Cinsiyetten Doğan Haklar ve Yükümlülükler
Ahmet BATTAL
Prof. Dr., Gazi Üniversitesi Öğretim Üyesi.
Kadın
Kış 2011 [ 113. Sayı ]
Giriş
Köprü Dergisi, bu sayısında, yazar adayları için en zor konuyu dosya yapıyor. Zorluk şurada:
“Kadın”ı bir erkek yazarsa bu yazı nakıs olur, zira taraf durumundadır ve içinden bakmadığı bir kavram-obje hakkında yazmaktadır.
“Kadın”ı bir kadın yazarsa bu yazı da noksan olur, zira taraf durumundadır ve kendi içinden baktığı bir kavram-subje hakkında yazmaktadır.
Bu iki yazıdan hangisinin “daha nakıs” olacağı ise kanaatimizce önemli değildir.
Bu vesileyle, zihninizdeki tartışmaya da ışık tutacak bir hatırayı naklederek başlamak isterim.
Ülkemizde 2002 yılında yürürlüğe giren ve aile içi ilişkiler ve kadın erkek ilişkileri gibi konularda öncekine nazaran daha demokratik bir kanun olarak lanse edilen yeni Medeni Kanun, ailenin idaresi hususunda karı kocanın anlaşamaması halinde eşlerden birine üstünlük vermemekte ve meselenin mahkemeye giderek halledilmesini öngörmektedir. 1926 tarihli eski Medeni Kanun’da ise anlaşmazlık halinde erkeğin reyinin daha üstün olacağı yazılı idi.
Bu yeni kanunun hazırlandığı ve “bilim” çevrelerinde tartışıldığı dönemde, bir sempozyumda, bu değişiklik hararetli tartışmalara konu edilmekte iken, paneli yöneten bilim “adamı” araya girerek “heyecana gerek yok hanımlar, beyler, nasıl olsa hakimlerimizin çoğu erkek” deyip gevrek gevrek gülmüş ve meseleyi sulandırmak yoluna gitmişti.
A. Adaletin Cinsiyetle İlişkisi
1. Girişte de ifade ettik: Cinsiyet farkları üzerine akıl yürütmek (hikmet) zordur. Cinsiyet farklarının hukuk düzenine etkisini yani adalet ile cinsiyet arasındaki ilişkiyi tesbit, tarif ve tatbik etmek (hükmetmek) de aynı şekilde zordur.
O halde önce şu soruyu soralım: Hikmetli ve adaletli hüküm kime/neye dayanmalı? Hüküm kimden çıkmalı? Hüküm kim tarafından infaz edilmeli?
Ya da; adaletin ve hukukun cinsiyeti var mıdır?
Kaide koyanın ve o kaideye göre hükmedenin cinsiyeti meselesi aslında Hakîm’in ve Hâkim’in cinsiyetinin olup olmadığı ile ilgilidir. Bu mesele esasen varlığın ve Yaratıcısının tarifi ile ilgilidir ve zannedildiğinin aksine basit ve sıradan bir mesele değil, diğer tüm varlık algılarını yönlendirecek ve kuşatacak ölçüde mühim bir meseledir.
Rusça, Almanca, Fransızca ve özellikle Arapçada ve diğer bazı dillerde eşyanın ve isimlerin eril/dişil (masculine/féminine) olarak ayrılması yani tüm eşya için cinsiyet (gender) tasavvur ediliyor olması ve bu dillerden bazılarında, Lafzullah’ın yerine ikame edilen Gott, Dieu vb. için dahi bir tür cinsiyet tasavvur edilmiş olması, bu tartışma ile ilgilidir1.
İstanbul kuşatma altında iken papazların meleklerin cinsiyetini tartışmayı sürdürmüş olması da belki bu konunun ehemmiyetinin bir sonucudur.
2. Vahiyden sapma göstermiş olan Doğulu ve bilhassa Batılı ilahi hukuk felsefecileri, zulmetmeye, Allah’a “baba” sıfatı, toprağa da “ana” doğurganlığı vermeye kalkarak; yani cinsiyeti olmayacak varlıklara cinsiyet atfederek başladılar. İslam öncesi Araplarının Lat, Menat ve Uzza adlı putları da dişi tasvirli idi.
Böylece, deyim yerindeyse vahiy dediğimiz yazılım virüs kaptı, onarılamaz hale geldi, üstelik donanımın yenilenmesi karşısında güncelliğini de yitirdi. Nihayet bütün bu eksiklikleri telafi için Kur’an nazil oldu, vahyin “versiyonu” yenilendi, antivirüsle tahkim edildi.
İşte bu son vahye sadakatten vazgeçmeyen ilahi hukuk doktrini, kadınlar ve erkekler hakkında ve her konuda “hüküm (söz) Allah’ındır ve hüküm (karar) Allah içindir” derken Allah’ın cinsiyetsiz oluşuna da işaret etmiş olmaktadır.
