Demokrasi ve İnsan Hakları Bağlamında Hz Peygamber in (sav) Muhaliflere Karşı Tutumu
Musa Kazım YILMAZ
Prof. Dr., Harran Üniversitesi, İlahiyat Fakültesi öğretim üyesi
Giriş: Hz. Peygamber’in (sav) Yüksek Şahsiyeti ve Engin Merhameti
Hz. Peygamber (s.a.v), 23 yıllık risalet dönemi içinde nasıl bir insan olduğunu bütün dünyaya göstermiştir. O’nun güçlü dostluğu, her türlü eziyete tahammül göstermesi, cesareti ve her şeyden önemlisi samimiyeti ve hak uğrunda hararetli gayreti, yüksek karakterini ortaya koymuştur. Doğum yeri olan Mekke’de kendisini anlamak istemeyen bazı müşrik liderler tarafından zorlanınca Medine’ye hicret etmişti. Medine halkı Hz. Muhammed’i (s.a.v) tanır tanımaz hem kalben hem de şeklen O’na bağlanmıştı. Bu sevgi o kadar yayıldı ki, bütün kabilelere sirayet etmişti. Sonunda on yıl gibi kısa bir zaman içinde bütün Arabistan Hz. Muhammed’in (s.a.v) getirdiği tevhit inancına teslim olmuşu.
Hz. Peygamber’de (s.a.v) bir itaat cazibesi vardı. Onu bir kez gören ve ona iman eden bir insan sınırsız bir şekilde ona itaat ederdi. Hiçbir imparator, kendi eliyle yamadığı abasından başka bir şeyi olmayan Hz. Peygamber kadar itaat görmemiş ve hiçbirinin bu kadar sözü dinlenmemiştir. Başka bir deyimle, Hz. Muhammed (s.a.v) insanları etkilemek gibi bir kabiliyete sahip bulunuyordu. Ancak O her zaman insanları iyiliğe, hidayete ve hayra sevk etmek için bu kabiliyetini kullanma asaletini göstermiştir.
Hz. Peygamber (s.a.v) kötülüğe karşı kötülükle mukabele etmeye muktedir olduğu halde sadece sözle değil, hareketleriyle de Allah’ın hoşgörü ve müsamaha prensibini esas almayı tercih eden bir karaktere sahipti. Böyle bir karaktere sahip olan insanlar herkese değer verirler. Ancak Hz. Muhammed (s.a.v) bir devlet reisi olarak halkın hayat ve hürriyetlerinin koruyucusu olmak bakımından her zaman adaleti icra etmiş, suçluları layık oldukları cezalara çarptırmıştır. Fakat aynı zamanda bir mürşit olan Hz. Muhammed (s.a.v) en korkunç düşmanlarına karşı bile şefkatli ve merhametli davranmıştır. Kısacası Hz. Resul-i Ekrem, insan fikrinin hayal edebileceği en yüksek adalet ve merhamet sıfatlarını taşımaktaydı.
Hz. Peygamber (s.a.v), saldırgan olan bedevi Arap kabilelerini tedip etmek amacıyla gönderdiği askeri birliklerin komutanlarını öncelikle “zayıflara hiç bir zaman ilişilmemesi” konusunda uyarmıştır. Mesela Bizans’a karşı sevk edilen birliklerin komutanlarına şunları söylemişti: “Bize karşı işlenen suçların intikamını alırken evlerinde oturan ve düşmanca hareketlerde bulunmayanlara tecavüz etmeyiniz. Kadınların zafiyetine saygılı olunuz. Annelerinin kucağındaki çocuklara ve hastalara dokunmayınız. İnsanların geçim kaynaklarını imha etmeyiniz. Yemiş ve hurma ağaçlarına el uzatmayınız.”1
Hz. Ebubekir (r.a) de aynen Resulullah’a (s.a.v) uyarak komutanı Yezid b. Ebi Süfyan’a şu talimatı vermişti: “Ey Yezid, kendi halkına sıkıntı vermediğinden emin olmalısın ve onları memnun etmelisin. Zafer elde ettiğiniz zaman çocukları, hastaları, ihtiyarları ve kadınları öldürmeyiniz. Hurma ağaçlarını ve tarlaları tahrip etmeyiniz. Meyve ağaçlarını kesmeyiniz. Yiyeceğiniz için gerekli olan hayvanlardan başkasına sakın zarar vermeyiniz. Bir antlaşma veya sözleşme imzaladığınız zaman hükümlerine riayet ediniz. Sözünüzde durunuz. Yolunuzda bir takım dindar adamların mabetlere çekilerek züht ve takva ile hayatlarına devam ettiklerini görürseniz onları kendi hallerine bırakınız.”2
Mütevazı bir kişiliğe sahip olan Resulullah (s.a.v), deyim yerindeyse, Arabistan’ın hükümdarı olmuş, dünyevi açıdan kisralarla kayserlerin derecelerine çıkmış ve insanların mukadderatına hâkim olmuştu. Fakat aynı ruhanî tevazu, aynı fitrî asalet, aynı kalp temizliği, aynı güzel ahlak, aynı duygu nezaketi, aynı vazifeperverlik, aynı kadirşinaslık hâsılı ona “el-Emin” lakabını kazandıran bütün vasıflara sahip olmaya devam etmiş, Rabbinden bir an gaflet etmemiş ve insanlığın hizmetinden ayrılmamıştır. Bir defasında Mekke’nin, sözü en çok geçerli eşrafından bazılarıyla bir dini mevzu konuşurken, her nasılsa hakikat arayan İbnu Ümm-i Mektum adındaki bir âmâya iltifat etmemişti. Hz. Peygamber bu hadiseyi daima üzüntü ve pişmanlıkla yâd eder ve Allah’ın, bu hareketini tasvip etmediğini söylerdi.3
Bu kadar temiz, bu kadar ince duygulu ve bu kadar kahraman bir fıtrat yalnız hürmet değil aynı zamanda muhabbet de telkin eder. Tabiatıyla İslam tarihçileri, Hz. Muhammed’in meziyetlerinden ve Allah vergisi olan fikirlerinden gurur duyarak büyük bir zevk ve heyecanla bahsederler. Hiç kuşkusuz Hz. Peygamber büyüklere hürmeti, fakirlere şefkati ve cüretkârlara karşı cesaretiyle herkesin takdirini kazanmıştı. Siması, herkes için ne kadar çok hayır istediğini ifade ediyordu. Ümmi olmakla birlikte kâinat kitabına derinden nüfuz eden Hz. Muhammed’in zihni, gerek ümmileri gerek âlimleri eşit şekilde etkileyen bir güce sahipti. Simasında öyle bir haşmet, öyle bir deha ifadesi vardı ki, kendisiyle temas kuranların hepsine hürmet ve muhabbet duygularını ilham ederdi. Bütün tarihçiler Peygamberimizin fikri yüceliği, son derece ince kalpliliği, iffet ve temizliği, namuslu ve doğruluğu hususunda ittifak ederler. Kendisinden aşağı olanlara karşı çok şefkatli olan Hz. Muhammed (s.a.v) kendisine hizmet edenleri bir kere olsun hiç sorgulamamıştır. Peygamberimizin hizmetkârı Hz. Enes der ki: “Resulullah’a on yıl hizmet ettim. Bana bir kere olsun ‘of’ dediğini işitmedim”4
Peygamberimiz hayatında hiç kimseyi dövmemiş, hiç kimseye kötü bir söz söylememiştir. Uhud Savaşı’nda Mekkeli müşriklere beddua etmesi istendiğinde: “Ben lanet okumak için değil, âleme rahmet olmak için gönderildim”5 buyurmuştu.
1- Medine Müslümanlarının Oluşumu
Hz. Peygamber (s.a.v) Medine’ye hicret ettiğinde orada yaşayan Evs ve Hazrec Kabileleri, aralarındaki kavgayı ve düşmanlıkları din kardeşliği içinde unuttular. Bu iki Kabile İslam sancağı etrafında toplanarak İslam cumhuriyetinin temelini oluşturmuşlardı. Evs ve Hazrec kabileleri, aralarındaki ihtilafları yok ederek bunalım dönemlerinde İslâm’a yardım ettikleri için tümüne birden “Ensar” adı verilmiştir. Doğum yerleri olan memleketlerini terk eden ve yurtlarıyla olan bütün irtibatlarını keserek hicret eden müminlere de “Muhacir” unvanı verilmiştir.
Muhacir ve Ensar İslâm’ın rükünleriydi. Bu iki grubun Hz. Peygamber’e bağlılıkları sonsuzdu. “Muhacirler”, evlerini ve yurtlarını terk etmişler, bütün Arap geleneklerine aykırı bir şekilde dinleri uğruna akrabalık bağlarını çiğnemişler, tüm zahmet ve meşakkatlere göğüs gererek sırf Allah rızası için her türlü tehditlere karşı koymuşlardı. Medine-i Münevver’deki Ensar da bu din kardeşlerine kucak açmışlar, onların fakirlerine mal-mülk vererek diğer ihtiyaçlarını da temin etmişlerdi. İslâm’ın kurduğu din kardeşliği bir takım çekememezliklerin ortaya çıkmasına engel olduğu gibi Allah ve Resulü uğrunda en büyük fedakârlığı seçmek konusunda Muhacirler ile Ensar arasında bir fazilet yarışının doğmasına da vesile olmuştu. Erkek ve kadın Müslümanların bu yeni uyanış yolunda gösterdikleri büyük arzu ve kaynaşma, hayatlarını feda edebilmek için duydukları heyecan, Hıristiyanlığın ortaya çıkışından beri dünyada benzeri görülmemiş bir olaydı.
2- Medine Anayasasındaki Demokratik Hükümler
Hz. Peygamber (s.a.v), Medine’ye varır varmaz ilk yaptığı işlerden biri Medine ve çevresinde yaşayan ve birbirine düşman olan unsurlardan düzenli bir cemaat oluşturmak olmuştu. Bu amacını gerçekleştirmek için Hz. Peygamber, Müslümanların hak ve sorumluluklarını, ayrıca Yahudilerin hak ve sorumluluklarını ihtiva eden bir beyanname yayınlamıştı. Medine içinde Hıristiyan varlığı fazla bilinmemektedir. Bu yüzden Medine vesikasında onlardan söz edilmiyor. Bununla birlikte Necran’da ve bazı Arap kabilelerinde Hıristiyanların varlığı bilinmektedir. Yahudiler ise, karşı çıkılması imkânsız böyle insani bir hareket karşısında sözleşmeyi memnunlukla kabul etmek zorunda kaldılar. İbni Hişam’ın Siyer’inde aynen yazılı bulunan bu vesika Hz. Peygamber’in (s.a.v) gerçek büyüklüğünü, sadece kendi devrinde değil, bütün dönemlere hâkim olan dehasını da gösterir.6
Hz. Muhammed (s.a.v) Allah’ın kendisine öğrettiği siyaset ile dünya çapında bir devlet kuran ve sosyal bir toplum meydana getiren benzersiz ve güçlü bir devlet adamıydı. Yeryüzünün en eski İnsan Hakları Beyannamesi olarak değerlendirilen Medine Vesikası, aynı zamanda bir vicdan özgürlüğü beratı niteliğindedir. Resulullah (s.a.v) bu beyannamede farklı sosyal sınıfları “ümmet” adı altında bir araya getirmeye muvaffak olmuştur. Şöyle buyuruyor:
“Bismillahirrahmanirrahim, Resulullah Muhammed tarafından verilen bu antlaşmayla Kureyş ve Yesrib Müslümanları ile onlarla müşterek bir davada olup herhangi bir köke mensup olan insanların tümü bir tek ümmet olmuştur.”
Bu girişten sonra birçok kavim ve kabile tarafından, suç işlenmesi halinde verilecek diyetlerle, Müslümanların kendi aralarında yerine getirecekleri özel görevler açıklanmaktadır. Vesika daha sonra şöyle devam eder:
“Savaş ve barış durumları Müslümanlar arasında müşterektir. Bunların hiçbirisi yalnız başına Müslüman kardeşinin düşmanlarıyla barış antlaşması yapmak yahut savaş ilan etmek hakkına sahip değildir.” Bu ifade ile Müslümanlar arasında dâhilde bir anlaşmazlık çıkmasının asla kabul edilemeyeceğini dile getirmektedir. Yahudilerle ilgili olan maddelerde Yahudiler adeta İslam toplumunun birer ferdi olarak tavsif edilmişlerdir. Şöyle ki:
“İslam toplumuna bağlı olan Yahudiler her türlü eza ve hakaretten korunacaklardır. Bunlar kendi halkımızın sahip olduğu tüm haklara sahiptirler. Avf, Neccar, Haris, Ceşm, Salebe, Evs ve Yesrib’te yerleşmiş bulunan diğer Yahudiler de Müslümanlarla birlikte bir ümmet oluştururlar. Bunlar da Müslümanlar gibi tam serbestlik içinde dini ayinlerini yapabileceklerdir. Yahudilerin koruduğu ve anlaştığı diğer kabileler de aynı serbestlik ve korunma esasından istifade edeceklerdir. Bu antlaşmayı kabul edenlerin tümü için Medine’nin içi mukaddes bir haremdir. Müslümanlarla Yahudilerin dost ve müttefikleri her türlü hürmeti göreceklerdir.”
Hz. Peygamber’in (s.a.v) bu beyannamesi sevgi, dostluk, suçu ve suçluyu korumama ve herkesin adalet önünde eşit olarak yargılanma prensiplerini öne çıkarmıştır. Bu yönüyle vesika tam bir özgürlük ve demokrasi beyannamesi gibidir. Şöyle der:
“Gerçek müminlerin hepsi bir cürüm, bir zulüm ya da asayişi ihlal eden hareketler karşısında suçlu olan herkesi nefretle karşılarlar. En yakın akrabasından bile olsalar hiç kimse bir suçluyu saklamayacaktır.”
Devletin iç idaresine ait bir kaç satırdan sonra bu olağanüstü vesika şu ifadelerle son buluyordu: “Bu antlaşmayı kabul edenler arasında vaki olabilecek bütün anlaşmazlıklar Allah’a ve O’nun Resulü’ne takdim edilecektir.”
Resulullah (s.a.v) bu beyannamesiyle Medine’deki asayiş ve güvenliği zapt-u rapt altına alarak Arapların terörle karışık geleneklerine kesin bir darbe indirmişti. Araplar bugüne kadar bir zarar veya felakete maruz kalanların intikamını alma işini kabile ya da ailenin gücüne bırakmışlardı. Hz. Peygamber (s.a.v) bu vesikayı yayınlamakla ümmetin en büyük hâkimi durumuna geldiği gibi, ilk kez sorunları hukukla ve şeffaflıkla çözmeyi hedef alan bir devletin başkanı da olmuştu.
3- Hz. Peygamber’in Muhalifleri
a- Münafıklar
Medine’de Müslümanlarla iç içe yaşayan bu grup içten putperest veya Yahudi olmakla birlikte dıştan Müslüman olan bir güruhtu. Bu grubun lideri, Medine’nin hükümdarı olmaya göz dikmiş bulunan ve halk arasında oldukça mevki sahibi olan Abdullah b. Übey’dir.7 Bu zat, Medine hükümdarı olmak amacıyla etrafında büyük bir cemaat toplamıştı. Hz. Peygamber’in Medine’ye teşrifinden bir kaç gün önce Abdullah emeline kavuşmak için tüm hazırlıkları tamamlamış bulunuyordu. Ancak Resulullah’ın teşrifi her şeyi altüst etmişti. Medine halkının Hz. Peygamber’i (s.a.v) büyük bir coşku ve heyecan ile karşılaması, Abdullah b. Übey ve arkadaşlarını dıştan Müslüman olmaya zorlamıştı. Fakat bunlar her an İslâm’a ve Müslümanlara zarar verebilmek için fırsat kolluyorlardı. Bu itibarla münafıklar tevhit ehli olan Müslümanlar için büyük bir tehlike oluşturuyordu. Münafıkların en büyük destekçileri Mekke’deki müşrikler ve Medine’deki Yahudiler idi. Dolayısıyla Hz. Peygamber’in bunları sürekli bir şekilde kontrol altında tutması gerekiyordu. Fakat her şeye rağmen Resulullah (s.a.v) bunların bir gün hidayete gelmelerini ümit ederek muhaliflerine karşı büyük bir sabır ve tahammül gösteriyordu. Sonunda bu ümit gerçekleşti ve Abdullah b. Übey’in vefatıyla “münafıklar” diye adlandırılan grup bir müddet gözden kaybolmuştu.
b- Yahudiler
Medine’de Hz. Peygamber’e muhalefet eden ikinci grup Yahudilerdi. Yahudiler, Hz. Peygamber’in muhalifleri olarak Müslümanlar için büyük bir tehlike unsuru sayılıyordu. Zira Yahudilerin Kureyş ile sıkı ticaret ilişkileri vardı. Ayrıca İslam dinine düşman olan herkesle kolayca ittifak edebiliyorlardı.
