümkün olmaz.
Küfrü gerektiren şeyleri üç başlık altında topladık. Bunlar İslâm âlimleri arasında ittifakla kabul edilmiş şeyler değildir. Kuvvetli görüşler esas alınarak derlenmeye çalışılmış, kaynaklar belirtilmiştir. Ancak imanı ve ameli bir anda yok etme tehlikesi olan bu şeylerden kaçınmak en akıllıca bir davranış olacaktır.
Küfrü gerektiren şeyleri içinden geçirmek küfür değildir. Bunlar şeytanın hatırlatmaları, çaba ve gayretleridir(Vesvese). Bu hilelere aldanmamak için dikkatli olmak gerekir.
Bir kimse bilmeyerek küfrü gerektirecek bir söz söylese, tercih edilen görüşe göre küfre girmez. Bilmediğinden dolayı mazurdur.
Küfür, tekfir konusunda akait kitaplarında "Ehl-i kıble tekfir edilemez" sözü geçer. Kişi kıbleye yöneldiği ve namaz kıldığı için elbette tekfir edilemez. Ancak küfrü gerektiren inanış, söz ve davranışlar sebebiyle kendi kendini küfre götürmüş olur.
B) KÜFRÜ GEREKTİREN İNANIŞLAR
Nassları reddetmek, inanmamak küfürdür. İman bir bütündür. İnanılacak şeylerden birini inkâr, tamamını inkâr olur.
İster büyük, ister küçük olsun, haramı helâl saymak, küfürdür. Meselâ faizi helâl saymak, onu kendi alın terinin karşılığı görme gibi bahanelerle zararsız kabul etmek, küfürdür.
Allah Tealânın rahmetinden ümidi kesmek, küfürdür. Cenab-ı Hak bu hususta şöyle buyurmuştur: "...Hakikat şudur ki, kâfirler güruhundan başkası Allah'ın rahmetinden ümidini kesmez." (Yusuf / 87),
Allah'ın azabından emin olmak, küfürdür. Zira Allah Tealâ buyurmaktadır ki: "...Allah'ın tuzağından (onlara mühlet verip de sonra ansızın yakalamasından) emin mi oldular. Fakat ziyana uğrayan topluluktan başkası, Allah'ın (böyle) mühlet vermesinden emin olmaz." (A'raf / 99),
Gaybdan haber verdiğini iddia eden kâhinin, falcının sözlerini tasdik etmek inanmak, küfürdür. Gelecekte ne olacağını bilmek ancak Allah'a mahsustur. Bazı insanlar cinlerden haber alarak gelecekte nelerin olacağını, kişilerin başına nelerin geleceğini bildiklerini iddia ederler. Yüce Allah Kur'an-ı Kerimde şöyle buyuruyor: "De ki: Göklerde ve yerde Allah'tan başka kimse gaybı bilmez..." (Neml / 65) Peygamberimiz (s.a.v.) de şöyle buyurmuştur: "Kim, bir kâhine gelir ve onun söylediklerini tasdik ederse; Allah'ın (c.c.), Hz. Muhammet (s.a.v.)e indirmiş olduklarını inkâr ile küfre girmiş olur." (Müslim, Ebu Davud)
C) KÜFRÜ GEREKTİREN SÖZLER
1- Kitap ve sünneti zahirlerinden vazgeçip batın ehlinin iddia ettiği batini manalara sapmak. Kur'an ve sünnetin manası gizlidir bunu ancak üstat bilir, demek gibi. (Nesefi Akaiti /211)
2- Şeriatla, dinle alay etmek, sövmek, küfürdür. Çünkü bu hal, onun inanmadığını gösterir. (a.g.e. /211)
3- Fıkıh, tefsir, hadis, akait gibi ilimlerle alay etmek, küfürdür.
4- İslâm alimlerine hakaret etmek, alay etmek, küfürdür. (Mecmau'l Enhur, 1/703)
5- Cebrail, Aliye gidecekken yanlışlıkla vahyi Muhammet (s.a.v)e götürdü demek,Rafizilerin dediği gibi.
6- Ashaptan veya diğer müminlerden birine küfür isnat etmek. O h elde kesin bilgi ve belge olmadıkça müminler bu gibi sözlerden kaçınmalıdırlar.
7- Peygambere sövmek, (Bezzaziye)
8- Müslüman'ı gayr-i Müslime benzetmek. Kelime-i şahadet getiren her insan müslümandır. Günahından dolayı bir müslümanı, Yahudi veya Hıristiyan'a benzetmek asla doğru değildir.
9- "Kur'anın her dediğini yapacak olursak ekmek yiyemeyiz" demek. Bu söz, itikadsızlığın ve Allah'a güvensizliğin açık bir ifadesidir. Kur'an'ın bir kısmını kabul edip bir kısmını kabul etmemektir.
10- Bir müslümana kâfir demek. Bunu sövmek amacıyla söylüyorsa, büyük günah işlemiş olur. Yok eğer o kişinin kâfir olduğuna inanarak söyüyorsa, kendisi kâfir olur.
11- Hac, oruç gibi ibadetleri beğenmemek,
12- Namaz ibadetini çoğumsamak,
13- Harama besmele çekmek. İçki içerken, zina ederken besmele çekmek gibi.
14- Allah kelâmına (Kur'ana) mahluk demek, küfürdür.
D) KÜFRÜ GEREKTİREN DAVRANIŞLAR
1- Abdestsiz namaz kılmak,
2- Kıbleden başka bir yere yönelerek namaz kılmak, (Şerh-i Fıkhı Ekber, Aliyyü'l Kaari)
3- Gayr-i Müslimlerin bayramlarını kutlamak, o günde yaptıkları yemeği pişirmek, (Mec. Enhur, 1/706)
4- Küfrü gerektiren söze gülmek, Söyleyen kimse çok komikse veya güldürücü bir biçimde söylenmişse, küfür değil günahtır. O bakımdan tevbe edilmelidir. Dinde küfre rıza küfürdür, kaidesi vardır.
5- Gayr-i Müslimlerin dini alâmetleri sayılan şeyleri giymek, din adamlarının giysilerini, şapkalarını giymek, haç takmak, zünnar takmak gibi. (Bezzaziye 6/332)
E) ELFAZ-I KÜFRÜ SÖYLEYENİN HÜKMÜ
Küfrü gerektiren sözler ittifakla küfrü gerektiriyorsa, yapılan bütün ameller boşa gider. Tevbe eder Kelime-i şahadet getirerek Islâma dönerse haccını iade eder, nikâhını tazeler.
Küfrü gerektiren söz ihtilâflı ise; o söylediğinden dönerek ihtiyaten tevbe etmek ve nikâh tazelemekle emrolunur.
Küfrü gerektiren söz hata ile söylenmişse, küfrü gerektirmez. Onu hata ile söyleyen mümindir. Nikâh tazelemesi gerekmez; ancak istiğfar ederek o sözden dönmesi gerekir.
Buraya kadar nikâhın tazelenmesi konusunda söylediklerimiz, erkek küfür söz söylediği zamandır. Küfrü gerektiren sözü, zevce söylemişse; nikâhın bozulması konusunda ihtilâf vardır. Buhara alimlerinin çoğu, nikâhın bozulacağını ve erkeğin velev bir dinar karşılığında da olsa nikâhı yenilemeye mecbur edileceğini söylemişlerdir.
Bu sözleri şaka veya oyun yaparak söylerse; bütün alimlerce küfürdür. Hata ile veya zorlanarak söylerse; bütün alimlerce küfür değildir. Bilerek ve kasten söylemişse; bütün alimlerce küfürdür.
İsteyerek söyler; ama küfür olduğunu bilmezse, bu konuda ihtilâf vardır. Birinci görüş, mümkün olduğunca müslümanın küfrüne hükmolunmaz, sözü iyiye yorumlanır. İkinci görüş, eğer söylediği sözün küfür olduğuna inanmıyor veya küfür olduğunu bilmiyorsa ve bunu isteyerek söylemişse, bütün alimlerce küfre girer, bilmemek mazeret değildir. (Mecmau'l - Enhur, 1/688)
Küfür sözler kişinin amellerini bir anda yok edecek kadar tehlikelidir.