beyaz kuğu
  Cinsiyetten Doğan Haklar ve Yükümlülükler
 

Cinsiyetten Doğan Haklar ve Yükümlülükler

  

Ahmet BATTAL

Prof. Dr., Gazi Üniversitesi Öğretim Üyesi.

Kadın
Kış 2011   [ 113. Sayı ]

 

Giriş

Köprü Dergisi, bu sayısında, yazar adayları için en zor konuyu dosya yapıyor. Zorluk şurada:

“Kadın”ı bir erkek yazarsa bu yazı nakıs olur, zira taraf durumundadır ve içinden bakmadığı bir kavram-obje hakkında yazmaktadır.

“Kadın”ı bir kadın yazarsa bu yazı da noksan olur, zira taraf durumundadır ve kendi içinden baktığı bir kavram-subje hakkında yazmaktadır.

Bu iki yazıdan hangisinin “daha nakıs” olacağı ise kanaatimizce önemli değildir.

Bu vesileyle, zihninizdeki tartışmaya da ışık tutacak bir hatırayı naklederek başlamak isterim.

Ülkemizde 2002 yılında yürürlüğe giren ve aile içi ilişkiler ve kadın erkek ilişkileri gibi konularda öncekine nazaran daha demokratik bir kanun olarak lanse edilen yeni Medeni Kanun, ailenin idaresi hususunda karı kocanın anlaşamaması halinde eşlerden birine üstünlük vermemekte ve meselenin mahkemeye giderek halledilmesini öngörmektedir. 1926 tarihli eski Medeni Kanun’da ise anlaşmazlık halinde erkeğin reyinin daha üstün olacağı yazılı idi.

Bu yeni kanunun hazırlandığı ve “bilim” çevrelerinde tartışıldığı dönemde, bir sempozyumda, bu değişiklik hararetli tartışmalara konu edilmekte iken, paneli yöneten bilim “adamı” araya girerek “heyecana gerek yok hanımlar, beyler, nasıl olsa hakimlerimizin çoğu erkek” deyip gevrek gevrek gülmüş ve meseleyi sulandırmak yoluna gitmişti.

A. Adaletin Cinsiyetle İlişkisi

1. Girişte de ifade ettik: Cinsiyet farkları üzerine akıl yürütmek (hikmet) zordur. Cinsiyet farklarının hukuk düzenine etkisini yani adalet ile cinsiyet arasındaki ilişkiyi tesbit, tarif ve tatbik etmek (hükmetmek) de aynı şekilde zordur.

O halde önce şu soruyu soralım: Hikmetli ve adaletli hüküm kime/neye dayanmalı? Hüküm kimden çıkmalı? Hüküm kim tarafından infaz edilmeli?

Ya da; adaletin ve hukukun cinsiyeti var mıdır?

Kaide koyanın ve o kaideye göre hükmedenin cinsiyeti meselesi aslında Hakîm’in ve Hâkim’in cinsiyetinin olup olmadığı ile ilgilidir. Bu mesele esasen varlığın ve Yaratıcısının tarifi ile ilgilidir ve zannedildiğinin aksine basit ve sıradan bir mesele değil, diğer tüm varlık algılarını yönlendirecek ve kuşatacak ölçüde mühim bir meseledir.

Rusça, Almanca, Fransızca ve özellikle Arapçada ve diğer bazı dillerde eşyanın ve isimlerin eril/dişil (masculine/féminine) olarak ayrılması yani tüm eşya için cinsiyet (gender) tasavvur ediliyor olması ve bu dillerden bazılarında, Lafzullah’ın yerine ikame edilen Gott, Dieu vb. için dahi bir tür cinsiyet tasavvur edilmiş olması, bu tartışma ile ilgilidir1.

İstanbul kuşatma altında iken papazların meleklerin cinsiyetini tartışmayı sürdürmüş olması da belki bu konunun ehemmiyetinin bir sonucudur.

2. Vahiyden sapma göstermiş olan Doğulu ve bilhassa Batılı ilahi hukuk felsefecileri, zulmetmeye, Allah’a “baba” sıfatı, toprağa da “ana” doğurganlığı vermeye kalkarak; yani cinsiyeti olmayacak varlıklara cinsiyet atfederek başladılar. İslam öncesi Araplarının Lat, Menat ve Uzza adlı putları da dişi tasvirli idi.

Böylece, deyim yerindeyse vahiy dediğimiz yazılım virüs kaptı, onarılamaz hale geldi, üstelik donanımın yenilenmesi karşısında güncelliğini de yitirdi. Nihayet bütün bu eksiklikleri telafi için Kur’an nazil oldu, vahyin “versiyonu” yenilendi, antivirüsle tahkim edildi.

İşte bu son vahye sadakatten vazgeçmeyen ilahi hukuk doktrini, kadınlar ve erkekler hakkında ve her konuda “hüküm (söz) Allah’ındır ve hüküm (karar) Allah içindir” derken Allah’ın cinsiyetsiz oluşuna da işaret etmiş olmaktadır.

O halde kadın için de erkek için de verilecek tek gerçek “tarafsız” hüküm ancak Allah’ın vereceği hükümdür. O hüküm ise tam olarak, ancak ahirette, cennet ve cehennemde ve “ilahi adalet” biçiminde tecelli edecektir.

Yine o halde, “biz cinsiyetli”lerin cinsiyet ve hukuk hakkında yazıp söyleyecekleri, ancak o ilahi adalete yüzümüzü döndürmekten ibaret olursa “hikmetli ve hükümetli” olabilecek, aksi halde haddi aşacaktır.

3. Hak’ı sadece bu dünyada ve ancak kısmen alınabilecek sınırlı bir varlık olarak algılayan adalet anlayışı laik olmaktan öte bir anlayıştır, sekülerdir, nakıstır.

Hakkı “sadece bu dünyada” tam olarak tecelli ettirmeye çalışan ve bunda ısrar-inat eden adalet anlayışı, laikçe de olsa teokratikçe de olsa, aslında gayr-i makuldür, akıldışıdır. Aynı şekilde Hak’ı bu dünyada asla tecelli etmeyecek bir hayal olarak gören adalet anlayışı intiharı netice verir ve dolayısıyla kendi içinde ciddi bir paradoks içerir.

Hak’ı hem bu dünyada hem öte dünyada tecelli edecek bir olgu ve bir “mutlak varlığın işi” olarak anlayan adalet anlayışı, varlığı doğru anlamlandırmaktadır.

Buna göre insani adalet ancak ilahi adalete yakınlaştığı ölçüde adalettir.

4. Girişteki örnek olaydan da anlaşılacağı üzere, insanlar için hakkın sınırlarını belirleyen ve adalet dağıtan dünyevi otoriteler, bunu yaparken, otokratik ve otoriter biçimde “kendi aklı”na dayanırsa, kendisi istese de istemese de cinsiyetini de işe karıştırmış olur. Zira akıl hislerden ve his de kültürel cinsiyet kalıplarından (gender) ve fiziki/hormonal cinsiyet unsurlarından (sexuality) uzak kalamaz.2

İnsanlar için hakkın sınırlarını belirleyen ve adalet dağıtan dünyevi otoriteler, kendi akıllarına değil de, demokratik biçimde çoğulcu anlayışla tecelli eden ortak akla (halkın aklına ve sağduyusuna) dayanırsa cinsiyetle ilgili tarafsızlık problemi şeklen bitmiş olur. Zira bu halde artık otoriteye güç veren unsur, doğrudan cinsiyet değildir.

Ama bu ihtimalde de karar mekanizmasını, sosyo-kültürel kalıplar şekillendirir. Bu kalıpların oluşum biçimi üzerinde rol oynayan ataerkil-anaerkil gibi cinsiyet temelli unsurlar –girişteki hikayede de aktardığımız gibi- hem hükmü hem de hakimi, en azından dolaylı olarak etkiler. Tarafsızlık problemi de aslında sürer gider.

Buna karşılık, “hükmeden dünyevi otorite”nin güç aldığı demokratik çoğunluk kendi iradesini (ortak aklı) oluştururken vahye dayanırsa cinsiyet atfı ve riski bitmiş olur. Zira “Allah doğmamıştır, doğurulmamıştır” yani cinsiyet onun sıfatı değildir.

Buna göre cinsiyet O’nun yarattıklarının bazılarına ait bir sıfattır ve esasında üreme ve çoğalma içindir, cinsellikteki lezzet ve şehvet kısmı bir tür peşin ücrettir.

Yine bunun sonucu olarak cinsiyet ve cinsiyete dair yaklaşımlar, hükmetme için kullanılacak bir araç, bir kıstas, bir telakki, bir önkabul değildir.

5. Cinsiyetin akletme (hikmet) ve hükmetme (hükümet) üstünlüğünün aracı olmaması için, dünyevi adaletin aracılığını yapmak adına akleden ve hükmeden, hükmü cinsiyet sahibi varlıklar adına değil, Allah adına vermelidir.

Hatırlayalım ki “batılcı Batılılarca” adalet tanrıçası olarak tasvir edilen “thémis”, elinde kılıç ve terazi tutan, gözleri bağlı bir “dişi” idi.3

Oysa adaleti bir tanrı-insan heykeliyle ve dolayısıyla “cinsiyet”le ifade etmek, “bu tanrı” ister kadın ister erkek olsun, buna inananlar için dahi, başlı başına bu sebeple problemli ve hatta zalimcedir.

Bu, ucu sivriltilmiş kılıçlı “tanrıça sembolü”nü sol yakasında ve kalbinin hemen üzerinde taşıyanların, o rozetin manevi iğnesinin manevi kalbi kanattığından habersiz yaşaması ise ne hüzünlüdür.

Günümüzde bir kısım ilahiyatçılar da dahil olmak üzere hukukçularca yapılan ilmi ya da kazai içtihatlar işte bu sebeple gerçek içtihattan uzaklaşmaktadır. Bilhassa “vahyi çağa uyarlamak adına” yapılan feminist yorumlar, aslında vahyin ve dolayısıyla içtihadın semaviliğini görmezden gelmekte, içtihadı arzileştirmektedir.4

B. Adaletin Kıdemle ve Kudretle İlişkisi

1. Aslında hüküm ve cinsiyet tartışması, adalet teorisi kitaplarına da alınan bir örnek olaydaki temalarla da ilişkilidir.

Bireyden topluma geçişi, çok dolaylı biçimde, ince ve oldukça tehlikeli bir felsefi bakış açısıyla anlatan bir klasik roman olan Issız Ada’yı biliriz. Hikayede, deniz kazasından kurtulan ve bir ıssız adaya ilk çıkan “kıdemli” Robinson Crusoe beyaz bir hür idi ve fakat adaya yine bir deniz kazasıyla daha sonra gelen kişi bir zenci idi. Roman boyunca da efendisi Robinson’a bağlı ve ona nazaran kıdemsiz ve ikinci sınıf birey olarak kaldı. Hatta onun adını dahi Robinson koydu ve o da razı oldu. Üstelik yanlış koydu, takvim hatası yapmış, günleri yanlış saymıştı. “Zavallı” zenci, o adaya Pazar (Sunday/güneşlenme günü) günü çıkmış olmasına rağmen Robinson o günü “Cuma” (friday/serbest gün) sandığı için çömez zencinin adı Cuma kaldı.

2. Bu romandaki “kaza” ve “tesadüf” miti insanın dünyadaki varlığının tesadüfiliği iddiasına gönderme yaparken; kıdem, tecrübe ve bilgelik miti insanın sosyal statüsüne işaret eder.

Romandaki beyaz ve zenci olma farkı aslında cinsiyete işaret eder. Adem’in Havva’dan kıdemli olmasının, ona “Havva’ya karşı” ve “Havva’ya nazaran” bir üstünlük sağlayıp sağlamadığını sorgulamamızı ister.

Romanda kıdemli beyazın kıdemsiz zenciyle ilk karşılaştığında ona ismini sorup onun fıtrî ismine ve ilmine hürmet etmek yerine, gayrı fıtri bir davranışla ona isim koyması da kıdemin “tabii” ve fakat “gayri fıtri” bir sonucudur. Bu tartışma da aslında diğer mukaddes kitaplarda ve Kur’an’da geçen talim-i esma (Adem’e eşyanın isimlerinin öğretilmesi) meselesine gönderme yapar.

3. Sosyologlar bu romanda Robinson’un beyaz olmasını, romanın yazarı Daniel Defoe’nun da beyaz bir İngiliz olmasına bağlar ve bunu psikolojinin sosyolojiye “gayrıiradi” bir yansıması olarak görürler.

Pozitivist ve ateist sosyologlar ise bu noktadan hareketle ve bilhassa dinî kaynaklarda “var” saydıkları “erkek egemen kültür” sabununa basarak bir-bin basamak aşağı kayarlar: Çok tanrılı dinlerde “esas” tanrının “baba-erkek” olarak tasvir edilmesini de delil göstererek “tabiatının sevkiyle egemen olan erkeğin, kendince uydurup güç için atıf yaptığı tanrıları da erkek olarak tasvir etmesi” olarak tarif ederler. Bu fikre göre, roman romancıyı var etmiştir, ama olsun, o da ateizmin küçük (!) kusuru artık.

(Keşke Defoe’nun çağında Kur’an’ın Latinceye ya da İngilizceye çevirisi yapılabilmiş ve yayılabilmiş olsaydı ve Defoe okuduğu çok sayıda kitap yanında Kur’an’ı da okumuş olabilseydi. Ortaya nasıl bir romanın çıkacağını merak etmemek mümkün değil.)

4. İşte Kur’an’daki “İhlas Suresi” bu sebeple manen büyüktür ve insanın, kainatla ve Yaratıcısı ile arasındaki bağı doğru biçimde kurmayı öğrenip öğrenemediğine dair samimiyet testinin aracıdır.5

C. Cinsiyetin Fıtri (Yaradılışsal) Niteliği

1. Bilimin kabul etmesi gereken şudur: Ne kâinatta ve ne de mukaddes metinlerde, gerçekte “erkek”, “egemen” değildir.

Buna karşı “ama erkeğin egemen olduğu sosyolojik ve bilimsel bir tesbittir” denilecektir. O da doğrudur.

Erkek egemen bir kültürün ve sosyal hayatın sosyolojik bir tesbit olarak yani bir vakıa-varlık olarak varlığının tesbiti, aslında bir sapmanın tesbitinden ibarettir.

Bu sapma “azıcık ve sanal kudret” sahibi insanın fıtratından kopmasını, kendi gücüne tapmasını ve böylece kavilerin zayıflara zulme sapmasını anlatır. Bu vakıa-varlığın algılanması ve basamak olarak kullanılması, aslında cinsiyeti de kapsayan ve fakat vicdanın kontrolünden geçmemiş olan tüm duyguların akla taarruz ve müdahale etmesidir.

2. Peki “erkek” “egemen” değilse “egemen olan” nedir ya da kimdir? Yani hakimiyet kime aittir?

Görüldüğü üzere yine baştaki soruya döndük.

Bu aşamada artık sorunun cevabını varlığın nasıl algılandığını inceleyerek vermemiz gerekir. Yardımcı kaynak ise yine hilafet-i arz ve talim-i esma ile ilgili kabullerimizdir.

Kâinatın tesadüfiliği varsayımı ile başladığımız fikrî yolculuk bizi zulme-zulmete ve çıkmaza sürüklediğine göre, kainatın Ehad ve Samet bir yaratıcısının olduğunu kabul ederek başlayalım:

3. Kâinatın sahibi vahid-i Ehad’dır yani Tek’tir(Bir), cinsiyet ise iki ile başlar ve “iki”yi gerektirir. O halde O’nun cinsiyeti de, cinsiyete ihtiyacı da yoktur. Esasen O Samed’dir yani O’nun hiç “bir” şeye ihtiyacı yoktur.

Kadın-erkek farkı dahil bütün farklılıklar onun birliğini göstermek için yani “malumu ilam” içindir. Zira “gerçek” ilmin kendisi de “ilim” sahibi de O’dur. O halde kadın-erkek farkı dahil olmak üzere tüm farklara dair tüm bildiklerimiz onun öğrettiklerinden ibarettir.

Tek “tarafsız ve mutlak güç sahibi” O’dur. Erkekliğimizden ya da kadınlığımızdan doğan bütün zayıflıklarımız, düşkünlüklerimiz, taraflılıklarımız, kusurlarımız O’nun kudretini anlamak içindir.

Özetle adaleti aramamız da, şefkate koşmamız da, rızka yönelmemiz de hep O’nu anlamak içindir.

4. O halde erkek “egemen” değildir, “tapılacak bir kudret” sahibi de değildir. Erkek, kudretini Allah’ın kudretiyle yarıştırmamalı, gerekmedikçe göstermemelidir, aksi halde sınavı kaybetmiş olur.

O halde kadın “şeytan” değildir, “tapılacak bir güzellik” sahibi hiç değildir. Kadın da güzelliğini Allah’ın güzelliği ile yarıştırmamalı, gerekmedikçe göstermemelidir, aksi halde sınavı kaybetmiş olur.

Özetle, Allaha kul olmak istemeyen bir nefsin sahibini sürüklediği yer; düzensizlik, kaos, fanilik, yokluk ve hiçliktir. Allah’tan başkasına kul olmayı reddeden ve sadece Allah’a kul olan ise “tek ve gerçek egemen”i tanır, kendi cüz’i iradesiyle O’nun muradına ve külli iradesine bağlanır, O’nun varlığında mutlak varlığı ve O’nun huzurunda hakiki mutluluğu ve huzuru bulur.

D. Cinsiyetin Fıtri (Yaradılışsal) Amacı

Allah’ın cinsiyetle ilişkisi nedir?

1. Allah bizzat Hak’tır ve Adil’dir. (Allah’ın bir cinsiyeti olsa idi adaleti olmazdı dedik.)

Allah’ın adaletinin –hikmet ve iradesi ile birlikte- tecellisi için, adil ya da zalim olma riski bulunan, irade sahibi ve “birbirinden farklı” mahlûkların bulunması ve aralarında bir müsabakanın açılması gereklidir.

2. İrade sahipleri için sınav sorularından biri de Allah’ın yarattıklarının arasındaki cinsiyet farklarıdır. Cinsiyetten kaynaklanan içsel eğilimler (temayülât) ve cinsiyete dair dışsal gözlemler ve bilmeler, bu bilgiyi doğru şekilde kullanma sınavını başlatmaktadır.

Allah Hz. Adem’e (ve dolayısıyla kendisi yönünden aynı anda ama Adem ve Havva yönünden daha sonraki bir vakitte olmak üzere Hz. Havva’ya) kainatı nasıl kullanacağını öğretti. Bu öğrendiklerini insan nesline öğretme (tebliğ) görevini de ona verdi.6

Allah onlara ilmi verdikten sonra onları yine bir sınava tabi tutarak cennette onlara şeytanı musallat etti. Sınav onların ikisinin Allah’ın iradesine karşı irade koymaları ile ilgili idi. Yani batıl dinlerde inanılanın aksine Adem Havva ile sınanmadı. Sınav, Adem’in cinsiyet algısına ve cinsiyet meyillerine dair değildi. Zira cinsiyet (cinsellik) yönünden sadece birbirlerini tanıyorlardır.

Onlar gerçek sınavın başlayabilmesi için kurgulanan sembolik sınavı sembolik olarak kaybettiler.7 Ama böylece asıl sınav Ademler ve Havvalar üzerinden, yeryüzünde ve zor görevin ifası hususunda sürüyor.

3. Ademoğlunun (ve “Ademkızı”nın8) sınavında görev, varlıkları (eşyayı) anlamak ve doğru biçimde anlamlandırmaktır. Bu göreve yeryüzünün halifesi olmak da deniyor.

Eşya aynı zamanda esmadır (isimleridir). Zira bir şeyin (eşyanın) gerçek ismi onun kendisidir. Bir şeyin kendisi yani aynısı isminin aynasıdır. Aynanın görevi ise, kendisini değil, parlak “sır”rının da yardımıyla aynanın karşısındakini göstermektir.

Şeytan ayna olmayı reddedip de sınavı kaybettiği içindir ki ayna değildir; Allah’ı değil kendisini göstermektedir.

Onun dışındaki tüm varlıklar ise kendilerinin; yani aynlarının; yani aynalarının şeytandan uzak kalabilmesi nisbetinde nisbi bir hüsün ve kuvvetle karşılarındaki “Mutlak”ı göstermektedirler. Yani Allah kendi kendisini, yarattığı aynalardan izlemekte, bundan bir tür “mukaddes bir lezzet” almakta ve “memnun” olmaktadır.9

4. İnsan cinsine gelince, insanlar bu aynalık vazifesini elbette tüm fıtri özellikleriyle -mesela ırkı ya da diliyle- yapacaktır. Bu da insana, insanî lezzeti verecektir.

İnsanın fıtratının bir parçası cinsiyeti olduğuna göre insan Allah’ın isim ve sıfatlarını yansıtma görevini, kendi cinsiyetini ve cinsiyetinden kaynaklanan farkını da göstererek yapacaktır.

Eşyadaki esma aynı zamanda Allah’ın Esmasına (isimlerine) da işarettir. O halde bu farklar aynı zamanda Allah’ın insanda tecelli eden isimleri itibariyle de farktır.

Allah’ın bazı isimleri bazı eşyada diğer bazılarına nazaran daha fazla tecelli eder ve aslında bu da bir sınav sorusudur.

5. İşte insan cinsinde de bu yönden, mesela yaşlı ve genç arasında fark olduğu gibi, kadın ve erkek arasında da fark vardır. Allah’ın bazı isimleri erkeklerde daha açık tecelli ederken, diğer bazı isimleri ise kadınlarda daha net biçimde tecelli etmektedir.

Mesela Rahim, Rahman ve Rezzak isimleri erkekte de görünür, ama kadında, hemen hemen daima, açıkça ve ön planda olmak üzere tecelli ve tezahür eder.10 Kadın rahim sahibidir, çocuğunu önce orada büyütür; rahmandır, çocuğuna merhametini daima kalbinde taşır; rezzaktır, çocuğun rızkını memelerinde taşır. Aslında Bütün bunlar kadının bizzat kendi varlığından ve kadınlığından değil, Allah’ın Rahim, Rahman ve Rezzak oluşunun kadın ve çocuğu aynasında görünmesinden ibarettir. Zira kadının “bizzat kendisi” bir mutlak varlık değil bir “gölge varlık”tır.

Mesela Hakîm, Hâkim ve Kadir ismi erkekte kadına nisbeten daha açık biçimde tezahür eder. Erkek hikmet sahibidir, aklıyla problemleri çözer; hâkimdir, ortama vaziyet eder ve hükmeder; kudret sahibidir, düşmanın tecavüzünü durdurur. Yine bunlar da aslında erkeğin öz malı değil, Allah’ın bu isimlerine ayna olmasının bir sonucudur.

O halde kadınla erkek arasındaki fıtrî farklar ve buna bağlı olarak ortaya çıkan hükmî farklar (hüküm farkları) gerçekte bir fark değildir, ancak hükmen bir farklılıktır. Üstelik bu hükmî farklılıklar da dinî naslarda uhrevi mükafatla telafi edilmiştir.11 Önemli olan, kadının ve erkeğin birbiriyle ya da başkalarıyla değil, kendisiyle yarışması, potansiyelini kinetiğe dönüştürmesi, kabiliyetini harekete geçirmesidir. Buna “kendini gerçekleştirmek” de denmektedir.

O halde insanın kendisini gerçekleştirmesi aslında kendisini içsel ve dışsal kirlerden arındırarak temizlemesine yani aynanın sırrını kuvvetlendirerek parlaklığını artırmasına ve camının temizlemesine bağlıdır. Aynanın cinsiyeti de ırkı da önemli değildir.

Bu yüzden Allah katında üstünlük ancak takva; yani aynayı kirletmeme (temiz tutma) kabiliyeti ile ölçülür.

E. Cinsiyetin Amaç Dışı Kullanılması

1. Aslında sadece cinsiyet değil, insandaki tüm farklılıklar ve kuvveler amaç dışı kullanılma riskine açıktır. Temel kaynaklarda; akıl (muhakeme) kuvveti, menfaate yönelme kuvveti ve zarardan kaçma kuvveti olarak üç ana gruba ayrılan bu kuvveler için doğrusu, bunları doğru yolda yani sırat-ı müstakimde kullanmak ve ifrat ve tefritten uzak tutmaktır. Aksi halde sınav kaybedilmiş olur.12

Namazda okunması farz olan Fatiha suresiyle, Allah’tan, kudretimizi ifrat ve tefritten uzak vasat bir mertebede (sırata’lmüstakim) tutmasını istememizin sebebi de, bu surenin Kur’an’ın kalbi olarak nitelendirilmesinin sebebi de budur.

2. Kadın ve erkeğin cinsiyetini amaç dışı ve dolayısıyla kötüye kullanmasına gelince: Mesela kadının çocuğunun dünyevi menfaati uğruna onun ahiretini feda edercesine yanlış tercihler yapması, onun, şefkat ve merhametini amaç dışı kullanmasıdır. Yine mesela kadının (ya da erkeğin) Allah’ın rahmetini hak etmeyenlere Allah’tan rahmet dilemesi de haddi aşmaktır.

Mesela kadının tesettürü kaldırması13 ve kendisini açık saçıklıkla satmaya çalışması, kadının hüsnünü ve cemalini amaç dışı kullanmasıdır.14 Aynı şekilde kadının şehvetinin kurbanı olması da kadınlığa mahsus lezzetinden sapmadır.

Mesela erkeğin güç kullanarak başkalarının haklarına tecavüz etmesi ya da başkalarını kendisine kul köle etmesi, onun, kudretini amaç dışı kullanmasıdır. Aynı şekilde erkeğin (ve elbette kadının) aklını ve hikmeti kendi şahsi menfaatleri için bencilce ve hileli biçimde kullanması da bir ifrattır ve sapmadır.

Mesela bilhassa kırsal kesimde ana ve babanın, erkek çocuğa, Allah’ın verdiği haktan fazla hak vermesi ve onu “birinci sınıf evlat” ve “neslini devam ettirecek gerçek vâris” gibi görmesine karşılık kızını15 ikinci plana itmesi ve onu cinsiyeti nedeniyle kendisini ele güne rezil etme riski içeren bir tehlike olarak görme eğilimi bir tür sapmadır. Aynı şekilde, bilhassa şehirli kesimde sık görülen “elden ayaktan düşersem bana oğlum değil kızım bakar, ona Allah’ın verdiği haktan daha fazlasını şimdiden rüşvet olarak vereyim ki ileride ele güne muhtaç olmayayım” çıkarcılığı da, aslında “rızk da hüküm de Allah’ındır, terbiye edici de merhamet edici de O’dur” hükmüne tam iman edememiş olmaktan kaynaklanan bir sapmadır.

3. Kadın ve erkeğin günlük hayatta ve toplumsal sorumluluğa ait rol dağılımında yanlış role geçmeleri de aslında fıtrattan sapmadır.

Mesela; toplumsal ilişkilerdeki bozulmaların düzeltilmesinde ve hatalı davranışların neticelerinin telafisinde adaletle hüküm ve infaza da, şefkatle affetmeye de ihtiyaç vardır. Adalet; hikmet, hüküm ve kudreti gerektirir. Aynı şekilde şefkat için de merhamete ihtiyaç vardır.

O halde erkekler, kendilerinde tecelli edecek olan hikmeti, hükmü ve kudreti geliştirip adaleti tesis ve temin etmeli; kadınlar da merhametini geliştirerek gerektiğinde affetmeyi bilip/öğretip rahmeti tatbik etmelidir. Bu aynı zamanda fıtri bir işbölümüdür.

Aksi ise rahmi ve merhameti ile çocuk doğuran ve fakat onu işsiz kocasına bırakıp hemen mesaiye koşan ve her gün sesi adliye duvarlarında çınlayan “hakime hanım”ın çığlığının, suni biçimde merhametli olmaya çalışan ve fakat memesinde süt bulamadığı için bunu hakkıyla başaramayan babanın kucağında ağlayan bebeğin çığlığı ile yarışmasına sebep olur.

Aynı şekilde iradesine sahip çıkmak adına reyine sahip çıkmakla yetinmeyip başkalarının ve dolayısıyla başka erkeklerin haklarını aramaya ve dolayısıyla başkalarını temsil vazifesini de üstlenmeye kalkışan ve birçok yönüyle “mecburen erkekleşen” kadınlar da aslında bir sapmanın ürünüdür.16

İşte bu sebeple Bediüzzaman, sanayi devrimi denilen sürecin ve bunun sonucu olan çağdaş medeniyetin, kadını haksız ve gereksiz olarak sun’i bir biçimde17 yuvasından çıkardığını tesbit etmekte ve onlara “yuvaya dön” çağrısı yapmaktadır18

Burada kastedilen kadın, açıktır ki, “fabrikada tütün sarar, ağlar fabrika kızı” nakaratındaki zavallı kadın ya da erkeklerin zevki uğruna “meta”laşan hem de “mebzul meta” haline getirilen kadındır. Yoksa burada kadının sosyal hayattan tümüyle çekilmesi kastedilmekte değildir.

Esasen kadının sosyal hayattan “tümüyle” çekilmesi fıtrî olmadığı gibi dinin özüne de yabancıdır. Zira kesin hükümler yardımıyla biliyoruz ki İslam’da erkeklerin ancak cemaat halinde yapabileceği türden bayram ve Cuma namazı gibi ibadetlerde “cemaate iştirak etmek” kadınlara farz kılınmamış, ama yasak da edilmemiştir. Yine biliyoruz ki kadın erkek meselelerinde İslam’ın oldukça katı bir yorumuna tabi olan Suud idaresindeki Kâbe’de, hac mevsiminde, ibadet sırasında, kadın ve erkek, izdiham sebebiyle mecburen, neredeyse eşitlenmektedir.

Aynı durum Bediüzzaman’ın bizzat kendi yaklaşımları için de geçerlidir. Nitekim Risalelerin ancak elle çoğaltılarak yayılabildiği yasaklı dönemde kadınların da bu hizmete girişmeleri bu günkü anlamıyla kahramanca bir “sosyal faaliyet”tir ve Bediüzzaman bunu “Nurun kahramanı hanımlar” şeklinde tasvir edip alkışlamış ve desteklemiştir. Aynı şekilde Bediüzzaman kadınları şefkat “kahramanları” olarak nitelendirmektedir ki bu da bir tür meşru ve makul sosyalleşmenin sonucudur.19

4. Erkeğin kudretini kötüye kullanması ve malikiyet iddiası20 ya da fitne bahanesiyle kadını “kapatıp” ezmesi bir sapma olduğu gibi, kadının da erkeğin zulmüne karşı direnmesi ve hatta bu amaçla örgütlenmesi bir adalet arayışıdır ve bir tür meşru müdafaadır.21

Ancak dikkat edilmelidir ki kadın hakları konusunda bu çağdaki mücadeleler ancak Kur’an’ın verdiği hakları fiilen de almaya yönelik olduğu ve meşruiyet sınırları içinde kaldığı takdirde bir mânâ ifade eder. Zira “Kurûn-u ûla ve vustadaki zayi olan kadınlık hukukunu, Kur’an-ı Hakîm gayet ehemmiyetle muhafaza” etmiştir.22

Dolayısıyla, kadının bu hak arayışını abartıp, mesela “erkeksiz dünya” ya da “nikahsız hayat” raddesine vardırması da haddi aşmaktır. Dünya üzerindeki bazı feminist örgütlerin, “birey olarak kadın”ı basamak olarak kullanıp iktidar mücadelesine girişmeleri de bu tür bir bozulmadır.23 Ama daha tehlikelisi, hürriyet-i nisvan (kadın özgürlüğü) perdesi altında, kadının ve erkeğin fıtrî özelliklerinin yok sayıldığı mutlak eşitlikçi ve hayvancasına özgürlükçü sun’i bir sosyal düzen kurma hevesiyle insanı ve neslini ve toplumu tahrip etme şeytanlığıdır.

Unutulmamalıdır ki insan hakları denilen haklar kendi bağlamı içinde ve sağlıklı biçimde gelişmedikçe kadının hakları bir mânâ ifade etmeyecektir. Bunun birinci şartı ise bir yandan hakkını aramak ve fakat diğer yandan da hak konusunda Hakk’a tevekkül etmektir.

Nitekim Bediüzzaman Mücâdele Sûresi’nin “Kocası hakkında defalarca sana müracaat eden ve Allah’a şikâyette bulunan kadının sözünü Allah işitti. Zâten Allah sizin konuşmalarınızı işitiyordu. Muhakkak ki Allah her şeyi hakkıyla işitir, her şeyi hakkıyla görür.” mânâsındaki birinci ayetini tefsir ederken, kadının cinsi itibariyle şefkatin hakikatine en fedakarca biçimde mazhar oluyor olmasına da vurgu yaparak, bir kadının kocasından şikayetini Allah’ın da Rahim ismi ile işittiğini ve bu hakkın gereğini yerine getirmek üzere Hak ismi ile baktığını zikreder.24

Devlete karşı hak arayışında, kadının, “erkeklerle eşitlik” iddia etmesi de aslında bir tür sapma kaynağıdır. Zira eşitlik iddia etmek çoğu zaman kadının fıtri hakkını almasına yardımcı olmaya yetmemektedir. Doğrusu, “mukayeseli üstünlükler teorisinde” olduğu üzere eşitsizliğin bir adaletsizliğe sebep olduğu her durumda, en azından denklik sağlanıncaya kadar üstünlük ya da ayrıcalık istemektir. Ki buna pozitif ayrımcılık denmektedir.25

5. Adaletin sadece bu dünyada tecelli edeceğini varsaymak hırçınlığa ve dolayısıyla başka bir haksızlığa sebep olmaktadır. Oysa gerçek ve tam adaletin ahirette tecelli edeceğine inananlar için “mazlumun ahı yerde kalmayacaktır.”26 Böyle inananlar, inandığı gibi yaşamalı, yanlış yöntemlerle ve hırçın üslupla adalet ve hak aramaya yönelmemeli, kendi haklarını korumak adına bilhassa doğmuş ya da doğmamış çocuğunun haklarını feda etme bencilliğine sapmamalıdır.

Özet ve Sonuç

1. Allah’ın varlığına ve birliğine inananlar için dünya amaç değil, araçtır. Hak ve yükümlülüklerin nihai hesap yeri ve dolayısıyla adaletin nihai tecelligâhı da dünya değil, ahirettir.

O halde hak arama mücadelesi elbette bu dünyada da yapılacaktır. Ama bu mücadele asıl hak ve yükümlülük alanı ve büyük muhasebe günü unutulmadan yapılmalıdır.

2. Kadınların ve erkeklerin kamusal otorite yani devlet karşısında sahip oldukları haklara insan hakları diyoruz. Bu haklar devletler için bir yükümlülüktür. Ancak her hakkın yükümlülük biçiminde bir karşılığının bulunması da dünyanın dengesine ait bir kuraldır. İnsanların haklarının karşısında yine insanların devlete karşı; sadakat, kamu düzenini koruma, vergi, savunmaya iştirak gibi yükümlülükleri vardır.

3. Kadın hakları denilen insan hakları grubu ise kadını erkek karşısında denk ya da eşit statüye getirmeye yönelik ekstra haklardır. Bu haklar şeklen devletten talep edilmekle birlikte, dolaylı biçimde aslında erkeklerden talep edilmektedir.

Hak aramak meşrudur. Bu uğurda mücadele etmek de meşrudur. Yine bu yolda örgütlenmek ve bu sayede güçlenmek de meşrudur.

4. Kadınların (ve erkeklerin) Allah’tan hak talep etme ve bu uğurda Allah’la cedelleşme hakları yoktur. Allah’a karşı “sadece vazifelerimiz” vardır. Allah’tan istemek (dua) bir taleptir ama bu talep “bir hak talebi” değil, lütfun ve tecellinin talebidir. Ondan gelene “lütfun da hoş, kahrında hoş” diyebilmek ise sınavı kazandırır.

Zira başta “yok iken var edilmiş olmak” bir lütuftur, canlandırılmış olmak da insan olmak da birer lütuf basamağıdır. İnsan olmanın bir adım ilerisi iç ve dış huzura sahip “güzel insan” olmaktır. Güzel insan Allah’ın güzel isim ve sıfatlarına en güzel biçimde ayna olan insandır. Zaten insanın da varlık sebebi kendi benliğini yani kendisinin aynını unutup güzele ayna olmaktır.

Asabiyet (kültürel ve/veya nesebî soybağı) ve cinsiyet gibi kişilik unsurları kişinin iradesine taalluk etmediğinden zaten övünülebilecek hususlardan değildir. Zenginlik, yüksek zekâ, sıhhat, mülkiyet ve muvaffakiyet gibi ekstralar da övünülebilecek değil ancak şükredilebilecek ekstralardır. Bu ekstralardan her biri, aynen zıtları gibi, şuurla birleştiğinde kişinin Allah’a karşı sorumluluğunu artıran ekstra sınav unsurlarıdır.

Yaratıcısını tanıyan ve ona hakkıyla kul olan bir mü’min olmak Allah’ın insana bunların üzerinde ayrıca nasip ettiği bir iltifatı ve bir şereftir. Bu şerefin zirvesinde evliya olmak vardır. Ama o dahi aslında bir lütuftur. Zira “ben bunu hak ettim diyen” aslında evliya değildir.

Peygamber olmak ise “iradenin de taalluk ettiği bir hak” değil, bir vazifedir. Dolayısıyla ne bir erkek ne de bir kadın “ben niçin peygamber olmadım/olamadım” diyemeyeceği gibi “benim gibilerden neden peygamber yok” da diyemez. Zira nübüvvet müessesesinin mânâsını bilmek de bir sınav sorusudur. Bunu bilene düşen, nübüvvetin hakikatini (sıfata, isme ve ilme taallukunu) bilmektir. Yani nebi olmaya –hâşâ- yeltenmek değil, nebiye layık ümmet olmaya çalışmaktır. Aksi halde, “bilen”, hayat ve cinsiyet sınavını, üstelik “bilgisi ile” kaybetmiş olur.

Öz

Kadın hakları, cinsiyet-adalet ilişkisi, cinsiyetten doğan haklar ve yükümlülükler, cinsiyet farklılığının hikmetleri, adalet ve güç ilişkisi, kadın-erkek eşitliği, erkek egemenliği vb. meseleler tarih boyunca çeşitli kültür ve toplumların tartışma konuları arasında yer almıştır. Bu çalışma, bu vb. meselelere ışık tutmayı ve kadın erkek arasındaki hak arama mücadelesinin çerçevesini belirlemeyi amaçlamaktadır.

Anahtar Kelimeler: Kadın, cinsiyet, kadın hakları, insan hakları, adalet, hak, kudret

Abstract

Matters such as women rights, gender-fairness relation, rights and obligations arisen due to gender, wisdoms of gender difference, justice and power relation, women-men equality, male dominance, etc. have been included within discussion issues of various cultures and communities throughout the history. This study aims to shed light on above counted matters and identify frame of claiming rights between women and men.

Key Words: Woman, gender, women rights, human rights, justice, right, power

Dipnotlar

1. Arapçada Allah lafzı isimlere ait cinsiyet kalıplarına dahil olan bir kelime/ses değildir. Ayrıntılı bilgi için İslam Ansiklopedisinin “Allah” maddesine bakılabilir.

Kur’an’da Arapçanın cinsiyet kalıpları genellikle aynen kullanılmıştır. Ayrıntılı bilgi için bkz. Kur’an’da Cinsiyet Kalıpları: Sosyolengüistik Bir Yaklaşım, Ahmet Halil Aziz, (Çev: İbrahim H. Karslı), Din Bilimleri Akademik Araştırma Merkezi Dergisi, Yıl 2004, Cilt 4, s. 195-204. web ulaşımı için: http://www.dinbilimleri.com/Makaleler/2135213398-0404100429.pdf

Kur’anda Arapça dilbilgisi kurallarına ve cinsiyet kalıplarına aykırı bazı kullanımlar da vardır. Bediüzzaman Said Nursi bunlardan ikisinin hikmetleri hakkında eserlerinde ayrıntılı bilgi vermektedir. Birincisi Lem’alar’da 20. Lem’a’nın Beşinci İşaret’inde (s. 157) geçmektedir. web ulaşımı için: http://www.risaleinurenstitusu.org/index.asp?Section=Kulliyat&Book=Lemalar&Page=157

Diğeri de İşaratü’l İ’caz’ın son bahsinde Bakara Suresinin 31-34. ayetlerinin tefsiri içinde (s. 215) geçmektedir. web ulaşımı için: http://www.risaleinurenstitusu.org/index.asp?Section=Kulliyat&Book=IsaratulIcaz&Page=260

2. O kadar ki sun’i akıl sayılabilecek olan computer’in dahi bir tür cinsiyetinin olduğu ifade edilmektedir.

3. Bu tasvirin terazi ve denge boyutu ile ilgili ayrıntılı değerlendirme için Köprü Dergisi’nin Adalet sayısında (Güz 2005/92. Sayı) yer alan ve Nuri Çakır’ın kaleme aldığı “Adalet Terazisi Dengede mi?” başlıklı makaleye bakılabilir.

4. Bediüzzaman, açıklamalarına özetle “dinî sahadaki içtihatları yenilemek teorik olarak mümkündür ama bu çağda yenileme gerekli değildir” diyerek başladığı İçtihad Risalesi’nde (Sözler, s. 442) bu hususa işaret etmek üzere özetle şunları söylemektedir: Kur’an ve sünnetle ve ilk dönem içtihatlarla esasları belirlenmiş olan hususlarda yeni içtihatlar yapmaya kalkışmak İslam’a bir tür ihanettir. Zira özellikle bu çağda insanlar için Allah’ın rızasına ulaşmak asıl hedef olmaktan çıkmıştır. İnsanların ana kavramı siyaset ve dünyevi haklar meselesi olmuştur. Bu taleplerle gelenlere içtihatla kolaylık göstermek fayda değil, zarar verir.

İlgili kısmın tam metni şu şekildedir:

“Dinin zarûriyâtı ki, içtihad onlara giremez. Çünkü, katî ve muayyendirler. Hem, o zarûriyât kùt ve gıdâ hükmündedirler. Şu zamanda terke uğruyorlar ve tezelzüldedirler. Ve bütün himmet ve gayreti, onların ikàmesine ve ihyâsına sarf etmek lâzım gelirken, İslâmiyetin nazariyât kısmında ve selefin içtihadât-ı sâfiyâne ve hâlisânesiyle bütün zamanların hâcâtına dar gelmeyen efkârları olduğu halde, onları bırakıp heveskârâne yeni içtihatlar yapmak, bid’akârâne bir hıyânettir.

“Nasıl ki, çarşıda mevsimlere göre birer metâ mergub oluyor, vakit bevakit birer mal revaç buluyor. Öyle de, âlem meşherinde, içtimâiyât-ı insaniye ve medeniyet-i beşeriye çarşısında her asırda, birer metâ, mergub olup revaç buluyor, sûk’unda, yani çarşısında teşhir ediliyor; rağbetler ona celp oluyor, nazarlar ona teveccüh ediyor, fikirler ona müncezib oluyor. Meselâ, şu zamanda siyâset metâı ve hayat-ı dünyeviyenin temini ve felsefenin revaçları gibi.

“Ve Selef-i Sâlihîn asrında ve o zaman çarşısında en mergub metâ, Hàlık-ı Semâvât ve Arzın marziyâtlarını ve bizden arzularını, kelâmından istinbât etmek ve nur-u nübüvvet ve Kur’ân ile, kapatılmayacak derecede açılan âhiret âlemindeki saadet-i ebediyeyi kazandırmak vesâilini elde etmek idi.”

5. Bu surenin üçüncü ve dördüncü ayetleri olan “Lem yelid velem yüled” ve “velemyeküllehu küfüven ehad” (Doğurmamış ve doğrulmamıştır. Hiçbir şey de Onun dengi değildir.) ayetlerinden çeşitli ilim tabakasının alacağı dersle ilgili olarak Sözler’de yapılan (s. 376) açıklama şu şekildedir: Kesretli tabaka olan avâm tabakasının şundan hisse-i fehmi: “Cenâb-ı Hak, peder ve veledden ve akrandan ve zevceden münezzehtir.”

Daha mutavassıt bir tabaka şundan, “Îsâ Aleyhisselâmın ve melâikelerin ve tevellüde mazhar şeylerin ulûhiyetini nefyetmektir.” Çünkü, muhâl bir şeyi nefyetmek, zâhiren faydasız olduğundan, belâgatta medâr-ı fayda olacak bir lâzım-ı hüküm murad olunur. İşte cismâniyete mahsus veled ve vâlidi nefyetmekten murad ise, veled ve vâlidi ve küfüvü bulunanların nefy-i ulûhiyetleridir ve ma’bud olmaya lâyık olmadıklarını göstermektir. Şu sırdandır ki, Sûre-i İhlâs, herkese, hem her vakit fayda verebilir.

Daha bir parça ileri bir tabakanın hisse-i fehmi: “Cenâb-ı Hak mevcudâta karşı tevlid ve tevellüdü işmâm edecek bütün râbıtalardan münezzehtir. Şerik ve muînden ve hemcinsten müberrâdır. Belki mevcudâta karşı nisbeti, hallâkıyettir. Emr-i “kün fe yekûn” (Ol! der; oluverir.” Yâsin Sûresi: 82.) ile, irâde-i ezeliyesiyle, ihtiyâriyle icad eder. İcâbî ve ıztırârî ve sudûr-u gayr-i ihtiyârî gibi münâfi-i kemâl herbir râbıtadan münezzehtir.”

Daha yüksek bir tabakanın hisse-i fehmi: “Cenâb-ı Hak ezelîdir, ebedîdir, Evvel ve âhir’dir. Hiçbir cihette ne Zâtında, ne sıfâtında, ne ef’âlinde nazîri, küfüvü, şebîhi, misli, misâli, mesîli yoktur. Yalnız, ef’âlinde, şuûnunda teşbihi ifade eden mesel var. Velillahil meselül âlâ (“En yüce sıfatlar Allah’ındır.” Nahl Sûresi: 60.). “Bu tabakàta, ârifîn tabakası, ehl-i aşk tabakası, sıddîkîn tabakası gibi ayrı ayrı hisse sahiplerini kıyas edebilirsin.”

6. Bu hususta ayrıntılar için bkz, Bakara Suresi 30-34. ayetler ve Bediüzzaman’ın bu ayetleri tefsiri için bkz. İşaratü’l İ’caz, s. 215. web ulaşımı için: http://www.risaleinurenstitusu.org/index.asp?Section=Kulliyat&Book=IsaratulIcaz&Page=260

7. Sınavın sembolik niteliği hususunda Bediüzzaman’ın açıklamaları şu şekildedir:

“Hazret-i Âdem’in (a.s.) Cennetten ihracı ve bir kısım benîâdem’in Cehenneme ithali ne hikmete mebnidir? ”Elcevap: Hikmeti, tavziftir. Öyle bir vazife ile memur edilerek gönderilmiştir ki, bütün terakkiyât-ı mâneviye-i beşeriyenin ve bütün istidâdât-ı beşeriyenin inkişaf ve inbisatları ve mahiyet-i insaniyenin bütün esmâ-i İlâhiyeye bir âyine-i câmia olması, o vazifenin netâicindendir. Eğer Hazret-i Âdem Cennette kalsaydı, melek gibi makamı sabit kalırdı; istidâdât-ı beşeriye inkişaf etmezdi. Halbuki, yeknesak makam sahibi olan melâikeler çoktur; o tarz ubudiyet için insana ihtiyaç yok.” Mektubat, s. 46. web ulaşımı için: http://www.risaleinurenstitusu.org/index.asp?Section=Kulliyat&Book=Mektubat&Page=46

8. Dilbilgisi kurallarına ve dil alışkanlıklarımıza göre, Adem ya da adam (man-men) lafzının geçtiği her yerde Havva’yı ya da kadını (woman) da zikretme mecburiyetimiz yoktur. Ama maalesef sun’i ve isyankar feminist etki altındaki dillerde erkek ismin hem erkeği hem dişiyi kapsamasına tahammül edemeyen zihniyet dili de daraltmaktadır. “Bilim adamı” yanında kullanılmaya başlayan “bilim kadını”, “işadamı” yanında kullanılan “işkadını” bizi bir süre sonra öğretmen yanında öğretwomen’e(!) kadar götürecektir. Bir sonraki aşama ise, meşhur fıkradaki komutanın “bölük sağa dön” emrini “bana emir vermediniz ki” diyerek duymazdan gelen Kandıralı’nın “Bölük dur, Kandıralı sen de dur” komutunun icadına sebep olması gibi olacaktır.

9. “Lezzet-i mukaddese” ve “memnuniyet-i mukaddese” tabirine Bediüzzaman’ın yüklediği mânâ için bkz. Mektubat, s. 87: “Şu kâinattaki dehşet-engiz ve hayretnümâ hadsiz faaliyet, iki kısım esmâ-i İlâhiyeye istinad ederek iki hikmet-i vâsia içindir ki, herbir hikmeti de nihayetsizdir: “Birincisi: Cenâb-ı Hakkın Esmâ-i Hüsnâsının had ve hesaba gelmez envâ-ı tecelliyâtı var. Mahlûkatın tenevvüleri, o tecelliyâtın tenevvüünden geliyor. O esmâ ise, daimî bir surette tezahür isterler. Yani nakışlarını göstermek isterler. Yani, nakışlarının aynalarında cilve-i cemallerini görmek ve göstermek isterler. Yani, kâinat kitabını ve mevcudat mektubatını ânen feânen tazelendirmek isterler. Yani, yeniden yeniye mânidar yazmak ve herbir mektubu, Zât-ı Mukaddes ve Müsemmâ-yı Akdes ile beraber bütün zîşuurların nazar-ı mütalâasına göstermek ve okutturmak iktiza ederler.

“İkinci sebep ve hikmet: Nasıl ki mahlûkattaki faaliyet bir iştah, bir iştiyak, bir lezzetten geliyor. Ve hattâ herbir faaliyette katiyen lezzet vardır. Belki herbir faaliyet bir nevi lezzettir.

“Öyle de, Vâcibü’l-Vücuda lâyık bir tarzda ve istiğnâ-yı zâtîsine ve gınâ-yı mutlakına muvafık bir surette ve kemâl-i mutlakına münasip bir şekilde, hadsiz bir şefkat-i mukaddese ve hadsiz bir muhabbet-i mukaddese var.

“Ve o şefkat-i mukaddese ve o muhabbet-i mukaddeseden gelen hadsiz bir şevk-i mukaddes var. “Ve o şevk-i mukaddesten gelen hadsiz bir sürur-u mukaddes var.

“Ve o sürur-u mukaddesten gelen, tabir caizse, hadsiz bir lezzet-i mukaddese var.

“Hem o lezzet-i mukaddeseden gelen hadsiz terahhumdan, mahlûkatın, faaliyet-i kudret içinde ve istidatları kuvveden fiile çıkmasından ve tekemmül etmesinden neş’et eden memnuniyetlerinden ve kemallerinden gelen ve Zât-ı Rahmân-ı Rahîme ait, tabir caizse, hadsiz memnuniyet-i mukaddese ve hadsiz iftihar-ı mukaddes vardır ki, hadsiz bir surette hadsiz bir faaliyeti iktiza ediyor.”

web ulaşımı için: http://www.risaleinurenstitusu.org/index.asp?Section=Kulliyat&Book=Lemalar&Page=87

10. Bediüzzaman bu hususta şunları ifade etmektedir:

Emirdağ Lahikası, s. 40: “Kadınların da en esaslı hassaları ve fıtri vazifelerinin mayası, şefkattir.”

Lem’alar, 136: “Hâlis muhabbet, fıtrat-ı insaniyede ve umum validelerde derc edilmiştir. İşte bu hâlis muhabbete tam mânâsıyla validelerin şefkatleri mazhardır.”

Lem’alar, 204: “Elhasıl: Nasıl ki kadınlar kahramanlıkta, ihlâsta, şefkat itibarıyla erkeklere benzemedikleri gibi, erkekler de o kahramanlıkta onlara yetişemiyorlar. Öyle de, o mâsum hanımlar dahi, sefahette hiçbir vecihle erkeklere yetişemezler. Onun için, fıtratlarıyla ve zayıf hilkatleriyle nâmahremlerden şiddetli korkarlar ve çarşaf altında saklanmaya kendilerini mecbur bilirler.”

Barla Lahikası, 188: “Kız, şefkat ve cemalin mazharı olduğundan, erkek çocuğundan daha ziyade sevilir.”

11. Nitekim loğusa iken vefat eden kadına şehitlik mertebesinin verileceğine dair hadis-i şerif bunun bir örneğidir. Lem’alar, s. 398.

12. Bu kuvvelerin mânâları ve ifrat-tefrit ve vasat dereceleri hakkında Bediüzzaman’ın yaptığı açıklamalar için bkz. İşaratü’l İcaz, s. 29 vd.

Kuvvelerin hangisinin üstün olması gerektiği ve sebebi hakkında bkz. İşaratü’l İcaz, s. 254:

“Cenab-ı Hak, hayr-ı mahz olarak melaikeyi yaratmıştır, şerr-i mahz olarak da şeytanı yaratmıştır, hayır ve şerden mahrum olarak behaim ve hayvanatı halk etmiştir. Hikmetin iktizasına göre, hayır ve şerre kadir ve cami olarak dördüncü kısmı teşkil eden beşerin yaratılması da lazımdır ki, beşerin şeheviye ve gadabiye kuvvetleri kuvve-i akliyesine münkad ve mağlup olursa, beşer, mücahedesinden dolayı melaikeye tefevvuk eder. Aksi halde, hayvanattan daha aşağı olur; çünkü özrü yoktur.”

web ulaşımı için: http://www.risaleinurenstitusu.org/index.asp?Section=Kulliyat&Book=IsaratulIcaz&Page=254

13. Tesettürsüzlüğün birincil sonucu ahlaki yozlaşmadır: “İnkişaf-ı nisvandan, medenî beşerde ahlâk-ı seyyie inkişaf eder”. Mektubat, s. 462.

14. Bu sapmanın kaynağı, fıtri ihtiyacı yanlış yollarla giderme ya da “sahip olma” arzusunun yanlış biçimde tatmini olabilir. Nitekim Bediüzzaman da Lem’alar’da (s. 204) bu hususta şunları söylemektedir. “Maişet derdi için, serseri, ahlâksız, frenkmeşrep bir kocanın tahakkümü altına girmektense, fıtratınızdaki iktisat ve kanaatle, köylü mâsum kadınların nafakalarını kendileri çıkarmak için çalışmaları nevinden kendinizi idareye çalışınız, satmaya çalışmayınız. Şayet size münasip olmayan bir erkek kısmet olsa, siz kısmetinize razı olunuz ve kanaat ediniz. İnşaallah, rızanız ve kanaatinizle o da ıslah olur. Yoksa, şimdiki işittiğim gibi, mahkemelere boşanmak için müracaat edeceksiniz. Bu da, haysiyet-i İslâmiye ve şeref-i milliyemize yakışmaz.”

15. Bunu babanın yapması cinsî tarafgirlikten kaynaklanabilir. Bunu annenin yapması ise kendi kendisinin “rahmet timsali olma” yönünü yani kendi kendisini inkar edip, erkekteki güce tapacak derecede sahip çıkmasından kaynaklanan bir sapma olsa gerektir. Bu sapma ise aslında fıtrata (yaradılışa) bir tür isyanla ortaya çıkan “keşke erkek olsaydım” duygusunun erkek evlat üzerinden tatminidir.

16. Bu vesileyle belirtelim ki kadınlara seçme ve seçilme hakkının verilmesi ile ilgili olarak, ülkemizde, her 5 Kasım’da tam mânâsıyla bir aldatmaca yaşanmaktadır. Güya bu tarihte kadınlara bu hak verilmiştir ve güya 1 Mart 1935’te toplanan meclise 18 kadın “millet”vekili girmiştir. Oysa o tarihte Türkiye’de demokrasi yoktur. Cumhuriyet “mânâsız, isim ve resimden ibaret”tir. Gerçek bir seçim yapılmamakta, CHP yönetimince belirlenen tek liste seçime girip her nasılsa kazanmaktadır ve elbette CHP yönetimi erkeklerin ve onların kadınlarının elindedir. Kısacası erkek seçmenin dahi gerçekte seçme hakkı yoktur ki kadının seçme ve seçilme hakkından söz edilebilsin. O halde yapılan ve yaşanan nedir? Bu konu tarih ve siyaset bilimi uzmanlarınca ancak tam özgürlük ortamında ve tam bilgilerle donandıklarında değerlendirilebilecek bir konu gibi görünmektedir.

17. Bu sun’i sosyalleşme aynı zamanda ciddi bir riski de içerir: “Mübarek taife-i nisâiye, fıtraten yüksek ahlâka menşe olduğu gibi, fısk ve sefahatte dünya zevki için kabiliyetleri yok hükmündedir. Demek onlar daire-i terbiye-i İslâmiye içinde mesut bir aile hayatını geçirmeye mahsus bir nevi mübarek mahlûkturlar. Bu mübarekleri ifsad eden komiteler kahrolsunlar! Allah, bu hemşirelerimi de bu serserilerin şerlerinden muhafaza eylesin. Âmin.” Lem’alar, 204.

18. Bu konuda Lemaat’taki (Sözler, s. 668) açıklama şu şekildedir.

“Mim”siz medeniyet, tâife-i nisâyı yuvalardan uçurmuş, hürmetleri de kırmış, mebzul metâı yapmış.

“Şer’-i İslâm onları Rahmeten dâvet eder eski yuvalarına.

“Hürmetleri orada; rahatları evlerde, hayat-ı âilede.

“Temizlik zînetleri; Haşmetleri hüsn-ü hulk, lûtuf ve cemâli ismet, hüsn-ü kemâli şefkat, eğlencesi evlâdı.”

19. Nitekim Bediüzzaman Lem’alar’da, (s. 202) hanımların şefkat kahramanlığını ihlasla da birleştirerek şöyle açıklar:

“Şimdi terbiye-i İslâmiyeden ve amâl-i uhreviyeden en kıymetli ve en lüzumlu esas, ihlâstır. Bu çeşit şefkatteki kahramanlıkta o hakikî ihlâs bulunuyor. Eğer bu iki nokta o mübarek taifede inkişafa başlasa, daire-i İslâmiyede pek büyük bir saadete medar olur. Halbuki erkeklerin kahramanlıkları mukabelesiz olamıyor; belki yüz cihette mukabele istiyorlar. Hiç olmazsa şan ve şeref istiyorlar. Fakat maatteessüf biçare mübarek taife-i nisâiye, zalim erkeklerinin şerlerinden ve tahakkümlerinden kurtulmak için, başka bir tarzda, zaafiyetten ve aczden gelen başka bir nevide riyâkârlığa giriyorlar.”

20. Burada kastettiğimiz, erkeğin kadını mülkü saymasıdır. Günümüzde bunun yaygın olmadığı düşünülebilir. Ancak unutulmamalıdır ki Birleşmiş Milletler verilerine göre dünya üzerinde kayıtlı mülkün %90’dan fazlası erkekler üzerindedir. Mülk edinmeye bu ölçüde meraklı ve istekli bir cinsin, kadını da kendisiyle eşit mülkiyet hakkına sahip bir özne olarak değil, mülk olarak edinilebilecek (temellük edilebilecek) bir nesne gibi görmesi yadırganmamalıdır.

21. Kanaatimizce bu mücadelenin bu asırda bilhassa şiddetlenmesinin bir sebebi de insanlık alemindeki sosyolojik değişimlerdir: Mektubat’ta (s. 456) ifade edildiği gibi “Devletler, milletler muharebesi, tabakat-ı beşer muharebesine terk-i mevki ediyor. Zira, beşer esir olmak istemediği gibi, ecîr olmak da istemez.”

Dolayısıyla beşerin kadın tabakasının erkek tabakasına karşı mücadelesi insani ve fıtri bir süreçtir.

Bu konu yine Mektubat’ta (s. 353) ayrıntılı biçimde şu şekilde açıklanmaktadır:

Ehl-i dünyanın ve maddî tarihin nazarıyla, nev-i beşerin hayat-ı içtimâiyesi noktasında bakılsa, görülüyor ki hayat-ı içtimâiye-i siyâsiye îtibâriyle, beşer, birkaç devri geçirmiş. Birinci devri vahşet ve bedevîlik devri, ikinci devri memlûkiyet devri, üçüncü devri esir devri, dördüncüsü ecir devri, beşincisi mâlikiyet ve serbestiyet devridir. Vahşet devri dinlerle, hükümetlerle tebdil edilmiş; nimmedeniyet devri açılmış. Fakat, nev-i beşerin zekîleri ve kavîleri, insanların bir kısmını abd ve memlûk ittihaz edip, hayvan derecesine indirmişler. Sonra bu memlûkler dahi bir intibâha düşüp, gayrete gelerek, o devri esir devrine çevirmişler; yani, memlûkiyetten kurtulup, fakat “el hükmü lil ekser” olan zâlim düsturuyla yine insanların kavîleri zaiflerine esir muâmelesi yapmışlar. Sonra, ihtilâl-i kebîr gibi çok inkılâplarla, o devir de ecîr devrine inkılâp etmiş. Yani, zenginler olan havas tabakası, avâmı ve fukarâyı ücret mukâbilinde hizmetkâr ittihaz etmesi, yani sermaye sahipleri ehl-i sa’yi ve ameleyi küçük bir ücrete mukâbil istihdam etmeleridir. Bu devirde sû-i istimâlât o dereceye vardı ki, bir sermâyedar, kendi yerinde oturup, bankalar vâsıtasıyla bir günde bir milyon kazandığı halde; bir bîçare amele, sabahtan akşama kadar, tahte’1-arz mâdenlerde çalışıp, kùt-u lâyemût derecesinde, on kuruşluk bir ücret kazanıyor. Şu hal, müthiş bir kin, bir iğbirar verdi ki, avâm tabakası havâssa îlân-ı isyan etti. Şu asrın tâbiriyle, sosyalistlik, bolşeviklik sûretinde, evvel Rusya’yı zîr ü zeber edip, geçer Harb-i Umûmiden istifadé ederek, her yerde kök saldılar. Şu bolşevizm perdesi altındaki kıyâm-ı avâm, havâssa karşı bir kin ve bir tezyif fıkrini verdiğinden, büyüklere ve havâssa âit medâr-ı şeref herşeyi kırmak için bir cesâret vermiş.”

22. Tarihçe-i Hayat, s. 224.

23. Bediüzzaman’ın Lem’alar’da (s. 202) söylediği “başka bir tür riyakarlık” bu şekilde ortaya çıkıyor olabilir:

“maatteessüf biçare mübarek taife-i nisâiye, zalim erkeklerinin şerlerinden ve tahakkümlerinden kurtulmak için, başka bir tarzda, zaafiyetten ve aczden gelen başka bir nevide riyâkârlığa giriyorlar”.

24. Sözler, 391: İşte, Kur’ân der: “Cenâb-ı Hak, Semî-i Mutlaktır, her şeyi işitir, hattâ en cüz’î bir mâcera olan ve zevcinden teşekkî eden bir zevcenin sana karşı mücâdelesini Hak ismiyle işitir. Hem rahmetin en latîf cilvesine mazhar ve şefkatin en fedâkâr bir hakikatine mâden olan bir kadının haklı olarak zevcinden dâvâsını ve Cenâb-ı Hakka şekvâsını umûr-u azîme sûretinde Rahîm ismiyle ehemmiyetle işitir ve Hak ismiyle ciddiyetle bakar.”

İşte, bu cüz’î maksadı küllîleştirmek için, mahlûkatın en cüz’î bir hâdisesini işiten, gören kâinatın daire-i imkânîsinden hariç bir zât, elbette herşeyi işitir, herşeyi görür bir Zât olmak lâzım gelir. Ve kâinata Rab olan, kâinat içinde mazlum küçük mahlûkların dertlerini görmek, feryadlarını işitmek gerektir. Dertlerini görmeyen, feryadlarını işitmeyen, Rab olamaz.”

25. Aslında devletler, sadece kadın erkek meselesinde değil, her konuda, kendisini köşeye sıkışmış yani azınlıkta kalmış hisseden herkese el uzatarak onları bulundukları o köşeden çıkarmalı, bunun için de o köşeden çıkıncaya kadar kendilerini ekstra haklarla desteklemelidir. Modern azınlık teorisi de bu insanî ve fıtrî noktaya doğru gitmektedir. Diğer deyişle artık azınlık, “az hakka sahip olan” değildir, aksine azınlık, “ekstra haklarla desteklenerek sosyal statüsü düzeltilmesi gereken” demektir.

26. Hatta ahiretteki mahkemedeki ince terazide, boynuzlu koç ile boynuzsuz koyun arasında dahi boynuzluluk ve boynuzsuzluk farkından kaynaklanan haksızlıklar sebebiyle bir hesaplaşma olacağına göre; kudretli erkekle zayıf kadın arasında ve merhametli kadınla katı kalpli erkek arasında hesaplaşma da kaçınılmazdır.

 

 
  Bugün 216 ziyaretçi (537 klik) buradaydı

beyaz kuğu Selam Dünya !.. Selam Türkiye !.. Sitemize Hoş Geldiniz !.. ( beyaz kuğu ) bir aile sitesidir !.. Lütfen bizi takip ve dostlarınıza tavsiye ediniz !. Bu çorbada tuzu olsun isteyenlerin, tenkit ve tavsiyeleri için ( mim.sait@hotmail.com )veya ( alt1946@windowslive.com ) adreslerine mail göndermelerini bekliyoruz !.. Sitemizde "bir hoş sada" menüsü altında yer alan "beyaz kuğu", "teferruat", "derviş hüseyine mektuplar" ve "hem nalına hem mıhına" bölümleri orjinal olup, bunların hiç bir hakkı mahfuz değildir, kaynak gösterilerek veya gösterilmeksizin kullanılabilir. Diğer dökümanlar ise; çeşitli sitelerden alınmış, bazılarında değişiklik yapılmıştır.İlgililerin talebi halinde derhal kaldırılacaktır!..Bilgilerinize sunulur !.. *** beyaz kuğu***Ailenizin Sitesi***











* * * * *


 
 

Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol