beyaz kuğu
  KADININ TANIMLANMASI
 

Kadının Özel Alanla Tanımlanması

 


Cihan Aktaş

 

Yaşadığımız dünya yaklaşık 400 yıldır moder-
nizm ideolojisinin kuşatması altında. Kentleşme,
siyasal merkezileşme, daha geniş bir pazarda işbir-
liğine gidilmesi ve işçi göçü gibi köklü gelişmeler
müslüman halkların daha doğru bir islam anlayışı
benimsemelerine katkıda bulunurken, bir taraftan
da onları modem bir dünyada islâmiyet'i yeniden
tanımlamanın özneleri olarak, büyük zorluklarla
yüzyüze getirmiştir. Modernizasyona bağlı olarak
ortaya çıkan hayat tarzları bizi bütün geleneksel
toplumsal düzen türlerinden eşi görülmedik bir bi-
çimde söküp çıkarmıştır. Bu konuda şikayet etme-
nin pek yararı yoktur. Kendi yaşantılarını etkile-
yecek kadar köklü ve sarsıcı değişmeler karşısında
müslümanla'rın artık şikayet etmenin ve savunma-
nın dışında bir şeyler yapmaları gerekiyor. Bir yan-
lışın başka bir yanlışla düzeltildiği de görülmemiş-
tir. Biz bunu en somut haliyle "İslâm'da kadın"
tartışmalarında yaşıyoruz, islâmiyet'in zuhurundan
14 asır geçtikten sonra bile "islâm'da kadın" tartış-
maları bitmek bilmemiştir. Kadının konumu, İslâ-
miyet'e yönelik eleştirilerde olduğu gibi müslü-
manlann kendilerini ifadelerinde de hep ilk sıra-
larda yer almaktadır.
Ne var ki, Avrupalı kadının görece özgürlü-
ğünü Hıristiyan dogmasına bağlayacak ciddi bir
tarihçi bulunamayacağı gibi, müslüman toplum-
larda kadınları aşağı kabul eden bir eğilimi
Kur'an'a bağlayan suçlamaları ciddiye alacak bir
bilim  adamı da düşünülememeliydi.  Abdullah
Laroui'nin dediği gibi, uzman tarihçinin Avrupa-
lı kadının konumunun kökenleri konusunda taşı-
dığı nüanslı cevap verme kaygısı, islâm söz konu-
su olduğunda kaybolmaktadır. (Laroui, sf. 173.)
Kendi toplumlarında ve kültürlerinde kadınları
aşağı gören eğilimi değerlendirirken, müslüman
ilim adamları kaynaklarla yorumlar arasındaki
nüansın ayırdına varıyorlar: Müslümanlar terbiye
yollarını Kur'an'dan ayrılmaları nedeniyle zor
gördükleri için, kadınları hapsetmeye ve hakları-
nı kısıtlamaya gittiler. Ve olan oldu: Uydurma
hadisler, kıssalar ve söylenceler, Kur'an'ın ve
sünnetin yerini aldı. (Gazali, sf. 52.)
Müslümanlar Kur'anî ruha uzak düştükçe,
hakşinas ve adil olma özelliklerine de yabancılaş-
mışlardır. Kur'anî ruhla bağdaşmayan anlayışlar,
müslüman kadını cahilî inanışların tanımladığı
gibi eksik yaraddışlı, okumak ve öğrenmekle kö-
tü yola düşebilir, sokağa çıktığı takdirde fitne ve
fesada yol açabilir, seçmeye ve seçilmeye ehliyet-
siz bir varlık olarak tanımlamaya başlamışlardır.
Tebaaya hilafet ve vesayet adına yaklaşan salta-
nat geleneği, aile içinde de erkeğin kadına vesa-
yeti adına dayatmacı ve buyurgan bir hiyerarşi
durumunu şekillendirmiştir. Aile içinde istişare
yerine, erkeğin totaliter bir niteliği olan vesayeti-
nin hakim olduğu, buna bağlı olarak da karı ve
kocanın birbirlerine dost ve arkadaş değil de er-
kek ve kadın olarak efendi ve kul mesabesinde
konumlandınldıklan bir döneme geçilmiştir. Ka-
dının yazgısını erkeğin kararlarına bağlayan bir
evlilik anlayışı, ruhi vahdetin bir örneği sayılma-
sı gereken evliliklerin yerini almıştır.
Müslümanların kadın konulu tartışmalarında-
ki kafa karışıklığına yol açan tavırlardan biri de şu:
Modernleşmeyle gelen birçok değişmenin yol açtı-
ğı problemlere çözüm aranırken, sanki bu değiş-
melerden o hiç etkilenmemiş gibi kadının gele-
neksel konumunun korunmasında, bu korunma-
nın da bizatihi kadının bireysel çabalarına yükle-
tilmesinde ısrar ediliyor. Modem dünyada özellik-
le eğitim ve ekonomi sahalarında değişen birçok
şey üzerinde konuşulurken, müslüman kadını bu
değişmelerden etkilenmeyen soyut bir varlık ola-
rak algılama alışkanlığı korunuyor. Kadının gele-
neksel konumu, İslâm dünyasını Batı'dan ayırma-
ya ve ayırt etmeye yarayacak sürekli bir islâmî
özellik olarak abartılı ve inatçı bir kapsamla savu-
nuluyor. Bu bakışta, yukarıda değindiğimiz kay-
naklarla yorumlar arasında nüanslara dikkat etme
gibi bir kavrayıştan söz edilemez. Modernizmin
kuşatması karşısında müslüman kadına kaldırama-
yacağı, hazırlıksız ve donanımsız yakalandığı için
özellikle tek başına kaldırmasının da bekleneme-
yeceği bir misyon yükleniyor. Bu beklentilerde ge-
leneğimizde kadına biçilen "kutsal" konumun pa-
yı olsa da, o konumun zaten pratikteki istismarlar
ve saygısızlıklarla bir miktar buharlaştırıldığı ve
modern hayatın amansızca dayattığı "öteki" konu-
ma karşılık verme gücünü kısmen yitirdiği bir nok-
tada durduğumuz çok açık.
Böyle bir noktada diyelim ki kadınların ça-
lışma hayatına atılması, eğer sözü edilen gerçek-
ten üretime katılmaksa hele, sadece tepkisel dav-
ranarak karşı çıkılmakla ele alınmaması gereken
bir durum. Bunun birçok nedeni var ve bu ne-
denlerden biri de ismail Kara'nın işaret ettiği gi-
bi, erkeklerin fonksiyonel olarak kadınsılaşmala-
rı, dolayısıyla geleneksel sorumluluklarını üstlen-
mekten kaçınmaları şeklinde görünüyor. "Artık
kahramanlık, yiğitlik, velilik, şehitlik, hamiyet,
tahammül... gibi erkeğin yaratılışına ve tabiatına
uygun özellikler gitmiş, yerine daha çok kadınla-
rın tabiatında var sayılan iş bitiricilik, iş kotarıcı-
lık, beceriklilik, pratiklik... öne çıkmıştır." (izle-
nim, Ağustos 1993.) Bu değişimin göstergelerin-
den biri de müslüman erkeklerin geleneğin sağ-
ladığı imtiyazlannı korumakta ve sahiplenmek-
te hayli titiz ve duyarlı davranırlarken, yine ge-
leneğin yüklediği mesuliyetlerini yerine getir-
mede aynı duyarlılığı ve titizliği göstermemeye
başlayışları olabilir mi acaba...
Ya da, erkeklerin fonksiyonel değişime ugra-
yışı mı kadınların çalışma hayatına katılımındaki
artışı hızlandırdı, yoksa kadınların çalışma haya-
tına atılmakta ısrarlı davranışları mı erkekleri ge-
leneksel sorumluluklarını üstlenmelerinde heves-
siz ve üşengeç davranmalarını getirdi... Bu soruya
ilerideki bölümlerde, "Biri Öteki Olmamalı" baş-
lığı altında, yeniden döneceğiz. Tabiatıyla cins-
lerden birinin fonksiyonlanndaki değişme diğeri-
ni de değişmeye zorluyor. Mesela kadınlar savaşçı
bir hüviyet kazandıklarında erkeklerde de kadın-
sılaşma eğilimi hızlanırmış gibi görünüyor. Ka-
dınların tabiatında barış için çabalayan, savaş ve
barış zıtlaşmasında barıştan yana dengeyi gözetip
sivil hayatı koruyan bir hususiyet var. Şartların
şimdilerde büyük ölçüde kadınlara "hayat kavga-
sını", yani neredeyse didişir gibi çalışarak hayat-
larını kazanmayı dayattığını görmezden gelmek
zordur. Kadınlar iş hayatında, kamusal alanda
yükselmek için erkek değerlerini benimsedikçe,
toplumdaki kadın değerleri zayıflıyor, insanı ben-
cil ve duyarsız, toplumsal meselelere ilgisiz, kayıt-
sız, donuk kılan bir mekanizmanın oluşumunda,
kadınların aile kurumuyla ilişkilerindeki değiş-
menin rolü büyük Nancy Frazer ve Linda Nichol-
son, "Modern batı toplumlarında kadınların iç-
tenlik, dostluk ve sevgiyle ilişkilendirilen etkile-
şim tiplerine, geç yirminci yüzyıl 'ilişki' kavramı-
nın bir anlamına egemen olan etkileşim tiplerine
güçlü bir yatkınlık sergilemelerinin beklendiği
doğrudur, elbette" diyorlar. Bu ifade şöyle açılabi-
lir: "Ilişki"den kastedilen ne olursa olsun, sonuç-
ta kadınların toplumsal varoluş biçim ve iddiala-
rında da onları anne ve eş kılan özellikleriyle ön
plana çıktıklarını görmek zor değil. Kamusal
alanda da kaçınılmaz olarak erkekten farklı du-
rum korunmaktadır. Zayıflayan aile kurumunun
toplumun ihtiyaç duyduğu özellikleri kamusal
alana yüklenmekte ve aileden gerçekleştirilmesi-
nin beklenildiği içtenlik, dostluk, sabır, güven.
sevgi gibi değerler kamusal alandan, hala özellik-
le kadınların aracılığıyla beklenmektedir.
Elizabeth Badinter'e göre, kadınlar, ayrıca-
lıklı erkeklere benzer şekilde, dış dünyanın kişisel
hırslarını tatmin etmeye en uygun sahne olduğu-
nu keşfetmişlerdir. (Biri Ötekidir, sf. 179.) An-
cak, böyle bir keşif nelere mal oldu, oturup bir
dökümünü yapmak gerekir. Sovyetlerin yaşadığı
tecrübe, yakın ve canlı bir örnektir. Rusya'da cins
ayrımcılığının sıkıca vurgulanmasının resmi poli-
tika haline gelmesi de, geçmişteki cins ayrımcılı-
ğının sıkıca reddedildiği politikaların bir ürünü
değil mi? Aleksandra KoUantaı, "kaba bireyciliğe
karşı" kolektifliğin, cinsler arasındaki ilişkilerde,
kör durumdaki fizyolojik etken yerine yaratıcı et-
keni, arkadaşlık dayanışmasını geçirerek dönüş-
türeceğini tasavvur ediyordu. {Marksizm ve Cinse!
Devrim, sf. 224.) Chanie Rosenberg'in kadınlar
ve Perestroyka üzerine araştırması, kadınların
sosyalizm tecrübesi boyunca tıpkı kapitalist siste-
min her köşesinde olduğu gibi ezildiğini ve çifte
yük altında kaldığını gözler önüne seriyor. Sov-
yetler'in çöküşünden sonra Rusya'da kadın nüfu-
sunun yarısı olan 39 milyon kadın çalışma haya-
tında yer alıyor. Resmi kayıtlara göre, 600 bin ci-
varındaki işsizlerin yüzde 70'i kadın. Başta Çalış-
ma Bakanı olmak üzere Moskova'nın şimdiki yö-
neticileri, "Ülkede binlerce işsiz erkek varken,
niye kadınları istihdam edelim?" diyorlar.
Elbette ki kadınların çalışma hayatına katılı-
mı, ille de onların maden işçisi olarak çalıştırıl-
maları veya kapitalizmin ürettiği sözüm ona mes-
leklerden birini edinerek modernizmin haremine
dahil olmaları olarak anlaşılmamalıdır. Kadının
çalışma hayatına katılımı bir imaj değişimi faktö-
rü, bir vitrin malzemesi, bir reklam unsuru olarak
algılanmasını pekiştirmemeliydi. Belli bir "aris-
tokrat" azınlığın dışında, kadın zaten her zaman
üretim mekanizması içinde yer alıyordu. İşlerin
çoğu ev çevresinde gerçekleştiği için, iş ile aile
arasında bir ayrım yapılması gerekmiyordu. Sana-
yi Devrimi'nden sonra kadının çalışma hayatı
fabrikalarda ve atölyelerde çalışmaya bağlı olarak
yeniden tanımlandığı için de, işverenlerin ekme-
ğine yağ süren çalışan kadın-ev kadını şeklindeki
yapay ayrım ortaya çıktı. "Üretken iş" ile ücretsiz
ev işleri gibi "üretken olmayan iş" arasında yapay
bir ayrım oluşturuldu. (Diana Gittins, sf. 41.) Ka-
dınların yasa önünde hak yoksunluğu ya da en
azından daha sınırlı haklara sahip olması; aile,
devlet ve toplum düzeyindeki mağdur konumu,
manevi bakımdan vesayet altında olması ve geri-
liği, ana olarak ortaya koyduğu emeğin toplum
açısından öneminin yeterince takdir edilmemesi;
Avrupaî kültüre sahip uluslarda, lonca tipi zana-
atın gelişmesiyle kadının toplumsal sanayi malla-
rı üretimi alanıuûan sürülüp çıkarılması ve faali-
yetinin ev işlerine ve kendi ailesine indirgenme-
siyle sağlamlaştırılmış ve teşvik edilmiştir. (Clara
Zetkin, sf. 254.) Bu ayrım zamanla belli bir belir-
leyicilik kazanırken Batılı anlamda modernleş-
meyi ve sanayileşmeyi hedefleyen toplumlara da
yayılmıştır. Bu ayrımla, ev, üretim alanı olarak
kısırlaşırken, ev kadınlığı diye belirsiz, kadının
üretkenliğini sınırlayan ve onu ev işlerine, evle
sınırlı bir hayatın kısır döngüsüne mahkum sayan
bir konum ortaya çıktı.
Bu ayrım, modern toplumun oluşumuyla ne-
ticelenen, evlerin gerek erkekler gerekse kadınlar
için üretici bir mekan olmaktan uzaklaşmasını
getiren değişmelerle birlikte vurgulanmıştır. We-
ber, üretim, dağıtım ve toplumsal örgütlenme sü-
reçlerinin rasyonelleşmesinin zorunlu bir koşulu-
nun, bunların aileden ve daha genel olarak erotik
ve duygusal olandan kurumsal olarak ayrılması
olduğunu ileri sürmüştür.
Kapitalizmin ortaya çıkışıyla toplumsal ürü-
nün dağıtımı büyük ölçüde gelenek, statü ya da
akrabalık yükümlülükleri tarafından değtl, gayri
şahsi bir piyasanın işleyişleri tarafından belirlenir
hale geldi. Temel üretim faaliyeti hane halkın-
dan uzaklaşıp fabrikaya kaydı ve iş kavramı —ke-
sinlikle iş gerçekliği değilse de— handiyse ücret-
li emekle eşanlamlı olarak kabullenildi. Toplum-
sal yönetim ve yasaya ilişkin daha geniş sorular
uzmanlaşmış bürokrasilerin yetki alanına yerleşti-
rildi. Bunların peşi sıra, temelde felsefe ve edebi-
yat yoluyla, öbür toplumsal işlevlerinden soyun-
durulmuş çekirdek ailenin içinde yer aldığı duy-
gusallaştırılmış bir özel hayat anlayışının inşası
gündeme gelmiştir. Eril değerlere dayalı başat pi-
yasa faaliyeti, kapitalist üretim ve bürokratik idare
anlayışları ailevi, cinsel ve duygulanımsal ha-
yatın karakteristikleri olan duyguları, ilişkileri ve
bağlılıkları açıkça dışlar. Buna rağmen insan bir
ev hayatı gerçekleştirebilirse de, bu ev hayatı in-
san hayatının rasyonel olmayan bir yanı olarak
kavranır. Duygularla ilintili olan şeylerin üretim,
dağıtım ve toplumsal örgütlenmeye ilişkin daha
geniş sorunlardan ayrı ve bunlara tabi olmasının,
duygulan zayıflatıcı ve saptırıcı bir etkisi vardır.
Ross Poole, toplumsal varoluşun kamusal ve özel
alanları arasındaki ayrımın modern biçimini
damgalayan şeyin, işte bu özel dışlama ve tabiyet
yapısı olduğunu anlatmaktadır. {Ahlâk ve Mo-
dernliK sf. 72-75.)
Endüstriyel toplumlar tarafından taşınan, fi-
zik ve kimya bilimleri alanlarındaki keşiflerin
uyandırdığı hayranlıkla desteklenen "evrenin
kutsallıktan arındırılması" ve tabiatın laikleştiril-
mesi sürecinde, evler de özel ve kamusal alan gi-
bi anlam değişmesine uğramıştır. Çağdaş insan,
kendine ait bir dünyaya sahip olabilmek için
—bunda istediği kadar başarılı olamasa da— ata-
larının yaşadığı dünyayı kutsallıktan arındırmaya
çabalamıştır. Modern mimarinin temsilcisi sayı-
lan Le Corbusier'e göre, ev bir "ikamet makine-
si"dir. Çağdaş dünyanın ideal evi, her şeyden ön-
ce işlevsel olmalıdır; yani insanlara çalışma, ve
çalışabilmek için de dinlenebilme imkânları sun-
malıdır. "İkamet makinesi", tıpkı bisiklet, buzdo-
labı ve araba değiştirilir gibi sıklıkla değiştirilebi-
lir. Aynı şekilde, insanın doğduğu kenti veya kı-
rı, iklim değişikliğinden kaynaklananlar dışında,
başka hiçbir sakıncası olmaksızın terketmesi
mümkündür. Mircea Eliade, modern mimarinin
eve biçtiği anlamın, dinî geleneğin ev tanımının
tam karşısında yer aldığına işaret etmiştir. Dinî
gelenekte, ev, oturmak için seçilen bir "dün-
ya"dır; bu durumda evin inşasıyla, oturmak için
üstlenilen "dünya"nın yaratılmasını üstlenmek
söz konusudur. Kent veya tapınak gibi ev de bir
simgecilik veya kozmogonik bir ayin ile kısmen
veya tamamen kutsallaştırılmaktadır. İşte bu ne-
denden ötürü, bir yere yerleşmek, bir köy kurmak
veya sadece bir ev yapmak, ciddi bir karar gerek-
tirmektedir. Çünkü buraya insanın bizatihi varo-
luşu angaje olmaktadır; sonuçta kendi "dünyası-
nı" yaratmak ve onu ayakta tutmak, yenilemek
sorumluluğunu üstlenmek sözkonusudur. İkamet-
gah gönül rahatlığı ile degiştirilememektedir;
çünkü, "dünya"sını terketmek kolay değildir. Ko-
nut bir nesne, bir "oturma makinesi" değil, Yara-
tıcı'nın rızasını kazanacak ölçülerde, yine Yaratı-
cı'nın rızasını kazanmayı mümkün kılacak bir şe-
kilde oluşturulmuş bir "evren"dir. (Eliade, 32, 37-
38.)
Neticede kadim geleneklerle ve ilahi dinlerle
modern düşünce ve modern insan arasındaki mu-
azzam farkı ölçmek için, bedene, eve ve evrene at-
fedilen değerlerin bir mukayese edilmesi çok şey
ifade' edecektir. Dindar insana göre beden bir ka-
festir. İçinde yaşadığı konut, kutsal ölçülere uyum
göstermelidir. Çağdaş insan için evi kozmolojik
değerlerini kaybetmiştir, bedeni de her türden
dinsel veya ruhani anlamın dışına çıkmıştır. Mir-
cea Eliade'nin ifade ettiği gibi: Dinsellikten yok-
sun modern insanlar için kozmos geçirgen olma-
yan, cansız, dilsiz birşey haline gelmiştir; bu koz-
mos hiçbir mesaj aktarmamakta; hiçbir "şifre"nin
taşıyıcısı olmamaktadır. (Eliade, sf. 150-155.)
Dindar olmadıklarını söyleyen insanların ço-
ğu hâlâ sahte dinleri ve yozlaşmış mitolojileri sür-
dürdüklerine göre, anlaşılıyor ki, evrende tam bir
laikleştirme ve kutsallıktan arındırma bütünüyle
mümkün değildir. Öyleyse tabiat ve insan; zaman
ve mekanda her zaman hareket halinde olmasa
da kutsala doğru bir eğilim, harekete geçirilmek
üzere hazır beklemektedir. Modern insanın evren
ve beden tanımlarına karşı dini evren ve beden
tanımlarını yeniden, yeni ve anlaşılır bir dille ifa-
de etmek gerekmektedir. "Modernizmin evsizliği"
ise, evlerin yeniden tanımlanması ve yeniden
kutsal değerler atfedilen mekanlar olmasının za-
ruretini göstermektedir.
Evlerin ve mekanların geçirdiği anlamsal de-
ğişime rağmen kadını bu mekanlarda aynı bildik
kimliğiyle istiyoruz ki gerçekte istediğimiz o bil-
dik kimliğin de ideallerimizle ne derece tutarlı ol-
duğuna çoğu zaman emin olamıyoruz. İnsan mad-
di ve manevi bakımdan, ürettikçe huzurlu olur.
Evlerin üretim alanları olmaktan çıkması duru-
munda, kadınların evlerde huzuru bulması im-
kansızlaşıyor. O zaman kadınlar iyi ev kadını
olacakken sinir hastalıklarına yakalanıyorlar, iyi -
anne olmak yerine saplantılı veya ilgisiz anneler ha-
line geliyorlar. Bu sırada evler mana ve değer üre-
tici mekanlar değil, cinnet üreten mekanlara,
zindanlara, vakit geçirme ve süsleme zeminlerine
dönüşüyor. Özel alan artık, sorumlulukları kapi-
talizm tarafından temellük edildiği için, içi boşal-
tılmış bir alandır. Ben modern dünyada insanın
anlam kaybı yüzünden yaşadığı gaybi "evsiz-
lik"ten sözederken, erikten boşaltılmış bir kamu-
sal alanda, aşırı kurumsallaşmanın yol açtığı bi-
reysel zayıflamayla ortaya çıkan fiziksel evsizliğe
de işaret etmiş oluyorum.
Böylece, özel alanın uğradığı anlam kaybı
nedeniyle "evin çöküşü" kadını daha çok etkili-
yor. Ve belki evin çöküşü de kadının eviyle iliş-
kisindeki olumsuz değişmelerden daha çok etkile-
niyor. Bu durumda kadının üretkenliği, evi dışın-
da yer aldığı çalışma alanları gibi konularda, ken-
di tanımlarımız, beklentilerimiz ve hedeflerimiz
olması önem kazanıyor. Dinî bakışta kadının ev
ile ilişkisi, kamusal alandan bir dışlama, tabi kıl-
ma ve karşıtlık bazında görülmemelidir. Bizim
özel alan'a ilişkin yaklaşımımıza göre, bu alan ne
yalnız kadına aittir, ne de kadın yalnız özel alan-
la tanımlanabilir. Kadın eviyle özel ilişkisiyle bir-
likte kamu hayatına katılabilir. Aynı şeyi erkek
de yapabilir. Ancak bu katılımların nispeti ve üs-
lubu arasında bir farklılık olması, —ki, kadının
tesettürü de bunların içindedir— kadın ve erkek
kimlikleri arasındaki farklılıkların ve mahremiye-
tin korunması ve böyle bir farklılık olduğundan
sözedilebilmesi için gereklidir. Bu da c:el alanla-
rın buharlaşmasının önüne geçilmesi, bu arada
özel alanın kamusal alanın güdümünde bir yalan-
cı boşanma sahası olmaktan kurtarılması, buna
bağlı olarak evleri de içine alan özel alanların
üretici mekanlar olarak yeniden biçimlenmesi ile
birlikte mümkündür. Özel alanın yeniden kurul-
ması, yitmiş veya yitirilmekte olan mahremiyetin
geriye dönmesini sağlamakla gerçekleşebilecek-
tir. Zaten kamusal ve özel alan arasındaki ilişki
modernlikten önce bir karşıtlık ilişkisi olarak ta-
nımlanmamıştır. Modernlik özel ve kamusal alan
arasındaki ayrımı vurgularken, gerçekte özel alan
kamusal alana doğru savrularak anlam kaybına
uğramıştır. Modernlikle birlikte özel alan, kamu-
sal dünyada temsil edilmekten menedilmiş; nere-
deyse bir duygu çöplüğü gibi, kamudan tecrit
edilmiştir. Artık bu iki alan arasındaki ilişki, her
birinin öbürünün varlığını gerektirmesi bakımın-
dan bir karşılıklı öngerektirme ilişkisidir, ama ay-
nı zamanda her bir alandaki karakteristiklerin
tam da öbürü tarafından dışlanan karakteristikler
olması bakımından bir karşıtlık ilişkisidir de.
Ross Poole bu türden bir karşıtlığın, özellik-
le modern toplumların karakteristiği olup, belki
de modern toplumlara özgü olduğunu öne sür-
mektedir. Kamusal ve özel, eril ve dişil arasında-
ki bu şekildeki çekiştirmeli ve parçalayıcı ayrım-
lar, modern tarihin ürünüdür. Modernlikle geliş-
tirilen kamusal ve özel alan şeklindeki ayrım ger-
çeklere tekabül edememiş, bu şekilde bir ayrımla-
manın hedeflediği çifte ahlâk anlayışı, modern
insanın uyumsuzluğunun bir kaynağı olmuştur.
Diğer taraftan modern aklın eril karakteristiği,
Poole tarafından özel ve kamusal alan arasında
yapılan ayrımın —erkekleri de mutsuz etmekle
birlikte— neticede kadın değerleri aleyhine ge-
lişmesinin bir nedeni olarak gösterilmektedir. (R.
Poole, Ahlak ve Modernlik, sf. 72, 211.) Ailenin
işlevinin kamuya yüklenmesi, kamu alanında da
bu işlevleri yürüten kurumlarda daha çok kadın-
lar çalıştırıldığı halde, kamusal alanın kadınsılaş-
masını sağlayamamıştır. Kadın kamusal hayatta
çoğunlukla, özel hayatta onun için tasarlanan iş-
levleriyle, sekreter, manken, garson, hemşire, ço-
cuk bakıcısı olarak yer almaktadır. Öbür taraftan,
özel alanın yetersizliği ve içinin boşaltılmışlığı,
cinselliğin —olmaması gerektiği halde— piyasa-
da yozlaşarak, erotizm paketi içinde yer alış biçi-
minde açıkça görülür. Modernleşme ile kadın be-
deni, kamusal bir mala dönüşmüştür. Batılı Hıris-
tiyan kültürde kadın toplum hayatına öncelikle
bedeni nedeniyle girer. . Bu durum, önce imgesel
düzende ortaya çıkmış; böylece, kadın bedeninin
üzerindeki somut güç, yerini imgesel güce bırak-
mıştır. Kadının ve bedeninin kamusal alana giri-
şi, özellikle popüler kültürde, eğlence sektöründe
ve reklamlarda cinsel anlamlarla dolu olarak
temsil edilir. Kadın bedeninin hçrkese açık cinsel
bir anlamla yüklü en aşırı örneği, pornografidir.
    Pornografinin, modern Batı toplumundaki
eşitlikçi akımlarla birlikte hızla gelişmiş olması,
dikkat çekicidir. (Sari Nare, sf. 109). Böylece Batı
kültüründe kadın, bir objeye dönüştürülürken,
kamusal alandan özel alana doğru denetim altın-
da tutulmaktadır. Moda gibi pornografi de, kadı-
na yönelik bu yeni denetim biçiminin araçları ol-
maktadırlar.
Çocuk bakımı, kadınların yeteneklerini geliş-
tirme özgürlüğünün belki de en can alıcı belirle-
yicisi olarak görülür. Modernliğin "başarılı" ve
"mevcut kalan", "kadını, Virginia Woolf un De-
niz Feneri'ndeki kolunda sepeti ile yoksullara gi-
den, çok çocuklu, filozof kocasının moral kayna-
ğı ve "yuvasını insanlığın kalbine kuran" Mrs.
Ramsey değil, özgürlüğünü korumak için evlen-
memeyi tercih ettiği, bir tavan arasına asılacak,
belki de yırtdıp atılacak tablolar yapsa da kadın-
lık dışı bir uğraşı olduğu için, ressam Lily'dir. Mo-
dern bakışta bir şeyler yapabilen, gören, kalan,
Lily'dir. Öteki kadın, yani Mrs. Ramsey ise koca-
sı, çocukları için yaşamıştır; güzel, özverili ve sağ-
lam duyulu olsa da, ardında hiçbir iz bırakmadan
yok olup gitmiş sayılmaktadır. Çocukları ve top-
luma yaptığı hizmet, topluma biri savaşta ölen se-
kiz çocuk kazandırdığı halde, bir ücrete mukabil
gerçekleşmediği, bilim ve sanat ürünlerinde oldu-
ğu gibi takdir görmediği için; çocuk yetiştirme-
nin, hayır işlerine koşmanın kolay olduğu sanıldı-
ğı için de, Mrs. Ramsey'in yokolduğu ve boşuna
yaşadığı düşünülür.
Modernleşen kentlerde ailenin fonksiyonel
kayba uğraması nedeniyle oluşturulan kreş, gün-
düzbakımevi, pansiyon gibi kurumların ailenin
belirli fonksiyonlarını karşılayabileceği sanılmış-
tır. Bu kurumlar ailenin bazı fonksiyonlarını yük-
lenirkerr, sadece aile kurumu bünyesinde sağlana-
bilir değerlerin önemi gözardı edilmiştir. Böylece
ailede oluşturulabilecek bütüncül kişilik zarar
görmektedir. Sovyetler Birligi'nin yaşadığı tecrü-
be bu konuda yeterince aydınlatıcı olmaktadır.
Cengiz Aytmatov'un romanlarına konu olan acı-
masız fedailer (mankurtlar), aile kurumundan ko-
parılarak özel olarak yetiştirilmiş, topluma karşı
hınçlı ve insani duyarlılıklarının gelişmesi engel-
lenmiş gençlerdir. Kamu kuruluşlarında, terkedil-
miş çocukların bakımında başarılı olunamamış-
tır. Yetkililer, çocuğa toplumun bakmasının aile
sisteminde daha sağlıklı, etkili ve doğru olduğu
şeklindeki "eski yanlış anlayışın" Sovyetlere pa-
halıya patladığını ifade etmişlerdir. Chanie Ro-
senberg'in aktardığına göre, 1988 yılında Moscotf
Neujs muhabirlerinden biri, yoksulluk nedeniyle
terkedilen bebeklerden sözederken şu neticeye
varmaktadır: Nasıl uzun zamanlar önce kilise ya
da manastırın penceresini tıklatıp kilise hizmet-
lerine isimsiz bir çocuk bırakmak olanaklı idiyse,
belki günümüz koşullarında da benzer bir şeyler
düşünmek yararlı olurdu.
Modernlikle bağlı ütopyalarda yaşlılar gibi
çocuklar da hep üretim mekanizmasına zarar ver-
meyecek bir bağlamda ele alınmışlardır. Bu bakış
açısı en radikal tecrübesini bolşeviklerde yaşa-
mıştır, ilk bolşevikler, kreşleri ve ana okullarını
daha 1903 yılında programlarına almışlardı. Al-
man devrimcisi Klara Zetkin, kadınların kurtulu-
şunu, eviçi görevlerin (yemek pişirme, temizlik
yapma ve çocuk bakımı) kamu kurumlarına akta-
rılarak karşılığı ödenen işler haline getirilmesiyle,
böylece kadınların kendi yeteneklerinden yarar-
lanmakta özgür kalabilmesiyle eşitliyordu. Kol-
lantai "mutfağın evlilikten ayrılmasının" bir ka-
dının yaşamındaki öneminin, "Kilise'nin devlet-
ten ayrılması"yla eş olduğunda ısrarlıydı. Kadın-
ları "kadın işi" diye bilinen uğraşlardan kurtar-
mak amacıyla komünal kurumlar kuruldu: Doğu-
mevleri, çocuk bakım merkezleri, çamaşırhaneler
ve çamaşır onarım merkezleri, yalnız yaşayan in-
sanlar ve evli çiftler için ev komünleri kuruldu ve
bunlar özel dairelerden üstün tutuldu. 1919-1920
yılında Petrograd nüfusunun yüzde 90'ı, Moskova
nüfusunun ise yüzde 60'ı komünal biçimde besle-
niyordu. Ama, bu deneyin sadece 4 yıl devam et-
tirilebildiğini yazan Chanie Rosenberg, neticede
işgücüne çekilen, aynı zamanda geleneksel aile
yapısı içindeki yeri de sabit tutulan kadının çifte
yük altında bırakıldığını yazar. 1930'lardan itiba-
ren kadın traktör sürücüleri, paraşütçüler, metro
yapımcıları, astronotlar ve neşeyle çalışan kadın
işçi ve köylülerle ilgili örtbas edilmiş hikayelerin
ardına gizlenmiş gerçekleri daha önce eşi benzerine
rastlanmamış olanaklarla öğrenme fırsatı,
ancak perestroyka ile yakalanmıştır, (sf. 8, 102,
119.)
Sosyalizmde özel alanın korunması yine ka-
dına bağlanmış ama, kadın bu alanı kuracak güç-
ten yoksunlaştırılmıştır. Sovyetler'de "Yeniden
Yapılanma" dönemini başlatan Gorbaçov, "Prob-
lemlerimizin pek çoğunun (çocukların ve genç
insanların davranışlarında, ahlâkımızda, kültürde
ve üretimde karşılaştığımız problemlerin) bir öl-
çüde aile bağlarının zayıflamasından ve aile so-
rumlulukları karşısındaki gevşek tutumlardan
kaynaklandığını keşfettik" derken, iyi bir aile at-
mosferi yaratılması yönünde kadınların evdeki
rolünün önemine işaret etmekteydi.
Özel alanın sınırlanması ve zayıflamasıyla
evin ve ailenin yaşadığı anlam kaybı, ev ve ailey-
le daha içice ve ilgili olan kadından iki kat etki-
lenirken onu da iki kat etkiliyor. Özel alan, mo-
dern bireyin kamusal alanda varolmak için gerek-
sindiği bir uğraktır. Kadınsı diye nitelenen, kişi-
sel, duygusal ve ailevi değerler, daha derinde pi-
yasaya tahvil edilenfeyen her şey özel alana sıkış-
tırılmak istenir ama özel alan aynı zamanda de-
ğersiz, saygınlıktan yoksun görünür. Kadın özel
ve kamusal alan arasında çekişmeli bir gel git ya-
şıyor ama hiçbir alanda tam olarak kendini yerin-
de hissedemiyor. Robert Seidenberg ve Karen
DeCrow, "Agorafobi/ Eviyle Evli Kadınlar"ın gi-
riş bölümünde, bugün, toplumsal hayata katılma-
ya istekli kadının, birçok düş kırıklığını, toplum-
sal ve ruhsal cezaları, fırsat eşitsizliklerini göze al-
mak zorunda kaldığını anlatırlar. Evden çıkması-
nın, iş yerinin ödediği ücretten tutun d^ çocukla-
rının uyuşturucu kullanmalarına, hatta bizzat so-
kakta uğradıkları saldırılara kadar birçok tehditle
yüzleşmek demek olması, bazı kadınlarda agorafo-
biye (açık alan korkusuna) yol açmaktadır. Gele-
neksel açıdatı kadın özel hayatın bir parçasıydı;
agora, kadının ayak basmasına ya da huzur içinde
bulunmasına göz yumulan bir yer değildi. Bugün
de kadınların kamusal alana katılmaları yönün-
deki şartlandırmaya karşılık, kamusal alan tam
anlamıyla kadınların katılımına uygun olarak bi-
çimlendirilmiş değildir.
Anlaşılan modern toplumların kamusal alan-
da kadın erkek eşitliği ideali, pratiğe yansıyama-
maktadır. Eski Sovyet cumhuriyetlerinde bütün
çalışanların yarısından fazla olsalar bile, denetle-
yici görevlerde bulunan kadınların oranı yedide
bir oranda kalmıştır. (Chanie Rosenberg, sf. 20.)
Batı dünyasında iş gücünün yüzde 40'ını kadınlar
oluşturduğu halde, çalıştıkları şirketler bu kadın-
ların pek azını üst görevlere atıyorlar. Avrupa ve
ABD'de şirketlerin yönetim kurulu üyeliklerinin
yalnız yüzde 2'si kadınların elinde. Büyük şirket-
lerin başındaki kadınlar da kendi bilek güçleriyle
bu görevlere gelmekte engellerle karşılaşıyorlar.
Kadınlar erkeklere göre üçte bir oranında daha az
ücret alıyorlar. Meslekler söz konusu olduğunda,
bunun modeli bütün Batı Dünyasında açıkça tek
biçimlidir. Kadınlara açık ve elde edilebilir mes-
lekler sınırlıdır ve bu mesleklerdeki gelecekleri
açısından, kadınlar erkeklerden daha az iyi du-
rumdadırlar. Pek çok kadın, geniş ölçüde ya da
tamamen kadınların istihdam edildiği sınırlı iş-
lerde çalışır. Kadınlar Batılı kapitalist ekonomile-
rin tümünde ikincil iş gücünün temel bir öğesini
oluşturuyorlar. (R. Goffee, R. Scase, Kadınlar İş
Başında, sf. 22.) Ayrıca çalışma şartları açısından
kadınlar pek rahat değildirler, işverenler kadınla-
rı erkeklere göre daha kolay işten çıkarabiliyor.
Almanya gibi ülkelerde pek çok kadın işyerinde
cinsel tacize uğruyor. Pek çok şirket, kendilerini
işlerine erkekler kadar veremeyeceği kanısından
hareketle, evli kadınları kesinlikle işe almıyor.
Tabiî bu kanaat, anketlere dayanarak oluşuyor.
Anketlere göre erkekler kolay kolay evde otur-
mayı yeğlemiyorlar ama kadınlar iyi bir eş bul-
dukları veya anne oldukları takdirde işlerini bıra-
kabiliyorlar. Dünya Bankası'nın bir raporuna gö-
re, Türkiye'de kadının iş gücüne katılma oranı
her geçen gün geriliyor. 1955'te yüzde 70 olan bu
oranjn kente göçle beraber hızlı bir düşüş göster-
diğini 1960'da yüzde 33'e gerilediğiıvi görüyoruz.
Neticede kadın belki toplum içinde, çalışıyor
vaziyette, ama yalnız ve tecrit edilmiş, yerini tes-
pit edememiş, güvenlikten yoksun ve tedirgin bir
ruh haliyle yaşıyor. Bu ruh halini Barbara Easton,
şöyle ifade ediyor: "Yirminci yüzyılda meydana
gelen coğrafi hareketlilik ve toplulukların dağıl-
ması ile birlikte, kadını aile dışında destekleyen
şebekeler zayıflamıştır. Ve kadınlar daha önceki
kuşakların başka yerde bulabildikleri yakınlığı
muhtemelen kocalarmda aramaktadırlar." An-
cak, kadınlar kocalarından ve —^kazandığı yeni
biçimle— ailelerinden beklentilerine karşılık bu-
lamadıklarında, bu ruh hali için hazırlanan ya-
lancı sığınaklara yöneliyorlar. Tania Modles-
ki'nin kadınlar için kitlesel fantezi üretimi üzeri-
ne yaptığı inceleme, bu sığınaklardan ikisini ele
alıyor: Pembe diziler ve Soap operalar. Soap ope-
ra olarak nitelendirilen melodramları ilgi çekici
kılan, özel alanla kamusal alan arasındaki karşıt-
lığın giderildiği bir manzara sunmalarıdır. Bu di-
zilerde özel alanla kamusal alan içice geçmiştir.
Belki bu özelliği nedeniyle gün boyu kadınları ek-
ran başına toplayan soap operalar geftellikle, kü-
çük kasabalarda, birbirleriyle yakın ilişki içindeki
iki ya da üç aile arasındaki ilişkiler üzerine kurul-
maktadır Aileler ekseriyetle birkaç kuşaktan olu-
şur Ye kuşakların üremesi, melodram karakterleri-
nin inanılmaz bir hızla olgunlaşmak istemeleri sa-
yesinde hızlanır. Kurguların çoğunda çocuk figür-
leri bol miktarda yer alır. Erkekler gibi genellikle
kadınlar da evin dışında, daha çok avukatlık ve-
ya doktorluk gibi mesleklerde çalışırlar ve meslek
düzeyinde çoğu kez erkeklerle eşittirler. Fakat
herkes, zamanının çoğunu kişisel veya aile içi
krizleri yaşamak veya tartışmakla geçirir. Pek çok
kadın için yegane destek hâlâ ailedir ve melod-
ramlar bu desteğin ölümsüzlüğünü göstermeye ça-
lışırlar. (Tania Modleski, Hınçla Sevmek/Kadınlar
İçin Kitlesel Fantazi Üretimi, sf. 86.)
Soap operaların, yani melodram niteliğindeki
arkası yarınların gördüğü geniş ilginin nedenleri
arasında ikisine işaret edelim burada: tikin, özel-
likle geniş aile ilişkilerini vurgulamak suretiyle
kadınlarda aile kurumunun uğradığı anlam kaybı
karşısında oluşan yalnızlık ve tecrit edilmişlik
hissine karşılık vermesi ve izleyiciye, bir aile gö-
rüntüsü sunması. Aile, daima dağdma süreci için-
de olsa da, durum ne kadar katlanılmaz olursa ol-
sun, bir arada kalmaya devam eder. İkinci olarak,
sahte de olsa, evdeki kadının yalnızlığını giderici
ve sevgi ihtiyacını karşılayıcı bir işlev görmesi.
Soap operalar yuva sıcaklığını, bu sıcaklığın hâlâ
önemli olduğunu hissettirir. Aile kaotik bir du-
rumda olsa da hâlâ vardır. Zaaf hali içindeki özel
alanın bir temsilcisi olarak çekirdek ailenin ka-
dınları hayal kırıklığına uğrattığı noktada soap
operalar devreye girmekte, onu gerek eviyle ge-
rekse ailesiyle olan ilişkileri konusunda ikna edi-
ci bir işlev görmektedir. Kaldı ki soap operaların
sadece ev kadınlarıyla sınırlı kalmayan geniş bir
izleyici topluluğuna sahip olması ve çalışan ka-
dınlar tarafından da ilgiyle izlenmesi, ayrıca dik-
kate değerdir. (Özel alanı kamusal hayata katma
yönünde en tavizsiz bir deneyin yaşandığı Rus-
ya'da, "Zenginler de Ağlar" dizisinin televizyonda
yayınlandığı saatlerde hastahane gibi iş alanları-
nın felce uğradığı, bu tür dizilerin entellektüel se-
viyesi yüksek kesimlerde de ilgiyle izlendiği gö-
rülmektedir.)
Demek ki ailenin yeniden canlanması, özel
alana has değerlerin ve kurumların yeniden işler-
lik kazanmasıyla ve kamusal alanla özel alanın
karşıtlığının bütünleşme olarak değişim geçirme-
siyle birlikte mümkün olacaktır. Pakistanlı Prof.
Enis Ahmed'in müslüman kadınlar için tasavvur
ettiği "ev mühendisliği", ev kadınlığı durumuna iş-
lami bir açılım kazandırmayı amaçlıyor. Ev mü-
hendisliği kadının, ona asalak olduğunu düşündür-
ten ev kadınlığından, "söz hakkına" sahip olduğu
saygın ve etkin bir pozisyona yönelişidir. Ev mü-
hendisliğinde kadının evi ve ailesi, yakın çevre-
sinden başlayan bir açılımla üretime katılması tek-
lif ediliyor. Günümüz metropollerinde ev'den üre-
tim zaten yaygınlık kazanıyor. Ev-ofisler yaygınla-
şıyor. Bir bakıma ev fonksiyon olarak, geçmişteki
durumuna dönüyormuş gibi görünüyor ama yine
de belki üretilen iş ve çevreyle bağlantılar itibarıy-
la, belki evler gibi insanlar da değiştiği için, hala
eksik birşeyler kaldığı hissi uyandırıyor..
Kadının rolünün sadece ev işleriyle sınırlı ol-
duğu inancı, evliliklerde huzursuzluk kaynağı ol-
maktadır. Oysa ki bu, İslâmiyet'e atfedilemeye-
cek bir inançtır. Geçmişte, alimlerin kadınların
ev işlerindeki sorumluluğuna ilişkin değerlendir-
melerinden bir örnek şöyle: "...Onların ev işleri-
ni yapacak boş zamanlan yoktu. Hizmetçi tutma-
ya da maddi imkânları yoktu, tş kadınlara düştü.
Bu sebeple onlar ev işlerini ve evde bulunan ço-
cuklarla meşguliyeti üzerlerine alarak, kocaları-
nın cihad, v.s. İslâmiyet'e yardım edici faaliyet-
lerde bulunmalarına imkan hazırladılar." (Doç.
Dr. İbrahim Canan, HzPeygamber'in Sünne
tinde Terbiye, sf. 393.)
Evleri dönüştürücü bir güç kazanımı açısın-
dan müslüman kadının aile içindekf'hak ve ödev-
leri, evi ile ilişkisi, tahsil yapma ve çalışma im-
kanları, yeteneklerini geliştirme ortamlarına sa-
hip olması, sosyal ve siyasal karar mekanizmaları-
na katılımı... gibi konular üzerine yeniden konuş-
mak gerekiyor.. Evler cinnet üreten, üretici değil
tüketici kişiliklerin barındığı mekanlar olacaksa,
değişen evlerde ve kentlerde müslüman kadının
var olma şartları da bu değişmeler hesaba katıla-
rak yeniden konuşulmalı. Modernizasyona tabi
tutulan müslüman toplumlarda bugün evler eski
evler değildir; kentler eski kentler değildir. İnsan
ilişkileri, cemaat örgüleri, akrabalık ve komşuluk
ilişkileri çözülmeye uğramıştır. Buna karşılık ka-
musal alanda Batı'da olduğu gibi evlerin yerini
tutmak üzere tasarlanan kurumlar da oluşturula-
bilmiş değildir.
Müslüman kadın için, geleneksel olarak ta-
nımlanageldiği mahremiyet alanına modernlikle
birlikte bir sorgulama boyutu katıldığından kuşku
duyulmamak. Modernlikten önce kadının mah-
remiyeti için öne sürülen bütün ölçüler ve buna
bağlı olarak kadına tanınan var oluş alanı tama-
miyle haklı ve yapıcı değildi. Ancak modernlikle
birlikte mahremiyet "dönüşüm adına" çözülmeye
uğrarken, kadın umulduğu gibi cinsel açıdan öz-
gürleşmemiş, cinselliği yoluyla nesneleşmiştir.
Marcuse çağımızın serbestliğinin bir özgürlük yo-
lu olmadığını çok önceden farketmişti. Foucault
ise, bu serbestiyi bir iktidar fenomeni olarak görü-
yordu. Anthony Giddens de "mahremiyetin dö-
nüşümü" diye adlandırdığı, cinselliğin üremeden
bağımsızlaştırılması ve kadınların cinsel özerkli-
ğinin artması gibi iki dinamiğiyle ifade ettiği sü-
reçte, aslında her şeyin yolunda olmadığının far-
kındadır. "Cinsellik müptelası bir toplumun ölü-
mün anlamsızlaştırıldıgı bir toplum olduğuna işa-
ret ederken, önerdiği, izlenecek yaşam politikası-
nın, tinselliğin, yani maneviyatın yenilenmesini
de içermesi olmaktadır. {Mahremiyetin Dönüşü'
mü, sf. 186.) Modernleşmeyle zıtlaşmayan türde
bir maneviyafçılık önerisinin, postmodernlerin
önerilerinin dışında nasıl bir çerçeve sunacağını
beklerken  insanlık buna  tahammülü olmadığı
halde kaybetmeye devam edecektir.
Modernizmin mahrem alan üzerindeki dö-
nüştürücü gücünü inceleyen Nilüfer Göle, Tanzi-
mat dönemi batıcıları için "cinsiyet eşitliği" ve
kadının özgürleşerek kamu yaşamına dahil olma-
sının "toplumsal gelişmenin" bir gereği sayılıyor-
ken, İslamcılar için kadınların "özel yaşamın,
mahremin" dışına çıkarılmasının, cemaat kural-
larını çiğneyerek ahlâkî bir çözülmeye yol açacak
bir girişim olduğunu ifade eder. Göle'ye göre İs-
lamcıların temel kaygıları, "islâm terbiyesinden
çıkmanın ve Batı'ya yönelmenin tenselliğin, cin-
selliğin uyarılmasıyla eşanlamlı" görülmesine yol
açan modernleşme anlayışı olmuştur. (Modern
Mahrem, sf. 17, 23.) Bu tespit Tanzimat dönemi
islamcılarının tepkilerini izah etmek bakımından
açıklayıcı olmakla birlikte yeterli değildir. Kamu
yaşamına dahil olması, ille de kadının mahremi-
yetinde bir çözülme olacağı anlamına gelmeyebi-
lirdi. Ya da Göle'nin işaret ettiği şekilde, pratikte
kadının mahremiyetine verilen önemin, İslâmi-
yet'in yasalarının kadınları toplumsal ve fiziksel
olarak görünmez kılmaya yönelik olduğunu dü-
şünmemiz gerekmezdi. İslâmiyet'in yasalarının
kadını nasıl ve nerede tanımladığını daha doğru
olarak görmek için "Islamî kaynaklara dönüşün"
yaşandığı 80'li yıllara uzanmak, belki bu arada
modernliğin tecrübelerinden dersler alarak, hiç
olmazsa tesettürün, mahremiyetin ve özel alanın
tanımlanmasında işe "yeniden başlamak" gerek-
miştir.
Tesettür kadını mekansal olarak sınırlamayı
değil, onun varoluş alanını genişleten ve düzene
sokan bir kavram olarak algılanmalıydı. Sad b.
Osman'ın, Rabiatü'l-Adeviyye ile ilgili olarak an-
lattığı şu hatıra, İslâm tarihinde kadınların teset-
türle varoluş alanının hangi sınırlara kadar geliş-
tiğini anlamak bakımından izah edicidir:
"Zünnun Mısri ile beraberdim. Birinin geldi-
ğini gördüm. "Birisi geldi hocam" dedim. Bana,
"Buraya arkadaşlarımdan başka kimse gelmez,
kim olduğuna bak" dedi. Baktım, bir kadındı.
"Bir kadın" dedim. "O Kabe'nin Rabbi adına, O
bir dosttur" dedi. Ona doğru koştu ve onu selam-
ladı. "Kardeşin Zünun'um, yabancı kimse yok"
dedi. Rabia, "Selamünaleyküm" dedi. Zünnun,
"Seni buraya ne getirdi?" diye sorunca, Rabia,
"Allah'ın kitabından bir ayet, 'Allah'ın arzı geniş
değil mi? Öyleyse üzerinde gezinin' diyor" dedi."
(Margaret Smith, Bir Kadın Sufi: Rabia, si. 54.)
Sünnetle çok meşgul oldukları halde sünneti
anlayamamış kimselerin otoritesinde, tesettür,
kadını sınırlayıcı bir kavram olarak yerleşmiştir.
Sened bakımdan muteber olmayan hadisler ileri
sürülerek, kadın, toplum içinde bir fitne ve fesad
kaynağı sayılmıştır. Muhakkikler, ahad olan (mü-
tevatir olmayan) hadislerin, ayetlerin zahiriyle
çatıştıkları takdirde reddedilebileceği görüşüne
varmışlardır. Ahad hadisler, konuyla ilgili ayetle-
rin zahiriyle ve nasların umumuyla, yahut da
Kur'an ahkamına dayanan kıyas ile çatıştıkların-
da reddedilirler. Muhakkikler, fakih olan ravile-
rin rivayet ettikleri hadislerle, sadece hadis hafızı
olan ravilerin rivayet ettikleri hadisleri birbirin-
den ayırmışlardır. Bir metnin veya senedin yanlış
anlaşılması neticesinde müslümanların uğradık-
ları zarara bir örnek olmak üzere, Muhammed
Gazali, tesettür'ün özgürleştirici değil sınırlayıcı
bir kurum olarak anlaşılmaya başlanması üzerine
şunları kaydetmektedir: Müslümanların bir kıs-
mı, kadının kimseyi görmemesi ve hiç kimsenin
de kadını görmemesi gerektiğine hükmetmekte-
dirler. Medine'de kadınların, üst tarafında gör-
meyi sağlayacak bir deliği bulunan ve bu deliğin
de peçeyle örtüldüğü bir çarşafa bürünerek dolaş-
tıkları görülür. Bu yaygın gelenek, bir hadise da-
yandırdmaktadır: Ebu Davud, Tirmizi, İbni Sa'd
ve Beyhaki'nin rivayetlerine göre ResuluUah
(sav.), eşlerinin Abdullah b. Ümmü Mektum'u
görmelerini hoş karşılamadığını söylediğinde, on-
lar Abdullah'ın âmâ olduğunu belirterek, kendi-
sine itiraz etmişlerdir. Bunun üzerine ResuluUah,
"Sizler de âmâ mısınız?" diye buyurmuştur.
"Kadının vazifesini anlatırken bu hadisi öne
sürmek demek, sünneti bilmemek demektir. (Ka-
dının) hayatının üslubunu, toplum ile ittisalini
anlatırken bu hadisi zikretmek, sünneti bilme-
mek demektir. Niçin bu konuda Buhari'nin daha
sahih, daha ince rivayet ettiği hadisleri zikretme-
yiz?" diye soran Muhammed Gazali, kadınların
savaşta erkeklere su taşırken ve yaralıları tedavi
ederken tasvir edildiği hadislere değinerek şu ne-
ticeye varmaktadır: "Farzedelim ki Buhari bu sa-
hih hadisleri rivayet etmedi. "Sizler de ama mısı-
nız?" hadisi topluma tatbik edildiğinde, kadınlar
böylece evlerinde kalarak ebediyyen bu hapisten
çıkmayacaklar mıydı? Kur'an'da böylesine bir
hükmün varlığı bilinmemektedir. Aksine, Kur'an
"eve kapatılma" gibi bir hükmü, fuhuş irtikab
eden kadınlara ceza olarak vermektedir." (Gazali,
sf. 44-52.)
Benzeri şekilde Fazlur Rahman, Batılı yazarla-
rın Avrupa'daki genelevlerin içinde bulundukla-
rı tiksindirici teferruat hakkında yazdıklarına da-
yanarak "eğer güvenlik içinde olacaksak, kadınla-
rın serbest bırakılmaması gerektiği" sonucuna
ulaşan, "Aksi takdirde nerede duracağız?" diye so-
ran müslüman alimlerin yaklaşımlarını, şu soru-
suyla değerlendiriyor: "Aynı esastan hareket ede-
rek insandaki kötü temayülleri ve insanlığın gös-
terdiği korkunç delilikleri düşünerek, insanoğlu-
nun yaşama hakkına sahip olup olmayacağını
sormak mümkün değil midir?" (İslâm, sf. 325.)
İranlı televizyon yönetmeni Sonya Poryamin,
"...erkekler kadınlardan bir derece üstündür-
ler...(Bakara 128) şeklindeki ayet-i kerimenin ka-
dınların kültür ve sanat sahnelerinden uzaklaştı-
rılmasına ve istidatlı, üzmun kadınlarla bu konu-
larda işbirliğine, müşavereye gidilmemesine bir ge-
rekçe kılmmaması gerektiğine işaret etmektedir.
Kadınların erkeğin yarısı ve tamamlayıcısı olduğu
inancının iletişim araçlarına taşınması, annelikle
irtibatlı kadın değerlerinin, şefkatin, merhametin
ve iffetin bütün topluma yayılmasını sağlayacaktır.
Poryamin İran'da sinema ve televizyonda müslü-
man kadının. Batı ülkelerinden yönelen uydu ya-
yınların bir dayatması olarak değil, Islâmî bir çıka-
rımla yer almasının sağlanması üzerinde durarak,
görsel medyada müslüman kadının etkin olarak
rol alması gerektiği inancını şu şekilde dile getiri-
yor: "Günümüzün şartları, özellikle yıkıcı ve gün-
den güne etkisini artıran uydu yayınlar, görsel açı-
dan iletişim araçlarında ortaya çıkan gelişmeler,
hemen kadının konumunun yüceliği inancımızı
görsel iletişim araçlarında, sosyal ve kültürel saha-
larda belirginleştirmemizi zorunlu hale getiriyor.
Uydu yayınlar her şeyden önce gençlerimizi ve ço-
cuklanmızı sapmaya zorlayan bir içeriğe sahiptir.
Bu, kadının özde sapmaya müsait olduğu inancın-
dan ileri gelen bir tespit değildir. Burada amaçla-
nan, geçen yüzyıl içinde hiçbir zaman kadını kül-
türel konularda fikir ve karar sahibi bir konumda
görmemekten, bu sahalarda ona etkin ve geliştiri-
ci bir yer vermemekten ileri gelen bir zaafa işaret
etmektir."
"Biz kadınların çamaşır ve kap kaçak yıkar-
ken, yemek yaparken, ev temizlerken ve çocuk
bakarken fırsat bulup da edineceği bir hayat görü-
şüyle, kişisel çabalarla bu yıkıcı ve donanımlı kül-
türel hücuma mukabele etmesini bekleyemeyiz.
İletişim araçlarında ve özellikle görsel medyada
kadınların varlığını ciddiye almamak, telafi edile-
mez büyük zararlar doğuracaktır. Eğer kadınlar
kültürel saldırı karşısında mağlup düşerlerse, bü-
tün toplumumuz mağlup düşmüş olacaktır. Batı
yaşam tarzı ve felsefesi dolaylı propagandalarıyla
kademeli olarak kadınlarımız üzerinde etkili ol-
duğu takdirde, ister istemez bu çocukların terbi-
yesine de yansıyacaktır. {Ettelaat, 20 Ocak 1995)
îslâmi kaynaklara eğilirken tarihin yükünü
seçme ve neyin tamamiyle tarihsel neyin Islâraî
olduğunu anlama imkânına kavuşan kadınlar, bu
dinin kendilerine neler sunduğunun farkına varı-
yorlar. Kadınlara yönelik aşağılayıcı ve dıştalayı-
cı yaklaşımların islâmiyet'e mal edilmesi yüzün-
den, tarihin yükünü gözden geçirme gereği nok-
tasına varmamış, kaynakları yeni bir okumaya ta-
bi tutmamış tahsilli kadınların islâm'dan kolayca
uzaklaştıkları bir vakıadır, islâm toplumunda eği-
tim, çalışma, sosyal hayat, siyasal ve kültürel et-
kinlikler kadınları dışlayacak şekilde düşünüldü-
ğü içindir ki, birçok müslüman kökenli kadın'
kendilerine islâm olarak dayatılan bir takım ka-
lıplarla hayatın vakıaları ve ihtiyaçları arasında
bocalıyor, yaşantı tarzları itibarıyla kademeli ola-
rak sekülerleşen bir zihin yapısıyla islâm'dan
uzaklara düşüyorlar.

    
Bu yazıda yararlanılan bazı kaynaklar:

Ahmed, Enis, Kadın ve Sosyal Adalet, Beyan Yayınlan,
İstanbul.
Badinter, Elizabeth, Biri ötekidir / Kadmla Eriıkk Arasm'
daki Yeni /Ii}fei ya da Androjin Devrim, Afet Kadın, Şubat
1992.
Betger, Peter L., Betger, Brigitte, Kellner, Hansfried,
Modernleşme ve Bilinç, Pınar Yayınları, İstanbul 1985.
Canan, İbrahim, Hz- Peygamber'in Sünnetinde Terbiye,
2. Baskı, İstanbul 1982.
Eliade, Mircea, Kutsal ve Dindışı, Gece Yayınları, İstan-
bul 1991.
Fazlur Rahman, İslâm, Selçuk Yayınları, İkinci Baskı:
İstanbul 1992.
Gazali, Muhammed, Fıkku's-Sire/ResuluUah'ın Hayaü,
Risale Yayınlan, İstanbul, 1991.
Giddens, Anthony, Mahremiyetin Dönüjümü, Ayrıntı,
Ağustos 1994. Modernliğin Sonuçlan, Ayrıntı, Nisan 1994;
Gittins, Diana, Aile Sorgulanıyor, Pencere Yayınları, İstan-
bul.
Goffce, Robert - Scase, Richard, Kadınlar j§ Başındal
Kadın Girijimcikrin Deneyleri, Eti Kitapları, Ekim 199, istan-
bul.
Göle, Nilüfer, Modem Mofırem / Medeniyet ve Örtünme,
Metis Yayınları, İstanbul 1991.
Hodsgon, M.G.S. , İslâm'ın Serüveni, c. I, İz Yayıncılık,
istanbul 1993.
ikbal, Muhammed, Isiâmda Dini Düşüncenin Yeniden
Doğuşu, Bir Yayıncılık, istanbul 1984-
Kara, ismail, "Müslüman Erkeklet Fonksiyonel Değişi-
me Uğramışlardır", İzlenim, Ağustos 1993.
KoUantai, Aleksandra, Marksijrn ve Cinsel Devrim, Bil-
gi Yayınevi, 1994, Ankara; Kadmlann Ozgiiflüğü, Yarın Ya-
yınları, 1986, İstanbul.
Modleski, Tania, Hınçla Sevmek/Kadınlar İçin Kitlesel
Fantazi Üretimi, Pencere Yayınları, istanbul.
Nare, Sari, Bir Düjiem Olarak Kadın Bedeni / Kadınlar ve
Siyasal Yaşam-Eşit Hak-Eşit Katılım,-Yayına Hazırlayan: Nec-
la Arat, Çağdaş Yaşamı Destekleme Demeği Yayınları 4,
Cem Yayınevi, İstanbul 1991.
Poole, Ross, Ahlak ve Modernlik, Ayrıntı, Çev: Mehmet
Küçük, istanbul 1993.
Poryamin, Sonya, Kadın ve Görsel Medya, Ettelaat Gaze-
tesi, 29 Ocak 1995 (9 Behmen 1373).
Rosenberg, Chanie, Kadınlar ve Perestroyka, Pencere
Yayınları, istanbul 1990.
Segal, Lynne, Gelecek Kadın mı?, Afa Yayınları, İstan-
bul 1990.
Seidenberg, Robert - DeCrow, Karen, Agorafobi-Eviyle
Evli Kadınlar, Afa Yayınları, Mart 1988, İstanbul.
Smith, Margaret, Bir Kadın Sufi: Rabia, insan Yayınları,
istanbul'1991, sf. 54.
Veblen, Thorstein, Aylak Sınıf Teorisi, Feminizm, Çevi-
ren Nihal Kara, Afa Yayınlan, Temmuz 1987.
Virginia Woolf, Deni^ Feneri, Türkçesi: Naciye Akseki
Öncül, Can Yayınları, İstanbul 1982.
Yeniçeri, Celal, Peygamber Ailesinin Gelirleri, Geçimi ve
Bıraktı^ Miras, Hj. Peygamber ve Aile Hayatı, İSAV, istan-
bul.
Zetkin, Clara, Kadın Sorunu Ürerine, Inter Yayınları, is-
tanbul.
Bilgi ve Hikmet, Yaz - 1995, Sayı 11
164

 

 
 
  Bugün 175 ziyaretçi (206 klik) buradaydı

beyaz kuğu Selam Dünya !.. Selam Türkiye !.. Sitemize Hoş Geldiniz !.. ( beyaz kuğu ) bir aile sitesidir !.. Lütfen bizi takip ve dostlarınıza tavsiye ediniz !. Bu çorbada tuzu olsun isteyenlerin, tenkit ve tavsiyeleri için ( mim.sait@hotmail.com )veya ( alt1946@windowslive.com ) adreslerine mail göndermelerini bekliyoruz !.. Sitemizde "bir hoş sada" menüsü altında yer alan "beyaz kuğu", "teferruat", "derviş hüseyine mektuplar" ve "hem nalına hem mıhına" bölümleri orjinal olup, bunların hiç bir hakkı mahfuz değildir, kaynak gösterilerek veya gösterilmeksizin kullanılabilir. Diğer dökümanlar ise; çeşitli sitelerden alınmış, bazılarında değişiklik yapılmıştır.İlgililerin talebi halinde derhal kaldırılacaktır!..Bilgilerinize sunulur !.. *** beyaz kuğu***Ailenizin Sitesi***











* * * * *


 
 

Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol