Statüko Ağa ile Dervişe Abdal
Altan Tan
Günümüzde hemen hemen herkes statükodan şikayet ediyor. Ülkenin iktidarı ve muhalefeti, sağcıları, solcuları ve İslamcıları değişim istiyor. Herkesin acilen istediği değişim ise bir türlü olmuyor. Kime sorarsanız "statüko ayak diretiyor" deniyor.
Peki millete kök söktüren bu statüko kimdir, nedir, neyin nesidir, nasıl bertaraf edilir, denildiğinde her kafadan ayn bir ses çıkıyor, kimsenin fikri kimseye uymuyor. Böyle olunca da statüko pervasızca salınıp geziyor.
Yeri gelmiş herkes kafayı statükoyla bozmuşken en iyisi ben de sizlere statükonun gelmişini geçmişini cemaziyil evvelini anlatayım.
Ben diyeyim yüz sene siz deyin bin sene evvel Botan'da cömert mi cömert, adil mi adil, yiğit oğlu yiğit bir padişah varmış. Zulme de zalimlere de düşmanmış. Sofrasından misafir, kılıcının ucundan zalim kanı eksik olmazmış. Savaş meydanlannda kükremiş aslan gibi, halkının arasında sahipsiz kuzu gibi olurmuş. Büyükle büyük, çocukla çocuk olur, kibir nedir bilmezmiş. Böylesine iyi bir padişahı kim sevmez ki? Halkı da ölesiye severmiş kendisini. Bir dediğini iki etmezlermiş. Sözü kanunmuş, fermanı tartışıl-mazmış tüm ülkede. Adını ise kimse ağzına almazmış. "Dağlar padişahı" derlermiş saygıyla. Emir demiri keser misali dağlar padişahının adının geçtiği yerlerde akan sular dururmuş. Malının mülkünün hesabını kimse bilmezmiş. Boylu boslu yakışıklı aslan gibiymiş. Akıllı, zeki, cesur ve tedbirliymiş. Bir kelam edeceği zaman "bin düşünür bir söylermiş". Kansı güzeller güzeliymiş. Güzel huyla güzel yüz zor yan yana gelir derler. Mevlam bu zorluğu da kolay etmiş. Dağlar padişahının amcası kızı sevgili kansı "Hanım Sultan" dünya iyisiymiş. Meleklerin dişisi veya erkeği olmaz derler ama Dağlar Padişahı erkek. Hanım Sultan dişi meleklermiş. Dağlar padişahı bu kadar mutluluktan korkarmış. Korktuğu başına gelmiş. Bu dünyada kendisine her ne nimet varsa veren Ce-nab-ı Rabbül alemin yalnızca bir şey vermemiş: "Mülküne varis."
Mülkünün varisi yokmuş. Gece gündüz dua ederek bir erkek evlat dilermiş yüce Mevladan. Peşpeşe birbirinden güzel dokuz kızı olmuş. Hepsini ayn ayn sever, koklar, bağnna başarmış. Amma velakin gözü yoldaymış. İlla da bir erkek evlat beklermiş. Fesatlar "Bekko Avan"lar aklını çelmeye yeniden evlendirmeye çalışmış. Fikrini bozmamış. Her seferinde "Hanım Sultan'ın üstüne gül koklamam. Hem amca kızımın ne günahı var ki, çocuğu verecek olan mevlam dilerse Sultanım'a da verir" dermiş.
Yedi yaşındaki çocuklardan yetmiş yaşındaki bilgelere kadar kadın erkek tüm halkı gece gündüz dua edermiş. Binlerce adak, dua ve niyazdan sonra Cenab-ı Allah merhamet etmiş, dilekleri kabul olmuş.
Hanım Sultan dokuz kızdan sonra nurtopu gibi bir erkek evlat doğurmuş. Davul zurnalar çalınmış, halaylar çekilmiş, selalar verilmiş, mevlütler okutulmuş, aç açıkta kimse bırakılmamış, kırk gün kırk gece kutlamalar devam etmiş öyle bir toy dernek kurulmuş ki sermayen gitsin. Kırk günün sonunda, kırkbirinci günün sabahında yeni doğan şehzadeye isim koymak için Beyler Divanı kurulmuş. Urfa'dan Süleymaniye'ye; Diyarbekir'den Ağrı Dağına; El Cezire'den Urmiye'ye kadar tüm ağalar, beyler, şeyhler ve alimler saf tutmuş. Hiçbirinin fikri öbürüne uymamış. Önerilen her isme ayn bir kulp takılmış. Tartışmalar günlerce sürmüş, uzamış da uzamış.
Derken yedinci günün gecesi Dağlar Padişahı rüyasında aksakallı nurani bir ihtiyar görmüş. Heybetinden ürkmüş, adını sormuş. Bana "Dervişe Abdal" derler demiş ve haykırmış "Çocuğun adı "Özgürlük" olacak diye... Dağlar padişahı itiraz etmiş;
— "Aman, yaman böyle isim hiç duymadım" (sizler de "Hiç böyle bir isim olur mu? Bari "Özgür" olsaydı" diyebilirsiniz.)
Ama derviş hiç aldırmamış. Kaşlannı çatmış, öyle bir gürlemiş ki "ÖZ-GÜR-LÛK" diye yer gök inlemiş.
Dağlar padişahı kan ter içerisinde uykudan sıçramış. Kalkmış bir bardak su içmiş, odanın içerisinde gidip gelmeye başlamış, uyuyama-jnış. Erkenden camiye gitmiş.
Kadim dostu, hocası ve arkadaşı Şeyh Agi-de Berdan'a rüyasını anlatmış. Şeyh dikkatlice dinlemiş, gülümsemiş, bir şey dememiş. Sadece rüyayı tasdik etmiş. Şeyhin de onayıyla yeni veliahtın adı "Özgürlük" olmuş. Şeyh Beyler divanında bebeğin kulağına ezan okumuş ve dua etmiş. "Ya Rabbi halkımız kıyamete kadar, sıratı müstakim üzere özgür kalsın." Dicle ve Fırat'ın çocuklan hep beraber amin demişler.
Yıllar yılları kovalamış. Seneler su gibi akıp gitmiş. Bizim Özgürlük büyüyüp serpil-dikçe babasına benzemeye başlamış. Cesareti, cömertliği ve merhameti cihana nam salmış. İlmi, irfanı, saygısı, sevgisi yerli yerindeymiş. Herkesin bir kusuru olur. Onun da tek bir kusuru varmış. Avlanmayı gereğinden fazla severmiş. En çok da ceylan avını. Botan'dan Ra'se-layn'a kadar dört konak yolu dur durak bilmeden bir günde alırmış at sırtında. "Dağlar Padişahı" gönlünü kırmamak için bir şey demezmiş ama başına bir iş gelmesinden de endişe edermiş. En usta silahşörleri oğlunun yanına katarmış.
"Özgürlük" evlenme çağına gelince herkes seferber olmuş. Tüm ülkenin en güzel kızlan sıraya girmişler. Ağalann, beylerin, şeyhlerin birbirinden güzel kızlarından hiçbiri Özgürlük'ün gönlünü fethedememiş.
Yıllar yıllan kovalamış "Özgürlük" bir türlü gönlünün sultanını seçememiş. Zaman geçtikçe "Dağlar Padişahı"nın yüreği daralmaya, sabn tükenmeye başlamış. Dokuz kız kardeşin bir erkek kardeşi dertlere salmış hepsini. Kızmalar, yalvarmalar, ricalar, dualar hiçbiri fayda vermemiş. "Torunlarımı kucağıma almadan ölürsem gözlerim açık gidecek" deyip gizli gizli ağlarmış "Dağlar Padişahı". Annesi Hanım Sultan desen perişan bir haldeymiş. Dokuz kız bir ana öyle kederlere düşmüşler ki helak olmuşlar. "Özgürlük" ise "Ben aşık olmadan evlenemem" der kestirip atarmış. Öyle bir kördüğüm ki çözebilene aşk olsun.
Günlerden bir gün yine bir av partisinde Ur-fa dağlarında ceylan avındayken başlarına bir iş gelmiş. Ömürlerinde görmedikleri güzellikte bir ahu ceylanla karşılaşmışlar. Akabe boğazında yüksek bir kayanın üzerinde teprenmeden öylesine duruyormuş. Ne yapıp ne etmişlerse bir türlü yakalayamamışlar. Her seferinde bir başka kayanın üzerinde gözükmüş gözlerine. Şaşırmışlar. Özgürlük'ün aklı başından gitmiş, kaptırmış kendini düşmüş peşine. Ahu önde, onlar arkada Birecik'e varmışlar, Fırat'ı geçmişler. Gavur Dağlarını, Torosları aşmışlar, bir düzlüğe inmişler, bilmedikleri, görmedikleri, duymadıkları yerlere gelmişler. Gazali, ceylanı kaybetmişler... Telaşla sağa sola doğru bakınırken az ileride dere kenannda göçebe bir topluluk görmüşler. Önlerine çıkan ilk kişiye bulundukları yerin adını sormuşlar. "Engürü" denince şaşınp kalmışlar. "ENGÜRÜ" ne acayip isim deyip birbirlerine bakmışlar. Peki "Sen kimsin?" diye sorduklarında "Ben bu köyün çobanı Garip Sülü'yüm" demiş ve düşmüş önlerine. Yolda garip garip şeylerle karşılaşmışlar. Bir tarlada ayaklan zincirli, başka bir tarlada ağızları bantlı ırgatlar görmüşler. Bir grup insan kürkler, abalar içindeyken büyük bir kısmını baldırı çıplak bulmuşlar. Hele caminin önüne geldiklerinde hayretten dona kalmışlar. Caminin kapısını tutan Izbandut gibi biri caminin dışında bekleyen cemaatin küçük bir kısmını içeri alırken geri kalan büyük kalabalığı kovup "yassakl" diyormuş.
Hiçbir anlam veremeyip çobana sormuşlar.
"Aman kardaş, kurbanın olalım anlat, nedir bu işlerin hikmeti? Kurtar bizi meraktan."
Çoban kaşlarını çatmış, gerinmiş, düşünmüş, kaşınmış; "Hikmet hikmettir, çoğu kez de zahmettir. Her işin bir manası varsa vardır, yoksa yoktur. Binaenaleyh va mı bunun başka bir izah tazı" deyince başlarını sallamışlar, lakin hiçbir şey de anlamamışlar.
Ulan bu memleketin herşeyi bir acayip. Hele bu çoban hepten dangalak ne sorsan başka bir şey anlatıyor. Vay bunun sahip olacağı sürünün haline, diye içlerinden geçirirlerken dere kenarına varmışlar. Özgürlük elini yüzünü yıkamış, kana kana su içmiş. Tam başını sudan kal-dınp kalkarken kaybettikleri ahuyu karşı kıyıdaki çadırın önünde görmüş. Kendini suya atmış, peşinden de arkadaşları. Dereyi nasıl geçtiklerini bilememişler. Ceylan çadırın içine girmiş. Hepsi birden peşinden çadıra dalmışlar. Aman Ya Rabbi, bir de ne görsünler. Günlerdir, aylardır, aç bî ilaç, perü perişan kovaladıkları ahu ceylan dünya güzeli bir genç kız olarak duruyor karşılarında. Ozgürlük'le kız saniyenin ellide biri kadar bir zaman göz göze gelmişler. Özgürlük'ün dili tutulmuş, dizlerinin bağı çözülmüş. Feleği şaşmış, yaralı aslanlar gibi kükremeye başlamış. "Aman" demiş, "aman ki aman, işte gönlümün sultanı. Yeryüzünde evlenebileceğim tek kişi." Bu sefer arkadaşlarını telaş almış.
"Yahu daha adını bile bilmiyoruz. Kimdir? Nedir? Kimin fesidir? Aslı asaleti, anası babası neyin nesidir? Memleketimizdeki onca kıza kıran mı girdi ki bu yaban elden gelin alalım. Hem sonra Dağlar Padişahı ne der bu işe, kızıp köpürmez mi, yağıp gürlemez mi, iflahımızı kesmez mi, demişlerse de bir türlü dinletememişler bizim "Özgürlük"e.
Sevda zor iştir. Aşk gelince başa akıl süresiz izne çıkarmış mecburen. Ezeli kanun böyle. Leyla ile Mecnun; Ferhat ile Şirin, Memo ile Zine de böyle imişler. Zal oğlu Rüstem bile bileğini bükememiş aşkın. Lakin bir garip yaradır ki kaşıdıkça zevk alır insan. Kabuk bağlasın, iyileşsin istemez. Kılıç yarası gibidir. Yıllar geçse de mutlaka yaranın izi kalır yine.
Arkadaşları kendinden geçen Özgürlük'ü bir kenara yatırmışlar, kıza adını sormuşlar.
"Demokrasi" demiş. (Hoppalaa bir acaip isim daha) Neyse isminden bize ne. Demokrasi de Özgürlük'e öyle bir vurulmuş ki sormayın gitsin. İyi ya iş tamam. İkisi de birbirlerini istiyorlarsa mesele yok alıp gelsinler kızı, diyeceksiniz ama kazın ayağı öyle değil. Dağlar Padişahı'na danışılmadan, izni, oluru alınmadan bir-şey yapılabilir mi? Hele böyle bir şey nasıl anlatılır, nasıl kabullendirilebilir? Mümkünatı yok, ama bu Özgürlük'ün aklı başından gitmiş. Bizden günah gitsin diyerek Dağlar Padişahı'na durumu bildirmek üzere yola koyulmuşlar. Divana varmışlar. Dağlar Padişahı'na korka korka meseleyi anlatmışlar.
Dağlar Padişahı'nın kızıp kükremesi beklenirken sevinçten havalara uçmuş, çocuklar gibi ellerini çırparak "Aslı astan, unvanı mühim değil." Bunca yıldan sonra Özgürlük beğendi ya, önemli olan o. Çabuk gidin alın gelin."
"Yarabbi ölmeden torunlarımı görebileceğim çok şükür" diyerek iki rekat da şükür namazı kılmış. Hanım Sultan ile dokuz kızı ise ellerine kına yakmışlar, allar bağlamışlar alınlarına. Davullar zurnalar çalınmaya başlamış, toy dernek kurulmuş tüm ülkede. Her ne kadar kız anaları kıyıda köşede dedikodu yapmışlarsa da kimse kulak asmamış.
Vezirler, beyler, şeyhler, ağalar kırk sandık hediyeyle düşmüşler yollara, varmışlar Engürü'ye. Kızın babasını sormuşlar: "Adı Statüko" ama kendine Statiko Ağa denilmesinden hoşlanır bir rezil kişidir. Yetmiş beş yaşındadır, yetmiş beş saniye güldüğü görülmemiştir. Hiçbirimize rahat vermemiştir" diyerek devam etmişler; "Kimseyle geçinemez, huysuzun tekidir. Çakırbeyli, sürüsünü seven bir çobanı vardı, kızdı zavallıyı dut ağacına astı. Battal Gazi'nin yeğeni bitirim bir çoban vardı şakayla kanşık bu zalimin işini bitiriyordu ama memleketin imamı ile eski çobanı bir olup Statüko'yu kurtardılar. Battal Gazi'nin yeğeni çoban bir gece aniden düşüp öldü. Zehirlenmiş dediler lakin
biz bilmeyiz, doğrusunu Allah bilir. Şimdiki çoban ise eski çobanıdır. Yedi kez kavga edip küstüler, ama bunda yüz yok, her seferinde tekrar yalvararak geri döndü."
Ağalar beyler Statüko Ağa için söylenenlerden hoşlanmamışlar; iftira ediyorlar, diyerek ciddiye almamışlar. Allah'ın emri, Peygamber'in kavliyle "Demokrasi kızı" Özgürlük'e istemişler.
Statüko abus suratıyla "Benim sizlere verilecek kızım yok" diyerek kestirip atmış. Bizimkiler çılgına dönmüşler "Ulan sen deli misin, divane misin, devlet kuşu başına konmuş. Koskoca Dağlar Padişahı'nın oğlu kızına talip olmuş reddedilir mi eşşek oğlu eşşek?" demişlerse de Statüko "Nuh demiş. Peygamber dememiş."
"Bu teres de kim oluyor ki kızı zorla alıp gidelim" demişler. Özgürlük isyan etmiş. Şiddete başvurmayın Demokrasi kızın rızası olmadan olmaz diye tutturmuş. Kıza gel gidelim demişler "Babam Statüko Ağa'nın izni olmadan ben gelemem" demiş. Al sana bir bela ki çözebilene aşk olsun.
Günler aylan kovalamış. Statüko Ağa'nın vicdanında (Kurban olsun vicdana alçak) en ufak bir yumuşama olmamış. Demokrasi ile Özgürlük yataklara düşmüşler. Özgürlük "Demokrasi olmadan yaşayamam onsuz hayat haram olsun bana dedikçe "Dağlar Padişahı" deliye dönüyor hırsından, çaresizlikten kafasını duvarlara vuruyormuş. Oğlumu bu hallere sokan Statüko deyyusunu telef edin deyince Özgürlük feryat ediyor, "Aman! Aman ki aman beni zerrei miskal seviyorsanız Demokrasi'nin babasına dokunmayın, ne olur sevgilim üzülmesin" diyormuş. Tam bir kördüğüm ki Allah kimsenin başına vermesin.
Dağlar Padişahı umudu kesmiş."Oğlum sağken bırakmıyor, bu alçak statükoyu geberteyim. Oğlan zaten ölüyor, bari üzülmesin. Yavrum öldükten sonra ben de onların kökünü kurutmazsam namerdim" diyerek kanlı göz yaşlan döküyormuş.
Yüzlerce ağa, bey, şeyh, alim, sofi ve sultan araya girmiş ancak nafile. Nafile ki böyle bir dert düşman başına.
Herkesin ümitlerini yitirdiği bir günde hırpani kılıklı yaşlı bir ihtiyar sarayın kapısına dayanmış. Sultana söyleyin istiyorlarsa kızı alıp gelirim demiş. Nöbetçiler kızmışlar, bağırıp terslemişler. Bunca ekabirin, ağanın, beyin. şeyhin yapamadığını sen mi yapacaksın. Bizimle dalga mı geçiyorsun ihtiyar?" diyerek kovmuşlar. Yaşlı adam direnince aralarındaki hır gürü Dağlar Padişahı duymuş, sarayın balkonuna çıkmış.
"Ne oluyor? Ne yapıyorsunuz? Kiminle tartışıyorsunuz?" derken ihtiyarı görmüş.
"Durun, durun ilişmeyin diye haykırmış. Tanıdım bu yıllar önce rüyama giren "Özgürlük"ün isim babası Dervişe Abdal, getirin buraya" der demez ihtiyar adam kayboluvermiş.
Kaybolmuş ama boş durmamış. Düşmüş yollara, varmış "Engürü"ye, sormuş Statiko Ağa'yı. (Ağalara kurban olsun böyle şerefsiz.) "Şu dağın arkasında üç beş tane keçisi var, onların peşine gitti" demişler. Dervişe Abdal vurmuş dağa, bakmış ki Statiko edepsizi büyük abdestini (olduğu gibi, aynen anlatmaya terbiyem müsait değil) yapıyor. Dervişe Abdal geçmiş karşısına, indirmiş şalvannı, Statüko'nun ağzını açmasına fırsat vermeden başlamış küfür etmeye: "Ulan sen ne şerefsiz, alçak, namussuz, zalim, rezil, hayvan oğlu hayvan, it oğlu it, cinssiz, cibiliyetsiz bir adamsın" demiş ve nefesi, sesi kesilinceye kadar saatlerce küfür etmiş. Statüko şaşırıp kalmış, saatler sonra ancak "Dur, kimsin, nesin, ne istersin?" diye sorabilmiş.
Dervişe Abdal "Ulan rezil koskoca Dağlar Padişahı'nın oğlu lütuf etmiş de kızını istemiş. Senin gibi alçağı adam yerine koymuş, elçiler göndermiş. Sen kim oluyorsun da vermiyorsun" diye gürleyince Statüko Ağa çömeldiği yerden silkinip kalkmış "Verdim gitti" deyivermiş. Dervişe Abdal daha da kızmış "Be hey şerefsiz madem Demokrasi kızımızı Özgürlük oğlumuza verecektin, de niye bu kadar ağa, bey, şeyh ve alimi geriye boş gönderdin" deyince. Statüko rezili ne dese beğenirsiniz; "Gözümün nuru aziz kardeşim, bugüne kadar senin gibi benim lisanımdan anlayan, aklı başında, ağzından bal damlayan bir adam göndermediler ki kızı vereyim."
Evet! Kıssadan hisse çıkarmak lazım. Demokrasi ile Özgürlük'ün hikayeleri böyle. Dervişe Abdal Engürü'lü Statüko be-namusunu böyle dize getirmiş. Bizleri sorarsanız halimiz perişan. Hepten bittik tükendik.
Acilen bir çağdaş "Dervişe Abdal’'a ihtiyacımız var. Ey Dervişe Abdal nerelerdesin, yetiş!
Ya Hüdaî... be zeval medet! ■
■Sözleşme Sayı 08 Haziran 98 ■