O halde kadın için de erkek için de verilecek tek gerçek “tarafsız” hüküm ancak Allah’ın vereceği hükümdür. O hüküm ise tam olarak, ancak ahirette, cennet ve cehennemde ve “ilahi adalet” biçiminde tecelli edecektir.
Yine o halde, “biz cinsiyetli”lerin cinsiyet ve hukuk hakkında yazıp söyleyecekleri, ancak o ilahi adalete yüzümüzü döndürmekten ibaret olursa “hikmetli ve hükümetli” olabilecek, aksi halde haddi aşacaktır.
3. Hak’ı sadece bu dünyada ve ancak kısmen alınabilecek sınırlı bir varlık olarak algılayan adalet anlayışı laik olmaktan öte bir anlayıştır, sekülerdir, nakıstır.
Hakkı “sadece bu dünyada” tam olarak tecelli ettirmeye çalışan ve bunda ısrar-inat eden adalet anlayışı, laikçe de olsa teokratikçe de olsa, aslında gayr-i makuldür, akıldışıdır. Aynı şekilde Hak’ı bu dünyada asla tecelli etmeyecek bir hayal olarak gören adalet anlayışı intiharı netice verir ve dolayısıyla kendi içinde ciddi bir paradoks içerir.
Hak’ı hem bu dünyada hem öte dünyada tecelli edecek bir olgu ve bir “mutlak varlığın işi” olarak anlayan adalet anlayışı, varlığı doğru anlamlandırmaktadır.
Buna göre insani adalet ancak ilahi adalete yakınlaştığı ölçüde adalettir.
4. Girişteki örnek olaydan da anlaşılacağı üzere, insanlar için hakkın sınırlarını belirleyen ve adalet dağıtan dünyevi otoriteler, bunu yaparken, otokratik ve otoriter biçimde “kendi aklı”na dayanırsa, kendisi istese de istemese de cinsiyetini de işe karıştırmış olur. Zira akıl hislerden ve his de kültürel cinsiyet kalıplarından (gender) ve fiziki/hormonal cinsiyet unsurlarından (sexuality) uzak kalamaz.2
İnsanlar için hakkın sınırlarını belirleyen ve adalet dağıtan dünyevi otoriteler, kendi akıllarına değil de, demokratik biçimde çoğulcu anlayışla tecelli eden ortak akla (halkın aklına ve sağduyusuna) dayanırsa cinsiyetle ilgili tarafsızlık problemi şeklen bitmiş olur. Zira bu halde artık otoriteye güç veren unsur, doğrudan cinsiyet değildir.
Ama bu ihtimalde de karar mekanizmasını, sosyo-kültürel kalıplar şekillendirir. Bu kalıpların oluşum biçimi üzerinde rol oynayan ataerkil-anaerkil gibi cinsiyet temelli unsurlar –girişteki hikayede de aktardığımız gibi- hem hükmü hem de hakimi, en azından dolaylı olarak etkiler. Tarafsızlık problemi de aslında sürer gider.
Buna karşılık, “hükmeden dünyevi otorite”nin güç aldığı demokratik çoğunluk kendi iradesini (ortak aklı) oluştururken vahye dayanırsa cinsiyet atfı ve riski bitmiş olur. Zira “Allah doğmamıştır, doğurulmamıştır” yani cinsiyet onun sıfatı değildir.
Buna göre cinsiyet O’nun yarattıklarının bazılarına ait bir sıfattır ve esasında üreme ve çoğalma içindir, cinsellikteki lezzet ve şehvet kısmı bir tür peşin ücrettir.
Yine bunun sonucu olarak cinsiyet ve cinsiyete dair yaklaşımlar, hükmetme için kullanılacak bir araç, bir kıstas, bir telakki, bir önkabul değildir.
5. Cinsiyetin akletme (hikmet) ve hükmetme (hükümet) üstünlüğünün aracı olmaması için, dünyevi adaletin aracılığını yapmak adına akleden ve hükmeden, hükmü cinsiyet sahibi varlıklar adına değil, Allah adına vermelidir.
Hatırlayalım ki “batılcı Batılılarca” adalet tanrıçası olarak tasvir edilen “thémis”, elinde kılıç ve terazi tutan, gözleri bağlı bir “dişi” idi.3
Oysa adaleti bir tanrı-insan heykeliyle ve dolayısıyla “cinsiyet”le ifade etmek, “bu tanrı” ister kadın ister erkek olsun, buna inananlar için dahi, başlı başına bu sebeple problemli ve hatta zalimcedir.
Bu, ucu sivriltilmiş kılıçlı “tanrıça sembolü”nü sol yakasında ve kalbinin hemen üzerinde taşıyanların, o rozetin manevi iğnesinin manevi kalbi kanattığından habersiz yaşaması ise ne hüzünlüdür.
Günümüzde bir kısım ilahiyatçılar da dahil olmak üzere hukukçularca yapılan ilmi ya da kazai içtihatlar işte bu sebeple gerçek içtihattan uzaklaşmaktadır. Bilhassa “vahyi çağa uyarlamak adına” yapılan feminist yorumlar, aslında vahyin ve dolayısıyla içtihadın semaviliğini görmezden gelmekte, içtihadı arzileştirmektedir.4
B. Adaletin Kıdemle ve Kudretle İlişkisi
1. Aslında hüküm ve cinsiyet tartışması, adalet teorisi kitaplarına da alınan bir örnek olaydaki temalarla da ilişkilidir.
