Hacı Ömer Çelebi
Altan Tan
Nisan selamete insan" der, Kürtler. Uzun ve zahmetli kış aylarından sonra baharın müjdecisi Nisan bir kurtuluştur onlar için.
Nisan ayında Mardin ovasını gördünüz mü hiç? Görmediyseniz çok yazık. Mardin Kalesi'nden seyrine doyum olmaz. Cizre'den Harran'a kadar yemyeşil bir halı gibidir ova. Sisli havalarda denize benzer. Göz alabildiğine düzlük Suriye sınırını aşar ufuk çizgisiyle kesişir, gider de gider.
Bütün kışı orada Berriye'de geçiren Ko-çer aşiretler yavaş yavaş göç hazırlığına başlarlar, Zazan'a doğru. Bingöl, Bitlis dağları; Parvari, Eruh yaylaları gözlerinde tüt-meye başlar çobanların. Şarkılar söylenir Şerafeddin Dağları üzerine. Kavallar "Le le Berivane"yi çalar. Hayat Zazan'la Berriye arasında bir kara sevdadır onlar için. Ömer-yan Dağları'nda bademler çiçek açar bu mevsimde. Eller açılır Mevla'ya ve gözler umutla rahmet bulutlarını arar gökyüzünde.
Her yağmurdan sonra mis gibi toprak kokusu kaplar ortalığı.
Sırtını dağa yaslamış Mardin, önündeki uçsuz bucaksız ovaya gün görmüş, devran geçirmiş yaşlı bir aşiret şeyhi gibi bakar.
Düşler kurar. Kimbilir neler geçirir aklından? Pers İmparatoru Dara ile Makedonyalı Büyük İskender'in savaşlarını mı? Veya o kadar eskilere gitmeden Şammar aşireti ile Milli'lerin bitmek tükenmek bilmeyen kavgalarını mı? Yoksa Ceylanpınar'ın yolunu şaşıran ürkek ceylanlarını mı özler, bilinmez.
Uzaklardan bir udla kanun sesi duyulur derinden derine. Mehtaplı gecelerde kanun taksimi yapılır. Reyhaniye çalınır ve "kirpikleri ok gibi" Mardin güzelleri raks ederler kına gecelerinde. Kermo Zeyıd'le Turne Maksi'nin gazelleri yürekler yakar.
Kikan ve Haleciler'in köyleri görülür uzakta... Gövde gövde kuzular başlarıyla birlikte konulur bakır sinilerdeki pilavların üstüne. Sade yağla pirinç Karejdağ'dan gelir ve kahve mırra eksik edilmez divanlarından.
Hacı Kermo Zaif Zade Hacı Ömer Çelebi, binlerce yıllık Mardin'in koca bilgesi bu
mevsimde sabah namazından sonra yatmaz, sırtını dağa yaslamış muhteşem konağının geniş balkonuna çıkar güneşin ilk ışıkları kemiklerini ısıtıncaya kadar deniz gibi ovayı seyrederek huzur bulurdu.
Ömrünün bu son deminde bahar güneşi gençlik aşısı gibi gelirdi yaşlı bedenine.
O sabah da kahvesini ağır ağır yudumlarken koca bir ömrü nasıl geçirdiğini düşünüyordu. Kan davaları, savaşlar, barışlar, sürgünler, düğünler, taziyeler, acı ve tatlı günler bir film şeridi gibi geçmeye başladı gözlerinin önünden.
Deyrızzor'daki aşiretinin Fırat kenarındaki özgür günleri, Osmanlı'yla çatışmaları ve 1647'de Mardin'e sürgün edilmeleri ve daha neler neler...
Sürgün fermanlarını tebliğ ederken ağlayan Deyrızzor mutasarrıfına büyük dedesinin Arapça "Niye ağlıyorsun, çok üzülü-yorsan gitmeyelim" demesine karşılık mutasarrıfın "Yok yok aman kalmayın, iki se-bebten ağlıyorum. Birincisi sizden kurtulduğum için sevincimden, ikincisi de başı sizle belaya girecek olan Mardin mutasarrıfının haline acıdığımdan" demesini hatırlayınca gülümsedi.
Yok canım o kadar da değil. İki yüzyıldan fazla oldu Mardin'e geleli. Kime ne zararımız dokundu ki faydadan başka. Mutasarrıf efendi latife yapmış herhalde, diye geçirdi içinden. Kahvem bitmeden bir cigara sarayım. Cigara ile kahve leyla ile mecnun gibidirler. Mübarekler, iki sevgiliyi ayırmamak lazım, dedi mırıldanarak.
Midyat işi işlemeli gümüş tabakasını açtı. Kehribar gibi Gurs tütününü önce kokla-dı sonra usta bir sanatkar inceliğiyle ince parmaklarıyla sardı, tükürükledi, yaktı, tüt-türmeye başladı.
Çok belalar çok musibetler gördüm. Her sıkıntının arkasından bir ferahlık geldi çok şükür. Rabbim evlatlar, torunlar, mal-mülk, dost-ahbap, hepsinden önemlisi şeref, itibar herşey verdi diye geçirdi içinden.
Karısı geldi aklına. Elli yıllık can yoldaşı torunlarının sevgili Mama Hacciye'si. Kimse insanın karısı gibi olmaz. Beni ondan .sonraya bırakma Allah'ım diye dua etti gözlerini kapatarak.Daha duasını yeni bitirmişti ki bir feryat duyuldu içeriden
— Yetişin yetişin Mama Hacciye, Mama Hacciye... Teprenmiyor, nefes almıyor... Birşeyler oldu Mama Hacciye'ye koşun.
* * *
Taziye günlerce sürdü. Gerek şehirden gerek Mardin Çölünden gelmeyen ağa, bey, şeyh, Süryani, Yezidi kalmadı. Kazanlarla yemekler, güğümlerle mırralar dağıtıldı misafirlere. En çok torunları ile hanımağasız, himayesiz kalan köylüler ağladılar. Bir de yüreğini toprağa gömen Hacı Ömer Çelebi.
"Kendini toparlamalısın" dedi kadim dostu Hacı Reşit Meşkini "Bilirsin Allah birbirlerini seven karı kocaları nadiren birlikte alır yanına. O senden şanslıymış ki senden önce gitti. Sen de şükret Allah'a, oğulların, kızların, gelinlerin, torunların var, gül gibi bakarlar sana.
Feleğin günleri devran devrandır. Sağ olan başa neler gelir bilinmez. Keşke Hacı Reşit Meşki-ni'nin dediği gibi olsaydı. Olmadı. Her geçen gün bir öncekini arattı.
"Oğlum var deme, el kızının koynuna girmeyince" derler. Oğlanlar babaları ölmeden mal mülk derdine düştüler, gelinler deseniz bir başka alem. Kim Halep işi akma bilezik almış; hangisine kocası Musul'dan ibrişim getirtmiş, Bursa ipeğiyle Diyarbekir pususundan niye yalnız en küçük geline alınmış, hır gürün bini bir para. Allah kimsenin ağzının tadını, evinin düzenini bozmasın. Bunca hengamenin arasında bir zamanların izzet ikbal sahibi koskoca Hacı Kermo Zade Hacı Ömer Çelebi külüstür bir fuzuli eşya durumuna düştü koskoca konakta.
Bir tek küçük torunları sevgilerini eksiltmediler Hacı Babalarından.
Bu böyle gitmez dedi koca bilge. Rabbim emanetini hemen alsa bir sorun yok, ölüm kurtuluştur. Ama ölümü bekleyen yorulurmuş. Dosta düşmana rezil olmak zor.
Düşündü, taşındı bir sonuca varamadı. En iyisi gün görmüş, devran geçirmiş dostlara danışmak dedi, düştü yollara. Babıssavr'dan Babel Meşkiy-ye'ye kadar aradı buldu tüm eski dostlarını.
Melle Ahmed Zınnari, Hacı Cemil Dakori, Süryani Kuyumcu Hanna Berdani, Tay Şeyhi Hamdun el-Arabi, daha kimler kimler. Her biri ayrı bir akıl verdi kendisine. Kimi boş ver, dert etme değmez; kimi sana bakacak münasip bir eş bul evlen dedi. Boşa koydu dolmadı, doluya koydu almadı. Hiçbirinin fikri aklına yatmadı. Sıradan bildik şeylerdi söyledikleri. Sen akıllı, zeki, onurlu birisin. Öyle bir şey yapmalısın ki dünya aleme ders olmalı, dedi
içinden. Akşam namazını kıldı. Konağın balkonuna çıktı. Güneş batarken Mardin ovasını seyretmeye koyuldu. Güneş iyice kaybolduktan sonra gecenin müthiş sessizliği çöktü Mardin Çölüne. Milyonlarca yıldız kapladı gökyüzünü. Aman Allah'ım, o ne müthiş bir duygudur. Bütün bir kainat o an bir aşk ve vecd yumağı olup girer insanın yüreğine. Muazzam Arap şiiri ile müziğinin bu vecd anının volkan misali patlamasının ürünü olduğunu söylerler.
Hacı Ömer Çelebi sonsuzluk denizinde sema eden bir Mevlevi gibi hissetti kendini. Birden bir şimşek çaktı kafasında. Rahatladı. Sabah erkenden düştü yollara. Yıllardır idaresini oğullarına bıraktığı tüm mülkünü, hanları, hamamları, köyleri, dükkanları gezmeye koyuldu.
Kendi kafasına göre bir plan yapıp ikiye ayırdı tüm mal varlığını. Çocukların fiilen ellerinde bulunan oturdukları evler, dükkanlar, ekip biçtikleri tarlalar, bahçe ve bağlara dokunmadı. Zaten dokunmaya kalksaydı kıyamet kopardı. Malının dörtte üçünden fazlasını teşkil eden yarıcılara verilen arazilerle, kirada olan diğer gayrımenkullerinin tamamını ise satılığa çıkardı.
Öyle birden bire de değil üstelik. Her bir kiracı ve yarıcıyla zaten mevcut olan ufak tefek sorunları iyice kaşıyarak, büyüterek, abartarak başladı işe.
Yıllardır dünyadan elini eteğini çekmiş Hacı Ömer Çelebi'deki bu ani değişikliğe hiç kimse bir anlam veremedi. Milletin ağzı torba değil ki büzülsün, herkes kendine göre bir tahminde bulunmaya başladı. Öyle bir dedikodu öyle bir velvele başladı ki sormayın gitsin.
Kimileri Hacı'nın gözünü dünya hırsı kapladı, gözünü ancak toprak doyurur derken, kimileri bu-nadığını öne sürdüler. Kendini yakinen tanıyan dostları ise "Var bu işin içinde bir iş, ama ne?" deyip işi Allah'a havale ettiler.
Aylarca Mardin'de başka birşey konuşulmadı. Sultan Aziz'in öldürülmesi, Sultan Abdülhamit'in tahta çıkışı bile doğru düzgün ilgilendirmedi milleti.
Hacı Ömer Çelebi bütün çocuklarını, oğulları, kızları, gelinleri, damatları, torunları, yakın akrabalarını konakta topladı. "Biliyorsunuz çocuklar" diye söze başladı, "ellerinizdeki, tasarrufunuzdaki evler, araziler, dükkanlar herşey sizin. Hepinizin kendine göre bir düzeni, işi var. Çok şükür hiçbiriniz artık bana muhtaç değilsiniz. Ben olsam da olur olmasam da...
Ama el oğlunun derdi çekilmez. Bu kiracılarla yarıcılar yıllardır burnumdan getirdiler. Ben yine iyi kötü insan sarrafıyım. Bilgi, tecrübe sahibiyim. Bunlarla baş edebildim. Ama sizler için endişeliyim. Korkarım ki ben öldükten sonra bunlarla baş edemezsiniz. Yok pahasına el koyarlar mülkünüze. En iyisi hepsini satayım, bir şeyler yapayım sizlere" diye bitirdi sözlerini.
En büyük oğlu kafası karmakarışık sordu "Ne yapacaksın baba?" Daha devam edecekti ki yakın akrabalardan dalkavuk tipli biri "Yahu Hacı Amca hepinizden iyi bilir bu işleri. Dedikleri doğru, önce satsın altın yapsın, sonrası Allah Kerim" deyince çocuklar tam ikna olmasalar da ses çıkarmadılar, bir ayağı çukurda ihtiyar babalarına bakıp, nakit altın lafını da duyunca hepsinin hesabına geldi.
O günden sonra Hacı Ömer Çelebi tüm mallarını sattı. Hem de ne satış, günlerce süren pazarlıklarla çekişe çekişe. En usta Şam tüccarları bile su dökemezlerdi eline.
Bu tasfiye işi bir kaç ayda bitti. Tahsilat işleri bitmeye yakın Ermeni marangoz Kirkor Neccar'a gitti. "Bütün sanatını göster. En ince işçilikle oyma bir ceviz sandık istiyorum senden. Kilidi de altından olsun, fiyat önemli değil dedi. Peşin olarak da beş altın lira verdi.
Mardin bu, laf yerde kalır mı? Hacı Ömer Çelebi daha Kirkor'un dükkanından çıkmadan havadis tüm çarşıyı dolaştı da Mardin Çölüne indi.
— Hacı Ömer öyle bir sandık yaptırıyormuş ki, değil Halep Çarşısında İstanbul'da bile eşi benzeri yokmuş.
— Yok Kardeşim yok bu Hacı'ya birşeyler oldu. Mutlaka aklını yitirmiştir, bir sandığa elli altın verildiği nerede görülmüş? Üstelik de paranın tamamını peşin vermiş?
— Ah ah rahmetli karısı iyi ki öldü de bu günleri görmedi. Hacı bu kadar altını ne yapacak? Mutlaka taze bir kız alacaktır kendine.
— Yahu günahını almayın, elinizi vicdanınıza koyun, Hacı Ömer bu yaşına geldi iyilikten başka birşey görmedik kendisinden. Sabredin, vardır bir bildiği.
— Yok kardeşim. Bunların kökü böyledir. Rahatlık batar. En iyileri Ömer Çelebi'dir, o da ahir ömründe azdı. Bunlar Deyrizzor'da da böyle azmışlardı da Osmanlı fermanlarını kaldırdı. Yine fermanları kalkar inşallah.
Ve daha neler neler. İnsanlar ağızlarına geleni söylüyorlardı. Hele gelinler kimseye fırsat vermediler dedikodu yarışında.
Bir merak bir merak ki sormayın gitsin.
Yalnız bu arada esrarengiz şeyler de olmadı değil. Hacı Ömer Çelebi her on günde, on beş günde bir birkaç günlüğüne ortadan kaybolmaya başladı.
Her seferinde ayrı ayrı yerlerde görenler oldu. Bir seferinde Derik'te Çiyaye Mazi'de, bir seferinde Diyarbekir Deliller Hanında, bir seferin-
de de Hasankeyf'te karşılaştı hemşehrileri kendisiyle.
Görenlere eften püften şeyler ileri sürdü. Yok, bir alacağını tahsil için gelmiş de, yok yıllardır görmediği bir akrabasını özlemiş de falan filan, inanırsan ne ala.
Bunca hengame arasındaki bu esrarengiz seferler halkı daha da meraklandırdı. Dedikodu Mardin Çölünden Cenşal Dağına, oradan da Musul'a kadar ulaştı.
Derken beklenen gün geldi çattı. Hacı Ömer Çelebi önde, en güçlü Daşi hamallardan Mahmude Hırço arkada Kirkor'un dükkanından çıktılar. Yolda Surur hanında mola verdiler. Hacı Ömer Çelebi boş sandığı indirdiği odaya hiç kimseyi sokmadı. Yarım saat sonra odadan çıktı. Hamala "Haydi oğlum Mıho, sırtlan devam ediyoruz" dedi.
Mıho "Yahu Hacı Amca ne oldu bu sandığa, sanki iki misli ağırlaştı" dediyse de Hacı Ömer Çelebi lafı ağzına tıkadı. "Ulan Mıho iki adımda yoruldun. Bir lokma sandık ağır geldi sana. Ben de seni birşey zannederdim. Bilseydim bir deve kiralardım, naz yapma, yürü" dedi, gülüştüler. Büyük bir meraklı ordusu da arkalarında tekrar düştüler yola. Hacı Kermoların Babıssor'daki konağına vardıklarında düğün alayını karşılamaya çıkan ev halkı misali büyük bir kalabalık karşıladı kendilerini.
Hacı Ömer Çelebi konağın kapısında durdu. Onca kalabalığa aldırmadan bağırıp çağırmaya başladı.
"Mıho dikkat et... Mıho çarpacaksın biraz eğil... Mıho yavaş... Mıho sağa dön... Mıho sola dön..." derken velhasılı kelam sandığı yukarı katta en dipteki kendi odasına indirtinceye kadar fukara Mıho'nun iflahını kesti.
Neyse ki gönderirken oldukça yüklü bir bahşişle gönlünü almayı ihmal etmedi.
Sandığı yerleştirdi. Odasının kapısını kilitledi, akşama kadar da dışarı çıkmadı.
Gelinler meraktan kudurdular. Ne yapıp ettilerse de Hacı'yı ikna edip dışarı çıkaramadılar. Hastayım, yorgunum, yatıp istirahat edeceğim dedi. Savdı onları başından. Sandığın içine yarın bakarız deyip çaresiz dağıldılar.
Gece yarısına doğru el ayak ortalıktan tamamen çekildikten sonra usulca odasından çıktı. Koridoru boydan boya geçti. En büyük gelinin odasını usulca tıklattı.
"Kim o" diye seslenen gelinine "Sus kızım sus duyacaklar, benim, baban, gel azıcık, konuşacaklarım var" dedi fısıldayarak.
Büyük gelin nasıl geceliğini soydu, nasıl elbisesini giydi bilmedi. Bir koşu kayınpederinin odasına girdi. Hacı Ömer Çelebi kapıyı iyice kapattı. Olabildiğince alçak bir sesle "Bak kızım, hiç insanın kendi kanından, kendi canından olanla ya-
bancılar bir olur mu? Biliyorsun en fazla senle kocanı severim. Sen benim akrabamsın, yeğenim-sin. Hele çocuklarınızın her biri bir ay parçası. Allah bağışlasın yavrucuklarımı. Diğer çocuklarımdan bana bir hayır yok. Beş para etmezler. Hepsinin gözü malımda, ölümümü bekliyorlar.
Ben bunlara nasıl mal mülk bırakırım. Hepsini sattım altın yaptım. İşte şu gördüğün işlemeli ceviz sandığın içinde."
"Biliyorum" dedi büyük gelin bilgiççe.
"Aman kızım bahtına düştüm hiç kimseye bir şey söyleme. Duyulursa mahvolurum. Beni bu rezillerle uğraştırma. Ben öldükten sonra bütün bu altınlar senle kocanın. Vasiyetim de sandığın içinde bir kağıda yazılı" dedi ve gözlerindeki iki damla yaşı gizlemeye çalışarak büyük gelini yolculadı.
Gelin bütün olup bitenleri bire bin katarak bir solukta kocasına anlattı. Sevinçlerinden sabaha kadar uyuyamadılar.
"Ben babamı bilmez miyim? Zaten çocukluğumdan beri en fazla beni severdi. Eh sen de yeğenisin. Tabii ki bizi diğer tereslerle bir tutmayacak" dedi büyük oğlu böbürlenerek.
Hacı Ömer Çelebi ertesi gece yarısı el ayak çekildikten sonra aynı şekilde ikinci gelinini de odasına çağırdı. Büyük gelinine bir gece Önce söyle-/q diklerine ilaveten "Bak yavrucuğum senle kocanın
yeri ayrı. Sen benim en yakın arkadaşımın kızısın. ş> Arkadaş, kardeşten ileri sayılır çoğu kez. Ne hatı-
™ ralarımız var rahmetli babanla. Sırf onun hatırı
S- için bile olsa sen varken diğer hayırsızlara bir şey
ğ bırakmam. Ben öldükten sonra herşeyim senle ko-
la» canın, vasiyetim de sandığın içinde" dedi gelini-
ne.
Birkaç gece bu muhabbet devam etti. Hacı Ömer Çelebi o kadar tatlı, o kadar inandırıcı konuşuyordu ki üçüncü gelinle dördüncü gelinin odada kayınpederlerine sarılarak ağlamaktan gözleri şişti.
Hele en küçük gelinin son gece odadan çıkarken sevinçten bayılması az kalsın herşeyi berbat edecekti. Kapıda onları dinleyen en küçük oğlu karısını sırtlayıp zor kaçırdı koridordan. * * *
Bundan sonra neler mi oldu?
Neler neler olmadı ki?
Hayatı bir kabusa dönmüş bulunan Hacı Ömer Çelebi'nin bahtı değişti. Kış bitti, yeni bir bahar başladı. Güller açtı, bülbüller şakımaya başladı dört bir yanda. Tekrar iktidarı ele geçirdi. Konağın baş köşesine kuruldu. Dört kat atlas döşekler serildi altına.
Gak deyince bal, guk deyince süt verilen Züm-rüd-ü Anka kuşu misali bir dediği iki edilmemeye başlandı.
Gelinler, damatlar, oğlanlar, kızlar pervane ol-
dular etrafında, izzetten, ikramdan mest oldu Hacı Ömer Çelebi.
— Babacığım canın ne istiyor? Hangi yemeği istiyorsan emret onu yapayım. Ah ah ah! Allah beni kahretsin bir de soruyorum. Bunca yıllık kayınpederimin neyi sevdiğini nasıl unuttum. Öğlene kalmaz nefis bir kaburga doldururum hemen.
— Ben bilirim sen en çok but dolmasıyla şam-burek seversin. Akşama bizdesin babacığım!
— Babacığım hamamı yaktım. Vallahi kimseye bırakmam, kendi ellerime yıkayacağım seni. Ama-aan, insan hiç gelininden çekinir mi. Ben senin kızın sayılırım. Tırnakların da uzamış, uzat ellirini babacığım. Ben varken kimseye kestirtmem.
Hacı Baba nefis oruklar getirdim sana. Yarın da inşallah kibe bumbar yapacağım. Sensiz boğazımızdan geçmez.
Gelinler hizmetten helak oldular. Lakin en uzak bir kırgınlık ve yorgunluk alameti göstermediler, surat asmadılar.
Oğlanlara gelince her biri birer köle oldular babalarına.
Hacı Ömer Çelebi'yi mennun etmek için seferberlik ilan ettiler konakta.
Şam işi en güzel abayeler, işlemeli Halep şalvarları, en nadide agaller ve keffiyelerle damatlar gibi giydiriyorlardı hergün kendi elleri ile babalarını. Küçük oğlu Beyrut'tan muz ve portakal getirdi Hacı Ömer'e. Portakal kabuklarını güzel koksun diye iç çamaşırlarının arasına koydular. Yazları hava alsın diye zınnar bahçelerine, Savur'a, Ömeri-yan yaylalarına götürdüler.
Anlatmakla bitmez. Sözün kısası üçyüz altmış beş cariyeli Mervani hükümdarı mezarından kalksa gıpta ederdi Hacı Ömer Çelebi'ye.
Ahir ömrünün son üç beş yılını sultanlar gibi geçirdi. Her kemalin bir zevali vardır derler.
Dünya bu, Hz. Süleyman'a kalmamış Hacı Ömer Çelebi'ye mi kalacak? Ona da kalmadı. Yine bir Nisan sabahı namazdan sonra amaçladığı herşeyi elde etmiş insanların iç huzuruyla konağın balkonundan Mardin ovasını seyrederken birden kaskatı kesildi. Elindeki kahve fincanı bir yana, sigarası bir yana düştü. Sendeledi, toparlanmak istedi, yapamadı. "Allah!" dedi ve düştü.
Birkaç adım gerisinde hizmet için esas duruşta bekleyen gelinler feryatlarla salona taşıdılar kendisini. Yahudi tabip Abraham Hayfavi "Başınız sağ olsun" deyince salonda kimse kalmadı.
Biran önce sandığın bulunduğu odaya varabilmek için antik Yunan'daki olimpiyat atletlerine taş çıkarttılar. Kapının önü ana baba gününe döndü. Bir curcunadır başladı.
En büyük gelin avazı çıktığı kadar bağırarak: "Siz ne arıyorsunuz burada? Hacı Baba sandığı bize bıraktı. Zaten en çok benle kocamı seviyordu" dedi.
ikinci gelin: "Vallahi yalan babam hepinizden nefret ederdi. Zaten hayattayken güldürmediniz kendisini, bari öldükten sonra rahat bırakın. Sandığı bize vasiyet etti. işte ispatı altın anahtar bende. Zaten sandığın içerisinde vasiyetname de var" diyerek ortaya atıldı.
Üçüncü gelin de feryat ederek: "Yahu bunların tamamı yalancı. Esas anahtar bende" diyerek kocaman bir altın anahtar çıkardı koynundan.
En küçük gelin "imdaat, konağı haramiler bastı" diyerek düştü bayıldı.
Öyle bir hengame öyle bir vaveyla koptu ki, Mardin'i Şammar bedevileri bastı zanneden zaptiye kumandanı umumi alarm ilan etti. Milisler konağın etrafını sardı, işin içinden çıkamayan aile büyükleri hükümet erkanına haber saldı. Başta Müftü, Kadı ve Mutasarrıf efendiler olmak üzerine bütün eşraf toplandı. Müftü efendi 'euzu besmele' çekerek "Yahu çocuklar Allah'tan korkmazsanız bari kullardan utanın. Bu yaptıklarınız çok büyük ayıp. Babanızın cenazesi yerde yatıyor. Durun önce rahmetliye son görevimizi yapalım, sonra divan kurup davanızı halle bakalım" diyerek nokta koydu rezalete.
Çar naçar önce cenazenin defin işlerine başladılar. Sandığın başına bir iş gelmesin diye de Mutasarrıf efendi bir manga zabtiye dikti odanın kapısına.
Cenaze namazı o kadar kalabalık o kadar kalabalık oldu ki camiye sığmayan cemaat sokağa taşarak çarşıya kadar uzandı.
Mezarlıktan dönen erkan konağın büyük salonunda toplandı. Ailenin yaşlı amcazadeleri ile Mardin eşrafının ileri gelenleri de şahit olarak yerlerini aldılar. Müftü efendinin kısa bir duasından sonra Kadı efendi celseyi açtı. Önce gelinler çağrıldılar huzura. Söz birlik etmişçesine hepsi aynı sözleri tekrarladılar.
"Bir gece yarısı Hacı babam odamın kapısını tıklattı. Aman kızım sus duymasınlar, odama gel sana söyleyeceklerim var, dedi. En fazla bizleri sevdiğini diğer çocuklarının hayırsız olduklarını vasiyetnamesini de sandığın içerisine koyduğunu söyledi. Ağladı. Kimseye söylemeyelim diye yalvardı. Altın dolu sandığı benle kocama bıraktı."
Yemin, nikah, talak ifadeler değişmedi. Vallahi, billahi, tallahi çocuklarımızın başı hakkı için ki aynen böyle dediler de başka bir şey demediler. Kadı şaşırdı, Müftü şaşırdı, esnaf şaşırdı.
"Peki ne olacak bu işin sonu çık çıkabilirsen işin içinden ben ömrümde böyle bir şey görmedim" dedi yaşlı Mutasarrıf, öfkelenerek.
— Saatlerdir oturan Kadı efendi usulca doğruldu. Yavaş yavaş ayağa kalkmaya çalışırken "Herkes aynı şeyleri söylüyor. En iyisi sandığın içerisindeki vasiyetnameye müracaat etmek, başka çare yok. Getirin sandığı" diyerek celseyi noktaladı.
Hiç birinin hoşuna gitmedi ama tamamen kaybetmektense bir umut sandıktaki vasiyetnameye bel bağlayarak dua etmeye başladılar.
Zaptiyeler sandığı getirdiler. Müftü efendi besmele çekerek elindeki birbirinin aynı bir deste anahtardan rastgele birini alarak sandığın kilidine soktu.
Herkes nefesini tutmuş çıt çıkarmadan, gözleri meraktan fal taşı gibi açılmış bir şekilde sonucu beklerken ufak bir gıcırtıyla sandık açıldı. Kadı efendi en üstteki atlas örtüyü usulca çekince salonda büyük bir uğultu koptu.
O da ne! Sandığın en üstü bir sıra kazıkla kaplıydı.
En küçük oğlu yılışık yılışık "Ah benim akıllı babacığım ah! Altınlara birşey olmasın diye bir sıra kazık koymuş en üstlerine, vasiyet de altındadır, şimdi çıkar" deyince Mal Müdürü efendi 'la havle' çekerek "Ulan kazıkların altınların muhafazasıy-la ne alakası var" diye söylendi içinden. En üstteki kazıkların altından bir sıra, iki sıra, üç sıra daha kazık çıktı.
Dördüncü sıra kazıktan sonra mirasçılar saçlarını başlarını yolmaya, birbirlerine küfredip, ferya-du figan etmeye başladılar. Son bir umutla beklenen vasiyetname ise ortada gözükmüyordu.
En nihayet sandığın içerisinde en alt sıradaki kazıklar da boşaltıldıktan sonra Kadı efendinin gözüne küçük bir zarf ilişiverdi. Zarfı aldı, açtı. İçerisindeki kağıdı okuması için Müftü efendiye uzattı.
Aynı anda tüm hazır bulunanlar Mutasarrıf, Kadı, Mal Müdürü, Zaptiye Müdürü, eşraf ve mirasçılar hep birden merakla "Ne yazıyor, ne yazıyor?" diye sormaya başladılar.
Müftü efendi kağıdı aldı usul usul, tane tane okumaya başladı: Hacı Ömer Çelebi ana dili Arapça'nın Mardin lehçesiyle yazmıştı vasiyetini:
"EL VASİYYE
Haz'el sanduk u dedu
A'hettu fi maratu
Şi li halli li uledu."
Kısacık vasiyetnamenin son cümlesiyle birlikte müthiş bir kahkaha tufanı koptu:
"Bu sandık ve içerisindeki kazıkları çocuklarına miras bırakanın karısına ....yım."
Dakikalarca güldüler. Müftü efendiyle Kadı efendi gülme krizine tutuldular, gülmekten gözleri yaşardı, içerideki bütün cemaat, Mardin halkı ve tüm duyanlar "Hayırsız evlatların hakkından ancak böyle gelinirdi, Allah rahmet eylesin" dediler de başka bir şey söylemediler.
Altınlara ne mi oldu?
Rivayet muhtelif. Kimi Diyarbekir'deki medreseye verildiğini; kimi Hasankeyf' teki vakfa bağışlandığını, kimileri de el altından Mardin'deki fakirlere dağıtıldığını söyler.
İşin aslı bugün bile meçhul. ■
■ Sözleşme Sayı 12 Ekim 98 ■