Yahudiler dışarıdan Medine’ye ve çevresine göç etmişlerdi. Bu Yahudi göçmenlerin en önemli grupları Beni Nadir, Beni Kurayza ve Beni Kaynuka idi. Müstahkem bölgelerde yaşayan bu Yahudiler, kendilerine yakın olan Arap kabilelerini hâkimiyetleri altına almışlardı. Bu durum aslen Kahtani olan iki kabilenin (Evs ve Hazrec’in) Medine’ye yerleşmelerine kadar devam etti. Bu iki Kabile ilk etapta Yahudilere biraz boyun eğmişse de, daha sonraları Yahudileri kendi hâkimiyetleri altına alabilmişlerdi. Ne var ki, çok geçmeden bu iki kabile birbiriyle kavga etmeye başlamıştı. Ancak Hz. Peygamber’in, peygamberliğini ilan ettiği sıralarda, aralarında yıllarca devam eden korkunç savaşlardan sonra bir barış antlaşmasına muvaffak olunmuştu.
Yahudiler önceleri Hz. Peygamber’in vaazlarını hoşgörü ile karşılamışlardı. Fakat “Beklenen Mesih” olarak görmek istedikleri Hz. Peygamber’i sonunda “Beklenen Mesih” olarak kabul etmemişlerdi. Onlar Hz. Peygamber’i bir hayalci ve uydurmacı bir vaiz olarak düşündüler. Bununla birlikte eski düşmanları olan Evs ve Hazrec’in başına geçen Hz. Muhammed’le işbirliği yapabileceklerini düşünerek Arabistan’ı ele geçirmek ve yeni bir Yahudi devletini kurmak için muvaffak olmayı ümit etmişlerdi. Yahudiler bu ümitle Medine halkının Hz. Peygamber için tertipledikleri karşılama törenlerine katılmışlardı. Hatta Yahudiler bir müddet Hz. Peygamber’e karşı bir barış çizgisi takip etmişlerdi. Fakat bir ay geçmeden, kendilerine gönderilen peygamberi çarmıha geren eski isyancı ruhlarıyla hareket ederek açık saldırılar ve gizli suikastlar tertip etmeye başladılar.
4- Hz. Peygamber’in Münafıklara Karşı Tutumu
Kuşkusuz Resulullah’ın en büyük muhaliflerinin başında münafıklar gelmekte idi. Münafıklar zahirde Müslüman göründükleri için Resulullah (s.a.v) onların demokratik ve insanî haklarına zarar vermeden onlara karşı bir takım tedbirler almıştır. Bu tedbirleri şu şekilde sıralamak mümkündür:
Her şeyden önce Hz. Peygamber (s.a.v) münafıkların şahsiyetlerinin gizli kalmasını istiyordu. Kendisine yakın sırdaşı olarak kabul edilen bir iki zatın dışında münafıkların isimlerini hiç kimseyle paylaşmamıştır. Buna karşılık Hz. Peygamber (s.a.v) de Kur’an’a uyarak münafıkların alametleri üzerinde durmuş ve ehl-i imanı nifak alametlerine karşı uyarmıştı. Kuşkusuz Hz. Peygamber’in münafıkların listesini gizli tutması insan hakları açısından çok büyük bir önem taşımaktadır. Eğer Resulullah (s.a.v) münafıkların isimlerini herkes ile paylaşsaydı, münafıkların İslam toplumu içerisinde yaşama şansları azalabileceği gibi, daha da sertleşmelerine yol açabilirdi. Resulullah (s.a.v) onları deşifre etmemekle bir bakıma onlara değer veriyor ve onların toplum içindeki kişiliklerinin rencide olmasına izin vermiyordu. Bunu sağlamak için de münafıklara karşı Müslüman muamelesi yapıyordu.
Hz. Peygamber’in (s.a.v) münafıklara Müslüman muamelesi yapmasının diğer bir gayesi, onlara Müslüman toplum içinde ayrı bir hüviyet kazandırmamaktı. Hatta müşrik ve Yahudilere karşı toplumun birliğini korumak için, Sahabiler tarafından gelen münafıkların öldürülmesi yönündeki talepler, Hz. Peygamber tarafından hep reddedilmiştir. Kendisine böyle bir taleple gelen Sahabilere: “İnsanlar arasında, Muhammed artık arkadaşlarını öldürtüyor, denilmesine müsaade etmem” buyurmuştur.8 Hz. Peygamber’in münafıklara karşı yürüttüğü bu siyaset, münafıkların kötü niyetlerinden vazgeçmelerini sağlamış veya bazılarının pişmanlık duymalarına yol açmıştır.
Nitekim Beni Mustalık gazvesinden dönüş sırasında münafıkların başı olarak bilinen Abdullah b. Übey, Allah tarafından bildirilen: “And olsun ki, Medine’ye varınca en şerefli ve en kuvvetli olan, en zayıf ve en hakir olanı çıkaracaktır”9 şeklindeki sözünü inkâr etmiştir.10
Hz. Peygamber (s.a.v) münafıkların kişiliklerini rencide etmemek için onların mazeretlerini dinler ve kabul ederdi. Mesela suç işlediklerinde veya münafıklık yaptıkları ortaya çıktığında Hz. Peygamber’e gelerek muhtelif mazeretler uydururlardı. K’ab b. Malik’in rivayetine göre Hz. Peygamber (s.a.v), Tebük seferine katılmayıp Medine’de kalma hususunda özür beyan eden 80 kadar münafığı Tebük dönüşü mescitte kabul etmiş, özür beyan ederek af dileyen bu kişileri bağışlayarak gizli durumlarını Allah’a havale etmiştir.11
Buharî’nin rivayetine göre bir gün Huneyn’de ganimetler taksim edilirken Hurkus b. Züheyr el-K’abî (Zü’l-Huvaysıra) adlı bir kişi ayağa kalkarak: “Ey Allah’ın Resulü adil davran, sen adil davranmadın” demişti. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.v): “Yazıklar olsun sana, ben adil davranmazsam kim adil davranır?” dedi. Olaya şahit olan Hz. Ömer’in de “Ey Allah’ın Resulü, izin ver de şu adamın boynunu vurayım” demesi üzerine, Resulullah (s.a.v): “Onu bırak, onun sulbünden öyle insanlar çıkacaktır ki, okun yaydan fırlaması gibi dinden çıkacaklardır” demiştir.12
Görüldüğü gibi Hz. Peygamber (s.a.v) kendisini rencide eden muhaliflerine karşı bile nezaket ve centilmenliği esas almıştır. Hz. Peygamber’in bu tutumunun en bariz örneğini münafıkların başı olarak bilinen Abdullah b. Übey ile yaşadığı olaylarda görmek mümkündür. İbni Übey’in Müslüman olmadan önce Hz. Peygamber’le karşılaştığı bir gün edebe aykırı bazı sözler söylediği rivayet edilmiştir. Hadiseye şahit olan Üsame b. Zeyd’in anlattığına göre Hz. Peygamber, evinde hasta yatan S’ad b. Übade’yi ziyarete giderken aralarında Abdullah b. Übey’in de bulunduğu Müslüman, müşrik ve Yahudilerden oluşan bir toplulukla karşılaşmış, onlara yaklaştığı sırada Abdullah kaftanıyla burnunu kapatarak “Toz kaldırmayın” demişti. Bununla birlikte Hz. Peygamber bineğinden inerek onlara selam vermiş, Kur’an okumuş ve Müslüman olmayanları İslâm’a davet etmişti.13
Ebu Davud’un naklettiği bir habere göre, hicretten birkaç gün sonra Kureyş’in ileri gelenleri Abdullah’a bir mektup göndererek Muhammed’i öldürmelerini veya Medine’den çıkarmalarını istemişlerdi.14 Abdullah’ın Müslüman olmasında etkili olan sebep kuşkusuz Bedir zaferidir. Çünkü Bedir zaferi onun gözlerini kamaştırmış ve korkutmuştu. Ancak Müslüman olduğunu söylediği halde Abdullah sürekli olarak Hz. Peygamber ve Müslümanların aleyhinde bulunmuş, Medine’deki Yahudilerle ve Mekke müşrikleriyle işbirliği halinde çalışmıştır. Uhud savaşında bozgunculuk yapmış, Beni Nadir’in Hz. Peygamber’e karşı gelmelerini sağlamış, Muhacirler aleyhine çirkin sözler söylemiş, Hz. Aişe hakkında uydurulan İfk hadisesinin baş tertipçisi ve yayıcısı olmuştu. Kur’an’da Abdullah b. Übey kastedilerek “İftiranın büyüğünü üstlenen adam için en büyük azap vardır”15 buyrulmuştur. Fakat Hz. Peygamber her şeye rağmen daima ona karşı hoşgörülü olmuş ve onu öldürmek isteyenleri engellemiştir.
Abdullah b. Übey hicretin dokuzuncu yılında Şevval ayının sonlarına doğru hastalandı. Yirmi gün süren bu hastalıktan sonra da öldü. Oğlu Abdullah, babasını kefenlemek için Hz. Peygamber’den gömleğini istedi ve cenaze namazını kıldırmasını rica etti. Hz. Peygamber gömleğini verdi, fakat namazını kıldırmak için harekete geçtiği sırada Hz. Ömer’in ısrarlı itirazlarıyla karşılaştı. Hz. Ömer, Tevbe Suresinin 80. ayetine dayanarak münafıkların affı için dua edilemeyeceğini ileri sürdü. Nihayet aynı surenin o sırada nazil olan 84. ayeti Hz. Ömer’i tasdik eder mahiyette, münafıklara dua etmeyi ve kabirlerini ziyaret etmeyi kesinlikle yasakladı.
5- Hz. Peygamber’i Muhalefete Karşı Tedbir Almaya Sevk Eden Olaylar
Hz. Peygamber (s.a.v) daha çok münafık ve Yahudilerden oluşan muhaliflerine karşı bu nezaket ve centilmenlik siyasetini takip ederken Peygamber muhaliflerinden olan Yahudilerin işi düşmanlık ve hıyanet düzeyine tırmandırmaları sebebiyle zaman zaman centilmenlik gitmiş, yerine “öldürerek” cezalandırma prensibi esas alınmıştır. Bunun iki ana sebebi bulunmaktadır:
a- Yahudilerin anlaşmayı ihlal etmeleri
Medine sözleşmesi daha çok Müslümanlarla Yahudileri muhatap alan bir belgeydi. Fakat Hz. Peygamber’in hiçbir iyiliği, hiçbir insanî hareketi Yahudileri tatmin etmiyordu. Deyim yerinde ise, Yahudilerin zehirli duygularını hiç bir şey teskin etmiyordu. Yahudiler Müslümanları, Yahudi devletinin kurulması için bir alet gibi kullanamadıkları için ve Müslümanların inançlarını Talmud’da16 anlatılan inançlardan daha sade gördüklerinden sözlerinde durmayarak Müslümanların düşmanlarıyla işbirliği yapmaya başlamışlardı. Yahudilere İslâm’ı mı yoksa putperestliği mi tercih ettikleri sorulduğu zaman, bütün kötü niyetlerini ortaya koyarak putperestliği İslâm’a tercih ettiklerini söylüyorlardı. Bu ise “Ehl-i Kitab” olarak bilinen ve semavi bir dine mensup olan insanlar için büyük bir kariyer kaybı sayılmaktaydı.17 Yahudiler bununla da kalmayarak Resulullah (s.a.v) ile alay ediyorlar, dillerini dolaştırarak Kur’an ayetlerini anlamsız bir şekle sokmaya çalışıyorlardı.18
Yahudi şair ve şaireleri her türlü edep ve terbiyeyi ve Arapların alışık oldukları bir takım bedevi faziletleri ayaklar altına alarak en çirkin hicivlerle Müslüman kadınları hicvediyorlardı. Bunlar yine de en önemsiz olan saldırılardı. Yahudiler Müslümanların hanımlarına saldırmak ve Hz. Peygamber’e dil uzatmakla kalmayıp resmen savunmakla yükümlü oldukları devletin düşmanlarına heyetler göndermeye başlamışlardı. Hz. Muhammed’i öldürmeye azmetmiş olan Kureyş, münafıkların reisi Abdullah b. Übey ve taraftarları sayesinde Müslümanların askerî gücünden haberdar oluyorlardı. Kureyş müşrikleri de Yahudilerin Hz. Muhammed’in antlaşmasını ancak geçici bir zaman için kabul ettiklerini biliyordu. Bu itibarla müşrikler, Medine civarında göründükleri zaman Yahudilerin Müslümanlardan ayrılarak kendi saflarına katılacaklarından emin bulunuyorlardı.
b- Yahudilerin Hz. Peygamber’e ve İslam devletine karşı hıyanetleri
Yahudilerin Hz. Peygamber’e (s.a.v) olan düşmanlıklarını tam olarak anlayabilmek için meydana gelen olaylara bir göz atmalıyız. Hz. Peygamber’in Medine’ye teşrifinden itibaren Yahudilerin kendisine karşı gizliden husumet besledikleri biliniyordu. Yahudiler bununla da yetinmeyerek Müslümanlar arasında nifak ve ayrılık tohumlarını serpmek için var güçleriyle çalışıyorlardı. Ayrıca Yahudiler kurnazlıkları ve kültürleri sayesinde münafıklarla ve müşriklerle işbirliği yapabildiklerinden İslam devletine karşı müthiş bir tehlike unsuru oluşturuyorlardı.
c- Ka’b b. Eşref ve Ebu Rafi olayı
Gelişmemiş halklar arasında şairlerin durumu, son zamanlardaki medyanın işgal ettiği yere ve nüfuza benziyordu. Yahudi şairleri yüksek kültür sahibi olduklarından Medine halkı üzerinde geniş bir etkiye sahiptiler. Ancak bu şairler nüfuzlarını Müslümanlar arasında fitne ve fesat çıkarmak ve Müslümanlarla düşmanları arasındaki uçurumu genişletmek için kullanıyorlardı. Bedir’de uğradıkları yenilginin acısını Mekkeli müşrikler kadar Yahudiler de duymuştu. Bu yüzden Bedir savaşından sonra Ka’b b. Eşref19 adında Beni Nadir Kabilesi’ne mensup olan bir Yahudi şair Müşriklerin Bedir’deki yenilgisinin acısını kalbinde hissettiğini ilan ederek Mekke’ye gitmişti.
Mekke halkını yas ve keder içinde gören K’ab b. Eşref Hz. Peygamber ve Ashabı hakkında söylediği hicivler ve Bedirde öldürülen müşrikler hakkında söylediği mersiyelerle Kureyş’i tahrik etmişti. O kadar ki bu tahrik, müşriklerin Uhud savaşına hazırlanmalarına sebep olmuştu. Bu amacını gerçekleştirdikten sonra K’ab b. Eşref Medine yakınlarında bulunan Beni Nadir yurduna dönmüş, Hz. Peygamber’le Müslümanları alay konusu yapmaya, hatta Müslüman kadınları en çirkin sözlerle hicvetmeye devam etmişti. Ka’b’ın bu hareketi vatandaşlık bağıyla bağlı bulunduğu devlete karşı bir hıyanet sayılırdı. Zira Ka’b Müslümanlarla antlaşma yapan ve devletin iç ve dış barışını temin etmeyi kabul eden bir kabilenin üyesiydi.
Yine Beni Nadir’e mensup Ebu Rafi b. Sellam adında bir Yahudi, Müslümanlara karşı aynı şekilde hareket ediyordu. Ebu Rafi Kabilesine mensup bir kısım adamlarla Medine’ye dört-beş günlük mesafede bulunan Hayber’de ikamet ediyordu. Bu adam, Hz. Peygamber’e ve Müslümanlara karşı beslediği düşmanlığa bağlı olarak Selim ve Gatafan gibi komşu kabileleri de Müslümanların aleyhine tahrik etmekteydi. Müslümanlara yardımcı olmak bir yana, tarafsız kalmaları için kendilerine her türlü saygı gösterilen Yahudilerin bu açık hainliklerine tahammül etme imkânı kalmamıştı. Doğrudan doğruya Müslüman toplumun varlığı tehlikeye girmişti. Ümmetin ve toplumun selameti, kesinlikle bu haince siyasi tertiplerin sonuçsuz bırakılmasını gerektiriyordu. İşte bu sebeple bunlar “Asiler” olarak kabul edilmiş ve isyan suçunu işleyenler bizzat Medine halkı (K’ab b. Eşref Evs’e mensup bir grup, Ebu Rafi’ ise Hazrec’e mensup bir grup) tarafından infaz edilmişlerdi.20
d- Beni Kaynuka olayı
Diğer Yahudi kabilelerinin başlıca işleri tarım olduğu halde Beni Kaynuka’nın bir tek tarlası veya hurmalığı yoktu. Bu kabilenin tümü el sanatlarıyla meşgul olan sanatkârlardı. Müfsid ve isyankâr bir kabile olan Beni Kaynuka özellikle ahlaksızlıkları ve fuhşu korumalarıyla da bilinmekteydiler. Bir gün Müslüman genç bir kız süt satmak üzere Beni Kaynuka çarşısına gitmiş, Yahudi gençler her türlü hakareti bu kıza reva görmüşlerdi. Oradan geçmekte olan bir Müslüman, kızın tarafını tutunca kavga çıkmış ve kavgaya sebep olan Yahudi öldürülmüştü. Bunun üzerine tüm Beni Kaynuka Yahudileri genç kızın namusunu savunan Müslüman’ın üzerine giderek onu şehit etmişlerdi. Olay büyüdü ve Müslümanlar din kardeşlerinin öldürülmesinden duydukları öfkeyle silahlara sarılıp Yahudilerle dövüşmeye gitmişlerdi. Her iki taraftan da öldürülenler oldu. Hz. Peygamber bu karışıklığı haber alır almaz olay yerine koşarak Müslümanların öfkesini gidermeyi başarmış, fakat bu karışıklıkların ve ihtilafların yol açacağı sonuçları da görmüştü.
Bu durum devam ettiği takdirde Medine, birbirine düşman grupların savaş meydanı haline gelecekti. Aslında Yahudiler kendileriyle yapılan antlaşmayı açık bir biçimde bozmuşlardı. Bunun için bu gibi karışıklıklara yol açacak hareketlere kesin bir son vermek icap ediyordu. Sonunda Hz. Peygamber (s.a.v) Beni Kaynuka’nın bulunduğu karargâha yönelerek onlardan, ya İslâm’ı kabul etmelerini ya da Medine’yi terk etmelerini talep etti. Yahudilerin verdikleri cevap oldukça saldırganlık kokuyordu: “Ya Muhammed, Kureyş’e karşı kazandığın zaferlerle sarhoş olma. Sen harp sanatını bilmeyenlerle savaştın. Bizimle uğraşmak istiyorsan sana erkek olduğumuzu göstermeye hazırız.” dediler. Bu sözlerin arkasından bütün kabile kalelere sığındı. Ne var ki, bu müfsid kabileden kurtulmak gerekiyordu. Bunun üzerine Hz. Peygamber’in emriyle Beni Kaynuka kuşatma altına alındı. On beş gün süren kuşatma sonunda teslim oldular. Önce bunlara ağır bir ceza verilmesi düşünüldü. Fakat Hz. Peygamber’in alışık olduğu affetme hasleti adalete galip geldi ve Beni Kaynuka sadece Medine’den kovuldu.21
e- Beni Nadir olayı
Bütün bu olaylar Beni Nadir’in düşmanlığını tahrik ediyordu. Bunlar da Hz. Peygamber’den kurtulmak için uygun bir fırsat bekliyorlardı. Bir ara Hz. Peygamber Beni Nadir yurdunu ziyarete gitmişti. Beni Nadir Hz. Peygamber’in kendilerini ziyaret etmesini büyük bir fırsat olarak değerlendirdiler. Ancak bunların canice komplo ve tertipleri ziyaret esnasında Hz. Peygamber’in dikkatinden kaçmadı. Hz. Peygamber Yahudileri hiçbir şüpheye düşürmeden oradan ayrıldı. Böylece hem Ashabı hem de kendisi şehid edilmekten kurtulmuştu.
Artık Beni Nadir kendisini Beni Kaynuka’nın yerine koymuştu. Yaptıkları hareketlerle antlaşmayı bozuyorlardı. Nitekim Hz. Peygamber Medine’ye ulaştığı zaman Beni Kaynuka’ya gönderdiği “Ya İslâm’ı seçin ya da Medine’yi terkedin” şeklindeki haberi bunlara da göndermişti. Beni Nadir münafıklara ve Abdullah b. Übey’in desteğine güvenerek Hz. Peygamber’in emrine karşı çıktılar. Fakat Beni Nadir Abdullah b. Übey’den bekledikleri desteği görmeyince on beş günlük kuşatmadan sonra bazı şartlar ileri sürdüler. Kendilerine yine eski teklif yapıldı. Onlar da Medine’yi terk etmeye razı olmuşlardı. Beni Nadir’in, silahlar dışında bütün taşınabilir mallarını alıp götürmelerine müsaade edildi. Bununla birlikte oturdukları evlerin Müslümanlar tarafından işgal edilmesine engel olmak için çıkmadan önce evleri yakıp yıkmışlardı.22
6- Hz. Peygamber (sav) ve Müslümanların Kendilerini Savunma Refleksleri
Daha önce de ifade edildiği gibi Hz. Peygamber (s.a.v) Medine’ye kavuştuğu sırada, senelerden beri birbirileriyle savaşan Evs ve Hazrec kabileleri pamuk ipliğiyle bağlı bir antlaşma imzalamışlardı. Çölde yaşayan ve Kureyş’in nüfuz ve tesiri altında olan kabileler bütün kabalıklarıyla Medine’ye düşmandılar. Hz. Peygamber’in Medine’ye teşrifinden hemen sonra İslam’ı tehdit eden tehlikeler meydana çıkmıştı. Mekke’de iken ölümle burun buruna mücadele eden, şimdi de gönüllerinde doğan nur uğrunda gurbet ve sefalete maruz kalan Mekkeli Müslümanlar da sayıca çok fazla olmadıkları gibi aynı zamanda zayıftılar. Medineli Müslümanlar da sayıca fazla olmadıkları gibi, aralarında kabile ihtilafından kaynaklanan bir takım kıskançlıklar da vardı. Diğer taraftan, Medine’yi yönetmek isteyen nüfuz sahibi bir reisin (Abdullah b. Übey) etrafında toplanan küçümsenmeyecek bir grup (münafıklar), müşriklerin lehine Medine’de faaliyet gösteriyordu. Toplu ve birlik içinde bir kitle oluşturan Yahudiler her türlü hıyanete müracaat edip zehirler kullanarak ve türlü türlü fitneleri alevlendirerek her fırsatta Hz. Muhammed’e düşmanlık yapıyor ve onu yok etmeye çalışıyorlardı.
Ancak Kureyş’in ölüm tehdidi karşısında sarsılmayan Hz. Peygamber (s.a.v), başkalarının varlığı kendi hayatına bağlı olduğu zaman elbetteki hiç sarsılmayacaktı. Sarsılmak bir yana, Hz. Peygamber kendisini “Allah’ın peygamberi” olarak kabul eden herkesle bir sosyal bütünlük oluşturmaya başladı. Hz. Peygamber (s.a.v) barış mümkün olduğu sürece silaha baş vurmamayı esas alan bir savunma anlayışına sahipti. Bu vesileyle önce kabileler arasındaki kan davalarını kaldırdı; Evs ile Hazrec kabileleri arasındaki ihtilafa son verdi. Yahudi ve Hiristiyanları da kendi cemaatinin içine almayı başardı. Bütün müminler arasında, müşrik Arapları ve Yahudileri şaşırtan güçlü ve içten bağlar kurdu. İster Yahudi, ister Sabii, ister Hiristiyan olsun, Allah’a ve ahirete iman ederek iyi işler işlediği takdirde hiç kimse için korkunun olmayacağını ilan etti.
Putperestliğin en çirkin şeklini kabul eden bir millete ve kan dökmek ikinci tabiatları haline gelen bir kavme Hz. Muhammed (s.a.v) öncelikle temizliği, dürüstlüğü, gerçeği, nefse hâkimiyeti, hayır istemeyi ve kendisi gibi insanları sevmeyi öğretti. Onlara: “İnsan kendi hakkı olan kısası terk ederse daha çok sevap kazanır” diyordu.23 Ayrıca “Kim iyi bir maksadı gerçekleştirmek için insanlar arasında vasıta olursa kazanır. Fakat kim kötü bir maksat için müdahale ederse yaptıklarının cezasını çeker.” diyordu.24
Hz. Muhammed (s.a.v) kavmini insaniyetin zirvesine çıkarmak gibi bir ilahi görev ifa ediyor, onları alçakça davranışlardan kurtarıyor, nefret edilen ve sıkıntı veren her şeyden onları temizlemeye çalışıyordu. Buna karşılık bütün muhalifleri, hiç usanmadan ve intikam almaktan yorulmadan hep O’na ve arkadaşlarına saldırıyor, O’nu öldürmeye ve dinini kökten kaldırmaya azmetmiş bulunuyorlardı. Kureyş tarafından, babalarının dininden dönmüş olduğu için mürted kabul edilen Hz. Muhammed (s.a.v) ve ashabı, kalplerde büyük tesirler uyandıran inançlarını neşretmek için Mekke’ye rakip bir kente, Medine’ye hicret etmek zorunda kaldılar. Ne var ki, Arabistan’daki birleşmiş küfür cephesi Allah (c.c) uğrunda yurtlarını terk eden, servet ve varlıklarını hafife alan bu gözü pek mücahitleri imha etmek emelindeydi. Onlar ise maddi güçlerine değil, göze görünmeyen fakat kendisine büyük bir arzu ve ihlâsla ibadet ettikleri Allah’a güveniyorlardı.
Medine’ye vardığı dakikadan itibaren Hz. Peygamber ve Ashabının mukadderatı, kendisini davet eden ve samimiyetle kabul eden Medine halkının mukadderatıyla birleşmişti. Resulullah’ın öldürülmesi, etrafında toplanmış bulunan bütün halkın katliama uğraması anlamına geliyordu. Arapların milli mabedi Kabe’nin ve milli tanrıların muhafızı olan Kureyş ve onun müttefiki olan kabilelerle kuşatılmış bulunan ve her türlü zulüm ve saldırıya maruz kalan Müslümanlar, ellerindeki kılıcı kullanmadıkları takdirde kesinlikle yok olmaya mahkumdular. Bununla birlikte, ancak düşmanların saldırılarına maruz kaldıkları zaman, Allah kendilerine nefsi müdafaa yapabilecekleri müjdesini vermişti: “Kâfirler bir müminin kan yahut antlaşma bağlarını tanımazlar. Bu kâfirler antlaşma yeminini bozarak size saldırdıkları zaman kendinizi müdafaa ediniz.”25 “Düşmanlarınıza karşı kendinizi müdafaa ediniz. Fakat onlara saldırmayınız. Allah saldırganları sevmez.”26
Müslümanlar için nefis müdafaası kelimenin tam anlamıyla, canlarını, mallarını ve ırzlarını koruma müdafaasıydı. Müslümanlar ya toptan katliama uğrayacaklar ya da saldırıya maruz kaldıkları zaman kendilerini müdafaa edeceklerdi. Tabii ki Müslümanlar ikinci şıkkı tercih ettiler ve normal olan da buydu. Nitekim çok uzun mücadelelerden sonra düşmanlarını mağlup etmeye muvaffak oldular.
Sonuç: Hz. Peygamber’in İnsan Haklarına ve Demokrasiye Verdiği Önem
Bilindiği gibi Hz. Peygamber (s.a.v) kendisinden önceki peygamberlerin telkin ettikleri iman esaslarını tebliğ ediyordu; ancak Hz. Peygamber (s.a.v) bu esasları bilfiil tatbikat sahasına koymuştu.
İslam’ın insan haklarına ve demokrasiye verdiği destek, Hz. Peygamber’in Medine-i Münevvere’ye teşrifi üzerine Yahudilere yayınladığı beyannamede ve Arap yarımadasında İslam’ın tamamen yerleşmesi üzerine Hıristiyan olan Necran kabilesine ve diğer komşu ülkelere gönderilen Hz. Peygamber’in mektuplarında apaçık görülmektedir. Resulullah’ın Necran Hıristiyanlarına gönderdiği ferman, bütün İslam devletlerinin Hıristiyan tebaalarına karşı yaptıkları muamelenin temel prensiplerini oluşturmuştur. Şayet bazı İslam devletleri bu temel prensiplerden ayrılmışlarsa bunun sebebini İslam’ın özünde değil, hükümdarların şahsiyetinde aramak gerekir.
Bazı siyasal önyargıları bir tarafa koyacak olursak, İslam dini kadar başka din mensuplarına karşı hoşgörü ile davranan bir din bulunmadığını göreceğiz. Şurda burda bazı yöneticiler, bir takım siyasal nedenlere bağlı olarak bir derece taassup göstermiş olabilirler ya da ülkelerinde sadece İslam dininin hakim olmasını istemiş olabilirler; fakat herşeye rağmen İslamiyet tarih boyunca bütün din mensuplarına karşı en iyi hoşgörüyü gösterebilmiştir. İslam ülkelerindeki Hıristiyanlar ve Yahudiler hiçbir zaman dini ayinlerini yerine getirmek hususunda en ufak bir saldırıya uğramamışlar, dinlerini değiştirmeye zorlanmamışlardır. Gayrimüslimlerden özel bir vergi türü (cizye) taleb edilmişse de bu vergi askerlik hizmetinden muaf tutulmanın bir karşılığıdır. Kuşkusuz devletin himayesinden istifade eden vatandaşların, ülkede yaygın olan genel sorumluluklara ve yükümlülüklere asgari anlamda katılmaları gerekir. İslam, muhalifleri susturacak ve onları insanî haklardan mahrum bırakacak bir düzenlemeyi öngörmemiştir. İslam ülkelerinde ateşperestlere ve putperestlere karşı zahiren farklı bir muamele gösterilmişse de, gerçekte kanun onlara da aynı özgürlüğü temin etmiştir.27
Yahudilerin Medine’den sürülmüş olmaları gibi olaylara bakarak Resulullah’ın (s.a.v) Medine’de gayrimüslim tebaaya iyi davranmadığını, Müslümanlarla gayrimüslimler arasında iyi münasebetlerin kurulmasına yardımcı olmadığını söylemek haksızlıktır. Çünkü bu konu tartışılırken, Ehl-i Kitab’a karşı sert muamelelerin yapıldığı sıralarda İslam’ın bir ölüm kalım savaşı verdiği unutulmamalıdır. O zamanlar bir taraftan müşrikler ve münafıklar, diğer taraftan Yahudi ve Hıristiyanlar İslamiyet’i imha etmek ve Müslümanları tekrar sapıklığa götürmek için haince vasıtalar kullanmaktan geri durmuyorlardı. Resulullah’ın bu tehdit ve saldırılara karşı Ashabına, düşman grupların entrikalarından sakınmayı tavsiye etmesi kadar makul bir şey olamazdı. Mukayeseli tarihle meşgul olan hiçbir ilim adamı bu harekette, yani bir devletin maruz kaldığı haince saldırılara karşı tedbir alınmasında kınanacak bir şey bulamaz. Fakat genel olarak Hz. Muhammed’in (s.a.v) gayrimüslimlere karşı tutumuna bakılırsa, bu ilişkinin geniş kalpli bir hoşgörü esasına dayandığı görülecektir.
Hz. Peygamber’in Necran Hıristiyanlarına tanıdığı haklar ve teminatlar her türlü hoşgörünün üstündedir. Aşağıdaki belge incelenirse dünyanın hiçbir yerinde ve tarihin hiçbir döneminde muzaffer bir dinin ya da fatih bir milletin, kendisine tabi olan milletlere, Hz. Peygamber’in verdiği teminattan daha mükemmel bir teminat vermediği görülecektir.
“Necran ile ona komşu olan topraklardaki Hıristiyanlara Allah’ın selamı ve Peygamber’inin sözü onların canlarını ve mallarını muhafaza etmeyi taahhüt eder. Bu taahhüt, hazır olanlar kadar hazır olmayanlara da şamildir. Onların hiçbir dini ayinlerine müdahele edilmeyecek; kimsenin sahip olduğu hak ve menfaatlere dokunulmayacak; hiçbir piskopos yerinden ve hiçbir rahip mabedinden çıkarılmayacak. Hiçbir papaz görevinden uzaklaştırılmayacaktır. Eskiden olduğu gibi, her biri görevini yerine getirmeye ve küçük büyük sahip olduğu tüm haklarına sahip olmaya devam edecek, hiçbir resim veya puta dokunulmayacak, onlara asla baskı yapılmayacak ve onlar da hiç kimseye baskı yapmayacaklardır. Onlar da cahiliyle dönemindeki kan davalarını gütmeyecek, onlardan bir şey alınmayacak, ordu için onlardan zahire toplanmayacak, ordular da onların memleketlerine ayak basmayacaktır.”28
Buna karşılık gayrimüslimlerin Müslümanlara karşı hiç de hoşgörülü davranmadıkları tarihen sabittir. Kudüs’le ilgili iki olay bunu en açık biçimde ortaya koyar. Şöyleki:
Miladi 637’de Resulullah’ın ikinci halifesi Hz. Ömer (r.a) Kudüs’ü fethettiği zaman patrik Sophronios’la birlikte şehrin eski eserleri hakkında konuşarak birlikte şehre girmişlerdi. Namaz vakti geldiği zaman Hz. Ömer B’as kilisesinde namaz kılmayı reddetmişti. Patrik sebebini sorduğunda Hz. Ömer, “orada namaz kıldığı takdirde Müslümanların kendisini taklit edeceklerini böylece antlaşmanın şartlarını bozabileceklerini” söylemiş ve namazını Kostantin kilisesinin merdivenleri üzerinde kılmıştır. Halbuki Hıristiyan haçlılar Kudüs’ü işgal ettikleri zaman küçük çocukların beyinleri çıkarılarak duvarlara yapıştırılmıştır. Mini mini yavrular çiğnenmiş, insanlar diri diri ateşe atılmıştır. Birçok insanın karnı parçalanarak altın yutup yutmadıkları tespit edilmek istenmiştir. Çoluk çocuk, hasta, ihtiyar demeden bütün Yahudileri havralarına doldurup yakılmışlardı. Kudüs’te yetmiş bin insan katledilmiş, papanın temsilcisi de bu törene iştirak etmişti.29
Halife Me’mun’un devrinde Abbasi devletinin sınırları dahilinde yüzlerce sinagog ve ateşgededen başka on bir bin kilise bulunduğu rivayet edilmektedir. Bu aydın halifenin meclisinde, hakimiyeti altında yaşayan bütün milletlerin temsilcileri bulunmaktaydı. Yani bu mecliste hem Müslüman hem Musevi ve Hıristiyan hem de Sabii ve Zerdüşt dininin temsilcileri bulunuyordu. Bundan başka Hıristiyan kilisesinin teşkilatı ve bu teşkilatın tabi olduğu gerekli düzenlemeleri temin etmişti.30
Çağdaş zamanlarda bile benzerine rastlanmayan dikkate değer bir gerçek de şudur ki, Mısır’ın fethinde Hz. Ömer, Hiristiyan kilisesine vakfedilen emlakı büyük bir itina ile muhafaza ederek kiliselere geri verdiği gibi ayrıca eski hükümetlerin papazlara verdiği maaşı ödemeye devam etmişti.31
İslam kaynaklarında yer alan bütün bu tarihi belgeler ve bilgiler, Hz. Peygamber’in muhaliflere karşı yürüttüğü siyasetin, insan temel hak ve özgürlükleri üzerine bina edildiğini açıkça göstermektedir.
Özet
Hz. Muhammed (s.a.v) Allah’ın kendisine öğrettiği siyaset ile dünya çapında bir devlet kuran ve sosyal bir toplum meydana getiren benzersiz ve güçlü bir devlet adamıydı. Yeryüzünün en eski İnsan Hakları Beyannamesi olarak değerlendirilen Medine Vesikası, aynı zamanda bir vicdan özgürlüğü beratı niteliğindedir. Resulullah (s.a.v) bu beyannamede farklı sosyal sınıfları “ümmet” adı altında bir araya getirmeye muvaffak olmuştur. Hz. Peygamber (s.a.v) bu vesikayı yayınlamakla ümmetin en büyük hâkimi durumuna geldiği gibi, ilk kez sorunları hukukla ve şeffaflıkla çözmeyi hedef alan bir devletin başkanı da olmuştu. Bu vesika, herkes için eşit vatandaşlık, eşit insan hakları ve eşit ibadet özgürlüğü ilkelerini ihtiva ediyordu. Bu açıdan denilebilir ki, Hz. Peygamber’e muhalif kabul edilen gayrimüslimler, hıyanet suçu işlemedikleri takdirde Müslümanlarla eşit haklara sahiptiler.
Anahtar Kelimeler: Muhalefet, gayrimüslimler, Yahudiler, münafıklar, hukuk, insan hakları
Abstract
Prophet Muhammed (pbuh) is a unique and strong states-man who built up a world-wide state and constituted a society through the policy taught him by God. The Medina Edict considered as the oldest human rights declaration in the world is at the same time as a document of freedom of conscience. Prophet (pbuh) succeeded to collect different social classes under the rubric of “ummah” together in this declaration. While publishing this edict, Prophet (pbuh) became the biggest ruler of the ummah and also he became the first president of any state which sought to solve the problems with judicial methods. This edict contains the principles of equal rights in citizenship, human rights and freedom of worship. Thus, we can claim that the non-Muslims who supposed to be opponents of Prophet had the same rights with the Muslims unless they did not cheat the Prophet.
Key words: Opposition, non-Muslims, Jews, hypocrites, right, human rights
Dipnotlar:
1. İbnu Kesir, el-Bidaye ve’n-Nihaye, IV, 262., Beyrut, 1985.
2. A.g.e., VI, 320.
3.“Abese” Suresi bu olayla ilgili olarak Resulullah’a nazil olmuştur.
4. Beyhakî, Delailü’n-Nübüvve, V, 322.
5. Müslim, Sahih, Birr, 87.
6. Vesika için bkz. İbni Hişam, Siret,II, 147; İbnu Kesir, el- Bidaye ve’n-Nihaye, III, 223.
7. Abdullah b. Ubey b. Selul. Hz. Peygamber döneminde yaşayan münafıkların reisidir. Babasının annesine nisbetle “İbn Selul” diye anılan Abdullah, Hazrec Kabilesinin reisi olup Medine’nin idaresi kendisine verilmek üzere iken Hz. Peygamber’in oraya hicretiyle bundan vazgeçirilmiştir. Bu sebeple Bedir savaşından hemen sonra Müslüman görünmesine rağmen, Hz. Peygamber’e ve onun getirdiği İslam dinine karşı beslediği kin ve düşmanlık duygularından hiçbir zaman kurtulamamıştı. Hayatı hakkında fazla bilgi yoktur. Tarih içindeki yerini, ancak sebep olduğu hadiselerle tespit etmek mümkündür. Müslüman olmadan önce Hz. Peygamber’le karşılaştığı bir gün edebe aykırı bazı sözler söylediği hadis kaynaklarında yer almıştır (Bk. Buhari, Edeb, 115; Müslim, Cihad, 116, Müsned, V, 203; TDV, İslam Ansiklopedisi, I, 139-140, İst., 1988,)
8. Buhari, Sahih, Menakıb, 8.; Müslim, Birr, 63. (Daha Fazla bilgi için bk. Abdullah Yıldız, Hz. Peygamber’in Gizli Düşmanları: Münafıklar, s.188 vd., İz Yayıncılık, İst., 2000).
9. Münafikun, 63/8.
10. Hz. Peygamber’in Gizli Düşmanları, s.190.
11. A.g. e., s. 197.
12. Buharî, Sahih, Tefsir, 9-10; Edeb, 95.
13. Buhari, Edeb, 115; Müslim, Cihad, 116, Müsned, V, 203.
14. Ebu Davud, Harac, 22.
15. Nur, 24/11.
16. Talmud, “kaidelerin toplamı” anlamında İbranice bir kelimedir. Aynı zamanda Yahudi dininin prensiplerini yorumlayan derleme bir eserin adıdır. Bu eser Yahudi edebiyatının M.Ö. üçüncü ve M.S. beşinci yüzyıllar arasındaki dönemi içine almaktadır. Talmud’un amacı, yazılı kanun anlamına gelen Tevrat’ın tamamlayıcısı olan sözlü kanunları tamamlamaktır. Talmud Minşa ve Gomoro’dan oluşur. Filistin ve Babil olmak üzere iki nüshasından sözedilir. Talmud’a inanmayan Yahudi sayılmaz. İsrail’de bütün okullarda Talmud okutulmaktadır. (Yeni Türk Ansik. X, 3942, İst., 1985; Encyclopedia of Americana, XXV, 246.)
17. Daha fazla bilgi için bk. Musa K. Yılmaz, İslam’ın Özü, s. 146. (Müellif, Emir Ali’nin“ İslam’ın Ruhu” adlı eseri)
18. Bu husus Kur’an’da şöyle ifade edilir: ”Yahudilerden bir kısmı vardır ki, (kelimeleri yerlerinden kaldırıp tahrif ederek) onları anlamlarından uzaklaştırırlar. Dillerini eğip bükerek ve dine saldırarak “işittik ve isyan ettik, işitmez olasıca bize hürmet et ki, bizden istifade edesin.” derler. (Nisa, 4/46)
19. İslam düşmanlığıyla tanınan bir Yahudi şairidir. Baba tarafından Tay Kabilesine anne tarafından Beni Nadir’e mensuptur. Bedir savaşında Müslümanların galip geldiğini ve yetmiş müşrikin öldürüldüğünü duyunca çılgına dönmüş ve “Gerçekten Muhammed bu kadar kişiyi öldürmüşse yerin altı üstünden hayırlıdır” diyerek tepki göstermişti. K’ab bununla da kalmayarak Mekke’ye gitmiş ve müşrikleri yeni bir savaş için kışkırtmıştı. Medine’ye döndükten sonra da Hz. Peygamber’i ve Müslümanları şiirleriyle hicvetmiş ve müşrikleri Müslümanlara karşı kışkırtmaya devam etmişti. K’ab b. Eşref tarafından hicvedildiğini gören Hz. Peygamber bu duruma son verilmesini ve kendisinin eziyetten kurtarılmasını istedi. Bunun üzerine Muhammed b. Mesleme, K’ab b. Eşref’in sütkardeşi Ebu Naile b. Selame, Abbad b. Bişr, Haris b. Evs ve Ebu Ebs ile bir araya gelerek K’ab b. Eşref’i ortadan kaldırmak için bir plan yaptılar ve K’ab b. Eşref’i M. 624 Eylül yılında öldürdüler. Buna göre K’ab Bedir’den sonra ve Uhud’tan önce öldürülmüştür. K’ab’ın öldürülmesinden sonra Yahudiler hayatlarından endişe ettiler ve Resulullah’ın yanına gelerek Hz. Peygamber ile Müslümanlara ihanet etmemek üzere bir antlaşma yaptılar. Antlaşma metni Hz. Ali’ye teslim edildi. (TDV, İSLÂM Ansiklopedisi, XXIV, 4, İst., 2001)
20. İbnü’l-Esir’e göre bu iki şair Hicretin 3. yılında öldürülmüşlerdir. (Bkz. el-Kamil,II, 143,148) İbni Kesir’e göre ise Ebu Rafi Hendek savaşından sonra öldürülmüştür. (bkz. ibni Kesir, el-Bidaye ve’n-Nihaye, IV, 139) Rivayete göre K’ab b. Eşref Evs Kabilesine mensuptu. Ebu Rafi ise Hazrec Kabilesine mensuptu. Evs ile Hazrec arasında Hz. Peygamber’e iyilik yapmak ve ona daha yakın olmak konusunda bir yarış söz konusuydu. Evs’ten bir grup Hz. Peygamber’in düşmanı K’ab. B. Eşref’i öldürünce Hazrecliler “Vallahi Evsliler fazilette bizi geçemezler” dediler ve Hz. Peygamber’i hicveden Ebu Rafi İbnü’l-Hakik’i öldürmek istediler.. Hemen Resulüllah’ın yanına giderek izin istediler, Resulüllah onlara izin verdi. Bunun üzerine Beni Seleme Kabilesinden Abdullah b. Atik, Mesud b. Sinan, Abdullah b. Üneys, Ebu Katadade Haris b. Rabi’i ve Huzai b. Esved’ten oluşan bir ekip oluşturuldu. Resulüllah Abdullah b. Atik’i onlara amir olarak tayin etti ve çocuk ya da kadınların öldürülmemesini emretti. Bu beş kişilik heyet Ebu Rafi’nin evine giderek onu öldürdüler ve Resulüllah’ın yanına geri döndüler. (el- Bidaye ve’n-Nihaye, IV, 140)
21. Daha fazla bilgi için bk. TDV İslam Ansiklopedisi, XXV, 88., Ankara, 2002.
22. Daha fazla bilgi için bk. TDV İslam Ansiklopedisi, XXXII, 275 vd., İst., 2006. (1979 yılında İsrail ile Mısır arasında yapılan bir antlaşma gereğince İsrail, daha önce işgal ettiği Sina çölünü peyderpey Mısır’a terk edecekti. Fakat tarih bir kez daha tekerrür etmiş oldu; Yahudiler Sina’yı terk etmeden önce inşa ettikleri evlerini yakıp, bağ ve bahçeleri tahrip ederek öyle terk ettiler.)
23. Bakara, 2/178.
24. Tirmizi, İlm, 15; Ebu Davud, Mukaddime, 44; İbnu Maceh, Mukaddime, 14; İbnu Hanbel, Müsned, IV, 357.
25. Tevbe Suresi’nin ilk ayetleri (9/1-13).
26. Bakara, 2/190.
27. İslam’ın Özü, s. 251.
28. Bu belge için bakınız. İbnu kesir el-bidaye ve’n-Nihaye, V, 50, Beyrut, l987.
29. Geniş bilgi için bk. İslam’ın Özü, s. 266.
30. A.g.e., a.y.
31. Makrizi, s. 492, 499, Mısır, 1964.
KÖPRÜ - Üç Aylık Fikir Dergisi
Güz 2002 - Demokrasi Kültürüne Katkı...