Bireyden topluma geçişi, çok dolaylı biçimde, ince ve oldukça tehlikeli bir felsefi bakış açısıyla anlatan bir klasik roman olan Issız Ada’yı biliriz. Hikayede, deniz kazasından kurtulan ve bir ıssız adaya ilk çıkan “kıdemli” Robinson Crusoe beyaz bir hür idi ve fakat adaya yine bir deniz kazasıyla daha sonra gelen kişi bir zenci idi. Roman boyunca da efendisi Robinson’a bağlı ve ona nazaran kıdemsiz ve ikinci sınıf birey olarak kaldı. Hatta onun adını dahi Robinson koydu ve o da razı oldu. Üstelik yanlış koydu, takvim hatası yapmış, günleri yanlış saymıştı. “Zavallı” zenci, o adaya Pazar (Sunday/güneşlenme günü) günü çıkmış olmasına rağmen Robinson o günü “Cuma” (friday/serbest gün) sandığı için çömez zencinin adı Cuma kaldı.
2. Bu romandaki “kaza” ve “tesadüf” miti insanın dünyadaki varlığının tesadüfiliği iddiasına gönderme yaparken; kıdem, tecrübe ve bilgelik miti insanın sosyal statüsüne işaret eder.
Romandaki beyaz ve zenci olma farkı aslında cinsiyete işaret eder. Adem’in Havva’dan kıdemli olmasının, ona “Havva’ya karşı” ve “Havva’ya nazaran” bir üstünlük sağlayıp sağlamadığını sorgulamamızı ister.
Romanda kıdemli beyazın kıdemsiz zenciyle ilk karşılaştığında ona ismini sorup onun fıtrî ismine ve ilmine hürmet etmek yerine, gayrı fıtri bir davranışla ona isim koyması da kıdemin “tabii” ve fakat “gayri fıtri” bir sonucudur. Bu tartışma da aslında diğer mukaddes kitaplarda ve Kur’an’da geçen talim-i esma (Adem’e eşyanın isimlerinin öğretilmesi) meselesine gönderme yapar.
3. Sosyologlar bu romanda Robinson’un beyaz olmasını, romanın yazarı Daniel Defoe’nun da beyaz bir İngiliz olmasına bağlar ve bunu psikolojinin sosyolojiye “gayrıiradi” bir yansıması olarak görürler.
Pozitivist ve ateist sosyologlar ise bu noktadan hareketle ve bilhassa dinî kaynaklarda “var” saydıkları “erkek egemen kültür” sabununa basarak bir-bin basamak aşağı kayarlar: Çok tanrılı dinlerde “esas” tanrının “baba-erkek” olarak tasvir edilmesini de delil göstererek “tabiatının sevkiyle egemen olan erkeğin, kendince uydurup güç için atıf yaptığı tanrıları da erkek olarak tasvir etmesi” olarak tarif ederler. Bu fikre göre, roman romancıyı var etmiştir, ama olsun, o da ateizmin küçük (!) kusuru artık.
(Keşke Defoe’nun çağında Kur’an’ın Latinceye ya da İngilizceye çevirisi yapılabilmiş ve yayılabilmiş olsaydı ve Defoe okuduğu çok sayıda kitap yanında Kur’an’ı da okumuş olabilseydi. Ortaya nasıl bir romanın çıkacağını merak etmemek mümkün değil.)
4. İşte Kur’an’daki “İhlas Suresi” bu sebeple manen büyüktür ve insanın, kainatla ve Yaratıcısı ile arasındaki bağı doğru biçimde kurmayı öğrenip öğrenemediğine dair samimiyet testinin aracıdır.5
C. Cinsiyetin Fıtri (Yaradılışsal) Niteliği
1. Bilimin kabul etmesi gereken şudur: Ne kâinatta ve ne de mukaddes metinlerde, gerçekte “erkek”, “egemen” değildir.
Buna karşı “ama erkeğin egemen olduğu sosyolojik ve bilimsel bir tesbittir” denilecektir. O da doğrudur.
Erkek egemen bir kültürün ve sosyal hayatın sosyolojik bir tesbit olarak yani bir vakıa-varlık olarak varlığının tesbiti, aslında bir sapmanın tesbitinden ibarettir.
Bu sapma “azıcık ve sanal kudret” sahibi insanın fıtratından kopmasını, kendi gücüne tapmasını ve böylece kavilerin zayıflara zulme sapmasını anlatır. Bu vakıa-varlığın algılanması ve basamak olarak kullanılması, aslında cinsiyeti de kapsayan ve fakat vicdanın kontrolünden geçmemiş olan tüm duyguların akla taarruz ve müdahale etmesidir.
2. Peki “erkek” “egemen” değilse “egemen olan” nedir ya da kimdir? Yani hakimiyet kime aittir?
Görüldüğü üzere yine baştaki soruya döndük.
Bu aşamada artık sorunun cevabını varlığın nasıl algılandığını inceleyerek vermemiz gerekir. Yardımcı kaynak ise yine hilafet-i arz ve talim-i esma ile ilgili kabullerimizdir.
Kâinatın tesadüfiliği varsayımı ile başladığımız fikrî yolculuk bizi zulme-zulmete ve çıkmaza sürüklediğine göre, kainatın Ehad ve Samet bir yaratıcısının olduğunu kabul ederek başlayalım:
3. Kâinatın sahibi vahid-i Ehad’dır yani Tek’tir(Bir), cinsiyet ise iki ile başlar ve “iki”yi gerektirir. O halde O’nun cinsiyeti de, cinsiyete ihtiyacı da yoktur. Esasen O Samed’dir yani O’nun hiç “bir” şeye ihtiyacı yoktur.
Kadın-erkek farkı dahil bütün farklılıklar onun birliğini göstermek için yani “malumu ilam” içindir. Zira “gerçek” ilmin kendisi de “ilim” sahibi de O’dur. O halde kadın-erkek farkı dahil olmak üzere tüm farklara dair tüm bildiklerimiz onun öğrettiklerinden ibarettir.
Tek “tarafsız ve mutlak güç sahibi” O’dur. Erkekliğimizden ya da kadınlığımızdan doğan bütün zayıflıklarımız, düşkünlüklerimiz, taraflılıklarımız, kusurlarımız O’nun kudretini anlamak içindir.
Özetle adaleti aramamız da, şefkate koşmamız da, rızka yönelmemiz de hep O’nu anlamak içindir.
4. O halde erkek “egemen” değildir, “tapılacak bir kudret” sahibi de değildir. Erkek, kudretini Allah’ın kudretiyle yarıştırmamalı, gerekmedikçe göstermemelidir, aksi halde sınavı kaybetmiş olur.
O halde kadın “şeytan” değildir, “tapılacak bir güzellik” sahibi hiç değildir. Kadın da güzelliğini Allah’ın güzelliği ile yarıştırmamalı, gerekmedikçe göstermemelidir, aksi halde sınavı kaybetmiş olur.
Özetle, Allaha kul olmak istemeyen bir nefsin sahibini sürüklediği yer; düzensizlik, kaos, fanilik, yokluk ve hiçliktir. Allah’tan başkasına kul olmayı reddeden ve sadece Allah’a kul olan ise “tek ve gerçek egemen”i tanır, kendi cüz’i iradesiyle O’nun muradına ve külli iradesine bağlanır, O’nun varlığında mutlak varlığı ve O’nun huzurunda hakiki mutluluğu ve huzuru bulur.
D. Cinsiyetin Fıtri (Yaradılışsal) Amacı
Allah’ın cinsiyetle ilişkisi nedir?
1. Allah bizzat Hak’tır ve Adil’dir. (Allah’ın bir cinsiyeti olsa idi adaleti olmazdı dedik.)
Allah’ın adaletinin –hikmet ve iradesi ile birlikte- tecellisi için, adil ya da zalim olma riski bulunan, irade sahibi ve “birbirinden farklı” mahlûkların bulunması ve aralarında bir müsabakanın açılması gereklidir.
2. İrade sahipleri için sınav sorularından biri de Allah’ın yarattıklarının arasındaki cinsiyet farklarıdır. Cinsiyetten kaynaklanan içsel eğilimler (temayülât) ve cinsiyete dair dışsal gözlemler ve bilmeler, bu bilgiyi doğru şekilde kullanma sınavını başlatmaktadır.
Allah Hz. Adem’e (ve dolayısıyla kendisi yönünden aynı anda ama Adem ve Havva yönünden daha sonraki bir vakitte olmak üzere Hz. Havva’ya) kainatı nasıl kullanacağını öğretti. Bu öğrendiklerini insan nesline öğretme (tebliğ) görevini de ona verdi.6
Allah onlara ilmi verdikten sonra onları yine bir sınava tabi tutarak cennette onlara şeytanı musallat etti. Sınav onların ikisinin Allah’ın iradesine karşı irade koymaları ile ilgili idi. Yani batıl dinlerde inanılanın aksine Adem Havva ile sınanmadı. Sınav, Adem’in cinsiyet algısına ve cinsiyet meyillerine dair değildi. Zira cinsiyet (cinsellik) yönünden sadece birbirlerini tanıyorlardır.
Onlar gerçek sınavın başlayabilmesi için kurgulanan sembolik sınavı sembolik olarak kaybettiler.7 Ama böylece asıl sınav Ademler ve Havvalar üzerinden, yeryüzünde ve zor görevin ifası hususunda sürüyor.
3. Ademoğlunun (ve “Ademkızı”nın8) sınavında görev, varlıkları (eşyayı) anlamak ve doğru biçimde anlamlandırmaktır. Bu göreve yeryüzünün halifesi olmak da deniyor.
Eşya aynı zamanda esmadır (isimleridir). Zira bir şeyin (eşyanın) gerçek ismi onun kendisidir. Bir şeyin kendisi yani aynısı isminin aynasıdır. Aynanın görevi ise, kendisini değil, parlak “sır”rının da yardımıyla aynanın karşısındakini göstermektir.
Şeytan ayna olmayı reddedip de sınavı kaybettiği içindir ki ayna değildir; Allah’ı değil kendisini göstermektedir.
Onun dışındaki tüm varlıklar ise kendilerinin; yani aynlarının; yani aynalarının şeytandan uzak kalabilmesi nisbetinde nisbi bir hüsün ve kuvvetle karşılarındaki “Mutlak”ı göstermektedirler. Yani Allah kendi kendisini, yarattığı aynalardan izlemekte, bundan bir tür “mukaddes bir lezzet” almakta ve “memnun” olmaktadır.9
4. İnsan cinsine gelince, insanlar bu aynalık vazifesini elbette tüm fıtri özellikleriyle -mesela ırkı ya da diliyle- yapacaktır. Bu da insana, insanî lezzeti verecektir.
İnsanın fıtratının bir parçası cinsiyeti olduğuna göre insan Allah’ın isim ve sıfatlarını yansıtma görevini, kendi cinsiyetini ve cinsiyetinden kaynaklanan farkını da göstererek yapacaktır.
Eşyadaki esma aynı zamanda Allah’ın Esmasına (isimlerine) da işarettir. O halde bu farklar aynı zamanda Allah’ın insanda tecelli eden isimleri itibariyle de farktır.
Allah’ın bazı isimleri bazı eşyada diğer bazılarına nazaran daha fazla tecelli eder ve aslında bu da bir sınav sorusudur.
5. İşte insan cinsinde de bu yönden, mesela yaşlı ve genç arasında fark olduğu gibi, kadın ve erkek arasında da fark vardır. Allah’ın bazı isimleri erkeklerde daha açık tecelli ederken, diğer bazı isimleri ise kadınlarda daha net biçimde tecelli etmektedir.
Mesela Rahim, Rahman ve Rezzak isimleri erkekte de görünür, ama kadında, hemen hemen daima, açıkça ve ön planda olmak üzere tecelli ve tezahür eder.10 Kadın rahim sahibidir, çocuğunu önce orada büyütür; rahmandır, çocuğuna merhametini daima kalbinde taşır; rezzaktır, çocuğun rızkını memelerinde taşır. Aslında Bütün bunlar kadının bizzat kendi varlığından ve kadınlığından değil, Allah’ın Rahim, Rahman ve Rezzak oluşunun kadın ve çocuğu aynasında görünmesinden ibarettir. Zira kadının “bizzat kendisi” bir mutlak varlık değil bir “gölge varlık”tır.
Mesela Hakîm, Hâkim ve Kadir ismi erkekte kadına nisbeten daha açık biçimde tezahür eder. Erkek hikmet sahibidir, aklıyla problemleri çözer; hâkimdir, ortama vaziyet eder ve hükmeder; kudret sahibidir, düşmanın tecavüzünü durdurur. Yine bunlar da aslında erkeğin öz malı değil, Allah’ın bu isimlerine ayna olmasının bir sonucudur.
O halde kadınla erkek arasındaki fıtrî farklar ve buna bağlı olarak ortaya çıkan hükmî farklar (hüküm farkları) gerçekte bir fark değildir, ancak hükmen bir farklılıktır. Üstelik bu hükmî farklılıklar da dinî naslarda uhrevi mükafatla telafi edilmiştir.11 Önemli olan, kadının ve erkeğin birbiriyle ya da başkalarıyla değil, kendisiyle yarışması, potansiyelini kinetiğe dönüştürmesi, kabiliyetini harekete geçirmesidir. Buna “kendini gerçekleştirmek” de denmektedir.
O halde insanın kendisini gerçekleştirmesi aslında kendisini içsel ve dışsal kirlerden arındırarak temizlemesine yani aynanın sırrını kuvvetlendirerek parlaklığını artırmasına ve camının temizlemesine bağlıdır. Aynanın cinsiyeti de ırkı da önemli değildir.
Bu yüzden Allah katında üstünlük ancak takva; yani aynayı kirletmeme (temiz tutma) kabiliyeti ile ölçülür.
E. Cinsiyetin Amaç Dışı Kullanılması
1. Aslında sadece cinsiyet değil, insandaki tüm farklılıklar ve kuvveler amaç dışı kullanılma riskine açıktır. Temel kaynaklarda; akıl (muhakeme) kuvveti, menfaate yönelme kuvveti ve zarardan kaçma kuvveti olarak üç ana gruba ayrılan bu kuvveler için doğrusu, bunları doğru yolda yani sırat-ı müstakimde kullanmak ve ifrat ve tefritten uzak tutmaktır. Aksi halde sınav kaybedilmiş olur.12
Namazda okunması farz olan Fatiha suresiyle, Allah’tan, kudretimizi ifrat ve tefritten uzak vasat bir mertebede (sırata’lmüstakim) tutmasını istememizin sebebi de, bu surenin Kur’an’ın kalbi olarak nitelendirilmesinin sebebi de budur.
2. Kadın ve erkeğin cinsiyetini amaç dışı ve dolayısıyla kötüye kullanmasına gelince: Mesela kadının çocuğunun dünyevi menfaati uğruna onun ahiretini feda edercesine yanlış tercihler yapması, onun, şefkat ve merhametini amaç dışı kullanmasıdır. Yine mesela kadının (ya da erkeğin) Allah’ın rahmetini hak etmeyenlere Allah’tan rahmet dilemesi de haddi aşmaktır.
Mesela kadının tesettürü kaldırması13 ve kendisini açık saçıklıkla satmaya çalışması, kadının hüsnünü ve cemalini amaç dışı kullanmasıdır.14 Aynı şekilde kadının şehvetinin kurbanı olması da kadınlığa mahsus lezzetinden sapmadır.
Mesela erkeğin güç kullanarak başkalarının haklarına tecavüz etmesi ya da başkalarını kendisine kul köle etmesi, onun, kudretini amaç dışı kullanmasıdır. Aynı şekilde erkeğin (ve elbette kadının) aklını ve hikmeti kendi şahsi menfaatleri için bencilce ve hileli biçimde kullanması da bir ifrattır ve sapmadır.
Mesela bilhassa kırsal kesimde ana ve babanın, erkek çocuğa, Allah’ın verdiği haktan fazla hak vermesi ve onu “birinci sınıf evlat” ve “neslini devam ettirecek gerçek vâris” gibi görmesine karşılık kızını15 ikinci plana itmesi ve onu cinsiyeti nedeniyle kendisini ele güne rezil etme riski içeren bir tehlike olarak görme eğilimi bir tür sapmadır. Aynı şekilde, bilhassa şehirli kesimde sık görülen “elden ayaktan düşersem bana oğlum değil kızım bakar, ona Allah’ın verdiği haktan daha fazlasını şimdiden rüşvet olarak vereyim ki ileride ele güne muhtaç olmayayım” çıkarcılığı da, aslında “rızk da hüküm de Allah’ındır, terbiye edici de merhamet edici de O’dur” hükmüne tam iman edememiş olmaktan kaynaklanan bir sapmadır.
3. Kadın ve erkeğin günlük hayatta ve toplumsal sorumluluğa ait rol dağılımında yanlış role geçmeleri de aslında fıtrattan sapmadır.
Mesela; toplumsal ilişkilerdeki bozulmaların düzeltilmesinde ve hatalı davranışların neticelerinin telafisinde adaletle hüküm ve infaza da, şefkatle affetmeye de ihtiyaç vardır. Adalet; hikmet, hüküm ve kudreti gerektirir. Aynı şekilde şefkat için de merhamete ihtiyaç vardır.
O halde erkekler, kendilerinde tecelli edecek olan hikmeti, hükmü ve kudreti geliştirip adaleti tesis ve temin etmeli; kadınlar da merhametini geliştirerek gerektiğinde affetmeyi bilip/öğretip rahmeti tatbik etmelidir. Bu aynı zamanda fıtri bir işbölümüdür.
Aksi ise rahmi ve merhameti ile çocuk doğuran ve fakat onu işsiz kocasına bırakıp hemen mesaiye koşan ve her gün sesi adliye duvarlarında çınlayan “hakime hanım”ın çığlığının, suni biçimde merhametli olmaya çalışan ve fakat memesinde süt bulamadığı için bunu hakkıyla başaramayan babanın kucağında ağlayan bebeğin çığlığı ile yarışmasına sebep olur.
Aynı şekilde iradesine sahip çıkmak adına reyine sahip çıkmakla yetinmeyip başkalarının ve dolayısıyla başka erkeklerin haklarını aramaya ve dolayısıyla başkalarını temsil vazifesini de üstlenmeye kalkışan ve birçok yönüyle “mecburen erkekleşen” kadınlar da aslında bir sapmanın ürünüdür.16
İşte bu sebeple Bediüzzaman, sanayi devrimi denilen sürecin ve bunun sonucu olan çağdaş medeniyetin, kadını haksız ve gereksiz olarak sun’i bir biçimde17 yuvasından çıkardığını tesbit etmekte ve onlara “yuvaya dön” çağrısı yapmaktadır18
Burada kastedilen kadın, açıktır ki, “fabrikada tütün sarar, ağlar fabrika kızı” nakaratındaki zavallı kadın ya da erkeklerin zevki uğruna “meta”laşan hem de “mebzul meta” haline getirilen kadındır. Yoksa burada kadının sosyal hayattan tümüyle çekilmesi kastedilmekte değildir.
Esasen kadının sosyal hayattan “tümüyle” çekilmesi fıtrî olmadığı gibi dinin özüne de yabancıdır. Zira kesin hükümler yardımıyla biliyoruz ki İslam’da erkeklerin ancak cemaat halinde yapabileceği türden bayram ve Cuma namazı gibi ibadetlerde “cemaate iştirak etmek” kadınlara farz kılınmamış, ama yasak da edilmemiştir. Yine biliyoruz ki kadın erkek meselelerinde İslam’ın oldukça katı bir yorumuna tabi olan Suud idaresindeki Kâbe’de, hac mevsiminde, ibadet sırasında, kadın ve erkek, izdiham sebebiyle mecburen, neredeyse eşitlenmektedir.
Aynı durum Bediüzzaman’ın bizzat kendi yaklaşımları için de geçerlidir. Nitekim Risalelerin ancak elle çoğaltılarak yayılabildiği yasaklı dönemde kadınların da bu hizmete girişmeleri bu günkü anlamıyla kahramanca bir “sosyal faaliyet”tir ve Bediüzzaman bunu “Nurun kahramanı hanımlar” şeklinde tasvir edip alkışlamış ve desteklemiştir. Aynı şekilde Bediüzzaman kadınları şefkat “kahramanları” olarak nitelendirmektedir ki bu da bir tür meşru ve makul sosyalleşmenin sonucudur.19
4. Erkeğin kudretini kötüye kullanması ve malikiyet iddiası20 ya da fitne bahanesiyle kadını “kapatıp” ezmesi bir sapma olduğu gibi, kadının da erkeğin zulmüne karşı direnmesi ve hatta bu amaçla örgütlenmesi bir adalet arayışıdır ve bir tür meşru müdafaadır.21
Ancak dikkat edilmelidir ki kadın hakları konusunda bu çağdaki mücadeleler ancak Kur’an’ın verdiği hakları fiilen de almaya yönelik olduğu ve meşruiyet sınırları içinde kaldığı takdirde bir mânâ ifade eder. Zira “Kurûn-u ûla ve vustadaki zayi olan kadınlık hukukunu, Kur’an-ı Hakîm gayet ehemmiyetle muhafaza” etmiştir.22
Dolayısıyla, kadının bu hak arayışını abartıp, mesela “erkeksiz dünya” ya da “nikahsız hayat” raddesine vardırması da haddi aşmaktır. Dünya üzerindeki bazı feminist örgütlerin, “birey olarak kadın”ı basamak olarak kullanıp iktidar mücadelesine girişmeleri de bu tür bir bozulmadır.23 Ama daha tehlikelisi, hürriyet-i nisvan (kadın özgürlüğü) perdesi altında, kadının ve erkeğin fıtrî özelliklerinin yok sayıldığı mutlak eşitlikçi ve hayvancasına özgürlükçü sun’i bir sosyal düzen kurma hevesiyle insanı ve neslini ve toplumu tahrip etme şeytanlığıdır.
Unutulmamalıdır ki insan hakları denilen haklar kendi bağlamı içinde ve sağlıklı biçimde gelişmedikçe kadının hakları bir mânâ ifade etmeyecektir. Bunun birinci şartı ise bir yandan hakkını aramak ve fakat diğer yandan da hak konusunda Hakk’a tevekkül etmektir.
Nitekim Bediüzzaman Mücâdele Sûresi’nin “Kocası hakkında defalarca sana müracaat eden ve Allah’a şikâyette bulunan kadının sözünü Allah işitti. Zâten Allah sizin konuşmalarınızı işitiyordu. Muhakkak ki Allah her şeyi hakkıyla işitir, her şeyi hakkıyla görür.” mânâsındaki birinci ayetini tefsir ederken, kadının cinsi itibariyle şefkatin hakikatine en fedakarca biçimde mazhar oluyor olmasına da vurgu yaparak, bir kadının kocasından şikayetini Allah’ın da Rahim ismi ile işittiğini ve bu hakkın gereğini yerine getirmek üzere Hak ismi ile baktığını zikreder.24
Devlete karşı hak arayışında, kadının, “erkeklerle eşitlik” iddia etmesi de aslında bir tür sapma kaynağıdır. Zira eşitlik iddia etmek çoğu zaman kadının fıtri hakkını almasına yardımcı olmaya yetmemektedir. Doğrusu, “mukayeseli üstünlükler teorisinde” olduğu üzere eşitsizliğin bir adaletsizliğe sebep olduğu her durumda, en azından denklik sağlanıncaya kadar üstünlük ya da ayrıcalık istemektir. Ki buna pozitif ayrımcılık denmektedir.25
5. Adaletin sadece bu dünyada tecelli edeceğini varsaymak hırçınlığa ve dolayısıyla başka bir haksızlığa sebep olmaktadır. Oysa gerçek ve tam adaletin ahirette tecelli edeceğine inananlar için “mazlumun ahı yerde kalmayacaktır.”26 Böyle inananlar, inandığı gibi yaşamalı, yanlış yöntemlerle ve hırçın üslupla adalet ve hak aramaya yönelmemeli, kendi haklarını korumak adına bilhassa doğmuş ya da doğmamış çocuğunun haklarını feda etme bencilliğine sapmamalıdır.
Özet ve Sonuç
1. Allah’ın varlığına ve birliğine inananlar için dünya amaç değil, araçtır. Hak ve yükümlülüklerin nihai hesap yeri ve dolayısıyla adaletin nihai tecelligâhı da dünya değil, ahirettir.
O halde hak arama mücadelesi elbette bu dünyada da yapılacaktır. Ama bu mücadele asıl hak ve yükümlülük alanı ve büyük muhasebe günü unutulmadan yapılmalıdır.
2. Kadınların ve erkeklerin kamusal otorite yani devlet karşısında sahip oldukları haklara insan hakları diyoruz. Bu haklar devletler için bir yükümlülüktür. Ancak her hakkın yükümlülük biçiminde bir karşılığının bulunması da dünyanın dengesine ait bir kuraldır. İnsanların haklarının karşısında yine insanların devlete karşı; sadakat, kamu düzenini koruma, vergi, savunmaya iştirak gibi yükümlülükleri vardır.
3. Kadın hakları denilen insan hakları grubu ise kadını erkek karşısında denk ya da eşit statüye getirmeye yönelik ekstra haklardır. Bu haklar şeklen devletten talep edilmekle birlikte, dolaylı biçimde aslında erkeklerden talep edilmektedir.
Hak aramak meşrudur. Bu uğurda mücadele etmek de meşrudur. Yine bu yolda örgütlenmek ve bu sayede güçlenmek de meşrudur.
4. Kadınların (ve erkeklerin) Allah’tan hak talep etme ve bu uğurda Allah’la cedelleşme hakları yoktur. Allah’a karşı “sadece vazifelerimiz” vardır. Allah’tan istemek (dua) bir taleptir ama bu talep “bir hak talebi” değil, lütfun ve tecellinin talebidir. Ondan gelene “lütfun da hoş, kahrında hoş” diyebilmek ise sınavı kazandırır.
Zira başta “yok iken var edilmiş olmak” bir lütuftur, canlandırılmış olmak da insan olmak da birer lütuf basamağıdır. İnsan olmanın bir adım ilerisi iç ve dış huzura sahip “güzel insan” olmaktır. Güzel insan Allah’ın güzel isim ve sıfatlarına en güzel biçimde ayna olan insandır. Zaten insanın da varlık sebebi kendi benliğini yani kendisinin aynını unutup güzele ayna olmaktır.
Asabiyet (kültürel ve/veya nesebî soybağı) ve cinsiyet gibi kişilik unsurları kişinin iradesine taalluk etmediğinden zaten övünülebilecek hususlardan değildir. Zenginlik, yüksek zekâ, sıhhat, mülkiyet ve muvaffakiyet gibi ekstralar da övünülebilecek değil ancak şükredilebilecek ekstralardır. Bu ekstralardan her biri, aynen zıtları gibi, şuurla birleştiğinde kişinin Allah’a karşı sorumluluğunu artıran ekstra sınav unsurlarıdır.
Yaratıcısını tanıyan ve ona hakkıyla kul olan bir mü’min olmak Allah’ın insana bunların üzerinde ayrıca nasip ettiği bir iltifatı ve bir şereftir. Bu şerefin zirvesinde evliya olmak vardır. Ama o dahi aslında bir lütuftur. Zira “ben bunu hak ettim diyen” aslında evliya değildir.
Peygamber olmak ise “iradenin de taalluk ettiği bir hak” değil, bir vazifedir. Dolayısıyla ne bir erkek ne de bir kadın “ben niçin peygamber olmadım/olamadım” diyemeyeceği gibi “benim gibilerden neden peygamber yok” da diyemez. Zira nübüvvet müessesesinin mânâsını bilmek de bir sınav sorusudur. Bunu bilene düşen, nübüvvetin hakikatini (sıfata, isme ve ilme taallukunu) bilmektir. Yani nebi olmaya –hâşâ- yeltenmek değil, nebiye layık ümmet olmaya çalışmaktır. Aksi halde, “bilen”, hayat ve cinsiyet sınavını, üstelik “bilgisi ile” kaybetmiş olur.
Öz
Kadın hakları, cinsiyet-adalet ilişkisi, cinsiyetten doğan haklar ve yükümlülükler, cinsiyet farklılığının hikmetleri, adalet ve güç ilişkisi, kadın-erkek eşitliği, erkek egemenliği vb. meseleler tarih boyunca çeşitli kültür ve toplumların tartışma konuları arasında yer almıştır. Bu çalışma, bu vb. meselelere ışık tutmayı ve kadın erkek arasındaki hak arama mücadelesinin çerçevesini belirlemeyi amaçlamaktadır.
Anahtar Kelimeler: Kadın, cinsiyet, kadın hakları, insan hakları, adalet, hak, kudret
Abstract
Matters such as women rights, gender-fairness relation, rights and obligations arisen due to gender, wisdoms of gender difference, justice and power relation, women-men equality, male dominance, etc. have been included within discussion issues of various cultures and communities throughout the history. This study aims to shed light on above counted matters and identify frame of claiming rights between women and men.
Key Words: Woman, gender, women rights, human rights, justice, right, power