Sünneti Anlamadaki Yöntem -02
Yusuf El Kardavi
DÖRDÜNCÜ BÖLÜM
Sünneti İyî Anlayabilmek İçin İlkeler ve Ölçüler
1- SÜNNETİN KUR'AN-I KERİM IŞIĞINDA ANLAŞILMASI
Sünnetin tahrif, istismar ve yanlış te'vilden uzak olarak, doğru bir şekilde anlaşılabilmesi için yapılması gereken şeylerden biri de; haber verdiğinde doğruluğu, hükmettiğinde İse adaleti kafi olan Kur'an ışığında ve onun Rabbani çerçevesinde anlaşılmasıdır. Yüce Allah şöyle buyuruyor: "Rabbi-nin sözü hem doğrulukça, hem de adaletçe tamamlanmıştır. O"nun sözlerini değiştirebilecek hiç kimse yoktur, O işiten-dir, bilendir." (En'am, 115) Çünkü Kur'an, Islâmî oluşun ruhu, binasının temelidir. O, İslâm'daki.her kanun için kendisine başvurulan bir anayasa mesabesinde olup, onların anası ve dayanağıdır.
237
SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM
Nebevî sünnet ise, bu anayasanın yorumu ve daha detaylı şeklidir. O, Kur'an'in teorik bir beyanıdır, pratik bir tatbikidir. Resûl'ün görevi ise, insanlara indirilenleri onlara beyan etmektir.
Ne beyanın, beyan edilenle çelişkiye düşmesi ve ne de fer'in asıla ters olma durumu vardır. Zira Nebevî beyan, devamlı bir şekilde yüce Kitabın yörüngesinde döner durur da ondan dışarı çıkmaz.
Bunun içindir ki, Kur'an'in muhkem ayetlerine ve açık belgelerine muarız olan sahih ve sabit hiçbir sünnet yoktur.
Şayet bazı insanlar bunun var olduğunu sanıyorlarsa bu durumda ya sünnetin sahih olmaması, ya bizim anlayışımızın doğru olmaması veya çelişkinin hakiki değil, vehme dayanmış olması gerekir. İşte sünnetin Kur’an ışığında anlaşılmasının anlamı budur.
Bunun içindir ki iddia edilen Garanik hadîsi şüphesiz merdud (reddedilmiş) bir hadîstir. Çünkü Kur’an'a ters düşmektedir. Ve Kur'an'ın, o değersiz ilahları ayıplayıp-rezil ettiği bir siyak içerisinde (onlara Övgünün) gelmesi tasavvur edilemez. Nitekim yüce Allah şöyle buyuruyor: "Gördünüz mü, o Lat ve Uzza'yı? Ve üçüncüleri olan o Menat’ı? Demek erkek sizin de dişi Allah'ın mı? Öyleyse bu haksız bir paylaşma! Onlar, sizin ve babalarınızın (tanrı diye) isimlendirdiğiniz (boş) isimlerden başka bir şey değildir. Allah onları destekleyen bir delil indirmemiştir. Onlar, ancak, zanna ve canlarının istediğine uymaktadırlar. Halbuki onlara Rableri tarafından yol gösterici gelmiştir." (Necm, 19-23)
Putları inkar edip ayıplayan bu ayetlerin akışı içerisine, onları öven ve "Bunlar yüce garanik (kuğular) di. Ve onların
238
SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM
şefaatleri umulur."1 diyen kelimelerin girmesini akıl nasıl kabul eder?
Yine kadınlar hakkındaki "Onlarla istişare edip, onlara muhalefet edin."a hadîsi de batıl ve yalandır. Çünkü o anne-babanın süt çocukları hakkındaki yüce Allah'ın şu ayetine ters düşmektedir: "Ana-baba aralarında danışarak ve anlaşarak (çocuklarını) sütten kesmek isterlerse, ikisine de sorumluluk yoktur." (Bakara, 233)
Sünnetlerden hüküm çıkarmada fukahanın ve sarihlerin anlayışları ihtilaflı olduğunda bunların en evlası ve en doğrusu Kur'an'ın desteklediği görüştür.
Mesela Allah Teâlâ'nın şu ayetine bakın: "Çardaklı ve çardaksız bağları inşa eden Allah'tır. Tadları çeşitli ekin ve hurmaları, zeytin ve narı -birbirine benzer ve benzemez şekilde- yaratan O'dur. Ürün verdiği zaman ürününden yiyin, devşirildiği ve biçildiği gün de hakkmı verin..." (Enam, 141) Mekke'de inen bu ayet-i kerime, icmâlen ve tafsilen yeryüzünde biten istisnasız her şeyde, her birinde belli bir hak olduğunu ve bunun verilmesini emretmiştir. Bu ayette mücmel olarak emrolunan hak, daha sonra Kur'an ve sünnetin "zekat' başhğı altında tafsil ettiği haktır.
Bununla beraber biz, fukahadan bazılarının, zekatı, Allah'ın yerden çıkardığı hububat ve meyvelerden, normal hayat şartlarmda besin olarak yedikleri, kurutulabilen, ölçülebilen ve ihtiyaç zamanı için saklanabilen dört sınıfa hasret-
1" Garanik masalının iptali için Allame Muhammed Sadık el-Ur-cun'un (r.a.) "Muhammedun Eesülullah' kitabında "Garanik kıssası ahmakça ve zındıkça düzülmüş bir yalandır" başlığı altında yazdığı geniş bir araştırmaya bkz: c. 2, s. 30-100.
a~ Sehavî, Mekasidu't-Hasene, s. 248, mı: 585; Adûnî, Keşfu'l-Hajâ, c. 2, s. 4, nu: 1529
239
SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM
tiklerini görüyoruz. Ama onlar, sahiplerine binler hatta milyonlar kazandıran diğer meyveleri, sebzeleri, kahve ve çay tarlalarını, elma ve mango bahçelerini, pamuk ve şeker kamışını vb. vacip olan hak dairesinden çıkardılar. Hatta bazı Asya ülkelerini ziyaretimden birinde duydum ki: Komünistler, İslâm fıkhı yahut Islâmî yasamayı, zekat yükünü mısır, buğday ve arpa eken küçük ziraatçılar üzerine yüklüyor -ki bu kimseler belki de arazinin sahibi değil, kiralayanlardır-ve Hindistan cevizi, çay ve kauçuk vb. tarlaların sahiplerini bundan muaf tutuyor diye itham ediyorlarmış!
Burada, yaşadığı asırda Malikilerin başı olan, İmam Bekr Ibn Arabi'nin beğendiğimiz bir görüşü üzerinde durmak istiyoruz. O, Ahkâmu'l- Kur'an adlı kitabmda bu ayeti şerh etmiş ve yeryüzündeki bitkilerden zekat verilmesi gere-kip-gerekmeyenler hakkında Malik, Şafii ve Ahmed olmak üzere üç fakihin görüşlerini beyan etmiştir. Bunlardan birisi de kendi mezhebi olan İmam Malik'in görüşüdür. Ama o, insafı ve ilmindeki derinliğinden dolayı hepsini zayıf görmüş ve şöyle demiştir: "Amma Ebu Hanife'ye gelince, o, ilgili ayeti kendisine bir ayna yapmış ve böylece hakkı görmüş, neticede besin için olsun veya olmasın yenilen şeylerin hepsinde zekatı vacip kılmıştır."
Nebi (s.a.v.) ise bunu "Göğün (yağmurun) suladığı mahsullerde onda bir (oranında zekat) vardır."3 hadîsinin umumu içerisinde beyan etmiştir.
imam Ahmed'in görüşüne gelince, "Beş vask'dan az olan mahsul için zekat yoktur."b şeklindeki Nebî'nin (s.a.v.)
a" Buhâıî, Zekat 55; Müslim, Zekat 7; Muvatta, Zekat 33; Tirmizi; Zekat
14;Nesaî, Zekat 25...
b" Buhâri, Zekat 4; Müslim, Zekat 1-6; Y. el- Kardavi'nin Fıfchü'z- Zekat
adlı kitabında 5 vask, toplam 647 kg. olarak belirtilmiştir. Bkz: c. 1, s.
377
240
SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM
hadîsinden dolayı ona göre Öşür, ölçülebilen mahsullerdedir, fakat bu görüş zayıftır. Çünkü hadîsin zahirinin gerektirdiği, nisabm meyve ve hububatta muteber olmasıdır. Zekat hakkının bunların dışındakilerden düşmesi de kuvvetli bir görüş değildir. Amma ihtiyaç dolayısıyla yenilen azıklara bağlanan Şafiilerin görüşüne gelince, o da, müracaat edilecek bir aslı olmayan bir iddia ve ifadedir. Halbuki "Kıyas" kitabında da beyan ettiğimiz üzere, mânâlar ancak belli asılları varsa hükümlere dönüşür.
Yine Yüce Allah, gerek taze, kuru vb. çeşitli hallerde olan üzüm ve hurmada ve gerekse ekin gibi cinsi değişenlerde olsun, genel olarak besin ve meyvelerdeki nimetleri nasıl zikredip bunların hepsinden verilmesi gereken hakkı nasıl vacip kılıyor? Hatta azığa ilaveten karanlıkta nimetlerinden hakkıyla istifade edilebilmesi için, kendisiyle eşyadaki nimetin tamamlandığı görme zevkini sağlayan aydınlatmaya (ve bunun için yarattığı gaz, yağ, oil, yakıtlar vb.) kadar çeşitli nimetlerini nasıl zikrediyor?a
Sonra İbnu'l-Arabi diyor ki: "Eğer Nebî'nin (s.a.v.) ne Medine'nin ve ne de Hayber'in sebzelerinden zekat aldığı niçin nakledilmemiştir denilirse; deriz ki: Bizim (mezhep) âlimlerimiz de buna dayanmıştır. Bunun tahkiki (işin gerçeği) ise, bu hususta delilin olmaması, onlar için bir delil değildir. Şayet, 'Eğer olsaydı bu, mutlaka nakledilirdi' denilirse, deriz ki: Nakline ne gerek var ki, onun için Kur'an yeterlidir?!" 2
Nebi'den (s.a.v.) rivayet edilen '"Yeşil sebzelerde sadaka yoktur." hadîsine gelince, isnadı zayıftır. Bu gibi hadîsler-
a"Bkz: K. K. 78/13-16, 80/24-32...
*" İbnu'l-Arabi, Ahkamu'l-Kıır'an, İsa el-Halebi baskısı, 2. kısım, s.
749, 752.
241
SLINKETİ ANLAMADA YÖNTEM
le Kur'an'ın ve meşhur hadîslerin umumunu tahsis etmek şöyle dursun, onunla ihticac bile edilmez.
Nitekim onu Tirmizi rivayet etmiş, sonra da şöyle demiştir: "Bu hadîsin isnadı sahih değildir. Nebî'den (s.a.v.) bu babda sahih hiçbir haber gelmemiştir." 3
Herhangi bir hadîsin Kur'an'ın muhkem ayetlerine muarız düştüğünü gören bir Müslümanın, ona iyi bir te'vil bulamadığında yapması gereken şey, tevakkuf edip (hüküm vermeksizin) beklemesidir.
Mesela ben, Ebu Davud ve başkalarının rivayet ettiği; "Kız çocuğunu diri diri gömen kadın ve gömülen kız cehennemdedir."4 şeklindeki hadîste tevakkuf ettim. Hadîsi okuduğumda göğsüm daraldı (içim sıkıldı) ve "Belki hadîs zayıftır. Bu sahanın ehlinin bildiği gibi Ebu Davud'un Sünemde her rivayet ettiği, sahih değildir" dedim. Ama açıkça onun sahih olduğuna hükmedenleri buldum.
Ona benzer bir hadîs şöyledir: "Kızı diri diri gömen kadın ve gömülen kız cehennemdedir. Şu istisnayla ki gömen İslâm'a yetişsin de Müslüman olsun."3 Yani gömen kadının cehennemden kurtulma fırsatı var ama gömülenin hiç fırsatı yok!
Burada, daha önce de sahabenin Nebî'den (s.a.v.): "İki Müslüman, kılıçlarıyla karşılaştıklarında, öldüren de öldürülen de cehennemdedir."8 haberini duyduklarında sorduk-
*" Bkz: Tirmizi, Zekat (13), sebzelerin zekatı hakkında gelen haberler babı ve Sahihu't-Tirmai bi Şerhi İbni'l-Arabi, (III, 132-3). 4" Ebu Davud, Sürme 18, H. Nu: 47I7'de tbn Mes'ud'dan rivayet etmiştir. İbn Hıbban ve Taberani de. Heysem ifcm Küleyb'den rivayet etmiştir. Heysenıi, onun ricalinin sahih olduğunu söylüyor. {Feyz, c. 4, s. 371) 5" Ahmed, (Müsned, z. 3, s. 478) ve Nesaî (?!, Seleme ibn Yezid el-Ca'fi rivayet etmiştir. Sahihu'l-Camii's-Sağir'de olduğu gibi. *' Nesai, Tahrim 29; İbn Mâce, Filen II.
242
SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTBM
ları gibi ben de sordum. Nitekim onlar: "Haydi bu katil, peki öldürülenin hali nedir?" dediler. Buyurdular ki: "Çünkü o da arkadaşını öldürmeye hırslıydı" Böylece onlara onun cehennemi hak etme yönünün, "Arkadaşını öldürme niyetiyle çıkması" şeklinde tefsir etti.
Burada ben de diyorum ki: Hadi, kızı gömen cehennemde, peki gömülenin durumu nedir? Halbuki onun da cehennemde olduğuna hükmetmek Allah Teâlâ'nın:
"Kız çocuğunun hangi suçtan dolayı öldürüldüğü kendisine sorulduğu zaman..." (Tekvir, 8-9) şeklindeki ayetine ters düşmektedir.
Hadîsi hangi yönde anladıklarını ve şerh'edenlerin ne dediklerini görmek için şerhlere başvurdum, fakat sadra şifa veren (susuzluğu gideren) hiçbir şey bulamadım.
Benzeri bir hadîs de Müslim'in Enes'ten rivayet ettiği ve Nebî'ye (s.a.v.) babasının nerede olduğunu soran bir adama cevap olarak "Babam da, baban da cehennemdedir."6 hadîsidir.
Kendi kendime dedim ki: "Fetret ehlinden olduğu ve sahih olan görüşe göre kurtulmuş oldukları halde, Abdül-muttalib'in oğlu Abdullah'ın günahı nedir ki cehennemde olsun?"
"Benim babam" sözünden muradın, dedesi Abdülmut-talib'in vefatından sonra O'nun sorumluluğunu üzerine alıp, O'na bakan, esirgeyip kollayan amcası Ebu Talip olması ihtimali, gerek lügatta, gerekse Kur'an'da amcasının baba olarak ifade edilmesi hatırıma geldi. Mesela Yüce Allah Ya-kup'un (a.5) oğullarının diliyle buyurduğu gibi: "Dediler ki: 'Biz tek ilah olan, senin ilahına, babaların İbrahim, İsmail ve 6" Müslim, İman 88, nu: 347'de rivayet etmiştir.
243
SÜNNETİ AKLAMADA YÖNTEM
İshak'ın ilahına kulluk edeceğiz. Ve biz O'na teslim olanlarız.'" (Bakara, 133) Hz. İsmail, Yakup'un (a.s) amcası olmasına rağmen, Kur"an onu baba olarak ifade etti.
Hayatının son anında kelîme-i tevhidi söylemeyi reddetmesinden sonra, Ebu Talib'in cehennem ehlinden olmasında şaşılacak bir şey yoktur. Nitekim onun cehennem ehlinin en az azap göreni olduğunu haber veren bir grup sahih hadîs gelmiştir.1*
Lakin bir yandan onun akla ilk gelen düşünceye aykırılığı, öbür yandan ise "Soran adamın babasının ne günahı olduğu" sorusu bendeki bu ihtimali zayıflattı. Çünkü zahirinden anlaşılan adamın babası da İslâm'dan önce ölmüştür.
Bunun için ben, sadra şifa veren bir şey buluncaya kadar hadîste tevakkuf ettim.
Ama şeyhimiz Muhammed Gazzali'ye gelince, o, hadîsi açıkça reddetmiştir. Çünkü bu. Yüce Allah'ın şu ayetlerine ters düşmektedir:
"Biz peygamber göndermedikçe kimseye azap etmeyiz." (İsra, 15)
"Eğer onları Muhammed'den önce bir azaba uğratarak yok etseydik, 'Rabbimiz! Bize peygamber gönderseydin de, böyle alçak ve rezil olmadan önce Senin ayetlerine uysaydık' derlerdi." (Taha, 134)
"Ey Kitap ehli! Peygamberlerin arası kesildiğinde, 'Bize müjdeci ve uyarıcı gelmedi' dersiniz diye, size açıkça anlatacak peygamberimiz geldi. Şüphesiz O, size müjdeci ve uyarıcı olarak gelmiştir." (Maide, 19)
a- Müslim, İman 357, 360
244
SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM
Araplara da peygamber gönderilmemiş, Muhammed'den (s.a.v.) önce onlara uyarıcı gelmemiştir. Nitekim bunu Allah'ın kitabındaki bir takım ayetler açıklamaktadır:
"Babaları uyarılmamış, bu yüzden kendileri de gaflet içerisinde kalmış bir toplumu uyarman için (seni gönderdik)." (Yasin, 6)
"Hayır, Ey Muhammed! O, senden önce peygamber gönderilmemiş olan milleti uyarman için sana Rabbinden gelen bir gerçektir. Belki artık doğru yolu bulurlar." (Secde, 3)
"Senden önce de onlara bir uyarıcı göndermemiştik." (Sebe, 44)
Lakin ben, henüz bizim İçin kapalı bir mânâsı olabilir korkusuyla, böylesi haberleri mutlak olarak reddetmeksizin sahih hadîsler üzerinde tevakkuf etmeyi tercih ediyorum.
Tevafuka bakın ki Nevevî'den başka Müslim'in sarihlerinden birer allâme olan Ubbî ve Senusi’nin de dediklerine bakmak nasip oldu ve onların bu hadîsin zahirini muhafaza ettiklerini gördüm. Ama İmam Nevevî'ye gelince o, hadîs üzerine şu açıklamayı yapmıştır: "Nebî (s.a.v.) bunu, güzel ahlâkın gereği, adamı teselli için, musibetini paylaşmak için söylemiştir. Yine hadîste şu mânâ vardır. Kafir olarak ölen cehennemdedir. Yine ona yakınlarının yakınlığı fayda vermez."
Ubbî der ki: "Şu mutlakçılığa bak!" Halbuki Süheylî şöyle demiştir: "Biz böyle bir şey söylemeyiz. Çünkü Nebî (s.a.v.): 'ölülere sövmekle dirilere eziyet etmeyiniz.'3 buyurmuştur." Yüce Allah ise: "Allah'ı ve Peygamberini incitenlere Allah, dünyada da ahirette de lanet eder ve onlara alçaltı-A' Heysemi, Mecmeu'z-Zevaid, c. 8, s, 76)
245
SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM
cı bir azap hazırlar." (Ahzab, 57) buyurmuştur. Nebî (s.a.v.) ise bunu adama teselli olarak söylemiştir. Adam gelip 'Peki senin baban nerede?' deyince ona bunu söylemiştir.
Nevevî dedi ki: "Bu hadîste, fetret döneminde, Araplar-da olduğu üzere putlara taparak ölenin cehennemde olduğu mânâsı vardır. Yalnız bu, davet ulaşmadan önce azap etme cümlesinden değildir- Çünkü onlara İbrahim ve diğer peygamberlerin daveti ulaşmıştır."11
Übbî diyor ki: "Onun bu sözündeki çelişkiyi düşün! Çünkü kendilerine zaten davet ulaşanlar zaten fetret ehli değildir. Bunu iyice dinlemek suretiyle kavrayabilsin. Oysa fetret ehli; kendilerine birinci peygamber gönderilmemiş, ikincisine ise yetişemeyen, böylesi iki peygamberin zamanları arasında olan ümmetlerdir."
Mesela, kendilerine İsa'nın (a.s) gönderilmediği ve Ne-bî'ye (s.a.v.) de yetişemeyen Araplarda olduğu gibi. Bu tefsirde fetret, her iki peygamber arasını kapsar.
lakin fakihler fetret hakkında konuştuklarında, bundan İsa (a.s) ile Nebî (s.a.v.) arasını kastediyorlar. Buhârî, Sel-man'dan o dönemin altı yüz sene olduğunu zikretmektedir.1' Kafi nasslar, hüccet kaim oluncaya kadar azap etmenin olmayacağına delâlet edince, onlara azap edilmeyeceğini öğrenmiş oluruz.
Şayet bu hadîs ve "Amr Ibn Luhayrı cehennemde bağırsaklarını7 sürüklerken gördüm."8 hadîsinde olduğu gibi
a" Nevevî, Minhac 3.cüz, s. 79) k* Buhârî, Menâkıbu'l-Ensar 53) '" Ktısb: Bağırsaklar anlamındadır.
°~ Muttefekun aleyhtir. Ebu Hureyre'den gelmiştir. El-Lü'lüÜ ve'l-Meram, nu. Î816. Devamı. "Çünkü İlk şaibe bid'atını çıkaran (ve bunu din haline getiren) odur. (Açıklama için el-Lü'liiü ve't-Mercan nu: 1816 - Dipnot)
246
SÜNNETİ ANIAMADA YÖNTEM
fetret ehlinin bazılarının azap göreceği ile ilgili sahih hadîsler gelmiştir dersen, derim ki:
Ukayl Ibn Ebi Talib buna üç şekilde cevap vermiştir: "1- Bunlar âhâd haberlerdir ve kafi nasslarla çelişki teşkil edemezler.
2- Azaplandırmanın sadece onlara hasredilmesidir ki sebebini en iyi Allah bilir.
3-Bu hadîslerde zikredilen azaplandırmanm, fetret ehlinden dinini, gidişatını değiştiren kimselere hasredilmesidir.* Bu da onların sapıklıktan dolayı bu değişiklikle mazur olmayacaklarından dolayıdır."5
A- Hadîslerin Kur'an'a Muarız Olması İddiası Hakkında Bir İnceleme
Burada, sahih bir esas olmaksızın, ikide bir hadîsin Kur'an ile çeliştiğini iddia etmekten de sakınmamız gerekmektedir. Nitekim, Mu'tezile, ahirette Resul {s.a.v.) ve diğer peygamber kardeşleri, melekler ve salih müzminlerin, günahkâr tevhid ehli hakkındaki şefaatleriyle ilgili, Yüce Allah'ın fazlı, rahmeti ve şefaatçilerin şefaati ile onlara ikram edeceği ve böylece onların ya asla cehenneme girmeyecekleri veya girip, bir müddet sonra oradan çıkacakları ve varacakları yerin cennet olacağı hakkındaki yaygın sahih hadîsleria reddetme cesaretini gösterdiklerinde Ölçüyü kaçırmışlardır.
Halbuki bu, rahmet yanı, adalet yanından daha yüksek olan Yüce Allah'ın kullarına bir cömertliğidir. Yine O, iyili-* Çünkü kişinin öz kızını diri diri gömmesi ve bunun gibi şeyler, akıllı olan herkes ve bütün din mensuplarınca bilinen şeylerdendir. 9" Bkz. Şerhu'i-Ubbı ve'$-$enusi ala Müslim, C. 1, s. 363-3^, a" Bkz: Buhârî, Tevhid 24; Müslim, İman 302; İbn Mâce, Zühd 37
247
SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM
ğin karşılığını on mislinden yedi yüz ve daha fazlasını çıkarırken, kötülüğün karşılığını ise ya ancak bir misli yapmış, ya da affetmiştir.a
Yine Yüce Allah beş vakit namazı, Cuma namazını. Ramazan orucunu, teravih namazını, zekat ve sadakaları, hacc ve umreyi, tesbihi, kelime-i tevhidi, tekbir ve hamdetme vb. dua ve zikirleri, Müslümanların başına gelen bir kötülük veya hastalığı, gam, üzüntü veya batan bir diken de olsa eza veren şeyleri...kötülüklere birer kefaret kılmıştır. İşte bunların her biriyle Allah, kulunun hatalarını örterB..
Yine ailesinden olsun veya olmasın, mü'minlerin duasını, vefatından sonra kabirde Müslümana faydalı kıldı.c Şu halde Allah'ın seçilmiş, hayırlı kullarına ikram edip onların da Tevhid kelimesi üzerine ölenlerden dilediklerine şefaat etmeleri uzak bir ihtimal değildir ki Bu, hakkında birçok hadîsin vârid olduğu bir konudur:
"Cehennemden bir topluluk, Muhammed'in (s.a.v.) şefaatiyle çıkar ve cennete girer. Ve onlar 'cehennemlikler' diye isimlendirilirler."10
"Cehennemden şefaatle bir topluluk çıkar ki onlar seârir gibidirler."11 (Seârir= Kuşkonmaz= Asparagus, heleyon gibi bir bitkidir.)
a" Bkz: Buhârî, Rikak 31; Müslim, İmarı 203-207; Müsned, c. 4, s. 14, c. 5, s. 155.
'*" Bu hadîsin kaynaklardaki yeri için bkz: el-Mu'cemu'l-Müfekres, "Keffera" ve "Keffire" maddeleri.)
c" Mesela bkz: Ebu Davud, Cemiz 60; İbn Mâce, Cenaiz 23.) 10" Buhâri, Rekaik 51; Müsned, c. 1, s. 454, c. 3, s. 125-126, Ebu Davud, Sünnet 21, İrnran ibn Hüseyin'den rivayet etmiştir. Sahihu'l-Cimii's-Sağifde (8055) olduğu gibi,
1 '■ Mutfefekun aleyh olup (?) Cabiı"dendir. A.g.e (8058). (Buharı, Kıta* 51; Müsned, c. 3, s. 326-379)
248
SÜNNETİ ANLAMADA VÖNTEM
"Ümmetimden bir adamın şefaatıyla cennete Temim Oğullarından daha çok insan girer."12
"Şehid, ev halkından yetmiş kişiye şefaat eder."'3 "Kıyamet gününde şefaatime en layık olan; kalbinden halis bir şekilde 'Allah'tan başka ilah yoktur' diyen kimsedir."1*
"Her Nebinin bir duası vardır. Ben ise ümmetime kıyamet günü şefaat etmek üzere duamı geciktirmek istiyorum inşallah."15
"Her Nebî bir istek istemiştir. Veya her Nebînin bir duası vardır ve onunla dua edip, duası kabul edilmiştir. Ben ise duamı kıyamet günü için ümmetime şefaat olarak bıraktım."16
Seyhan (Buhârî, Müslim)'daki Ebi Said hadîsine gelince: "Nebiler, melekler ve mü'minler şefaat eder. Bundan sonra Cebbar olan Allah: 'Geriye benim şefaatim kaldı' der ve cehennemden bir avuç alır ve böylece orada yanmış olan bazı toplulukları çıkarır. Sonra onlar cennetin önlerindeki hayat suyu denilen bîr ırmağa bırakılırlar." I7
"Her Nebînin kabul olmuş bir duası vardır. Ve her Nebî duasını yapmıştır. Ben ise duamı, kıyamet günü ümmetime şefaat etmek üzere geciktirdim. Ve o şefaat inşallah üm-
I2" Tirmizi, Sıfatu'l-Kıyamt 12; Hakim, Müstedrek, c. 3, s. 408. Abdullah ibn Ebi'I-Ced'a'dan rivayet edilmiştir. A,g.e. (8069)
'3' Ebu Davud, Cihad 28, Ebu Derda'dan rivayet edilmiştir. A.g.e (8093)
14" Buhârî, İlim 33; Ebu Hureyre rivayet etmiştir. A.g.e (967)
**■ Multefekun aleyhtir. Ebu Hureyre rivayet etmiştir. EILü'Iüü w7-
Mercan, nu: 121.
'"" Muftefekun aleyhtir. Enes rivayet etmiştir. A.g.e., nu. 122. '"' Mutte/ekun aleyhtir. Ebu Said rivayet etmiştir. A.g.e, nu: 115.
249
SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM
metimden Allah'a hiçbir şeyi şirk koşmadan ölenlere ulaşacaktır."18
İşte Mu'tezile; vaid'i va'd'e, adalet'i rahmet'e, aklı nakle üstün tuttukları için, sübutlarının kuvvetli ve delâletlerinin açık olmasına rağmen bu hadîslerden yüz çevirmişlerdir.
Onların bu hadîsleri reddederken şüpheleri ise; bu haberlerin şefaat edenlerin şefaatini nehyeden Kur'an ile çelişmeleridir.
Halbuki Kur'an'ı okuyan bir kimse, onda, sadece Araplardan müşriklerin ve diğer dinlerden sapıkların inanmış olduğu şirk şefaatinin nefyedilmiş olduğunu bulur.
Müşrikler, Allah'tan başka veya Allah'la beraber taptıkları ilahlarınm Allah yanında kendilerine şefaat edeceklerini ve kendilerinden azabı savacaklarını iddia etmişlerdir. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmuştur: "Onlar Allah'ı bırakarak, kendilerine fayda da, zarar da vermeyen putlara taparlar. Ve "bunlar Allah katında bizim şefaatçilerimizdir derler." (Yunus, 18)
Fakat Kur'an ilahlarının onlara hiçbir fayda vermeyeceğini bildirerek iddia edilen bu şefaati iptal etmiştir. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
"Yoksa putperestler Allah'tan başka şefaatçiler mi edindiler? De ki: Onlar, bir şeye sahip olmadıkları, akıl da edemedikleri halde mi şefaat edecekler? De ki: Bütün şefaat Allah'ın iznine bağlıdır, Göklerin ve yerin hükümranlığı O'nundur. Sonra O'na döneceksiniz." (Zümer, 43, 44) "Onlar kendilerine kuvvet ve şeref kazandırsın diye Allah'ı bira-
18' MüsJim, İman 86, nu: 338, Tİnnizi, Deaval 1 131; İbn Mâee, Ziihd 37; Ebu Hureyre'den rivayet etmişlerdir, Sahihu'l-Cami' 5176.
250
sCmvietİ anlamada yöntem
karak tanrılar edindiler. Hayır, tanrıları onların ibadetlerini inkar edecekler ve onlara düşman olacaklardır." (Meryem, 81-82)
Evet, Kur'an bu değersiz tanrıların şefaatinin olmadığını, hem de müşriklerin itaat olunacak şefaatçilerinin bulunmadığını söylemiştir. Nitekim Yüce Allah: "Zâlimlerin ne bir dostu, ne de itaat edilen bir şefaatçileri vardır." (Gafir, 18) buyurmaktadır. Bilindiği gibi Kur'an şirkten zulüm, müşriklerden ise zâlimler diye bahseder. Çünkü şirk büyük bir zulümdür.3
Ancak Kur'an, şefaatin varlığını iki şartla ortaya koymuştur:
1- Şefaatçinin şefaatinin, Allah'ın izninden sonra olması. Çünkü kim olursa olsun, Allah'a bir şeyi vacip kılma yetkisine sahip değildir. Nitekim Yüce Allah, Ayete'l-kürsi'de "O'nun izni olmadan, O'nun katında şefaat edecek de kimdir?" (Bakara, 255) buyurmaktadır.
2- Şefaatin tevhid ehline olması. Yüce Allah'ın melekler hakkında: "Onlar Allah'ın hoşnut olduğu kimseden başkasına şefaat edemezler," (Enbiya, 28) ve kıyamet gününü yalanlayanlar hakkında ise; "Artık onlara şefaatçilerin şefaatleri fayda vermez." (Müddesİr, 48) şeklindeki yüce buyruklarında olduğu gibi.
Tabi ki bu ayetlerin mefhumu orada şefaatçilerin varlığını ve onlardan başkalarına şefaatçilerin şefaatinin fayda vereceğini ifade eder ki onlar da iman üzere ölenlerdir.
Öyleyse iddia edildiği gibi, Kur'an şefaati mutlak olarak reddetmemiş, aksine, müşriklerin ve sapıkların iddia et-
a" Bkz: K. K. 31/13, 3/151,2/165...)
251
SÜNNETİ ANLAMADA YONTUM
tiği, çeşitli din mensuplarının birçok fesatlarına sebep olan şefaatin olmadığını söylemiştir. Ki onlar dünyada zâlim yönetici ve hakimlerin yaptığı gibi, şefaatçilerinin ve aracılarının kendilerinden cezayı kaldıracaklarına hükmederek helak edici günahlar işlemektedirler.
2- BİR KONUDA GELEN BÜTÜN HADÎSLERİN TOPLANMASI
252
Sünnetin doğru bir şekilde anlaşılabilmesi için yapılması gereken şeylerden birisi de, müteşabih'i muhkem'e çevrilecek, mutlak'ı mukayyed'e hamlolunacak ve âmm'ı hass'ıyla tefsir olunacak şekilde bir konudaki bütün sahih hadîslerin toplanma sidir. Çünkü ondan kastedilen mânâ ancak Öyle anlaşılır ve böylece birbirleriyle çelişmezler.
Sünnetin Kur'an-ı Kerim'i tefsir ve beyan ettiği, yani onun mücmelini tafsil, müphemini tefsir, umumunu tahsis ve mutlakını takyid ettiği bir gerçektir. Aynı hususlar, sünnetin kendi içinde de varolduğundan, hadîslerin de bir arada riâyet edilmesi en evla olanıdır.
Misal olarak elbiseyi uzatma ve bu husustaki şiddetli vaid içeren hadîsleri ele alalım. Bunlar, birçok heyecanlı gen-
253
SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM
cin, elbiselerini topuklarının yukarısında olacak şekilde kı-saltmayanlara şiddetli karşı çıkışlarında dayandıkları hadîslerdir. Bu konuda o kadar aşırı gittiler ki, neredeyse elbiseyi kısa giymeyi İslâm'ın şiarından ve büyük farzlarından sayı-verecekler. Hatta elbisesini onların yaptığı gibi kısaltmayan bir âlim veya davetçi gördüklerinde bazen içlerinden, bazen de açık bir şekilde ona fazla dindar olmama yaftasını yapıştırmaktadırlar.
Şayet onlar normal hayat işlerinde mükelleflerin üzerindeki İslâm'ın maksatlarına geniş bir bakış açısından, bu mesele ile ilgili muttasıl hadîslerin tümüne müracaat edip, onları birbirleriyle karşılaştırsalardı, bu makamdaki hadîslerden ne kastedildiğini mutlaka anlayacaklar, aşırılıklarını hafifletecekler, ölçüyü de kaçırmayacaklar, dolayısıyla da Allah'ın kendilerine genişlik verdiği bir hususta insanları sıkıştırmamış olacaklardı.
A- Elbisenin Uzatılması ile İlgili Hadîsler
Mesela, Müslim'in Ebu Zerr'den (r.a.), onun da NeWden (s.a.v.) rivayet ettiği şu hadîse bakın: "Üç kişi vardır ki, kıyamet gününde Allah onlarla konuşmaz:
1) Verdiğini ancak başa kakmak için verip, başa kakan kişi,
2) Yalan yeminle malına revaç sağlamaya çalışan kişi19,
3) Ve elbisesini uzatan kişi.". 2°
Yine Ebu Zerr'den gelen başka bir rivayette ise: "Üç kişi vardır ki kıyamet gününde Allah onlarla konuşmaz, onlara bakmaz, onları temize çıkarmaz ve onlar için acıklı bir
19~ d-Müneffık; malı rivaca çıkarmaya çalışan, onu payelendiren demektir. 2"~ Müslim, İman 46, nu; 171
254
sDpjnetİ anlamada yöntem
azap vardır." Resûlulİah (s.av.) bunu üç defa okudu. Ebu Zerr dedi ki: "Rezil rüsva oldular, kim bunlar ey Allah'ın Resulü?" Buyurdular ki: "Elbisesini uzatan, sık sık başa kakan ve yalan yeminle malına revaç sağlamaya çalışan." 21 Peki buradaki elbisesini uzatandan murad nedir? Acaba o, kast-ı kibir ve kendini beğenmek olmaksızın, kendi toplumunda olduğu üzere âdet olarak da olsa, elbisesini uzatan herkes midir?
Belki Sahih-i BuhârPde gelen Ebu Hureyre hadîsi de bu hadîse tanıklık etmektedir: "Elbiseden topukların altına uzananı cehennemdedir." ^ Nesaî'de ise şu lafızla zikredilmiştir: "Elbisenin topuklarından altı cehennemdedir." 23
Mânâ ise: "Uzun elbise sahibinin ayağının topuğundan aşağı olan cehennemdedir. Yaptığına bir ceza olarak elbise ile, onu giyenin bedeni kinaye edilmiştir." 2*
Fakat bu konuda gelen tüm hadîsleri okuyan bir kişi meselenin Nevevî, ibn Hacer ve başkalarının tercih ettiği şekilde olduğunu anlar: "Buradaki mutlaklık, onda vârid olan kibirlilik kaydına hamledilmiş tir. Kibirlilik ise, hakkında ittifakla vaîd vârid olan bir haldir."25
Burada Sahih-i Buhâri’de bu hadîslerden gelenleri okuyalım: Buhârî Kibir olmaksızın elbisesini sürüyen kimse babında Nebî'den (s.a.v.) Abdullah ibn Ömer hadîsini rivayet
21" Müslim, İman 46, nu: 171
"■' Buhârî, libas i- "Babu ma esfele mine'I-Ka'beyni fehüve fi'Nesaî-
Nar" (Fetbu'l-Bârî, Hadis nu. 5787)
"~ Nesaî, Zine I03="Babu ma esfele mine'1-Ka'beyniminel-izar", c. 8, s. 207.
24~ İbn Hacer, Fethu'!-Bârî, c. 10, s. 257, Selefiyye'den fotokopi olarak Dar'ul-Fikir baskısı. "~ A.g.e, aynı yer.
255
SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM
etmiştir. O, şöyle buyuruyor: "Kim elbisesini kibirle sürürse, Allah kıyamet günü ona bakmaz." Hz. Ebubekir dedi ki: "Ey Allah'ın Resulü! Elbisemin iki eteğinden biri sarkıyor, ancak onu kaldırıyorum (ne dersin?)" Bunun üzerine Nebi (s.a.v.) "Sen onu kibir olarak yapanlardan değilsin" buyurdu.26
Yine Buhârî aynı babda Ebubekir hadîsini rivayet etmiştir: "Dedi ki; 'Biz Nebî'nin (s.a.v.) yanındayken güneş tutuldu. Bunun üzerine O, acele bir şekilde kalkıp elbisesini sürüyerek ta mescide kadar geldi...'"27
. "Elbisesini kibirle sürüyen babı"nda ise Ebu Hureyre, Resûiullah'ın (s.a.v.) şöyle buyurduğunu rivayet etti: "Allah kibirle elbisesini sürüyene bakmaz."38
Yine Ebu Hureyre'den: Dedi ki: "Nebi veya Ebu'l-Ka-sim (s.a.v.) buyurdu ki; 'Bir defasında, saçlarını güzelce tarayıp, kendini beğenen bir adam, yeni ve güzel bir elbise İçinde yürüyordu. Ansızın Allah onu yere batırdı ve o, kıyamet gününe kadar, çırpınarak bağırıp duracaktır.'"29
Yine Ibn Ömer'den ve bir benzeri de Ebu Hureyre'den gelmiştir: "Bir defasında bir adam elbisesini sürüyordu. Bu sebeple ansızın yere batırıldı. Artık o, kıyamet gününe kadar orada çırpınarak bağırıp duracaktır."30
Müslim de Ebu Hureyre'nin bu hadîsini ve Öncekini rivayet etmiş, İbn Ömer'in hadîsini ise bütün isnâdlanyla rivayet etmiştir. Onlardan birisi; "Resûlullah'ı (s.a.v.) şu ku-
26" A.g.e., s. 254, H. Nu. 5784 (Buharı, Libas 2) 27~ A.g.e., aynı yer, h. Nu: 2785 (Buhârî, Libas 2) 2S~ A.g.e, h. Nu: 5788 "el-Batar": Kibirlilik ve azgınlık "yetecelce-lu"nun mânâsı ise yere batıp şiddetli ısiırapla urdan oraya çırpınmaktır.
29" H. Nu: 5789 (Buhârî, liims 5) M- H. Nu. 5790 (Buhârî, Libas 5)
256
SÜNNETİ ANLAMAPA YÖNTEM
laklarımla, şöyle buyururken işittim; 'Kim elbisesini sürür ve bununla sadece kibirlenmeyi isterse Allah kıyamet gününde ona bakmaz.'"31 Bu rivayette 'bununla sadece kibirlenmeyi isterse' şeklindeki açıkça hasretme yoluyla 'kibirlenme' kaydı zikredilmiştir ki bu başka türlü bir te'vile imkân bırakmamıştır,
İmam Nevevî tolerans ile itham olunmayan bir âlimdir. Bilakis o, bu sahada çalışanların bildiği gibi azimetleri ve ihtiyatlısını almaya daha meyillidir. "Elbisesini uzatan" hadîsinin şerhinde diyor ki32; O'nun (s.a.v.) "elbisesini uzatan" sözünün mânâsı; "onu geniş-bol yapıp aşağı salan, kibirlenerek bir tarafını sürükleyen" demektir. Elbisenin kibirle sürünmesi şeklindeki bu takyid "elbisesini sürüyen" umum ifadesini tahsis ediyor. Şu halde vaidle murad, onu kibirle sürükleyen kişidir. Nitekim Nebî (s.a.v.) bu hususta Ebubekir es-Sıddık'a (r.a.) ruhsat vermiş ve ona "Sen onlardan değilsin" buyurmuştur. Çünkü o, kibirden başka bir gaye (haya vs.) için sürüyordu.
Hafız İbn Hacer ise izan uzatma ve elbiseyi sürüme üzerine terettüb edecek vaîd hakkında Buhârî'nin rivayet ettiği hadîslerin şerhinde şöyle demektedir:
"Bu hadîslerde kibir için elbiseyi uzatma, büyük bir günahtır. Kibir olmaksızın uzatmaya gelince, hadîslerin zahirinden onun da haram olduğu anlaşılıyor. Fakat onun bu hadîslerde kibirle takyidinin yanı sıra, elbiseyi uzatmanın zem-mi hakkında gelen sakındırmadaki mutlaklığın mukayyed
31 ■ Sahih-t Müslim bi Şerhi'n-Nevevî, Şa'b baskısı, c. 4, s, 795, BabÜ Tah-rinıi Cerri's-Sevbi Heyulaca (Müslim, Libas 9, ho. 45) 32~ Aynı kaynak, c. I, s. 305.
257
SUİNİYETİ ANLAMADA YÖNTEM
üzere hamlolunması ile delil gösterildi. Dolayısıyla kibirden emin olunduğunda elbiseyi sürüme ve uzatma haram olmaz. Hafız, fakih İbn Abdilberr ise şöyle demektedir: "Mefhumundan, kibir dışında elbiseyi sürümeye vaîdin dahil olmadığı anlaşılmaktadır. Şu kadar var ki elbiseden gömlek vs. sürünmesi her durumda kötülenmiştir."33
Hakkında vaîdin geldiği, elbisenin kibir kastıyla uzatılması kaydındaki bu şekildeki anlayışı şu da desteklemektedir: Hadîslerde zikredilen vaîd, şiddetli bir vaîddir. O kadar ki elbisesini uzatan, (Allah'ın kıyamet gününde konuşmayacağı, ona bakmayacağı, temize çıkarmayacağı, kendilerine acıklı bir azabın varolduğu) üç sınıf insandan biri olarak zikredilmiştir. Hatta Nebî (s.a.v.) bu vaîdi üç defa tekrarlayınca Ebu Zerr bu vaîdin korkusundan "Rezil rüsva oldular, kim onlar ey Allah'ın Resulü?" demekten kendini alamamıştır. Bütün bunlar delâlet ediyor ki onların yaptıkları, sahibini helak eden günahlardan ve haramların büyüklerindendir. Bu ise, ancak, şeriatın ikame etmek ve korumak üzere geldiği din, can, akıl, ırz-neseb ve maldaki zaruri maksatların gerektirdiği şeylerde olur. Bunlar ise İslâm şeriatının temel maksatlarıdır.
İzar veya elbisenin mücerred olarak kısaltılması, kendisiyle hayatın güzelleştiği, zevklerin artırıldığı ve güzel ahlâkın derinleştiği edepler ve tamamlayıcı unsurlarla (el-mükemmilat) ilgili olan güzellikler (et-tahsiniyyat) babına dahildir.
Ama herhangi kötü bir kastı olmaksızın sürünmesi, uzatılması ise tenzihi mekruhlar kısmına daha uygundur.
Burada, dinin mühim gördüğü ve en fazla önem verdiği şey, zahiri gidişatın arkasındaki niyetler ve öze ait mânâ-
33- İbn Hacer, Fethul-Bâri, c. 10, s. 263.
258
SÜNNETf ANLAMADA YÖNTEM
lardır. Burada dinin karşı konulma'sına Önem verdiği şey, kalbinde zerre miktarı dahi bulunan kimsenin cennete giremeyeceği, kalp hastalıklarından ve ruhsal afetlerden böbürlenme, kendini beğenme, kibir, övünme ve başkalarını be-ğenmemezlik gibi şeylerdir.
Bu ise diğer hadîslerin delâlet ettiği gibi elbiseyi uzatmada gelen şiddetli vaîd takyidinin, kibirlenmeyi kasteden hakkında olduğunu tamamen destekleyen şeylerdendir.
Söylediklerimize ilave edilebilecek diğer bir mânâ da şudur Elbise durumu gerek keyfiyetiyle, gerekse şekliyle insanların Örf ve adetlerine bağlıdır. Öyle ki bazen sıcaklık-so-ğukluk, bazen fakirlik-zenginlik, bazen güçlülük-acizlik ya da iş türü, yaşam seviyesi ve bunlar gibi tesiri olan hususların değişmesiyle değişir.
Şâri burada insanlardan çeşitli kayıtları kaldırarak hafifletiyor. Zahirde israf ve şımarıklığın ortaya konulmasına, batında ise (başkalarını) beğenmezlik ve kibîr kastedilmesi-ne mani olmak için ancak belirli sınırlar içerisinde müdahale ediyor ki bu gibi şeyler kendi yerlerinde detaylı olarak açıklanmıştır.34
Bunun içindir ki İmam Buhârî, Sahih'inde?5 Kitabu'l-Libas'ın başına "Allah Teâlâ'nın: 'De ki: Kulları için çıkardığı Allah'ın ziynetlerini haram kılan da kimdir?' (Araf, 32) buyruğu babı" şeklinde başlık atmış ve orada şu iki haberi nak-letmiştir: "Nebî (s.a.v.): 'İsraf ve kibir olmaksızın yiyiniz, içiniz, giyininiz, sadaka veriniz,'36 buyurmuştur."
3^~ Bkz. "d-Hetai ve'İ-Haram" kilabımızın "Giysi ve Ziynet Bölümü", s. 79-92.
35" Bkz: Fethu't-Bûri, c. 10, s. 252 (Buhârî, tîtas 1)
3°" Buhârî bunu cezm sigasıyla muallak olarak zikretmiş, Haftz İbn
Hacer ise onun bunu başka bir yerde mevsul bir senedle nakletmedi-
259
SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM
İbn Abbas ise şöyle demiştir: "Şu iki şey seni hataya düşürmedikçe dilediğini ye ve dilediğini giy; israf ve kibir."37
Yine İbn Hacer, hocası Hafız Irakî'nin Tirmizi şerhinde şöyle dediğini nakletnıiştir: "Elbiseden kibirle yere değenin haramlığında şüphe yoktur. Eğer alışılmıştan fazla uzatılanın da haramlığı söylenirse bu, doğruluktan uzak olmaz. Fakat daha sonra elbiseyi uzatmak insanlar arasında alışılagelmiş bir hale geldi ve çeşitli insanların onunla tanındığı bir alamet oldu. Ama her ne zaman kibir gayesiyle giyilirse, bunun haramlığında şüphe yoktur. Adet olarak uzatılanda ise - yasak olan elbise eteği sürüme şekline varmadıkça- haram-lık yoktur."
Kâdî İyâz da, âlimlerden, elbisedeki her uzunluk ve genişlikten âdetten fazla ve alışılmışın dışında olanın mekruh olduğu şeklindeki görüşlerini kaydetmiştir.38
Burada, Hafız Irakî'nin de dediği gibi, âdetin bir hükmü, toplumdaki yaygın anlayışın da bir te'siri vardır. Bazen âdetin dışına çıkmak, sahibini şöhret zanlısı yapar. Şöhret elbisesi ise şeriatta da zemmedilmiş tir. Hayırlı olanı ise, orta yoldur.
ğini söylemiştir. Ama, et-Tayaİisi ve el-Haris ibn Ebi Üsame müsned-lerinde bunu Amı b. Şuayb'den, o, babasından, o da dedesinden gelen bir senedle mevsul olarak rivayet etmişlerdir. et-Tayalisi'nin rivayetinde 'israf ve kibir olmaksızın" kısmı, el-Haris'înkinde de de 'sadaka veriniz' ifadesi yoktur. İbn Ebi'd-Dünya ise onu Kitabu'ş-Şükfde tamamıyla mevsul olarak nakletmiştir. Bkz. (Hafız ibn Hacer, Fethu'l-Barî, c 10, s. 253)
3 Hafız İbn Hacer, ibn Ebi Şeybe'nin Musannifinde bunu mevsul olarak rivayet ettiğini söylüyor. Bkz: Aynı kaynak. (Bkz. İbn Ebi Şey-be, el-Musannef, h. Nu: 24878 {c.5, s. 171) Müessesetü'1-Kitabi's-Seka-fiyye, Beyrut 1989). 3S İbn Hacer, Fethul-BM, c. 10, s. 262.
260
SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM
Şu kadar var ki, kim sünnete uyarak, kibir ile giyme zannından uzaklaşarak ve âlimlerin ihtilafından kurtulmak üzere, ihtiyatlı olanı almak için elbisesini kısaltmayı kastetmişse, o inşallah bunun ecrini alır. Ancak bunu, bütün insanları bağlayıcı olarak görmemeli ve zikrettiğimiz hak üzere olan sarihlerden ve İmamlardan birinin görüşüyle ikna olup da bunu terk edene aşırı bir şekilde karşı çıkmamalıdır. Çünkü her mücte-hidin bir nasibi ve her kimsenin de niyet ettiği şey vardır.
Şu halde diğer hadîslere ve konuyla ilgili diğer nasslara bakmaksızın, bir hadîsin zahiriyle yetinmek, kişiyi çok defa hataya düşürür, doğru yoldan ve hadîsin söylediği maksattan uzaklaştırır.
B- Ziraat ile İlgili Hadîsler
Yine Buhârî'nin Sahih'mde, Kitabu'l-Muzaraa'da. Ebu Ümame el-Bahili'den rivayet ettiği şu hadîse bakın! O, bir tarım aleti (pulluk, saban vs.) gördüğünde dedi ki: "Resûlullah'ı (s.a.v.) şöyle buyururken işittim: 'Bu (alet) bir kavmin evine girsin de Allah oraya zelillik sokmasın."'39
Şüphesiz bu hadîsin zahiri, çalışanlarını hor görülmeye ve hakirliğe götüren tarım ve ziraattan, Resûlullah'ın (s.av.) hoşlanmadığını ifade ediyor. Nitekim bazı müsteşrikler, İslâm'da ziraatın konumunu kötü göstermek için bu hadîsi istismar etmeye çalışmışlardır.
Şu halde hadîsten murad, zahirinden anlaşılan mânâ mıdır? İslâm, ziraatı ve ağaç dikmeyi kerih mi görmektedir?
İşte bu; mânâsı gayet açık ve sahih olan diğer nasslarla çelişen bir haberdir.
39-
Buhârî, Muzaraa 2
261
SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM
Ensar ziraatçı ve ağaç yetiştiren kimseler olmasına rağmen Nebî (s.a.v.) onlara ziraatçılıktan ve ağaç dikmekten vazgeçmelerini emretmedi. Aksine, sünnet; ziraat, sulama, ölü arazileri kullanma ve bunlarla ilgili hak ve görevleri beyan ederken, İslâm fıkhı da bunların her birisini detaylı bir şekilde açıkladı.
Mesela Seyhan (Buhârî ve Müslim) ile başkaları Ne-bî'den (s.a.v.) şöyle rivayet etmişlerdir: "Ağaç diken veya ekin eken bir Müslümanın bu ekip-diktiğinden herhangi bir kuş veya insan veya hayvan yesin de, bu onun için bir sadaka olmasın (mutlaka olur)."40
Müslim onu, Cabir'den şu lafızlarla rivayet eder: "Müslümanın diktiğinden yenilen, onun için bir sadaka olur. Ondan çalınan onun için bir sadakadır. Yırtıcı-pençeli hayvanların yediği onun İçin bir sadakadır. Kuşların yediği onun için bir sadakadır. Birisinin verdiği zarar (alıp-eksilttiği) yine onun için bir sadakadır.'"11
Yine Cabir'den; "Nebi <s.a.v.) Ümmü Ma'bed'in bahçesine girdi ve şöyle buyurdu; 'Ey Ümmü Ma'bed! Bu hurmaları kim dikti? Müslüman mı, yoksa kafir mi?' Dedi ki; 'Hayır, Müslüman dikti.' Bunun üzerine O; 'Bir Müslüman bir ağaç diksin de, ondan insan, hayvan veya kuş yesin de, bu onun için kıyamet gününe dek (devamlı) bir sadaka olma-
"42
sın.
Öyle anlaşılıyor ki o adamm herhangi bir niyeti olmasa bile, pençeli hayvanların, kuşların yediği, hırsızın çaldığı, kendisine izin verilmeksizin alıp-eksiltenin zarar verdiğinde
*'" Muttefekun aieyhtir. Cabir'den (r.a.) gelmiştir. El-Lü'liiü ve'l-Mer-
can, lı.Nu. 1001.
**' Müslim, Musakat 2= "Babıı Fadİi'l-Carsi ve'z-Zer'i", nu. 7".
*'" A.g.e, aynı yer.
262
SUNNITl ANLAMADA YÖNTEM
olduğu gibi, diktiği ağaçların meyvelerinden almana karşılık olmak üzere o, Allah katında sadaka sevabıyla mükafatlandırılmıştır.
Ve o, dikilen ve ekilenden faydalanan canlılar var olduğu müddetçe kalıcı, devamlı, kesilmeyen bir sadakadır.
Bundan daha büyük hangi fazilet vardır? Ve hangi teşvik unsuru, ziraatı böylesine teşvik edebilir?
İşte eskiden bazı âlimlere: "Ziraat kazançların en fazi-letlisidir." dedirten budur.
Ekip-dikmeye teşvik eden en çarpıcı hadîs ise Ah-med'in Müsned'inde, Buhârî'nin Edebü'i-Müfred'inde Hz. Enes'ten rivayet ettikleri şu hadîstir: "Birinizin elinde bir fidan (hurma vb.) varken kıyamet kopmak üzere olsa ve kıyamet kopmadan onu dikebilecekse onu derhal diksin."4^ Kanaatimce bu, haddizatında, dünyayı mamur kılmak için yapılan çalışmanın güzel görülmesidir. Hatta onu dikenin ve ondan sonra bir başkasının bunun ardında herhangi bir menfaati olmasa bile bu böyledir. Çünkü kıyamet koparken ağaç diken birisinin bu diktiğinden fayda ümit etmesi söz konusu bile değildir!
Hayat devam ettiği müddetçe dikmeye ve mahsul yetiştirmeye bundan daha fazla teşvik olamaz. Zira insan önce Allah'a kulluk için, sonra da çalışmak ve yeryüzünü imar için yaratılmıştır. Şu halde o, dünyanın son anlarına dek hem kul, hem de çalışan biri olarak yaşamalıdır.
43" Ahmed, Müsned, c. 3, s. 183-4, 191; Buhirî, el-Edebü'l-Miifred, s. 168, nu: 479, 480'de rivayet etmişlerdir. Elbânî önu Müslim'in jarfı üzere sahih kabul etmiştir. (es-Sahiha, nu: 9) Heysemi onu Mecmau'z-Zemitfde muhtasar olarak nakletmiş ve şöyle demiştir: "Onu Bezzar rivâyef etmiş olup, râvileri esbet ve sikadırlar, (c. 4, s. 63)" Onu Ahmed ibn Hanbel'e nispet etmeyi ihmal etmiştir.
263
SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM
İşte ta ilk asırlarda sahabenin ve Müslümanların anladığı ve onları ziraat ve Ölü arazileri ihya etmekle yeryüzünü mamur etmeye sevk eden şey budur.
Ibn Cerİr, Ammara İbn Huzeyme İbn Sabit'ten onun şöyle dediğini rivayet eder: "Ömer ibn el-Hattab'm babama şöyle dediğini işittim: 'Toprağına ağaç dikmeme engel olan nedir?' Babam ona dedi ki: 'Ben yaşlı bir adamım ve yarın öleceğim!' Bu defa Ömer ona: 'Sana emrediyorum, oraya mutlaka ağaç dikeceksin' dedi. Sonra Ömer ibn Hattab'ı babamla birlikte onları kendi elleriyle dikerken gördüm." **
Yine İmam Ahmed, Ebu'd-Derda'dan rivayet ediyor: "O Dımaşk'da ağaç dikerken kendisine bir adam uğradı ve ona dedi ki: 'Resûlullah'ın (s.a.v.) bir sahabisi olduğun halde sen de mi bunu yapıyorsun?' Bunun üzerine o; 'Hakkımda acele hüküm verme! Ben Resûlullah'ın şöyle buyurduğunu işittim: 'Bir kimse ağaç diksin ve ondan insan veya Allah'ın yarattıklarından herhangi biri yesin de, bu onun için bir sadaka olmasın.' dedi."45
Şu halde Buhârî'nin rivayet ettiği Ebu Ümame hadîsi ne şekilde yorumlanacaktır?
Onu İmam Suhârî "Ziraat aletiyle meşgul olmanın ve emrolunan sınırın aşılmasının akıbetlerinden sakındıran haberler" babında zikretmiştir.*
Hafız Ibn Hacer Fethu'l-Bâri'de şöyle der: "Buhârî bu başlıkla Ebu Ümame hadîsiyle, ekip-dİkrnenin fazileti hak-
44~ Suyutî, el-Camiu'l-Kcbir, Bfcz: Elbâni, es-Sakiha, c. 1, s. 12.
Heyserni, Mecmau'z-Zevaid'de naklelmiş ve şöyle demiştir: Bunu, Ahmed ve el-Mu'cemu'l-Kebir'de Taberani rivayet etmiştir. Râvileri güvenilir görülmüştür. Onlar hakkında bazı şeyler soylenmişse de, zararsızdır, (c. 4, s. 67-68) a" Buhâri, Hars 2
264
SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTKM
kında geçen hadîs arasını cem etmeye işaret etmiştir. Bu ise şu iki durumdan birisi ile olur: Bu ya böylesi zemmin neticeye hamledilmesi şeklinde olur. Yani ziraatla meşgul olup, bu sebeple yapmakla emrolunduğu bir vecibeyi yapmamış, mesela farz olan cihad görevini terk etmiş olabilir. Ya da böyle herhangi bir görevi ihmal etmemişse, onun tarladaki sınırı geçtiğine hamledilir.
Bazı sarihler ise şöyle der: Bu, düşmana yakın olan kimseler içindir. Çünkü o, tarımla uğraşırsa, binicilikle uğraşamaz. Ve düşman ona karşı aslan kesilir. Dolayısıyla onların vazifesi binicilikle uğraşmak, başkalarına düşen ise, onların ihtiyaç duydukları şeylerle onlara yardım etmeleridir."46
Hadîsten kastedilen mânânın bu olduğuna ışık tutan haberlerden birisi de Ahmed ve Ebu Davut’un merfu olarak Ibn Ömer'den rivayet ettikleri şu hadîstir: "İyne tarzı*7 ile alış-veriş yaptığınızda, sığır kuyruklarına yapışıp, ziraata dalarak cihadı terk ettiğinizde, Allah size zelilliği musallat eder ve dininize dönünceye kadar onu sizden kaldırmaz."48 İşte bu hadîs, ümmetin- dini görevler karşısında gevşekliğe düşmesine ve dünyadaki görevlerinden olup da riayet etmesi gerekenleri ihmaline uygun bir ceza olarak, kendisine musallat olan zelilliğin sebeplerini açıkça ortaya koymaktadır. Yine İyne ihe alış-veriş, Allah'ın haram kıldığı ve
46' İbn Hacer, a.g.e, c. 5, s. 402.
el-Iynetu: Kişinin malını başkasına vade ile satıp, mah müşteriye teslim etmesi, sonra malın bedelini almadan önce aynı malı, aynı adamdan önceki bedelinden daha az bir nakille satın almasıdır. Bu ise faiz yemek için başvurulan hile (çözüm) şekillerindendir. ™" Elbânî, bu hadisin bütün isnâdlarını sahih görmüştür. cs-Sahiha 1], hususta, "Bey'u'l-Mürabahati li'j-Amiri bi'ş-Şirai" adlı kitabımızda biraz söz ettik.
265
SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM
şiddetli azabını göstermiş olduğu ve onu yapanın Allah'a ve Resulüne savaş ilan etmiş olduğunu bildirdiği hususta -yani faizde- ümmetin küçük düştüğüne ve zahiri helal gibi gözüken ama, batını şüphesiz haram olan çeşitli suretlerde yaptıkları muamelelerle onu yeme çarelerine (hilelere) başvurduğuna delâlet ediyor.
Nitekim, sığır kuyruklarını izlemek ve tarımdan hoşnut olmak, ziraate ve özel işlerde devamlılığa ve özellikle de askerî alanlarla ilgili olanlar başta olmak üzere çeşitli sanatların ihmaline delâlet ediyor.b
Cihadın terkine gelince, bu da yukarıda geçen hususun mantıksal b ir sonucudur.
İşte bütün bu sebeplerle, ümmet dinine dönmedikçe, horluk ve hakirlik onları çepeçevre kuşatır.
a" İbn Hacer, a.g,e, c, 5, s. 402)
"* Tarım ülkesi denilerek sadece tarım ve ziraatla yetinip, her türlü sanayi ve teknolojik çabaları ihmal eden bir çok Müslüman beldelerde görülen ve gittikçe büyüyen gerilemeler ve çoğalan problemler, hadîsin hedeflediği mânâyı ne kadar da desteklemektedir.
266
3- MUHTEÜFU'L-HADÎS ARASINDA UZLAŞTIRMA VE TERCİH
Sabit olmuş şer'î nasslarda asıl olan, birbirleriyle çelişmeme-leridir. Çünkü hak, hak ile çelişmez. Şayet çelişkinin varlığı farz edilirse, bunun ancak zahirinde olup, hakikatte ve pratikte böyle olmadığı görülür. Bizim üzerimize düşen ise, iddia edilen bu çelişkiyi gidermektir.
Herhangi bir zorlama ve saptırma olmaksızın, her ikisiyle birlikte amel edilecek şekilde iki nass arasını cem ve tevfik (birbirine uygun hale getirme) İle çelişkinin giderilmesi mümkün olursa, bu, ikisinden birini tercih yoluna gitmekten daha evladır. Çünkü tercih, iki nassdan birinin ihmali, diğerinin onun üzerine takdim edilmesi demektir.
267
SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM
A- Uzlaştırma, Tercihten Önce Gelir
Zahirleri çelişen -ilk bakışta- metinlerin mânâları ihtilaflı olan sahih hadîslerin arasını uzlaştırma, aralarını cem etme, uyum sağlanıp ihtilaf etmeyecek ve bütünlük sağlanıp çelişmeyecek şekilde her birisini doğru olan yerine koyma da sünnetin iyi anlaşılabilmesi için Önemli hususlardandır.
Burada "sahih hadîsler" dedik- Çünkü zayıf hadîsler bu sahaya girmez. Zayıf hadîslerle, sahihler çeliştiğinde bizden onların arasını cem etmemiz istenmez. Ancak zayıf olduğu halde, sahihmiş gibi almak suretiyle olursa o başka.49
Bunun içindir ki muhakkik âlimler Ebu Davud ve Tir-mizi'deki, erkek âmâ da olsa kadının ona bakmasını haram kılan "İkiniz de mi amasınız?" şeklindeki Ummü Seleme hadîsini, mü'minlerin annesi Aişe ile Fatıma binti Kays'ın rivayet ettikleri hadîse dayanarak reddettiler ki bunların ikisi de Sah ih 'dedir.
Ümmü Seleme (r.a.) dedi ki: "Resûlullah'ın yanındaydım. Yanında Meymune de vardı. Derken Ibn Ümmi Mek-tum çıkageldi. Bu hadîse örtü ile emrolunmanuzdan sonra idi. (Onu görünce) Nebî (s.a.v.): 'Örtünün!' buyurdu. Biz: "Ey Allah'ın Resulü! O, âmâ değil mi? Bizi ne görebilir, ne de bilebilir!' dedik. Bunun üzerine Nebî (s.a.v.): 'Siz de mi âmâsınız? Siz onu görmüyor musunuz?' buyurdu." Bunu Ebu Davud ve Tirmizi rivayet etmiş ve "hasen-sahih hadîstir" demişlerdir. x
Her ne kadar Tirmizi onu sahih görse de hadîsin senedinde Ummü Seleme'nin mevlası Nebehan vardır ki kendisi
"- Asılları ve senedleri olmayan veya uydurma haberlere gelince, bu sahada onların yalan, batıl ve kitaba, sünnete ters düştüğünü açıklama dışında onlarla uğraşmaya gerek yoktur. 50- Ebu Davud, Libas 37, nu: 4112; Tirmizi, Edeb 29, nu: 2778.
268
SÛNMETİ ANLAMADA YÖNTEM
meçhul olup, onu Ibn Hıbban'dan başkası sika görmemiştir. Bunun içindir ki Zehebi onu el-Muğni'de zayıf râviler arasında zikretmiştir.
Bu hadîs, kadının yabancı erkeklere bakmasının caiz olduğuna delâlet eden Sahihayn (Buhârî, Müslim)'da gelen bazı haberlerle çelişmektedir. Mesela Aişe şöyle anlatır: "Ben, mescitte (savaş oyunları) oynayan Habeşiîere bakarken, Nebî (s.a.v.) cübbesiyle beni örtüyordu."51
Kâdî İyâz der ki: "Bunda kadınların, yabancı erkeklerin yaptıklarına bakmasına cevaz vardır. Ancak erkeklerin güzel yönlerine bakmaları ve bununla zevk almayı arzulamaları kadınlara da mekruh olur."
Buhârî'nin bu hadîs için koymuş olduğu bab başlıklarından birisi: "Başkalarını suizanna düşürmeksizin, kadının, Habeşlilere vb. bakması babı" şeklindedir. 52
Bunu yine Buhârî'nin Fatıma binti Kays'tan rivayet ettiği şu hadîs desteklemektedir: "Kocası onu üç talakla boşadı-ğında, Nebî (s.a.v.) ona buyurdular ki: '(Git) İbn Ümmi Mek-tum'un evinde İddet bekle! Çünkü o âmâ bir adamdır. Olur ki elbiseni çıkarırsın ve o seni göremez.'" Daha önce Ümmi Şerik'in evinde iddet beklemesini işaret etmiş, sonra da şöyle buyurmuştur: "O, ashabımın yanına girip çıktığı bir kadındır. Sen, İbn Ümmi Mektum'un evinde iddet bekle..."3 Netice olarak, bu sahih hadîsler varken, zayıflığı sebebiyle Ümmi Seleme hadîsine itibar edilemez.
"" Hadîs muttefekun aleyhtir. Onu Seyhan ile başkaları da çeşitli lafızlarla rivayet etmişlerdir. Genel mânâsı ise birdir. Bkz: el-lii'tüü vel-Mercan, nu: 533 ve Fethu'1-Barî ile birlikte Buhârî, Nikâh 114, nu: 950.
52' Fethu'1-BârÎ, c. 2, s. 445. (Buhârî, Nikâh 114)
a" Buhârî (?), Müslim, Talak 6, nu: 2.36-38; Muvalta, Talak 67; Ebu Davud, Talak 39)
269
SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM
Şu kadar var ki, bu vacip değilse de - bir an için zayıf delili sahih farzetme babından - zayıf hadîs ile sahih hadis arasını uzlaştırmaya çalışmak da caiz olur.
Bunun içindir ki İmam Kurtubi ve başkaları, zikredilen Ümmü Seleme hadîsi hakkında şöyle demiştir: "Sahih olduğu takdirde ise bu, Nebî'den (s.a.v.) hanımların örtüsünde titiz olduğu gibi, onların mahremliğinde de haris olmasından kaynaklanmaktadır. Nitekim buna imamlardan Ebu Davud ve başkaları da işaret etmiştir. "a
Geriye Nebî'nin (s.a.v.) Fatıma bt. Kays'a, Ümmü Şe-rik'in evinde iddet beklemesini emreden sabit ve sahih olan bu hadîsin mânâsı kalıyor. Sonra O (s.a.v.) buyurdular ki: "O, ashabımın yanına girip-çıktığı bir kadındır. Sen İbn Üm-mi Mektum'un evinde iddet bekle! Çünkü o, âmâ bir adamdır. Elbiseni çıkarırsın da seni göremez."
Kurtubi: "Bazı âlimler bu hadîsi, erkeğin, bir kadının baş ve kulak memesi gibi uzuvlannı görmeyeceğine, fakat kadının, erkeğin bu uzuvlarını görmesinin caiz olduğuna delil getirdiler."b demiştir. Ama avret yerleri ise tabiki caiz değildir.
O (s.a.v.), Fatıma'nın Ümmü Şerik'in evinden İbn Ümmi Mektum'un evine taşınmasını emretti. Çünkü bu onun Ümmü Şerik'in evinde kalmasından daha evla idi. Zira, Ümmü Şerik, evine girip-çıkanın çokluğuyla tanınmaktaydı, dolayısıyla orada onu gören çok olacaktı. Ama, İbn Ümmi Mektum'un evinde ise onu kimse görmeyecekti. Dolayısıyla Fatıma'nın gözünü ondan çekivermesi daha kolay ve daha
a- Ebu Davud, Libas 37,)
°~ Kurtubi'deki "Mâ'lS yecüzü" ifadesinde bulunan "lâ" dizgi hatası
olarak düşmüş olmalı.)
270
SÜNNETİ ANLAMADA VÖNTEM
evla idi. Bu yüzden O (s.a.v.) buna ruhsat verdi. En iyisini Allah bilir. ^
I- Kadınların Kabirleri Ziyareti ile İlgili Hadîsler
Kadınları kabirleri ziyaretten men eden hadîslerden biri, Ebu Hureyre'nin şu hadîsidir: "Nebi (s.a.v.) kabirleri ziyaret eden kadınlara lanet etti." Bunu Ahmed, İbn Mâce ve Tir-mizi rivayet etmiş ve "hasen-sahihtir" demişlerdir. Yine onu İbn Hıbban da Sahih'inde rivayet etmiştir. 5*
Aynı şekilde bu, "Kabirleri ziyaret eden kadınlar" lafzı ile İbn Abbas ve Hassan b. Sabit'ten de rivayet edilmiştir. SS Bunu, kadınların cenazeyi takip etmelerini yasaklayan hadîsler de3 desteklemektedir. Bu hükümden hareketle kadınların kabir ziyaretinden men edildiği hükmüne varılabilir. Bu hadîslerin karşısında ise, erkekler gibi, kadınların ziyaretine de izin verildiği anlaşılan diğer hadîsler vardır. Bunlardan birisi, Nebî'nin (s.a.v.) şu buyruğudur: "Sizi kabirleri ziyaretten yasaklamıştım. Artık onları ziyaret edebilirsiniz."56 "Kabirleri ziyaret edin, çünkü o, ölümü hatırlatır." ^7
53~ Tefsiru'l-Kurtubi {Ahkamul-Kur'an) c. 12, s. 228, Darü'l-Kütübi'l-Mısriyye bas k ısı.
5** Tirmizi, Cenah 61, nu: 1056; İbn Mâce; Cemiz 49, nu: 1576; Ahmed, Müsned, c. 2, s. 337; Heysemi, Mevâridü'z-Zamatı 789; Beyhâki, es-Sü-nenü'l-Kübm, c. 4, s. 78; (el-ihsan fi Takribi Sahih-i İbn Hıbban, Cenah. 18, nu: 3179, c. 7, s. 452)
55~ Hadîsin tahriri için bkî: Elbâni, İrvau'l-Ğalü, 761 ve 774 numaralı hadîsler.
a- d-Lü'lüü ve'l-Mercan, nu: 543; Ebu Davud, Cemiz 40; İbn Mâce, Ce-naiz 50)
-*" Ahmed, Müsned, c. 3, s. 38; Hakim, Müstedrek, e. 1, s. 376. Enes'ten rivayet etmişlerdir. Camii's-Sağir, 4584. 57~ Müslim, Cemiz 36, nu: 976-977.
271
SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM
Dolayısıyla kadınlar da bu genel ziyaret izni içine girer.
Onlardan birisi de: Müslim, Nesaî, Ahmed'in Hz. Ai-şe'den rivayet ettiği şu hadîstir: "Ey Allah'ın Resulü, (kabirleri ziyaret ettiğimde) onlara ne diyeyim?" Buyurdular ki: 'Allah'ın selamı, mü'minlerden ve Müslümanlardan bu diyar ahalisinin üzerine olsun. Allah bizden önce gidenlere de, sonraya kalanlara da rahmet eylesin. İnşallah bizler de sizlere katılacağız.' de."58
O hadîslerden biri de: "Buhârî ve Müslim'in Hz. Enes'den rivayet ettikleri şu hadîstir: "Nebî (s.a.v.), bir kabrin yanında ağlayan bir kadına rastladı ve ona şöyle buyurdu: 'Allah'tan kork ve sabret!' Bunun üzerine kadın O'nu tanımayarak; 'Bana karışma! Beni kendi hâlime bırak! Çünkü benim başıma gelen, senin başına gelmedi...' dedi."59
Görüldüğü gibi O (s.a.v.), kadının sabretmeyi sine karşı çıktı da, ziyaretine bir şey demedi.
Onlardan birisi de Hakim'in rivayet ettiği şu haberdir: "Resûlullah'ın (s.a.v.) kızı Fatıma, amcası Hamza'mn kabrini her Cuma ziyaret eder, dua eder ve kabrinin yanında ağlardı."60
Kabir ziyaretine izin veren hadîsler, onu men eden hadîslerden daha çok olmakla birlikte aralarının cem edilmesi ve uzlaştırılması mümkündür. Bu ise, hadîste zikredilen lanetin -Kurtubi'nin dediği gibi- mübalâğa sığasında olan "zevvarat" kelimesinin gerektirdiği bir mânâ olan sık sık ziyaret eden kadınlar üzerine hamledilmek suretiyle olur.
58" Müslim, Cenah 35, nıt: 974; Nesai, Cemiz 103, c. 4, s. 93; Ahmed,
Müsned, c. 6, s. 221.
"" Muttefekun aleyhtir. El-Lü'liiü ve'l-Mcrcan, h. Nu: 533.
*°" Şevkânî, a.g.e, c. 4, s. 166. <Bkz; Hakim, a.g.e, c. 1, s. 377).
272
SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM
Kurtubi der ki: "Belki buna götüren sebep de kocanın hakkının yerine getirilmemesi, açılıp-saçılması ve bağırıp-çağırmadan kaynaklanan şeyler vb. olabilir. Şu halde denilebilir ki; kadınlar bütün bunlardan emin olunca, onlar için izne bir engel yoktur. Çünkü ölümü hatırlamaya erkekler de, kadınlar da ihtiyaç duyar."
Şevkânî der ki: "Bu sözler, zahirde çelişik olan bu hadîslerin cem'inde itimat ediîmesi gereken sözlerdir." 61
Zahirleri çelişik iki veya daha fazla hadîs arasında cem etmek mümkün olmadığında onlar arasında tercihe gidilir ve âlimlerin zikrettiği tercih unsurlarından biriyle, birisi diğerine tercih olunur. Bu unsurları Hafız Suyutî, Tedribu'r-Râ-viaia Takribi'n-Nevevî adlı kitabında saymış ve sayıları yüzü geçmiştir.3
Tearuz ve tercih edilen bu konu, hem fıkıh usûlü, hem hadîs usûlü ve hem de Kur'an ilimleri sahalarına giren önemli konulardandır.
II- Azl Hadîsleri
Örnek olarak azl, yani hanım hamile kalmasın diye erkeğin eşiyle birleşme esnasında meniyi fercin dışına boşaltması hakkında gelen hadîsleri ele alalım: Burada Ebu'l-Berekat İbn Teymiyye (Ibn Teymiyye'nin dedesi)'nin el-Müntekâ min Abrâri'l-Mustafa adlı meşhur kitabının (Azl hakkında gelen hadîsler babı) zikrettiği hadîslere bakalım.
Cabir (r.a.) dedi ki: "Kur'an vahyinin inmeye devam ettiği Resûlullah zamanında biz azl yapıyorduk (Ama bundan nehy edilmedik) .b
bl" Şevkânî, aynı yer.
s~ Bkz: Suyutî, Tedrib, c. 2, s. 198-202
b" Hadîs muttefekun aleyh'dir. Buhârî, Nikâh 96; Müslim, NifcSh 136.
273
sOnnet! anlamada vöntem
Müslim'in rivayeti ise şöyledir: "Biz Resûlullah (s.a-v.) zamanında azl yapıyorduk. O, bunu duydu da, bizi bundan nehyetmedi."a
Yine Cabir (r.a.)'den, bir adam Resûlullah'a geldi ve dedi ki: "Benim bir cariyem var. O bizim hem hizmetçimiz, hem de hurma (bahçesinde) sucumuzdur. Bazen ona uğru-yorum, ama hamile kalmasını da istemiyorum. Bunun üzerine O (s.a.v.) buyurdular ki: 'İstersen azl yap! Ama şüphesiz onun için takdir tecelli edecektir.'"b
Ebu Said'den (r.a.), dedi ki: "Resûlullah (s.a.v.) ile birlikte Benî Mustalık savaşına çıkmıştık ve Araplardan biraz esir almıştık. Hanımlardan ayrı kalmak bize zor geldi. Bunun üzerine (esirlerle birleşip) azl yapmak istedik. Bunu Resûlullah'a (s.a.v.) sorduk: 'Yapmanızda bir beis yoktur, çünkü Allah kıyamete kadar yaratacaklarını yazmıştır.' buyurdu. "c
Yine Ebu Said'den, dedi ki: "Yahudiler 'azl, kız çocuğunu diri diri toprağa gömmenin küçüğüdür' demişlerdi. Resûlullah (s.a.v.) ise şöyle buyurdu: 'Yahudiler yalan söylediler. Zira Allah şayet bir şey yaratmak isterse buna engel olmaya kimsenin gücü yetmez.'"d Ebu Davud'un lafzı ise: "Bir adam geldi ve ' Ey Allah'ın Resulü, benim bir cariyem var ve ona azl yapıyorum. Diğer erkekler gibi ben de beraber olmayı arzuladığım halde hamile kalmasını istemiyorum. Yahudiler ise azlin ...olduğunu söylüyorlar.'"e
a" Müslim, Nifatt 138
b" Müslim, Nikâh 134; Müsned c. 3, s. 312,386; Ebu Davud, Nikâh 49
c' Hadîs müttefekun aleyhtir, el-hü'iüü ve't Mercan, mı: 9)3
d" Müsned, o 3, s. 33, 49,51
<^ Ebu Davud, Nikâh 49
274
SÜNNETİ ANLAMADA YÖMTEM
Zâdü'l-Meâd'da İbnü'l-Kayyim şöyle demiştir: "Hadîsin sıhhati açısından sana bu isnâd yeter. Çünkü râvilerin hepsi sika ve hafızdırlar."8
Usame ibn Zeyd'den rivayet edilmiştir: "Bir adam Resûlullah'a geldi ve dedi ki: 'Ben eşime azl yapıyorum.' Resûlullah ona 'Bunu niçin yapıyorsun?' dîye sordu. Adam: 'Sütüne zarar verip çocuğunu veya çocuklarını etkilemesinden korkuyorum' dedi. Bunun üzerine Resûlullah (s.a.v.) buyurdular ki: 'Eğer bu zararlı bir şey olsaydı, İranlılar ve Bizanslılara zarar verirdi.'"b
Yine Cüdâme62 binti Vehb el-Esediyye'den rivayet edilmiştir. Şöyle demiştir: "Bazı insanlarla beraber Resûlullah'ın huzuruna vardım O şöyle diyordu: 'Çocuk emziren kadınlarla birleşmeyi yasaklamayı düşünmüştüm. Sonra baktım ki Bizanslılar ve İranlılar bunu yapıyorlar ve bu, çocuklarına bir zarar vermiyor (ben de yasaklamaktan vazgeçtim).' Sonra O'na azilden sordular: Bunun üzerine Resûlullah (s.a.v.) buyurdular ki: 'Bu, çocuğu diri diri gömmenin gizlisidir ve o, diri diri gömülen kız çocuğu (hangi günahı yüzünden Öldürüldü? diye) sorulduğu zaman' (şeklindeki ayetin" hükmüne girer.)" {Tekvir- 8,9)c
a" İbn Kayyim, Zâdü'l-Meâd, c. 5, s. 144 b" Müettti, c. 5, s. 203; Müslim, Nikâh 24, nu: 143 "*" Darekutni der ki: "Cudame; cim ve noktasız dal harfiyledir. Zel harfiyle hata etmektedir. Hafız, Askeri'nin de böyle söylediğini söyler. Bir cemaatten onun noktalı zel harfiyle olduğu da nakledilmiştir. Taberi, Cüdâme binti Cendel der. Hadîsçiler ise, İbnetü Vehb der. Tercih olunanı onun ibnetü Cendel el-Esediyye olduğudur. ilk dönemde Mekke'de Müslüman olmuş, beyat etmiş ve kavmi ile birlikte Medine'ye hicret etmiştir. Bkz: Tel&ibu't-Tehzıb, c. 12, s. 405-406. c" Müslim, Nikâh 141
275
SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM
Yine Ömer İbn el-Hattab'dan, onun şöyle dediği rivayet edilmiştir: "Resûlullah (s.a.v.), hür kadına, izni olmaksızın azl yapılmasını yasakladı." Ahmed ve İbn Mâce'nin rivayet ettiği bu hadîsina isnadı o kadar iyi değildir. Ben derim ki; "Çünkü isnadında, İbn Lehfa vardır ki hakkında söylenilenler bellidir. Ancak, Abdü'l-Berrb, Ahmed ve Bey-hâki'nind İbn Abbas'tan rivayet ettikleri şu hadîs ona şahitlik etmektedir: "O (s.a.v.), hür kadının izni olmaksızın azl yapılmasından nehyetti." Nitekim bu, Neylu'l-Evtâr'da da vardır.e
Zikredilen bu hadîslerin hepsinin zahirleri, azlin mubah olduğuna delâlet etmektedir. Bu da cumhur fukahanın varmış oldukları görüştür. Fakat, hür kadının çocuk isteme hakkı olduğundan, ancak onun izni ve rızası ile azl yapılabilir.
Lakin bu da, yukarıda zikredilen Cüdâme binti Vehb hadîsinde "Azlin çocuğu diri diri gömmenin gizlisi olduğu" açıkça ifade edilen ikinci kısımla çelişmektedir.
Alimlerden bazısı bu hadîsle ondan öncekiler arasını cem etmiş ve bunu tenzihe (mekruha) hamletmiştir ki bu, Bey hâki'nin görüşüdür.f
Bazıları ise, sayıca daha çok isnâdla gelen hadîslerle çelişkisinden dolayı bu Cüdâme hadîsini zayıf saymışlardır.
a" Müsned, c 1, s. 31; İbn Mâce, Nikâh 30, mı: 1928
Şevkânî, a.g.e de: "Abdürrezzak ve Beyhâki'nin İbn Abbas'tan rivayet etlikleri..." demektedir. Ic. 6, s. 197) Abdürrezzak yerine dizgi hatası olarak mı Abdü'1-Berr denilmiştir, yoksa, müellifimiz ayrıca ibn Abdû'l-Berr'e mi işaret etmiştir, bilmiyoruz. c' Ahmed, Müstted'de -el-Muccmu'1-Müfehres'm gösterdiği kadarıyla -sadece Hz. Ömer'in haberini vermektedir. d' Beyhâki, es-Sünenti'l-Kübra, e. 7, s. 231 ^~ Şevkânî, a.g.e, e.6, s. 197 f" Beyhâki, a.g.e, c. 7, s. 231,232
276
SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM
Hafız İbn Hacer ise şöyle demektedir: "Bu; sahih hadîsleri, zann (revehhüm) ile defetmektir. Şüphesiz hadîs sahihtir ve cem etme mümkündür."
Bazıları ise onun mensuh olduğunu iddia etmişlerdir. Ancak tarihinin bilinmemesi sebebiyle bu da reddedilmiştir.
Tahavi der ki: "Cüdâme hadîsindeki Resûlullah'ın (s.a.v.) durumunda, kendisine vahiy indirilmemiş bir konuda başlangıçta ehl-i kitaba uygun olmasından dolayı kabul etmiş olması ihtimali vardır. Sonra Allah O'na hükmü bildirmiş ve O da bu hususta Yahudileri yalanlamıştır." İbn Rüşd ve îbn Arabi ise, Resûlullah'ın (s.a.v.) Yahudilere uyarak bir şeyi haram kılamayacağını ve sonra da bu konuda onların yalan söylediklerini açıklayamayacağı gerekçesiyle, Ta havi'yi eleştirmişlerdir.
Onlardan bir kısmı ise Sahih'de sabit olması hasebiyle Cüdâme hadîsini tercih etmiş, isnâdmdaki ihtilaf ve ıstırap sebebiyle karşısrndakileri ise zayıf saymışlardır. Hafız der ki: "Bu onun bir hadîste zayıf görülebileceği, ancak birbirlerini destekleyen hadîslerde ise bu durumun söz konusu olamayacağı, aksine onunla amel edileceği gerekçesiyle reddedilmiştir ki burada da böyledir. Ve cem etmek mümkündür."
İbn H..İ.HI ise diğer hadîslerin mübahlık aslına uygun olması, Cüdâme hadîsinin ise yasaklamaya delâlet etmesi gerekçesiyle Cüdâme hadîsiyle ameli tercih etti ve dedi ki: "Her kim, onun men edildikten sonra mubah kılındığını iddia ederse açıklaması gerekir."
Fakat buradaki Cüdâme hadîsinin yasaklamada açık olmadığı, çünkü, teşbih yoluyla "Çocuğu diri olarak gömme" şeklinde isimlendirilmesin in onun haram olmasını gerektirmeyeceği gerekçesiyle o da eleştirilmiştir.
277
SÜNNETİ ANtAMADA YÖNTEM
İbnu'l-Kayyim de bunları cem etti ve dedi ki: "Resûlullah'ın (s.a.v.) Yahudileri yalanladığı şey onların azl ile birlikte asla hamileliğin tasavvur edilemeyeceği iddialarıdır. Çünkü onlar bunu diri olarak gömme gibi nesli kesmek mesabesinde gördüler. O da bu yüzden onları yalanladı ve 'Allah'ın yaratmayı istemesi halinde hamileliğe engel olunamayacağını' haber verdi. O, yaratmayı dilemediği zaman ise bu hakikatten 'dirice gömmek' olmaz. Nebi onu Cüdâme hadîsinde 'gizli defnetme' olarak isimlendirdi. Çünkü kişi, eşinin hamile kalmasından kaçarak azletmiş, dolayısıyla onun kastı, çocuğu diri diri defnetme cihetine kaymıştır. Fakat ikisi arasındaki fark gayet açıktır: Canlıca defnetmede kasıt ve fiil bir araya gelirken, azl ise sadece kasıtla alâkalıdır. Bunun için onu gizli defnetme şekliyle vasfetti." Bu cem ise kuvvetlidir. Aynı şekilde Cüdâme hadîsi, senedinin sonundaki ziyadeden dolayı da zayıf sayılmıştır. Şöyle ki: Said İbıı Ebi Ey-yub, Ebi'l-Esved'den rivayetinde tek kalmıştır. Halbuki onu, Malik ve Yahya Ibn Eyyub da Ebi'î-Esved'den rivayet etmişler, fakat bu ikisi, o fazlalığı zikretmemişlerdir. Nitekim bu babdaki hadîslerin hepsiyle çelişmesi sebebiyle dört Sitemin sahipleri bu ziyadeyi hazfetmişlerdir.63
Hafız Beyhâki de es-Sümnü'l-Kübra'smda azlin mubah olduğuna hükmeden bir çok hadîs ve eser nakletmiştir. Sonra azli kerih görenler ve bu hususta kendisinden ihtilaflı rivayetler gelen kimseler ve azlin kerahiyeti hakkında rivayet ettiği haberler için özel bir bab tahsis etmiş ve orada Müslim'in tahric ettiği Cüdâme binti Vehb hadîsini de zikretmiştir. Sonra Beyhâki şöyle demektedir: "Bize Resûlullah'dan
63" Ebu'i-Berekat İbn Teymiyye, el-MUnteka, c.Z, s. 561-4, Beyrut-Da-ru'1-Marife basımı.
278
SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM
(s.a.v.) bunun aksi de rivayet edilmiştir. Mubah olduğunu rivayet edenlerse daha fazla ve hıfz açısından daha kuvvetlidir. Sahabeden, isimlerini saydıklarımız yani Sa'd bin Ebi Vakkas, Zeyd ibn Sabit, Cabir İbn Abdullah, İbn Abbas, Ebu Eyyub el-Ensari ve başkaları) onu mubah görmüştür. Dolayısıyla bu daha evlâdır. Onlardan bazılarının bunu kerih görmesi ise haramlıhğa değil de tenziheûı mekruhluğa) hamledilir. En iyisini Allah bilir.64
III- Hadîste Nesh
Hadîsler arasındaki çelişki konusuyla ilgili meselelerden birisi de nesh veya hadîste nâsih-mensuh meselesidir.
Nesh meselesinin Kur'an ilimleri ile ilgisi olduğu gibi hadîs ilimleri ile de ilgisi vardır. Müfessirlerden bazıları, Kur'an-ı Kerîm'de nesh iddiasında aşırı gitmiş, hatta onlardan bazıları, sadece "kılıç ayeti" diye isimlendirdikleri bu ayetin tek başına Allah'ın kitabından yüz ayetten fazlasını neshettiğini iddia etmişler, bununla birlikte "kılıç ayeti"nin hangisi olduğunda görüş birliğine varamamışlardır?!
Hadîste de, birbirleriyle çelişip iki hadîs arasını cem etmek güç olduğunda ve sonra varit olanı bilindiğinde bazı hadîsçiler de nesh görüşüne sığınmaktadırlar.
Gerçekte, hadîsde nesh iddiası, Kur'an'daki nesh iddiasından daha az bir yer tutmaktadır. Oysa, durum bunun tam aksini gerektirir. Çünkü Kur'an'da aslolaıı onun umum için ve ebedi olmasıdır. Amma sünnete gelince, ondan bazısı Resûlullah'ın (s.a.v.) ümmetinin lideri sıfat) ile ümmetin günlük işlerini yönetmesi sebebiyle, cüz'î davalara ve geçici
M" Şevkânî, a.g.e, c. 6, s. 346,350, Daru'l-Cey! (t 6, s. 195-198, Darii't-Turas baskısı).
279
SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM
hallere çözüm getiren hükümlerdir. Ancak hakkında nesh iddia edilen hadîslerin çoğunun iyice araştırıldığında men-suh olmadığı ortaya çıkar. Bazen hadîslerden kimisi ile azimet murad edilirken, bazısıyla da ruhsat murad edilir. Dolayısıyla her iki hüküm de kendi yerlerinde geçerli olur.
Bazı hadîsler bir hal ile, diğer bazıları da başka bir hal ile alâkalı olabilir. Bu durumların başka başka oluşu ise nesh anlamına gelmez. Nitekim kurban etlerinin üç günden sonrası için saklanmasının yasaklanması ve sonra onun mubah kılınması hakkında denildiği gibi. Halbuki bu nesh değildir. Bu konunun ilgili yerinde de açıkladığımız gibi, yasak, bir durum hakkında iken, mübahlık ise başka bir durum hakkındadır.
Burada Hafız Beyhâki'nin Ma'rifetus-Sünen ve'l-Asâr adlı kitabından, İmam Şafii'den (r.a.) gelen bir isnâdla naklet* tiklerini zikretmem iyi olacaktır: "İki hadîsin birlikte kullanılması ihtimali bulunduğunda, her ikisiyle de amel edilir, birisi için diğeri terk edilmez. Fakat iki hadîs arasında ihtilaftan başka bir ihtimal olmazsa, bu ihtilaf için iki yol vardır: 1-Bunlardan birisi nâsih, diğeri mensuhtur. Dolayısıyla nâ-sihle amel edilir, mensuh terk edilir.
2- İkisinin çelişmesi, hangisinin nâsih ve hangisinin mensuh olduğuna dair herhangi bir delâletin olmaması. Burada benimseyeceğimiz hadîsin, terk ettiğimizden daha kuvvetli olduğuna delâlet eden bir sebep olmadıkça birisini bırakıp, Ötekini benimseyemeyiz. Bu, ya iki hadîsten birinin sübutu-nun diğerinden daha kuvvetli olması hali ile olur ki daha sabit olanını benimseriz, veya ikisinden birisinin Allah'ın kitabına veya Resûlü'nün sünnetine daha uygun olması, ya da ilim ehlinin bildiğine daha yakın olması, yahut da Resûlul-
280
SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM
lah'ın (s.a.v.) ashabından çoğunun benimsediği görüşü yansıtması ile olur."
Yine (Beyhâki'nin Şafii'ye varan isnâdıyla) Şafii dedi ki: "Bunun sonucu olarak, nasıl ancak adil olduğu bilinen şahitlerin şahitliği kabul edilirse, hadîslerden de ancak sabit olanı kabul edilir. Ama, hadîs bilinmeyen meçhul bir hadîs olursa, veya onu nakledenler, kendilerinden yüz çevirilmiş kimselerden olursa, sanki o hiç gelmemiş gibi sayılır. Çünkü o, sabit değildir."
Beyhâki dedi ki: "Bu kitaba başvuranların, onda zikredilen Ebu Abdullah'ın, Muhammed ibn İsmail el-Buhârî olduğunu, Ebu'l-Hüseyin'in Müslim İbnü'l-Haccac el-Nişabu-rî (r.a.) olduğunu da bilmesi gerekir. İkisi de, tamamı sahih olan hadîsleri toplayan birer kitap yazmıştır."
Geriye ise, her birisinin sıhhat konusunda tayin etmiş oldukları dereceden düşük olmaları sebebiyle kitaplarında nakletmedikleri sahih hadîsler kalmaktadır. Onlardan bazısını Ebu Davud: Süleyman İbnü'l-Eş'aş es-Sicistanî bazısını Ebu İsa: Muhammed İbn İsa et-Tirmizi; bazısını Ebu Abdurrah-man: Ahmed ibn Şuayb en-Nesaî; bazısını Ebu Bekr: Muhammed ibn İshak ibn Huzeyme (r.a.) rivayet etmiştir. Onlardan her birisi, kitabında, kendi içtihadının öngörmüş olduğu (şartlar ve imkânlar doğrultusunda) rivayetleri toplamıştır.
Rivayet edilen hadîsler üç çeşittir:
Onlardan bir kısmı, hadîs âlimlerinin, sıhhatleri üzere ittifak ettikleri sahih hadîslerdir. Ki mensuh olmadıkça kimse böylesi hadîslerin hilafına hareket edemez.
Bir kısmı ise hadîsçilerin zayıflıkları üzere ittifak ettikleri zayıf hadîslerdir. Bunlara da hiç kimse itimad edemez.
281
SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM
Diğer bir kısmı ise onların, sübutları hakkında ihtilaf ettikleri haberlerdir. Onlardan kimisi, hadîsin bazı râvilerinde görmüş olduğu cerh sebebiyle bir hadîsi zayıf sayarken, başkası bu cerh sebebini görememiştir. Yahut birisi, haberinin kabulünü gerektirecek kadar râvinin haline vakıf değilken, başkası buna vakıftır. Veya onun cerh gerekçesi olarak gördüğü hususu, başkası cerh olarak görmez. Yahut haberin senedinin kopuk (münkatı') veya bazı lafızlarının düşmüş olduğunu, veya râvilerin kimisinin, bazı râvilerin sözünü hadîsin metnine soktuğunu ya da bir hadîsin senedini başka bir hadîsin senedine kattığını (müdrec) kimisi bilir de, bunlar başkasına gizli kalır.
Bunlardan sonra hadîs ilmiyle uğraşanların yapması gereken şey; âlimlerin ihtilaflarını göz önünde bulundurmak, onların bir hadîsi red veya kabul ederken gözettikleri hususları dikkate almak ve sonra da onların görüşlerinden en sahih olanı seçmek olacaktır. Başarı Allah'tandır. ffi
65-
Beyhâki, a.g.e, c. 7, s. 328,332.
282
4- HADÎSLERİN (VÂRİD OLDUĞU) SEBEPLER, ŞARTLAR VE MAKSATLAR IŞIĞINDA ANLAŞILMASI
Nebevi sünnetin en güzel ve doğru bir şekilde anlaşılması için yapılması gerekenlerden birisi de hadîslerin, üzerine bina edildikleri özel sebeplere ve belirli bir illete (gerekçe) bağlı olup-olmadığına bakılmasıdır. Bu ise bazen hadîste açıkça ifade edilirken, bazen de hadîsteki ifadeden çıkartılır ya da hadîste anlatılan olayın akışından anlaşılır.
Hadîsleri inceleyen iyi bir araştırmacı, onlardan kimisinin, muteber bir maslahatı gerçekleştirmek veya belirli zararlı şeyleri gidermek, ya da, o zaman mevcut olan bir probleme çözüm bulmak için, belirli bir zamanın şartlarının gözetildiğini ve onlar üzerine bina edildiğini görür.
Bunun mânâsı ise şudur: Hadîsin taşımış olduğu hükmün, umumî ve devamlı olduğu gözükebilir. Fakat iyice dü-
283
sünnet! anlamada yöntem
şünüldüğündeyse, varlığıyla hükmün var olacağı, yoklu-ğuyla da yine hükmün de kalkacağı bir illet üzerine bina edildiği görülecektir.
Bu ise; -Önceki âlimlerin yazıp da nesilden nesile aktara geldiklerine ters düşse bile- hakkı açıkça söyleyebilmek için edebî bir cesaret ve psikolojik bir kuvvet ile beraber, derin bir fıkha (kavrayışa), hassas bir bakış açısına, tüm nassları kapsayan ilmî bir çalışmaya, şeriatın maksatlarına ve dinin hakikatine iyice nüfuz eden bir idrake ihtiyaç duymaktadır. Bu da kolay bir şey değildir. Nitekim bu Özelliklere sahip olmak, Şeyhü'l-İslâm Ibn Teymiyye'ye, zamanın âlimlerinin çoğunun düşmanlığını kazanmasına mal olmuştur. Öyle ki onlar ona karşı çeşitli entrikalar düzenlemişler ve nihayet birkaç defa hapse atılmış ve orada Ölmüştür. Allah ondan razı olsun. Hadîslerin sağlıklı bir şekilde anlaşılabilmesi için, nassın serdedildiği şartlarla, onları açıklamak üzere ve o durumlara çözüm olarak gelen ilgili hususların da bilinmesi gerekir. Ta ki hadîsten ne murad edildiği dikkatli bir şekilde belirlensin ve zanna dayanarak akla gelen her şey söylenmesin, ondan kastedilmeyen yüzeysel bir mânânın ardına düşülmesin.
Herkes tarafından açıkça bilinen bir husustur ki âlimlerimiz, Kur'an'ın iyice anlaşılmasına yardımcı olan esaslardan birinin de nüzul (ayetlerin iniş) sebeplerini bilmek olduğunu zikretmişlerdir. Ta ki Haricîler ve diğer bazı insanların düşmüş oldukları hatalara düşülmesin! Nitekim onlar, müşrikler hakkında inen ayetleri alıp, onları Müslümanlara tatbik ettiler. Bunun içindir ki Ibn Ömer, Allah'ın kitabının inmiş olduğu hususları değiştirmeleri sebebiyle onları yaratıkların en şerlisi olarak görmektedir. &>
f*~ Beyhâki, Ma'rifelu's-Sünen ve'l-AsaT, c. 1, s. 101-103. Tahkik: Seyyid Ahmed Sakr, Kahire'deki el-Mecİisu'1-A'la li'ş-Şuımi'1-İslâmiyye baskısı.
284
SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM
Kur'an'ı anlamaya çalışan veya onu tefsir eden kimse için nüzul sebeplerini bilmesi gerekince, hadîslerin vürud (söyleniş) sebeplerinin bilinmesi daha da fazla gereklidir.
Bunun sebebi ise Kur'an'ın, tabiatıyla umumî ve ebedî olmasıdır. Bazı esaslar ve ibretler alınması dışında, cüz'î şeyleri, detayları ve geçici şeyleri arz etmesi onun şanından değildir.
Sünnete gelince, o çok defa bölgesel, cüz'î ve anlık problemlere çözüm getirir. Yine onda Kur'an'da bulunmayan hususlar ve detaylar vardır.
Bu yüzden neyin nass, neyin âmm, neyin geçici ve neyin kalıcı ve neyin cuz% neyin külli olduğunu ayırt etmek gerekir. Çünkü onlardan her birinin ayrı hükmü vardır. Netice olarak hadîsin siyakına, ilgili hususlara ve sebeplere bakmak, Allah'ın muvaffak kıldığı bir kimsenin sünneti dosdoğru anlamasına yardım eder.
"Sİz Dünya İşini Daha İyi Bilirsiniz." Bunun misali; iktisadî, siyasî ve sosyal alanlarda Şeri'atın hükümlerinden kaçmak için bazı insanların dayanmış oldukları "Siz dünyanızın işlerini daha iyi bilirsiniz" ö7 hadîsidir. Çünkü -onların iddia ettikleri gibi- bu alanlar, bizim dünyamızın işlerindendir ve biz onları daha iyi biliyoruz. Zaten Resûlullah onları bize bırakmıştır!!
Acaba hadîs-i şerifin kastettiği bu mudur? Asla! Çünkü insanlar için adalet kural ve ölçülerini koymak, dünyadaki haklar ve görevler ile ilgili esasları bildirmek, Allah'ın, Resullerini gönderme sebeplerindendir. Ta ki ölçüleri karıştırmasın ve onlar sebebiyle yollar ayrılmasın. 67~ Skz. Salibi, a.g.e, c. 3, s. 347-350.
285
SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM
Nitekim Yüce Allah şöyle buyuruyor: "Andolsun ki peygamberlerimizi belgelerle gönderdik. İnsanların doğru hareket etmeleri için peygamberlere kitap ve ölçü indirdik." (Ha-did, 25)
Bundan dolayı, alış-veriş muamelelerini, ortaklık, rehin, kira, borç vb. işleri düzenleyen kitap ve sünnet nassları gelmiştir. Nitekim Allah'ın kitabındaki en uzun ayet "borçların" düzenli bir şekilde yazılması hakkında inen şu ayettir: "Ey inananlar! Birbirinize belirli bir süre için borçlandığınız zaman onu yazınız. İçinizden bir katip doğru olarak yazsın-.." {Bakara, 282)
"Siz dünyanızın işlerini daha iyi bilirsiniz" hadîsini, onun vürud sebebi açıklamaktadır. Bu ise hurmaları aşılama kıssasında Hz. Peygamberin onlara aşılama hakkında, zan-na dayanan görüşüyle işaret etmesidir. O {s.a.v.), ziraat erbabından değildir, ziraat olmayan bir vadide yetişmiştir. Ensar ise, bunu vahiy veya dinî bir emir sanmış ve aşılamayı terk etmiştir. Meyveler üzerinde bunun kötü tesiri olunca şöyle buyurmuştur: "Ben ancak zannım ile (daha iyi olacağını) sandım. Dolayısıyla beni zannım sebebiyle eleştirmeyin..."3 Sonunda da "Siz dünyanızın işlerini daha iyi bilirsiniz" buyurmuştur. İşte hadîs böyle bir durumda söylenmiştir.
"Ben Müşrikler Arasında Oturan Her Müslümam uzağım."
"Ben, müşrikler arasmda oturan her Müslümandan
uzağım. Çünkü birbirlerinin ateşlerini göremezler." ^ hadî-
siyle başka bir misal verelim: Özellikle âlemin birbirine yak-
3' Müslim, Fedail 139-141)
^ Müslim, Fedail 38, nu: 141-2363 (Hz. Aişe ve Enes'ten rivayet edilmiştir.)
286
SÜNNETİ AMLAMADA YÖNTEM
laşıp -ediplerden birisini de dediği gibi- sanki büyük bir şehir olmasından sonra, öğrenim, tedavi, iş, ticaret, seyahat vb: asrımızda ortaya çıkan birçok ihtiyaca rağmen, bazıları bu hadîsten, genel itibarıyla Müslüman için, Müslüman olmayanların beldesinde oturmasının haram olduğunu anlayabilir.
Halbuki hadîs -AHâme Keşid Rıza'nın da dediği gibi-Nebî'ye (s.a.v.) yardım etmeleri için Mekke'deki Müslümanların müşriklerin yanından hicret etmelerinin vacipliği hakkında vârid olmuştur. Bunu Sünen sahipleri rivayet etmişlerdir. Ama Ebu Davud'a gelince o, onu Cerir İbn Abdullah hadîsinden rivayet etmiş ve bir topluluğun da Cerir'i zikretmediklerini yani onu mürsel olarak rivayet ettiklerini söylemiştir. Nesaî de bununla yetinmiştir. Yine Tirmizi de bunu mürsel olarak rivayet etmiş ve "En sahihi budur" demiştir. Buharı1 nin de bu mürseli sahih gördüğünü nakletmiştir. Lakin Buhârî, onu Sahihinde rivayet etmediği gibi, hadîs onun şartına da uygun değildir. Mürsel haberlerin delil olarak kullanılması hususunda usûl ilminde meşhur ihtilaflar vardır. Hadîsin lafzı ise şöyledir: "Nebî (s.a.v.) Hassan denilen yere bir öncü birlik (seriyye) gönderdi. Onlardan bazı insanlar secdeye kapandılarsa da bunu nazar-ı itibara almaksızın derhal onları öldürdüler. Bu durum Nebî'ye (s.a.v.) ulaşınca, O, bundan dolayı onlara yarım diyet vermelerini emretti ve şöyle buyurdu: 'Ben müşriklerin arasında oturan her Müslümandan uzağım.' 'Niçin ey Allah'ın Resulü?' dediler. 'Çünkü, birbirlerinin ateşlerini göremezler.' buyurdular,"3
a" Burada ateşlerinin gözükmemesi; iki zümre arasındaki ikili ilişkilerin, haberleşmenin, yardımlaşma ve dayanışmanın, birbirlerine karşı güvensizliği ifade etmektedir.)
287
SÜNMETİ ANLAMADA YÖNTEM
Onlar Müslüman oldukları halde, Nebî (s.a.v.) haklarında yarım diyet emretti. Çünkü onlar, Allah ve Resulüne karşı savaşan müşriklerin arasında yaşamaları sebebiyle kendileri, kendi aleyhlerine yardım ettiler ve böylece bütün olan haklarının yarısını düşürmüş oldular.69 Yine Allah ve Resulüne yardımdan geri kalmayı doğuran böylesi ikametlere {Kur'an'da da) şiddetle karşı çıkılmıştır. Nitekim Yüce Allah böyleleri hakkında şöyle buyurmuştur: "İnanıp da hicret etmeyen (müşrikler arasında yaşayan)lere gelince, onlar hicret edinceye kadar onların velayetinden size bir şey yoktur. Fakat onlar dinde yardım isterlerse (onlara) yardım etmeniz gerekir. Yalnız, aranızda antlaşma bulunan bir topluma karşı yardım etmeniz olmaz." (Enfal, 72)
Görüldüğü gibi burada Yüce Allah, hicret vacip olduktan70 sonra, hicret etmeyenlerle dostluğu ve yönetim sorumluluklarını ortadan kaldırmıştır. Dolayısıyla Nebî'nin (s.a.v.) "Ben müşrikler arasında oturan her Müslümandan uzağım" sözünün mânâsı, 'öldürüldüğü zaman kanından beriyim (sorumlu değilim)' demektir. Çünkü böyle birisi İslâm devletine karşı savaşanlar arasında ikamet etmekle kendisini buna arz etmiş demektir.
Bu misalden çıkarılan netice ise: Hakkında nassta ifade edilen şartların değişip, istenilen maslahatın, defedilen mef-
69~ Ebu Davud, Cihad 105, nu: 2645; Tirmizi, Siyer 42, nu: 1604, Nesaî, Kasame 27.
"*" Diyetin yanya düşürülmesinin illeti hakkında İmam Hattabi şöyle demektedir: Çünkü onlar kafirler arasında oturmalanyla kendi aleyhlerine yardımcı oldular. Böylece tıpkı, başkasıyla ortaklaşarak kendi canına kıymasıyla helak olan kimse gibi oldular ve diyetten kendi cinayetinin payı düştü. (Bkz. Ebu Davud, Cihad 105, nu: 4645 ve dipnotlar.)
288
SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM
sedetin ardında yattığı hissedilen illetin yok olmasıyla, bu nass ile daha önce sabit olan hükmün de ortadan kalktığı anlaşılır. Zira hüküm, illetin varlığıyla var, yokluğuyla da yok olur.
"Kadının Mahremiyle Beraber Yolculuk Yapması."
Bu konu ile ilgili olarak vereceğimiz misallerden birisi de Sahihat/n'da İbn Abbas ve başkalarından merfu olarak gelen şu hadîstir: "Bir kadın, ancak beraberinde (kocası veya kendisine nikâh düşmeyen) mahremi olduğu halde yolculuk yapabilir."71
Bu yasağın arkasındaki illet; yolculuğun deve, katır ve eşek üzerinde yapılıp, genellikle de neredeyse yerleşim merkezleri ve yaşayanların pek bulunmadığı sahra ve çöllerin aşıldığı bir zamanda kocasız ve mahremsiz yolculuğundan dolayı kadın hakkındaki korkudur. Böylesi bir yolculukta kadının kendisine bir kötülük yapılmasa dahi en azından hakkında kötü şeyler şüyu bulabilirdi.
Fakat -asrımızda olduğu gibi- durum değişip, yolculuğun en az yüz veya daha fazla yolcunun bindiği uçak, yahut yüzlerce yolcu taşıyan bir trende yapılması halinde ise, yalnız başına yolculuk yapan kadın hakkında korkmaya gerek yoktur. Dolayısıyla bu hususta şer'an kadın hakkında bir günah (güçlük) yoktur ve bu, hadîse muhalefet de sayılmaz. Bilakis bunu, Buhârfdeki Adiyy İbn Hatim'in merfu olarak rivayet ettiği şu hadîs destekleyebilir: "Bir kadının Hira denilen yerden çıkıp, kocası olmaksızın tâ Beyt'e (Kabe'ye) kadar gelmesi yakındır." n
71
Müellif yukarıda rakam koyduğu halde, dipnotu herhalde unutmuş olmalı, ikinci baskısında da aynı durum söz konusu. '2' Muttefekun aleyhtir. Bkz: ei-Lii'lüii ve'i-Mercan, 850 ııo'lu hadîs ve ondan önceki üç hadîs S47-849.
289
sünneti anlamada yöntem
Hadîs, İslâm'ın zuhurunu, onun nurunun âlemlerde yükselmesini ve yeryüzünde güvenliğin yayılmasını methetmek üzere söylenmiştir ki bu aynı zamanda böylesi yolculuğun caiz olduğuna delâlet etmektedir. Nitekim bu hususta İbn Hazm da bu hadîsi delil göstermiştir.
Yine bu konuda bazı imamların, bir kadının mahremi ve kocası olmaksızın güvenilir kadınlarla birlikte veya kendilerine güvenilen bir cemaat ile hacc yapmasını caiz gördüklerini bulmamızda şaşılacak bir şey yoktur. Nitekim Hz. Ömer döneminde Hz. Aişe ve mü'minlerin annelerinden bir grup, yanlarında mahremleri olmaksızın haccetmişlerdir. Hatta Buhâri’nin Sahih'inde olduğu gibi Osman İbn Affan ve Abdurrahman ibn Avf onlara arkadaşlık etmişlerdir.
Dahası imamlardan bazısı "güvenilir bir kadın yeter" demektedir.
Bazıları ise yol güvenilir olduğunda kadın tek başına yolculuk yapabilir demektedir ki bunu Şafiilerden Mühezzeb sahibi de doğru bulmaktadır.
Bu, hacc ve umre yolculuğundadır. Şah'îlerin bazıları ise bunu bütün seferler için gerekli görmüştür. ^
"İmamlar Kureyş'tendir."
Yine bu cümleden olarak "İmamlar Kureyş'tendir" 74 hadîsini zikredebiliriz.a İbn Haldun bunu, Nebî (s.a.v.) yaşadığı dönemde Kureyş'in sahip olduğu ve halifelik ile krallığın üzerine kurulacağı kuvvet ve asabiyeti dikkate aldığı
73' Buharı, Meıiakıh 25.
'*" Fethu'I-Bâri, c. 4, s. 446 ve devamı, Halefai baskıcı.
a' Bu konuda ilmî geniş bir tetkik için Bkz: Hatipoğlu, Mehmet Said,
Hilafetin Kureyşlilıği, A. Ü. İ. F. Dergisi, jodll. 1-93 Ankara- 1978
290
SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM
şeklinde tefsir etmiştir. O, şöyle demektedir: "Kureyşlilik şartının, sadece onlarda bulunan asabiyet ve üstünlük sebebiyle çekişmelerini defetmek için olduğu sabit olunca, bunun Kureyş'in bizzat kendisinin değil ancak ondaki yeterlilik olduğunu kavradık ve bu şartı ona gönderip, illeti Ku-reyşlilikten kastedilen şeye şamil kıldık ki o da asabiyetin bulunmasıdır. Bu yüzden Müslümanların başına geçecek yöneticilere başka kavimlerin de uymaları ve iyi bir himaye gerçekleştirebilmeleri için aynı asırda ve bir arada yaşayan insanlara karşı güçlü bir asabiyet sahibi bir kavimden olmalarını şart koştuk..."75
Nassların İlletlerini ve Bağlamlarını Göz Önünde Tutmak Hususunda Sahabe veTabiunun metodları
Hadîslerin bağlamlarını ve illetlerini göz önünde bulundurma metodunu ilk uygulayanlar, sahabe ve onlara güzelce uyan tabiilerdir. Onlar, bazı hadîslerin Resûlullah devrindeki belli bir durumu ele aldığını ve sonradan bu durumun değiştiğini görür görmez bu tür hadîslerin zahiriyle ameli terk etmişlerdir.
Nebî'nin (s.a.v.) Hayber'i, fetheden ashabı arasında taksim etmesine rağmen, Hz. Ömer'in Irak arazisini taksim etmeyip Müslüman nesiller için devamlı bir güç kaynağı olsun
75~ Ahmed, Müsned, c. 3, s. 129, 183'de Enes'ten rivayet etmiş olup, Heysemi'nin Mecıttau'z-Zevaid, c. 5, s. 192'de dediği gibi râviler sikadır. El-Münziri, et-Terğib ve't-Terhıb'de isnadı (ceyyid) iyiidr der. Bkz: Münlef-a adlı kitabımızın 1299 no'lu hadîsi. İmam Ahmed: "Yöneticiler Kureyş'tendir" lafzıyla başka bir hadîs rivayet etmiştir, c. 4, s. 421-4. Heysemi diyor ki: "Sükeyn ibn Abdülaziz hariç- ki o da sikadır- hadîsin râvileri, Sahih'in râvileridir." Münziri de "râviler sikadır" diyor. Bkz: Miintaka, 1300.
291
SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM
diye orayı sahiplerinin elinde bırakmayı ve araziye vergi (haraç) koymayı daha uygun görmesi de bu tür durumlardandır. Bu durumda İbn Kudame şöyle demektedir: "Nebi" nin (s.a.v.) Hayber'i taksimi İslâm'ın başlangıcında ihtiyacın çok olduğu bir zamandaydı ve bunda ümmetin maslahatı vardı. Daha sonra ise bu maslahat, arazinin, sahiplerinin ellerinde bırakılması şeklinde belirginleşti ve bunun yapılması vacip oldu."76
Hz. Osman'ın Yitik Develer Hakkındaki Tavrı
Bunun bir başka misali de şudur: Nebî'ye (s.a.v.) yitik develerden sorulunca. O, onların alınıp-toplanılmasını yasaklayarak şöyle der: "Ondan sana ne? Onun güçlü ayakları ve bünyesinde de suyu vardır. Sahibi buluncaya dek suyunu içer ve ağaçlardan yer."77
Hz. Peygamber zamanında ve Ebu Bekir'le Ömer (r.a.) devirlerinde bu uygulama böylece devam etti. Yani yitik develer, Resûlullah'ın emrine uyularak, kendilerini koruyabildikleri ve çölleri aşmaya dayanıklı ayakları sayesinde çöllerde yiyecek ot ve içecek su bulup, işkembelerinde depo edebildikleri sürece, sahipleri tarafından bulununcaya kadar kendi hallerine bırakılır, onları kimse alıkoymazdı.
Sonra Osman İbn Affan dönemi geldi. Muvatta'da rivayet ettiğine göre İmam Malik, Ibn Şihab ez-Zührî'nin şöyle dediğini işitmiştir: "Ömer İbn Hattab zamanında yitik develer o kadar çoğalmıştı ki, sağda solda yavrularlardı da kimse onlara dokunmazdı. Hz. Osman halife olunca bunların
7^~ Bkz. İbn Haldun, Mukaddime, c. 2, s. 586, Lecnetu'l-Beyani'I-Ara-bi'nin ikinci baskısı. Dr. Ali Abdülvehhab Vafi'nin tahkikiyle. "* İbn Kudame, Muğni, c. 2, s. 598, Neşru'l-Sekafetu'l-tslâmiyye matbaası, Mısır.
292
SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM
toplanıp ilan edilmesini, sahipleri çıkmazsa satılıp sonradan sahipleri bulunduğunda paralarının verilmesini emretti."^
Hz. Osman'dan sonra, durum biraz daha değişti. Şöyle ki, Hz. Ali yitik develerin, sahipleri adına korunmak üzere tutulmalarında Hz. Osman'ın fikrini kabul etmekle beraber, bunların satılarak paralarının verilmesinin, sahiplerini zarara sokabileceği görüşündeydi. Çünkü, devenin bedeli bizzat devenin yerini tutamaz ve sağladığı faydayı sağlayamazdı. İşte bu yüzden Ali bin Ebu Talip develerin toplanılarak Bey-tü'l-Mal tarafından bakılmalarına ve sahipleri çıkınca da teslim edilmelerine karar verdi.
Hz. Osman ve Ali'nin bu yaptıkları, Peygamberin (s.a.v.) hükmüne muhalefet değildi. Bilakis onlar bu emrin maksadını göz önünde bulundurmuşlardı. Çünkü insanların ahlâkı bozulmuş, hak-hukuk anlayışı zayıflamış ve bir takım kimseler harama el uzatır olmuşlardı. Böyle bir yerde yitik deve ve sığırları kendi hallerine terk etmek, onları zayi etmek ve sahiplerine bir daha dönmemelerine sebep olmak olurdu. Bu ise Hz. Peygamber'in onları toplama yasağıyla katiyyen kastetmediği bir şeydi. Binaenaleyh, bu mahzurun ortadan kaldırılması icap ediyordu.
Değişen Bir Örf Üzerine Bina Edilmiş Nasslar
Yukarıya ilâve edilebilecek hususlardan birisi de nassların, peygamberlik asrında varken daha sonraki asırlarda değişmiş olan, o döneme ait örf üzerine bina edilip-edilme-diğine bakılmasîdır. Böylesi bir durumda, hadîsin lafzına harfiyen bağlanmayıp, nassdan kastolunan şeye bakmamızda bir sakınca yoktur.
7&- Şevkânî, Nq/lü'l-£viar, c. 5, s. 33S, muttefekun aleyh o!an bir hadîstir. (Bkz: e-lü'İüü ve'l-Mercan, tıu: 1123)
293
SÜNNETİ ANLAMADA VÖNTEM
"Buğday ile buğday, aynı şekilde arpa, hurma ve tuz, ölçeği ölçeğine, misli misline, altın ve gümüş ise tartısı tartısına (fazlalık alınmaksızın değişirilir)." mealindeki hadîste sözü geçen ribevî {faiz olabilecek) bu sınıf mallarla ilgili olarak İmam Ebu Yusuf'un görüşünü fıkıh âlimleri bilirler. Ebu Yusuf'a göre hadîsde geçen sınıflarda ölçüye mi, yoksa tartıya mı itibar edileceği, örfe bağlı bir husustur. Bu bakımdan, Örf değişirse, mesela -asrımızda olduğu gibi- hurma ile hız tartı ile alınır-satılır hale gelse, muamelenin yeni örfe göre yapılması icap eder; dolayısıyla hurmanın hurmayla, tuzun tuzla -ölçü olarak farklı bile olsa- tartıyla eşit olarak satışları caiz olur.
Bu ise, İmam Ebu Hanife'nin ve Hanefi kitaplarının şu görüşüne muhaliftir: "Peygamber'in (s.a.v.), hakkında ölçek itibarıyla fazlalığı haram kıldığı mallarda ebediyen ölçeğe itibar edeceklerdir, hatta insanlar bu mallarda ölçek kullanmayı terk etseler bile. Yine Resûlullah'ın haklarında tartı ile fazlalığı haram kıldığı mallarda, daima tartıya itibar edilecektir; hatta insanlar bu mallarda tartı kullanmayı bıraksalar bile."
İşte bu görüşe göre hurma, tuz, buğday ve arpanın kıyamet gününe kadar ölçekle alınıp -verilmesi gerekir. Bu ise insanlar için bir zorlaştırmadır; halbuki bu hükmü koyanın böyle bir maksadı yoktur. Şu halde doğru olan, Ebu Yusuf'un söylediğidir.
Nassm bilâhare değişikliğe uğrayan bir örfe bağlı olarak vârid olabildiğinin en açık örneklerinden biri de, Pey-gamber'in nakitlerin zekatınında, biri gümüşten ikiyüz dirhem (595 gr.) diğeri de altından 20 miskal (85 gr.) olmak üzere iki çeşit nisab takdir etmiş olmasıdır. Çünkü o zaman bir dinar on dirheme müsavi bulunuyordu.
Fıkhu'z-Zekat adlı kitabımda da açıkladığım gibi, haki-
294
katte Peygamber (s.a.v.), zekat için iki ayrı nisab koymayı kastetmiş değildir. Aksine onun kastı tek bir nisabdır. Bu nisaba kim malikse o, zengindir ve zekat vermesi gerekir. O nisab ise, nübüvvet asrında tedavülde bulunan iki para cinsiyle (altın ve gümüşle) takdir edilmiştir. Dolayısıyla bu konudaki nass, o gün geçerli olan örf ve teamüle göre vârid olmuş ve zekat nisabını, birbirine tamamen eşit iki meblağa göre belirtmiştir. Günümüzde ise durum tamamen değişmiş ve gümüş fiyatları altına göre korkunç bir düşüş göstermiştir. Bu durumda zekat nisabını, birbirinden oldukça farklı değerler ifade eden iki meblağ üzerinden taktir etmemiz, mesela "85 gr. altın veya 595 gr. gümüşe muadil parası olan kimse zekat verecektir." dememiz caiz değildir. Çünkü bu durumda altın nisabının kıymeti, güm üşün kinden on misli kadar fazladır. Böyle olunca, mesela bir miktar Ürdün dinarına veya Mısır cüneyhine sahip olan bir kimse, "paranın nisabını gümüş üzerinden hesaplarsak sen zenginsin, zekat vermen gerekir," deyip de, bundan kat kat fazla parası olan birine de "paranın nisabını altın üzerinden hesaplarsak sen fakirsin" dememiz de makul olmaz.
Günümüzde bu durumdan kurtulmanın yolu paralarda zekatı gerektiren şer'î zenginliğin asgarî haddini ifade eden bir tek nisabın belirlenmesidir. Allah rahmet eylesin, büyük Üstad Şeyh Muhammed Ebu Zehra ve merhum meslektaşları Şeyh Abdülvehhab Hallaf ile Şeyh Abdurrahman Hasen, 1952'de Şam'da verdikleri zekat konferansında bu görüşe kail olmuşlar ve zekat nisabının, yalnızca altın üzerinden hesap edilmesine karar vermişlerdir. Zekat hakkındaki araştırmamda benimde tercih ve teyid ettiğim görüş bu olmuştur.79
79' Bkz: Fıkhrz-Zektıt, c. 1, s. 261-265.
295
SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM
Âkile'nin Hz. Ömer (r.a.) Döneminde Değişmesi
Peygamber'in hata ile ve şibh-i amd (kasta benzer) öldürmelerde diyeti katilin akrabaları olan âkilesine yüklemesi de zamanın sonradan değişen örfüne bağlı olan nasslar-dandır. Fukahadan bazıları Peygamber'in verdiği bu hükmün zahirine tutunarak âkilenin daima katilin erkek akrabaları olması gerektiğine hükmetmişlerdir de Asr-ı Saadette, kişinin en büyük yardımcısı ve destekçileri erkek akrabaları olduğu için, Resûlullah'ın (s.a.v.) diyeti onlara yüklediğini göz önünde bulundurmamışlardır. Hanefiler ve diğer bazıları ise bu görüşte olan fukahaya muhalefet ederek, Hz. Ömer'in (r.a.) kendi döneminde diyeti divan ehline yüklemiş olmasını delil göstermişlerdir. İbn Teymiyye, bu konuyu Feteva'sında ele almış ve şöyle demiştir: "Peygamber (s.a.v.), diyeti âkileye yüklemiştir. Âkile kişiye yardım eden ve ona destek olan kimselerdir. Resûlullah'ın (s.a.v.) devrinde, kişinin erkek akrabaları idi. Hz. Ömer (r.a.) ise kendi kendi döneminde diyeti divan ehline yükledi. Bu sebepten diyetin kime ait olacağı hususunda fukaha ihtilaf etti ve şöyle denildi: "Burada esas olan, acaba âkile; şeriatça tahdid ve tayin edilmiş belli kimseler midir? Yoksa herhangi bir tayin söz konusu olmaksızın kişinin yardımcı ve destekçileri midir?"
Fukahadan birinci görüşü esas alanlar; "Diyet ancak akrabaya düşer" demişlerdir. Çünkü akrabalar, Resûlullah (s.a.v.) devrinde âkile idi, İkinci görüşü esas alanlar ise demişlerdir ki; "Yerine ve zamanına göre kişiye kimler yardım ediyor ve kolluyorlarsa âkile onlardır. Peygamber devrinde kişinin yardımcı ve arka çıkanları akrabaları idi. Bundan dolayı da âkile onlardı. Çünkü Resûlullah (s.a.v.) zamanında divan ve atiyye (maaş vs.) diye bir sistem yoktu. Hz. Ömer
296
(r.a.), kendi döneminde divan sistemini kurunca, her birliğe bağlı bulunan askerlerin akraba olmasalar dahi birbirlerine yardım edecekleri ve birbirlerini kollayacakları belliydi. Dolayısıyla âkile de onlardı." Sahih olan bu ikinci görüştür. Yani hallerin değişmesiyle âkile olacaklar da değişir. Yoksa, batıda oturan bir adam düşünün, yardımcı ve destekçileri oradadır. Bu durumda nasıl olur da âkilesi doğuda bir memlekette oturan kimseler olabilir? Hatta belki de onun doğuda oturan akrabalarıyla hiçbir ilgisi kalmamış ve herhangi bir haberleşmesi yokken! Bir kimsenin mirasını orada bulunmayan gaib veresesi için muhafaza etmesi mümkündür. Çünkü Resûlullah (s.a,v.), katil bir kadının diyetini asabesine, mirasını ise kocasına ve oğullarına verdirmiştir. Yani bu varis başka, âkile başka bir şeydir. **
Fitir Sadakası
Sabit olan hususlardandır ki, Resûlullah (sav.) fıtır sadakasını veriyor ve onun bayram günü sabah namazından sonra, bayram namazından önce verilmesini emrediyordu.11
Toplumun hacminin küçük olması, halkın birbirini tanıması, ihtiyaç sahiplerinin bilinmesi ve evlerinin yakın olması gibi sebeplerle ona müstehak olan kimselere çıkarıp ulaş-tırmak için bu vakit yeterli idi ve bunda herhangi bir problem de yoktu.
Fakat daha sahabe asrında, toplum genişleyip, evler uzaklaşıp, fertler çoğalıp da araya yeni unsurlar girince fıtır sadakasını verebilmek için sabah namazıyla bayram namazı arasındaki bu vakit yeterli gelmemeye başladı. İşte sahabe-
60" İbrt Teymiyye, Mecmuu Feteoa, e. 19, s. 255, 256. a" İbn Teymiyye, Mecmuu Tetevâ, c. 9, s. 255, 256)
297
SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM
nin fıkhı (ince kavrayışı) neticesindedir ki, onu bayramdan bir veya iki gün önce vermeye başlamışlardır.
Müctehid fakihlerden kendilerine uyulan imamlar devrinde ise toplum daha da genişledi ve zorluklar biraz daha artmış oldu. Bu sebeple Hanbeli mezhebinde olduğu gibi Ramazan'ın yarısından, hatta Şafiî mezhebinde olduğu gibi, Ramazan'ın başından itibaren verilmesini caiz gördüler.
Yine sünnette belirtilen yiyecekler üzerinde kalmayıp, her bölgenin genelinde yediklerini onlar üzerine kıyas ettiler (ve onlardan da vermeyi caiz gördüler).
Dahası onlardan bazıları, özellikle fakir için daha faydalı olduğunda sadaka yerine onun kıymetini verilmesinin caiz olduğunu da ilave ettiler. Bunlar ise Ebu Hanife ve ashabıdır. Çünkü sadakadan maksat böylesi kutsal bir günde fakirleri ihtiyaçtan kurtarmaktır. Bu ise yiyecekle gerçekleşebildiği gibi, onun kıymetini,ödemekle de gerçekleşir.
Belki, özellikle asrımızda, kıymetin ödenmesi onların yiyecek ihtiyacını gidermekten daha faydalıdır. Ve bunda Nebevî nassta kastedilen şeye riayet, onun ruhunun tatbiki vardır ki, gerçek fıkıh da işte budur.
lafız ile Ruh ya da Zahirler ile Maksatlar Arasında Sünnet
Sünnete harfiyen sarılmak, dış görünüşüyle, ona sarılmak gibi olsa da, bazen sünnetin ruhunu ve ondan kastolunanı yerine getirmek olmayacağı gibi, hatta tam onun zıddı bile olabilir.
Mesela Ebu Hanife ve ashabının mezhebinde olduğu gibi fıtır sadakasının kıymetinin nakit olarak verilmesine şiddetle karşı çıkanları örnek alaiım. Ki bu aynı zamanda Ömer ibn Abdülaziz ve daha başka selef fakihlerinin de görüşüdür.
298
SÜNNETİ ANLAMA[JA YÖNTEM
Buna şiddetle karşı çıkanların delilleri: Nebî (s.a.v.), onun, hurma, kuru üzüm, buğday ve arpa olmak üzere yiyeceklerin belirli sınıflarından verilmesini vacip kılmıştır.a Şu halde bize gereken, Resûlullah'ın (s.a.v.) belirlediği hususlarda durup, re'y (görüş)imizle sünnete ters düşmememizdir.
Halbuki bu kardeşler, bu iş üzerinde gerektiği gibi düşünmüş olsalar, -zahirde Nebî'ye (s.a.v.) tâbi olsalar da- hakikatte kendilerini ona muhalefet ettiklerini göreceklerdir. Yani bununla onların sünnetin cismine önem verip, ruhunu ihmal ettiklerini kastediyorum.
Aslında Resûîullah (s.a.v.) çevre ve zamanın şartlarına riayet etmiş ve böylece fıtr sadakasını, insanların, ellerinde bulunan yiyeceklerden vermelerini vacip kılmıştı. Çünkü bu verene daha kolay, alan için daha faydalıydı.
Altın ve gümüş şeklindeki nakitler ise Araplar ve özellikle de çöl halkı arasında ender idi. Yiyecek vermeleri onlar için daha kolaydı. Yoksullar da ona muhtaç idiler. Bunun için sadaka, onlara kolay gelen şeylerden farz kılındı.
Hatta O (s.a.v.) deve, koyun ve sığır sahibi olan köylülerin daima ellerinde bulunması ve vermeleri kolay olması hasebiyle fıtır sadakasını yağı alınan sütten süzülüp, katı hale getirilen "ekıt (çökelek, keş, peynir vb.)"ten vermelerine bile müsade etmiştir.1"
Ama durum değişip de, paralar daha bol, yiyecekler ise azaldığında, fakirin bayramda o yiyeceklere değil de gerek kendisi ve gerekse ailesi için başka şeylere ihtiyaç duyduğunda, sadaka değerinin nakit olarak verilmesi, verene da-a- Bkz: ei-Lü'lüü ve'l-Meram, nu: 57°" 573
"' Nitekim bunu Sahabede görmekteyiz. Bkz: el-Lü'hiü ve'1-Mercan, no: 572
299
SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM
ha kolay, alana da daha faydalı hale geldi. Bu da Nebevi yaklaşımın ruhuyla ve ondan kastolunan ile yapılmış bir amel oldu.
Mesela, Kahire gibi on milyondan fazla Müslümanın yaşadığı bir şehri, on milyon sa' buğday veya arpa veya hurma ya da kuru üzüm vermeleriyle mükellef kılsan, onlar bunu nerede bulacaklar? Bunun hepsini veya bir kısmını elde edebilmek için köy köy buluncaya dek arayıp tararken kim-bilir ne gibi zorluklarla, güçlüklerle karşılaşacaklardır! Halbuki Allah, dinden güçlüğü kaldırmış, kulları için güçlüğü değil, kolaylığı istemiştir.
Haydi onu kolaylıkla bulduklarını farz edelim, şayet fakir, onu öğütemiyor, hamur yapıp ekmek pişiremiyor da ekmeği fırından hazır olarak satın alıyorsa, bundan nasıl istifade edecek?
Biz ona buğday vb. verdiğimiz zaman, aslında ona, aldıktan sonra tekrar satması gibi bir yük yüklemiş oluruz. Peki çevresindeki insanların hiçbiri tahıla ihtiyaç duymuyorsa bunu ondan kim satın alacak?
Nitekim, âlimlerinin bunların kıymetlerini yasakladığı bazı ülkelerden bazı kardeşler bana anlattılar ki; mesela, zekat veren kişi bir sa' hurma veya pirinci on riyala alıyor ve fakire teslim ediyor, fakir ise aynı anda onu, aynı tüccara sattığından, bir veya iki riyal daha ucuza satıyor.
Böylece bu bir sa' birkaç defa alınıp-satılıyor. Hakikatte ise, burada fakir yine yiyecek değil, para almıştır. Üstelik zekat verenin direkt olarak vermesi halinden daha eksiğiyle. Dolayısıyla zekat verenin tüccardan satın aldığı fiyatla, fakirin ona sattığı fiyat arasındaki farkın zararını çeken yine o fakirdir. Şu halde şeriat, fakirlerin maslahatı için mi, yoksa bunun zıddı için mi geldi? Yoksa şeriat bu kadar şekilci mi?
300
SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM
Tüm insanlara karşı bu konuda şiddetle karşı çıkış, gerçekte sünnete uymak mıdır? Yoksa devamlı ilkesi "kolaylaştırın, zorlaştırmayın" olan sünnetin ruhuna muhalefet midir?
Sonra fıtır sadakasında, kıymetinin verilmesini caiz görmeyenler, bir beldede en çok bulunan ama hadîste belirtilmeyen yiyecek çeşitlerinden verilmesini nasıl caiz gördüler?
Bu, bir çeşit sünnet yorumu veya mevcut bir nass üzerini kıyas yapmakrtır. Onlar orada herhangi bir güçlük gör-meksizin imamlarını taklit etmişlerdir. Bu ise - bizim görüşümüze göre- sahih bir kıyas ve kabul olunan bir yorumdur.
Öyleyse fıtır sadakasında, onunla kastolunan; böylesi bir günde yoksulları dilenip-dolaşmaktan kurtarmak olmasına rağmen, kıymet olarak ödenmesi fikrini bu kadar şiddetle reddetme niçindir? Belki de bu, bizzat yiyeceklerin ödenmesinden daha çok, kıymetin ödenmesiyle gerçekleşecektir.
301
5- HADISDEKİ ARAÇ İLE AMACIN BİRBİRİNDEN AYIRT EDİLMESİ
Sünneti anlamada hataya düşme sebeplerinden birisi de bazı İnsanların sünnetin gerçekleştirmeye çalıştığı amaçlarla, istenilen bu amaçlara ulaşmada bazen ona yardım eden anlık ve çevresel etkenleri birbirine karıştırmalarıdır. Bu yüzden onların, sanki bu vesileler bizzat kastolunan şeyermiş-çesine var güçleriyle düşüncelerini bu vesileler üzerine odaklaştırdıklannı görürsün. Halbuki sünneti ve onun sırlarını anlamada derinleşen kişinin gayet net olarak bildiği gibi, Önemli olan hedeftir ve o da sabit ve devamlıdır. Vesileler ise çevre, asır veya örf vb. te'sir eden unsurların farklılığı ile değişir.
Bundan hareketle sünnet sahasında çalışıp Nebevi tıbba önem verenlerin bir çoğunu, araştırma ve ihtimamlarını
302
303
SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM
Nebî'nin (s.a.v.) bedenî bazı hastalık ve dertlerin tedavisinde, tedavi için vasfetmiş olduğu ilaç, gıda, ot, daneler vb. şeyler üzerine odaklaştırdıklarını görürsün.
Bu cümleden olarak, mesela onlar, bilinen şu hadîsleri zikrediyorlar: "Tedavi olduğunuz şeylerin en hayırlısı hacamattır."3 Bunu Ahmed, Taberani ve Hakim rivayet etmiş ve onun Semure'den gelen rivayetini sahih görmüş ve Elbânî de onu Sahihu'l-Camii's-Sağir'de zikretmiştir.
"Tedavi olduğunuz şeylerin en hayırlısı; hacamat ve buhur köküdür."b Bunu Enes'ten Ahmet ve Nesaî rivayet etmiş ve Elbânî onu Sahihu'l-Camii's-Sağir'inde zikretmiştir.
"Sîze şu Hind ağacını tavsiye ederim. Çünkü onda, yedi şifa vardır..."81
"Size şu kara daneyi (çörekotu) tavsiye ederim. Çünkü sâm hariç, onda her derde deva vardır. Sâm ise, ölüm demektir."0
"Çörekotunda, ölüm hariç her derde deva vardır."93
"İsmid -antimuvan- ile sürmelenin. Çünkü o, görmeyi güçlendirir, saçlara dinçlik verir."84
Kanaatime göre bu ve benzeri vasıflar Nebevi tıbbın ruhu değildir. Bilakis onun ruhu; insanın sağlığını ve yaşamını, vücudunun sağlamlığını, gücünü, yorulduğunda rahatlama, acıktığında doyma, hastalandığında tedavi olma hakkını korumaktır. Tedavi ne kadere imanla; ne de Allah Te-âlâ'ya tevekkül etmekle çelişir. Her derdin bir devası vardır.
a" Miistıed, c. 3, s. 107,182; Hakim, a.g.e, e. 4, s. 208
°~ Aynı yerler, Nesaî (?) Bkz: et-Lu'lM ve'l-Mercan, nu: 1015)
81" Buhârî, Tıbb 10, 21; Müslim, Selam 28, nu: S6-7, Ümmü Kays'ian.
82" İbn Mâce, Ttbb 6; Tirmizi, Tıbb 5; Ahmed, Müsned, c. 6, s. 138.
™" Muttefekıın aleyhtir. Bkz: el-Lü'lüü ve'l-Mercan, nu: 1430.
*™~ Tirmizi, Libas 23, nu: 1757'de İbn Abbas'tan rivayet etmiş ve hadîs
hakkında "hasen-garip" demiştir.
304
SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM
Hastalığın bulaşmasında Allah'ın sünnetinin ikrarı, karantinanın meşru oluşu, insan, ev ve yol temizliğine önem verilmesi, su ve yeryüzünün kirletilmesinin yasaklanması, tedaviden Önce korumaya önem verilmesi, alınması insana zarar veren her türlü sarhoş edici veya uyuşturucu maddenin veya zararlı gıdanın veya bozuk içeceğin haram kılınması, Yüce Allah'a kullukta dahi olsa, insan cisminin güç yetiremeye-ceği şeyi yüklenmesinin haramlığı, bedeni korumak için ruhsatların yasallaştırılması, cesedin sağlığı yanında ruhsal sağlığın da korunması ve daha başka şeyler, her halükârda geçerli olan gerçek Nebevi tıbbı temsil eden yaklaşımlardır.
Vesileler ise. asırdan asıra, çevreden çevreye değişir ve hatta değişmesi gerekir. Dolayısıyla hadîs, onlardan herhangi bir şeyi tayin etmişse, bu, onunla bizi bağlamak, onun karşısında bizi dondurmak için değil; ancak o zaman ve mekanda olan vakıanın beyanı içindir.
Hatta Kur'an'ın kendisi, belli bir zaman ve mekana uygun bir vesileyi tayin etmiş olsa, bu, onun karşısında duraklamamız ve zaman ve mekanın gelişmesiyle daha başka gelişmiş vesileler hakkında düşünmememiz anlamına gelmez.
Nitekim Kur'an-ı Kerim'de "Ey insanlar! Onlara karşı gücünüzün yettiği kadar -Allah'ın düşmanı ve sizin de düşmanınızı ve bunların dışında Allah'ı bilip, sizin bilmediklerinizi yıldırmak üzere- kuvvet ve savaş atları hazırlayın." (Enfal, 6) buyrulmamış mıdır?
Bununla birlikte hiç kimse buradaki düşman karşısında kuvvet hazırlamayı, sadece Kur'an'ın ifade ettiği gibi atlarla olacak şeklinde anlamamıştır. Bilakis lügati ve şeriatı bilen ve aklı olan herkes, asrın atlarının, tanklar, zırhlılar vb. asrın silahları olduğunu anlamıştır.
305
SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM
At yetiştirip -bulundurmanın fazileti ve ondaki büyük ecir hakkında gelen "At, perçemleriyle kıyamete dek hayra bağlıdır ki onlar da; ganimet ve ecirdir."3 hadîsi vb. hadîslerin ise daha sonra keşfedilecek, atın yerine geçen veya ondan kat kat üstün olan her araç hakkında da tatbik edilmesi gerekir.
Yine "Allah yolunda kim bir ok atarsa ona şu, şu... vardır."13 şeklinde ok atmanın fazileti hakkında gelen hadîs de böyledir. Dolayısıyla buradaki ok atma da tüfek, top veya füze gibi gayb zamirinin içerdiği diğer bütün araçlara tatbik edilir.
Ben, dişlerin temizlenmesinde misvağın tayin edilmesinin de bu babdan olduğuna inanıyorum. Çünkü hedef ağzın temizlenmesidir, ta ki Rabb hoşnut olsun. Nitekim hadîste; "Misvak, ağzı temizleyici, Rabb'ı da hoşnut edicidir."c buyu-rulmuştur.
Fakat burada kastolunan bizzat misvağın kendisi midir? Yoksa bu Arap Yarımadasında uygun ve kolay bir araç olması hasebiyle, Nebî'nin (s.a.v.) onlar için zor olmayan, ama hedefe ulaştıran bu aleti onlara belirtmesi midir?
Bu misvağın, ağacının kolayca bulunamadığı diğer toplumlarda, "diş fırçası" gibi bolca yapılması mümkün olan ve yüz milyonlarca insana yetecek başka bir aletle değişmesinde bir sakınca yoktur. Nitekim bazı fakihler buna benzer şeyler söylemişlerdir.
Hanbelî fıkıh kitaplarından Hidayetu'r-Rağıb müellifi diyor ki: "Dişlerin temizliğinde kullanılacak ağaç dalı; diş ve
a" Buhârî, Cihad 43; Müslim, İmare 96
*•" Nesaî, Cihad 26; Ahmed, Müsned, c. 4, s. 386
c" Buhârî, Sayın 26; Nesaî, Takan 4; İbn Mâce, Tahare 7; Darimi, Vüdu 19
306
SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM
damakları yaralayıp, zarar vermeyen, kırıp kuvvetini gider-meyen misvak ağacından, kuru hurma dalından, zeytin vb. dalmdan olur. Ama nar, fesleğen, ılgın vb. yaralayıp-zarar veren, kırıp zayıflatan şeylerle misvaklamak ise mekruh olur. Ağaç dalından başka bir şeyle misvaklayan (temizleyen) ise sünneti yerine getirmiş olamaz." Kitabı hülâsa eden Şeyh Abdullah el- Bessam ise Nevevî'den şunu nakleder: "Ağızdaki koku vb. değişikliği giderebilecek, bez parçası, parmaklar gibi herhangi bir şeyle temizlendiğinde misvak kullanma (temizleme) hasıl olur. Bu da, delillerin umum olmasına dayanan Ebu Hanife'nin görüşüdür."
El-Muğni adlı kitapta ise: "Kişi temizleyebildiği kadarıyla sünneti yerine getirmiş olur. Çünkü çoğunu yapmaktan adz olmasından dolayı azını da terk etmez." Doğru olanın da bu olduğunu söylemiştir.85
işte buradan öğrenmekteyiz ki diş fırçası veya macunun asrımızda, özellikle de evde yemekten sonra misvak ağacı yerine geçmesi mümkün olur.
Yine sofra edebiyle ilgili, tabağın, parmakların vb. yalanmasının fazileti hakkında gelen hadîsler de bu kısma girer.
Nitekim Nevevî Riyazu's-Sahhin'de onlardan bir grup hadîsi zikretmiştir. Bunlardan birisi Buhârî ve Müslim'in İbn Abbas'dan (r.a.) rivayet ettikleri şu hadîstir: "Dedi ki: Resûlul-lah (s.a.v.) şöyle buyurmuştur: 'Sizden birisi yemek yediğinde, parmaklarını yalamadıkça veya yalatmadıkça silmesin.'"86
Müslim ise Ka'b ibn Malik'in şöyle dediğini rivayet eder: "Resûlullah'ı (s.a.v.) üç parmağıyla yerken gördüm. Bitirdiğinde ise onları yaladı."87
85" Şeyh Abdullah el-Bessam, Neylu'i-Mearib, c. 1, s. 40. 86" Muttefekun aleyhtir. el-Lü'iüu ve'l-Mercan, nu: 1320. &7- Müslim, Eşribe 18, nu: 131.
307
SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM
Yine Cabir, Resûlullah'ın (s.a.v.) parmakları ve tabağı yalamayı emredip şöyle buyurduğunu rivayet etti: "Siz, bereketin yemeğinizin neresinde olduğunu bilemezsiniz."88
Aynı şekilde Enes (r.a.) şöyle demiştir: "Resûîullah (s.a.v.) yemek yediğinde üç parmağını yalardı ve şöyle derdi: 'Sizden birinin, bir lokması düştüğünde onu alsın, temizleyip yesin, şeytana bırakmasın.' Keza o bize tabağı sıyırmamızı da emretti ve 'Siz, bereketin yemeğinizin neresinde olduğunu bilemezsiniz.' buyurdu."
Şüphesiz bu hadîslerin sadece lafızlarına bakan birisi onlardan ancak üç parmakla yenilmesinin, yenildikten sonra yalanmasının, tabağın yalanıp-sıyrılıp temizlenmesinin bir sünnet olduğunu anlar. Belki de kaşıkla yiyen birisine nefret ve inkar gözüyle bakar. Çünkü ona göre o, sünnete muhalefet etmekte ve kafirlere benzemektedir!
Hakikaten bu hadîslerdan alınacak sünnetin ruhu ise Nebî'nin (s.a.v.) mütevazı oluşu, Yüce Allah'ın yemekteki nimetini takdiri, ondan hiçbir şeyin faydasız yere kaybolmaması için gösterdiği titizliğidir. Mesela bir kimsenin tabakta bırakılan yemek artıklarını veya bazı insanlardan düşen bir lokmayı kibirlenerek, muhtaç olmayıp, zengin olduğunu izhar ederek ve bir ekmek lokması bile olsa küçük şeylere haris olan fakirlere ve muhtaçlara benzemekten uzaklaşmak için düşen lokmayı almaması gibi.
Halbuki yüce Resul, terk edilen lokmanın, ancak şeytana terk edildiğini ifade ediyor. Şüphesiz bu, aynı zamanda psikolojik, ahlâkî ve iktisadî bir terbiyedir. Eğer Müslümanlar bununla amel etseler, her gün, hatta her öğün çöp sepetlerine atılan artıkları görmeyecektik. Eğer bunu, bütün
8S" Müslim, Eşribe 18, nu: 132.
308
SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM
Müslüman ümmet bazında hesaplasan, onun iktisadî değeri her gün milyonları bulur. Peki ya bir ay veya bir yılda ne tutar?
İşte hadîsin arkasında gizlenen bu ruhtur. Oysa yere oturarak, parmaklarıyla yiyen ve onları -sünnetin lafzına uyarak- yalayan nice insan vardır ki, tevazu ahlâkından, şükür ahlâkından ve bu edeplerin arkasından beklenen gaye olan nimetleri kullanma da İktisatlı olma) ahlâkından uzaktır. Bazı âlimlerden duyduğum acaib şeylerden birisi de şudur: O âlimlerden birisi, Müslüman Asya ülkelerinden bazılarını ziyaret etmiş ve onların tuvaletlerinde, kenarlarına yığılmış küçük taşları görmüş ve onlara bunun sırrını sorduğunda demişler ki: "Biz sünneti ihya etmek için onlarla taharetleniyoruz !"»
Şu halde onların sünnete uyarak mescitlerine çakıl taşları yaymaları, sünnete uyarak köpeklerin bile girip-çıkabile-ceği şekilde mescitleri sağlam kapıları olmaksızın öylece açık bırakmaları, tavanlarına hurma dallarıyla gölgelik yapmaları ve yine sünnete uyarak onları, yağ lamlalarıyla aydınlatmaları gerekir! Halbuki onların mescitleri süslü-de-korlu, halılarla, seccadelerle döşenmiş ve elektrik avizeleriyle aydınlatılmıştır!
Mekke'nin Tartısı ve Medine'nin Ölçüsü
Şu hadîs de bu cümledendir: "Tartı Mekkelilerin tartısıdır, ölçü ise Medinelilerin ölçüsüdür."89 Bu hadîs -çağdaşların dilini kullandığımızda- Nebî'nin (s.a.v.) içinde yaşadığı
a" Halbuki Nebî {s.a.v.) su ile taharetleniyordu. Bkz: el-Lu'lıiü ve'l-Mercan, nu: 153,154
89~ Ebu Davud, Büyü 8, nu: 3340; Nesaî, Büyü 54, c. 7, s. 284; İbn Hıb-ban, el- Mevârid, 1105; Tahavi, Müşkslu'l-Asar, c. 2, s. 99; Beyhâki, es-Sünen.c.b, s. 31. İbn Ömer'den rivayet etmişlerdir. Onu İbn Hıbban,
309
SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM
asra göre Nebî'ye ait ileri görüşlü bir Öğretiyi içermektedir. Bu öğretinin hedefi ise, insanların alış-verişlerinde, diğer muamelelerinde, değiş-tokuşlarında kullanacakları Ölçü ve birimlerin birleştirilmesi ve bu hususta bildikleri en dakik ölçü birimlerine başvurulmasıdır.
Mekkeliler ticaret ehli olduklarından, alış-verişlerinde madeni paralarla muamele ediyorlardı Burada esas, okka, miskal, dirhem ve danik (1/6 dirhem) vb. birimler idi. Gayeleri ise, bu ölçülerin katlarını ve küçük birimlerini iyice korumaya yönelikti. Dolayısıyla onların bu ayarlarının, tartışma anında hüküm verilirken kendisine başvuracakları bir Ölçü ve itimad edilen ayarlar olmasında şaşılacak bir şey yoktur. İşte bu esas üzerine "tartının Mekkelilerin tartısı" olduğunu kabul eden bir hadîs geldi.
Medineliler ise ekip-diken ziraatçiler, hububat ve meyve sahipleri olduklarından ürünlerini, hurma ve üzümlerini pazarlamadaki ihtiyaçlarından dolayı müdd, sa' ve başka ölçüleri iyi tutmaya özen gösterdiler. Dolayısıyla Resûlullah'ın (s.a.v.) onların Ölçüsünü birim olarak esas almasında yine şaşılacak bir şey yoktur.
Burada belirtmek istediğimiz şey ise; hadîs-i şerifin Mekkelilerin tartısını ve Medinelilerin ölçüsünü tayinin, za-man-mekan ve halin değişmesiyle değişebilen vesileler babından olduğudur. Yoksa o, üzerinde durulup asla geçilmeyen taabbudi bir emir değildir.
Hadîsin hedefine gelince, basiret sahibine gizli kalmayacağı gibi, o; yukarıda da zikrettiğimiz üzere, bu sahada.
Darekutni, Nevevî ve Ebu'l-Feth el-Kuşeyri sahih görmüşlerdir. Hafız Jbrt Hacer et-Telhis, c. 2, s. 175'de zikretmiştir. (Mısır baskısı), yine Elbânî de onu Sahihinde, ol, s. 165'de zikretmiştir.
310
SÜNNETİ ANtAMADA VÖNTEM
insanların, bildikleri en ince ölçülere varıncaya dek ölçülerini birleştirmeleridir.
Bunun içindir ki bugün Müslüman, kilogramı, onun küçük birimleri ile katlarında ondalık ölçüleri kullanmada herhangi bir güçlükle karşılaşmıyor. Çünkü bu, hem da-kikliğiyle, hem de hesap kolaylığıyla diğerlerinden farklılık arz etmektedir. Bu ise hiçbir halde hadîse muhalefet sayılmaz. Bundan dolayı çağdaş Müslümanlar birçok ülkede kg. birimleri kullanmakta ve kimse de buna karşı çıkmamaktadır.
Yine aynı şekilde uzunluktaki metre ölçüleri de böyledir. Madem ki hedef dakikliğe ve birliğe ulaşmaktır, öyleyse hikmet mü'minin yitiğidir ve onu nerede bulursa alır ve o, buna bütün insanlardan fazlasıyla layıktır.
Ayın Tespiti tçin Hilâlin Gözetlenmesi
Bu kısma girebilecek haberlerden birisi de şu sahih ve meşhur hadîste gelen: "Hilâli gördüğünüzde oruç tutunuz, onu gördüğünüzde orucu bırakınız (bayram ediniz). Şayet hava bulutlu olursa onu takdir ediniz." Bir başka lafızda ise "Eğer size kapalı gelirse Şaban ayının sayısını otuza tamamlayınız."3 şeklindeki Nebevi buyruktur.
Burada fakih şöyle söyleyebilir: "Hadîs-i şerif bir hedefe işaret etmiş ve bir vesile tayin etmiştir." Hadîsteki hedefe gelince, o gayet açık olup, Ramazan ayının tamammda oruç tutulması, ondan bir gün dahi olsa zayi edilmemesi, veya Şaban ya da Şevval ayları gibi Ramazan'dan başka aylardan birinde oruç tutulmuş olunmamasıdır. Ki bu da, insanların çoğu için mümkün olan ve dinlerinde onları herhangi bir me-
a" el-Lu'iüü vel-Mercan, nu: 656, 653,654
311
SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM
şakkat ve güçlüğe sokmayan, aya girilip-çıkıldığını kolayca Öğrenebilecekleri bir vesile ile ispatlamak suretiyle olur.
Hilâlin gözlerle gözlenmesi o asırda insanların geneli için yapılabilen kolay bir vesile olduğu için hadîs-i şerif onlara bunu tayin etmiştir. Eğer astronomik hesap gibi başka bir vesile ile sorumlu kılsaydı; ümmet o zaman yazma ve hesap bilmeyen ümmî bir toplum olduğundan işleri zorlaşacaktı. Halbuki Allah, Resûlullah'ın (s.a.v.) ümmetine kolaylığı istiyor, zorluğu istemiyordu. Nitekim Nebi (s.a.v.) kendisinden bahsederek şöyle buyuruyordu: "Allah beni öğretici ve kolaylaştırıcı olarak gönderdi. Zora düşürücü olarak göndermedi."90
Beşer ilminin, kendisini aya yükseltip, ayın sathına inmesini ve onun yüzünde dolaşmasını onun taş ve topraklarından örnekler almasını mümkün kılacak kadar ileri bir seviyeye ulaştıktan sonra ve İslâm ümmeti içerisinde de uzay, jeoloji ve feza sahalarında dünya çapında ihtisas sahibi âlim ve bilginler varolduktan sonra, hadîsin hedefini daha iyi gerçekleştirecek, ayın girişini tespitte, hata, yanılma ve yalan ihtimalinden daha uzak başka bir vesile bulunmuşsa, -haddi zatmda kastedilen hedef olmadığı halde- hükmü, niçin sadece hilâlin görünmesi şeklindeki vesile üzerinde donduralım da hadîsin istemiş olduğu hedeften gafil kalalım?
Hadîs, ayın girişini, ümmetin seviyesi için mümkün ve kolay bir vesile olması hasebiyle, bir veya iki kişinin çıplak gözle gördüklerini iddia ettikleri haberleriyle sabit kılarken; hata, vehm ve yalanın girmediği bu vesilenin reddedilmesi nasıl tasavvur edilebilir? Öyle bir vesile ki yakin ve katiyyet derecesine ulaşmıştır. İslâm ümmetinin doğusunda ve
9İ)- Müslim, Talak 4, nıı: 29; Tirmizi, Tefsir 66, c. 3, s. 328.
312
SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM
batısında onun üzerine birleşmeleri ve oruçta, oruca başlama ve bitirmede, bayramlarda farklı beldeler arasında üç günlük fark bulunacak kadar devamlı süregelen tartışma91 ve farklılığın giderilmesi mümkündür. Böylesi bir farklılık ise aklın almadığı gibi ne ilim mantığının, ne de din mantığının kabul ettiği şeylerdendir. Kesin olarak bilinmektedir ki; onlardan sadece birisi doğru, diğerleri ise tartışmasız hatalıdır.
Bugün kameri ayların girip-çıktığını ispat için kafi hesabı esas alıp, onunla amel etmek, "kıyas-ı evlâ" babından öncelikle kabul edilmesi gereken bir vesiledir. Yani, -rü'yet gibi- kendisinde şüphe ve ihtimal bulunan en basit bir vesileyi alıp-amel etmeyi bize meşru kılan sünnet; kafi hesap gibi, maksudu gerçekleştirmede, orucun başlangıcı, birimi ve kurbanı ta'yinde ümmeti şiddetle ihtilaftan çıkarıp, ümmetin dininin en Özel hususlarıyla ilişkili, onun hayatında ve ruhî varlığıyla birleşmiş çeşitli şeair ve ibadetleri hakkında arzu edilen vahdeti sağlayabilecek daha yüksek, daha mükemmel ve daha uygun olan bir vesileyi reddetmez.
Ancak büyük hadîs âlimi, Şeyh Ahmed Şakir (r.a.), bu meseleyi başka bir yönden ele almıştır: O, hükümde rü'yete itibar edilmesinin bizzat hadîste belirtilen illet ile illetlenmiş olmasına binaen kameri ayların girişini astronomi hesabıyla ■ispat cihetine gitti. Ona göre bu illet ortadan kalkmıştır, bu yüzden illetli (ma'lul)nin de kalkması gerekir. Çünkü karar
9'" Bu sene (H. 1409) Ramazan ayının girişi; Suudi Arabistan, Kuveyt, Katar, Bahreyn, Tunus vb. yerlerde 6 Nisan 1989 Perşembe günü, Su-ud'un görmesi (İddiası) ile olmuştur. Mısır, Ürdün, Irak, Cezair ve Mağrib'de ise Cuma günü olmuştur, Pakistan, Hindistan, Amman, Türkiye ve İran'da ise Cumartesi oruç (uttular. (Böylece üç gün fark etti.)
313
SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM
kılınan hususlardandır ki, hüküm, varlığında da yokluğunda da illetiyle beraber dönüp-dolaşır.
Güçlülüğü ve netliğinden dolayı, burada onun şu ifadelerini metniyle nakletmemizin güzel olacağı kanaatindeyiz: O (r.a.), Arap Aylarının Başlangıçları adlı risalesinde şöyle demektedir:
"Hiç şüphe yok ki, gerek İslâm'dan önce ve gerek İslâm'ın başlangıcında Araplar uzay ilimlerini, kesin ilmi bir bilgi ile bilmiyorlardı. Onlar, yazmayan ve hesap bilmeyen ümmî bir topluluktular. Bu konuda bir şeyler bilenler de ancak yüzeysel ve sathî bazı şeyleri biliyorlardı. Onlar bunları ise, matematiksel kurallara dayanmayan, kesin öncüllere dayalı, kat'î burhanlar üzerine bina edilmeyen bir takım mülâhazalar izleme, işitme ve haber alma yoluyla Öğrenmişlerdir. Bunun içindir ki Resûlullah (s.a.v.) onların ibadeti için ayın tespitinde başvuracakları şeyi, her birisinin veya çoğunun gücü-imkânı dahilinde müşahade edilebilecek kat'î bir durum kıldı ki bu da yalnızca çıplak gözle hilâlin görülmesidir. Zira bu, onların şeair ve ibadetlerinin vakitleri için daha sağlam ve daha iyidir. Yine bu, onların güçleri dahilinde, kendisinde yakin ve güvenin birleştiği bir durumdur. Allah da nefsi ancak gücü nisbetİnde sorumlu tutar.
Bu insanlara ayları tespit etmeleri için hesap ve astronomiyi tayin etmesi şârîin hikmetine uygun olmazdı. Çünkü onlar yaşadıkları bu yerlerde bir şey bilmiyorlardı. Hatta onlardan çoğu, çeşitli dönemler hariç kendilerine şehirlerin haberleri dahi ulaşmayan bedevilerdi. Şayet, bunu hesap ve astronomi olarak tayin etseydi, mutlaka onlan güçlüğe düşürecekti. Yine bunu onlardan çöllerde sadece birkaç kişi, ancak eğer kendilerine bir şey ulaştıysa, duyarak, şehir hal-
314
SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM
ki ise; ancak hesap ehlini taklit ederek öğrenmişlerdir ki onların çoğu veya hepsi Ehl-i Kitaptandı.
Daha sonra Müslümanlar dünyayı fethettiler, ilimleri ellerine geçirdiler ve her ilim dalında ilerlediler, öncekilerin ilimlerini de tercüme edip, bu sahalarda ilerlediler ve birçok gizli şeyleri keşfettiler. Onları kendilerinden sonra gelenler için muhafaza ettiler ki astronomi, kozmografya ve yıîdız hesapları bunlardandır.
Fakihlerin ve hadişçilerin çoğu astronomi ilimlerini bilmiyorlardı veya ancak bazı esaslarını biliyorlardı. Onların bazısı veya çoğu onu bilenlere ya güvenmiyor ya da onunla mutmain olmuyordu. Hatta onlardan bazıları, bu ilimlerin ehli onunla gaybı bilme iddiasına kalkışır zannıyla onunla uğraşanları sapıklık ve bid'at çıkarmak ile suçluyorlardı. Öyle ki, bazıları bunu fiilen iddia ediyor, böylece hem kendisine, hem de ilmine kötülük ediyordu. Burada fakihlerin mazeretleri vardır. Fakihlerden ve âlimlerden bu ilimleri bilenler ise, dine ve fıkha göre onun doğru bir konumunu tahdit edemiyorlar, aksine ona ancak korku ile işaret edebiliyorlardı.
Onların durumu işte böyleydi. Çünkü tabiî ilimler dinî vb. ilimler kadar yaygın olmadığı gibi, âlimler yanında onun kaidelerinin de sübutu kat'î değildi.
Yüce Allah, dünya hayatının sonunu ilan edinceye kadar bu yüce şeriat kalıcıdır. Dolayısıyla o, her ümmet ve her asır için bir yasamadır. Bu sebeple Kitap ve Sünnetin nassla-rında, sonradan meydana gelecek bir takım işlere ince işaretler görürüz. Her ne kadar, öncekiler (mütekaddimun) onu, hakikatinden başka bir şekilde tefsir etseler bile, bu işareti tasdik eden bir husus geldiğinde, doğru bir şekilde tefsir edilecek ve bilinecektir.
315
SÜNNETİ AMAM ADA YÖNTEM
Şu anda üzerinde durduğumuz hususa da sahih sünnette işaret edilmiştir. Nitekim, Buhârî, İbn Ömer'in hadîsinde onun Nebrnin (s.a.v.) şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir: "Biz ümmî bir topluluğuz. Yazma ve hesap bilmeyiz, ay şöyle şöyledir...Yani bazen yirmi dokuz, bazen de otuzdur,"92 Onu Muvatta'da Malik,93 Söfti/derinde Buhârî, Müslim ve başkaları şu lafızla rivayet etmiştir: "Ay yirmi dokuzdur, hilâli görünceye kadar oruç tutmayın. Onu görünceye dek orucu bitirip (bayram etmeyin), eğer hava kapalı olursa onu takdir edin."
Allah kendilerine rahmet eylesin, önceki âlimlerimiz hadîsin açıklamasında isabet etmişler, ancak onun yorumunda hata etmişlerdir. Bu hususta onların görüşünü en kapsamlı olarak yansitan İbn Hacer'in94 şu sözleridir: "Burada hesaptan kasıt, yıldız hesabı ve yıldızların gezinmeleridir. Önceki âlimler ise, bundan çok az şeyler biliyorlardı. Bu yüzden yıldızların hareketlerini izlemenin getireceği güçlüğü kaldırmak için, oruç ve diğer ibadetler hakkında verilecek hüküm, hilâlin görünmesine bağlanmıştı, Onlardan sonra bunları bilenler ortaya çıkmışsa da oruçtaki bu hüküm devam edegeLmiştir. Aslında hadîsin siyakının zahiri, hükmün hesaba bağlanmasını kesin olarak nefyediyor. Bunu Ne-bî'nin (s.a.v.) geçen hadîsteki şu sözü açıklıyor: "Eğer hava kapalı olursa, sayıyı otuza tamamlayın", "Hesap ehline sorun" demedi. Kapalılık halinde böyle bir sayının olmasındaki hikmet ise orada sorumluların eşit olmaları ve onlardan ihtilaf ve çekişmenin kaldırılmasıdır. Fakat bir grup da bu
92~ Buhârî, Savm 13.
"" Malik, Muvatta, Siyam 1; el-LU'lüü ve'!-Mercan, nu: 653
94~ Hafız İbn Hacer, Fethu'1-Bârt, c. 4, s, 108-109.
316
SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM
konuda gezegenler ve hareketlerini inceleyen bilim adamlarına başvurulmasını benimsedi. Bunlar da Rafizilerdir.95 Yine bazı fakihlerin de onların görüşüne katıldıkları nakledildi, Bâcî der ki: "Selef-i salihin icma'ı onların aleyhine bir delildir." İbn Bezize ise şöyle der: "Bu batıl bir görüştür. Nitekim şeriat ilm-i nücûma dalmaktan nehyetmiştir. Çünkü o sezgi ve tahmin olup, onda ne kesinlik ne de zann-ı galip vardır. Kaldı ki buna bağımlı kılınırsa insanlar sıkıntıya düşer. Zira onu ancak azınlık bilir..."
Bu hesabın değil, rü'yetin muteber olması hakkında doğru bir açıklamadır. Ama sonradan bilenler çıksa bile oruçtaki "sadece görmenin muteber olması hükmü devam eder", şeklindeki yorum ise yanlıştır. Çünkü yalnızca görmeye itimad edilmesi durumu, rnassta belirtilen bir illet ile illetlenmiştir. O da, ümmetin yazma ve hesap bilmeyen, ümmî bir topluluk oluşudur. İllet ise, varlıkta da yoklukta da ma'lul ile birlikte olur. Dolayısıyla ümmet, ümmîliğinden çıkıp da yazan ve hesap eden bir ümmet olunca, yani içerisinden bu ilimleri bilenler yetişince, ezeliyle geneliyle insanlar ayın evvelini hesaplamada yakîn ve kesinlik derecesine ulaşma imkânı bulunca ve hesaba, rü'yete güvendikleri gibi hatta daha fazla güven sağlanıp da cemaatteki herkesin durumu böyle olunca ve ümmilik illeti gidince, sabit olan yakine müracaat etmeleri ve ayların ispatında sadece hesabı almaları vacip olur. Rü'yete ise ancak, hesap ehlinden kendilerine
*•*- Haiu İbn Hacer'in Rafıziierle kimleri kastettiğini bilemiyoruz. Eğer Şii İmamiyye'yi kastediyorsa, bildiğimiz kadarıyla onlara göre hesabı almak caiz değildir. Yok eğer, başkalarını kastediyorsa, onların kim olduğunu bilemiyoruz.'! Afamed Şakir "Ben derim ki: Onlardan murad İslâmiyyedir. Nilekim onların böyle söyledikleri nakledil-nıiytir."
317
SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM
sabit ve sahih haberlerin ulaşmadığı, insanların çöl veya köylerde bulunması halinde olduğu gibi, hesabı bilmeleri zor olan zamanlarda müracaat etmeleri gerekir.
Onu kıyaslayan illetin kalkmasıyla sadece hesaba başvurma vacip olunca, aynı şekilde rü'yetin mümkün olup-ol-madığını tesbit için de gerçek hesaba başvurmak vacip olur.
Nihayet, gerçek ayın evveli, hilâlin bir anlık bile olsa gözüküp, güneş battıktan sonra kaybolduğu gece olur.90
Mükelleflerin hallerinin değişmesiyle hükmün de değişeceği şeklindeki bu sözüm (aslı olmayan, sonradan çıkmış) bid'at sözlerden değildir. Gerçekten bu durumlar şeriatte çoktur ve bunu ilim ehli ve başkaları bilir. Bu meselemiz hakkında verilebilecek misallerden birisi de şu hadîstir: "Eğer hava kapalı olursa onu takdir edin." Bu başka lafızlarla da gelmiştir. Mesela bazılarında "Şayet hava kapalı olursa sayıyı otuza tamamlayın" şeklindedir. Bunun üzerine âlimler "takdir edin" şeklindeki mücmel rivayeti "sayıyı (otuza) tamamlayın" şeklindeki müfesser (açıklanmış) rivayetle açıkladılar. Fakat zamanında Şafiîlerin en büyük imamı olan Ebu'l-Abbas Ahmed Ibn Ömer Ibn Süreye97 bunu iki farklı
™" Tercih edilen görüş, ayın, güneşin batışından sonra çıplak gözle görülebilecek kadar, ortaya çıkması mümkün olacak bir süre kalmasıdır ki bu, ihtisas sahiplerine göre 15 veya 20 dakikadır. (Yusuf el-Kardavi)
"'" Süreye (sin ötreli ve sonu cim'dir). Bası lan kitapların hatalı olarak Şurayh şeklinde (şın ve ha) ile yazılır ki bu tashif (yanlışlıkla harf de-ğiştirmek)tir. 8u Ebu'l-Abbas H. 306'da vefat etmiştir. Sumu sahibi Ebu Davud'un öğrencisidir. Hakkında, Ebu İshak eş-Şirazi Tabakalu'l-Fukalıa'da (s.89) şöyle der: "Şafiîlerin büyüklerinden, Müslümanların imamlarmdandı. Şaliilerin hepsinden hatta el-Muzeni'den de üstün sayılıyordu. Hatib'in Tarihu Bağdad' kitabında (c. 4, s. 278-290) ve İbnıı's-Subki'nin "Tabakatu'ş-Şafiyye" kitabında (c. 2, s. 67-96) hakkında iyi bir hal tercümesi vardır.
318
SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM
hal kabul ederek, iki rivayet arasını cem etmiştir. "Onu takdir edin" buyruğunun mânâsı, onu menzillere göre takdir edin demektir ve bu Allah'ın bu ilimlerle seçkin kıldığı kimselere bir hitaptır. "Sayıyı tamamlayın" buyruğu ise genel olarak bütün insanlara bir hitaptır.98
Görüldüğü gibi benim görüşüm, hemen hemen Ibn Sü-reyc'in görüşüne benziyor. Şu kadar var ki o, bunu hava bulutlu olması sebebiyle ayı görenler olmadığı zamana has kılarken; hesap ile amel etme hükmünü de kendi zamanında bunu bilenlerin sayısının azlığı, onların sözlerine ve hesaplarına güvenilmemesi, bazı yerlerde ayın görüldüğü sabit olduğunda bu haberlerin diğer bölgelere geç ulaşması gibi gerekçelere binâen azınlığa has kıldı. Benim görüşüm İse: Dakik ve kendisine güvenilir olan, hesabı alıp onunla amel etmenin umum olması ve bu günlerde haberlerin çabukça ulaşıp, yayılmasının kolaylığı sebebiyle bunun bütün insanlar için umum (genel) olduğuna hükmetmektir. Rü'yete itimat etme ise, kendilerine haberlerin ulaşmadığı, astronomi, güneş ve ayın menzilleri hakkında kendisine güvenilen ilim sahibi bulamayan nadir bir azınlık için geçerli kalmaktadır.
Bu görüşümün, görüşlerin en doğrusu, selim fıkha ve bu babda gelen hadîsleri doğru bir şekilde anlamaya en yakını olduğu kanaatindeyim.99
Bunlar Allâme A. Şakir'in yarım asırdan daha fazla bir zamandır yazmış olduğu görüşleridir. (H. 1357 Zi'l-Hic-ce=M. 1939 Ocak)
™" Kadi ve Ebu Bekir İbnu'l-Arabi'nin Tirmizi üzerine yaptığı şerhi (c. 3, s. 207-208) ve (Zeynuddin el-Iraki ve oğlunun) Tarlıu'i-Tesrib'i (c. 4, s. 11-113) ve (İbn Hacer'in) Fethu'l-Bâri (c. 4, s. 104). "" "Evailu'ş-Şuhuri'l-Arabîyye" risalesi, s. 7-17. Mektebefu İbn Tey-miyye neşri.
319
SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM
O zamanlar astronomi ilmi, insanın uzayda savaşması, aya çıkması gibi bugün kadir olduğu İlerlemelere ulaşabilmiş değildi. Şimdi ise, bu ilim en İnce detaylarına kadar en son dereceye ulaştı. Öyle ki ondaki hata ihtimali saniyede yüzbinde bir oranındadır.
Şeyh Şakir, her şeyden Önce bir hadîsçi olduğu halde bunları yazmıştır, Allah ona rahmet eylesin, hayatı boyunca hadîse hizmet ve Nebevî sünnete yardım etmek için yaşadı Ve kendisi, halis bir Selefi olup, ittiba eden (nasslara uyan) birisidir, bid'at çıkaran bir adam değildir. Fakat o, Selefîliği, bizden önceki Selefin dediklerini dondurmak (ne dedilerse sadece onu almak) şeklinde anlamadı Bilakis onun anlayıp-arzuladığı gerçek Selefîlik onların metoduyla metodlanmamız, onlann ruhunu özümsememiz, onlar kendi zamanlarında nasıl ictihad etmişlerse, bizim de kendi zamanımızda ictihad edip, bizim karşılaştığımız olayları, onlann akıllarıyla değil, kendi akıllarımızla çözümlememiz ve sadece şeraitin kat'î hükümlerine ve onun muhkem nasslarına ve küllî maksatlarına bağlı kalmamızdır.
Durum böyleyken bu sene (H. 1409) Ramazan ayında, değerli şeyhlerden birisinin100 uzunca bir makalesini okudum. Orada o, "Biz, ümmî bir ümmetiz, yazma ve hesap bilmeyiz" şeklindeki sahih Nebevî hadîsin, hesabı nefyettiğini, ümmetin yanında ona itibar edilmemesini içerdiğine işaret etti. Eğer bu söylediği doğru kabul edilse, hadîs; yazı yazmanın da nefyedildiğine, ona da itibar edilmemesine delâlet ederdi. Çünkü hadîs, ümmetin ümmî oluşuna delâlet eden
1UO q suutj; Arabistan'daki Muhammed el-Lahidan'dır. Makalesini Suudi Arabistan'daki günlük gazetelerden el-Ukaz ve başkalarında 21 Ramazan 1409 tarihinde yayınlamıştır.
320
SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM
iki hususu içermektedir ki bunlar da yazı yazma ve hesaplamadır.
Halbuki ne eskiden, ne de yakınlarda hiçbir kimse, yazının kötü bir şey olduğunu, ümmetin ondan yüz çevirmesi gereken bir şey olduğunu söylemiştir. Aksine Kur’an, sünnet ve icma'ın delâlet ettiği üzere yazı, istenilen bir husustur. Nebî'nin (s.a.v.) hayatında -bilindiği üzere, mesela Bedir esirleri hakkındaki uygulamasında- görüldüğü gibi, yazıyı yaymaya ilk başlayan bizzat O'dur (s.a.v.). Bu noktada söylenilenlerden birisi de şudur: "Resûlullah (s.a.v.) hesapla ameli bizim için meşru kılmadı, bize, ona itibar etmemizi emretmedi. Ayların tesbitinde bize ancak rü'yete itibar etmemizi ve onunla amel etmemizi emretti." Bu sözlerde şu iki şeyden dolayı biraz hata ve safsata vardır.
1) Ümmetin, yazmayan, hesap bilmeyen ümmî olduğu bir dönemde Resûlullah'ın (s.a.v.) hesapla saymayı emretmesi makul olmaz. Bu yüzden, O (s.a.v.), onlara zaman-me-kan bakımından uygun olan ve insanların çoğunun, bulundukları asırda güç yetirebilecekleri bir vesileyi meşru kıldı ki, o da rü'yettir. Ama, daha dakik, daha hassas, hata ve vehmden daha uzak bir vesile bulunursa, sünnette buna itibar etmeye bir engel yoktur.
2) Sünnet, havanın bulutlu-kapalı olması halinde bil-fi-il hesaba itibar edilmesine işaret etmiştir. Bu da Buhârfnin Camiu's-Sahih'imi Kitabu's-Savm yani oruç ile ilgili kısmında Malik'in Nafi'den, onun İbn Ömer'den, onun Resulullah'tan (s.a.v.) oluşan "altın silsile" ile rivayet ettiği şu hadîstir: "Re-sûlullah (s.a.v.) Ramazan'dan bahsetti de şöyle buyurdu: 'Hilâli görünceye kadar oruç tutmayın, yine onu görünceye
321
SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM
kadar oruca son vermeyin. Eğer hava kapalı olursa onu takdir edin.'" ım
İşte hadîste emredilen "onun takdir edilmesi" veya miktarı ifadesi içerisine, hesabı iyi bilen ve onu herkesin doğruluğundan mutmain olacağı bir dereceye ulaştırabîlen kimseler için, hesaba itibar edilmesi de girer. Artık bu asrımızda kafî kesin bilgiler mertebesine çıktı. Nitekim bu, asrın ilimleri hakkında ve Rabbimin kendisine bilmediklerini öğrettiği insanın bu ilimlerde ne kadar ilerlediği hususunda en az bilgisi olan herkes tarafından dahi bilinip kabul gören bir konudur.
Her yıl orucun ve Ramazan bayramının başlangıcında ortaya çıkan ve çeşitli İslâm beldeleri arasında üç günlük fark açılmasına dek varan yaygın ihtilafı azaltmak üzere, senelerden beri -en azından- hilâlin görüldüğünü değilse de hiç olmazsa görülmediğini ispatta olsun kesin astronomi hesabını alıp, onunla amel etmeye çağırdım. Hilâlin görülemeyeceğini tespitte hesabı almanın mânâsı ise, asrımızdaki fikıhçıların çoğunun görüşüne uygun olarak, hilâlin rü'yet (gözle görme) ile ispatına devam etmemiz, ama, hesap, hilâlin görünme imkânını nefyeder de, "Bu mümkün değildir; çünkü hilâl, İslâm âleminin hiçbir yerinde asla doğmamıştır" derse, o zaman hiçbir halde şahitlerin şahitliklerinin ka*-bul edilmemesi gerekir. Çünkü, kesin matematiksel bilginin ortaya koyduğu gerçek, onları yalanlamaktadır. Aslında bu durumda, insanlardan, hilâli gözetlemeleri de asla istenmez,
löl" Kadera-yakduru veya yakdiru, kaddera= takdir etti mânâsında-dır. Nitekim Yüce Allah'ın şu ayetinde: "Biz, ölçüp biçtik, ne güzel takdir edenleriz" (Mûrselat, 20) buyurmaktadır. (Hadîs için Bkz: Bu-hâri, Savm 11)
322
SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM
şer'î mahkemeler, fetva veya diyanet işleri daireleri, hilâlin görüldüğünü iddia etmek suretiyle şahitlik yapmak isteyenlere kapılarını dahi açmaz.
Bu benim, çeşitli fetvalar, dersler, konferanslar ve programlarda söyleyip durduğum, varmış olduğum kanaatim-dir. Daha sonra ise Allah'ın dilemesiyle bu görüşün büyük Şafiî fakihlerinden birisi tarafından detaylı bir şekilde açıklandığını tespit ettim. Bu fakih de, ictihad mertebesine ulaştığı söylenen İmam Takıyuddin es-SubkTdir. (Ö. 756)
Nitekim Subkî de Fetvalarında, hesabın gözle görme imkânını nefyetmesi halinde, hakimin, şahitlerin şahitliğini reddetmesi gerektiğini zikretmiş ve şöyle demiştir: "Çünkü hesap kati; şahitlik ve haber ise zannîdirler. Zarının ise, katî oian bir delilin önüne geçmesi şöyle dursun, onunla çelişkili olduğu dahi söylenemez." (Çünkü birbirine denk değildir ki çelişsin.)
Yine o, hangi dava olursa olsun, hakimin, yanındaki şahidin şahitliğine bakması gerektiğini, ama şayet his veya dış görüntünün bu şahitliği yalanladığını anlarsa, onu reddedip, ona itibar etmemesinin onun salâhiyeti dahilinde olduğunu zikretmiş ve şöyle demiştir: "Delilin kabul edilme şartı ise, şahitlik yaptığı hususun hiss, akıl ve şeriat açısından mümkün olmasıdır. Katî olan hesabın delâleti, görmenin imkânsızlığını kesin bir şekilde ortaya koyunca, şahitlik yapılan şeyin imkânsız oluşundan dolayı şer'ân görüldüğünü söylemek de imkânsız olur. Şeriat ise imkânsız olan hükümler getirmez."102
Şahitlerin şahitliği ise onların vehimli, hatalı ve yalan söylemiş olabileceğine hamledilerek kabul edilmez.
102~ Sübki, d-Feleua, c. 1, s. 219-220, Mektebu'l-Kudüs neşri. Kahire.
323
SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTÎM
Ya, Subkî asrımıza kadar yaşayıp, astronomi veya koz-mografya diye isimlendirdikleri ilimlerin bu kadar ilerlemesini görseydi, işaret ettiğimiz bu hususlar karşısında tavrı nasıl olurdu?!
Aynı şekilde Şeyh Şakir de araştırmasında, zamanında meşhur bir Ezher Şeyhi olan büyük Üstad Şeyh Muhammed Mustafa el-Merağî'nin -yüksek şer'î mahkeme başkanı iken-hesabın hilâlin görünme imkânını nefyetmesi halinde şahitlerin şahitliğinin reddedilmesi şeklindeki Subkfnin görüşüne yakm bir görüşü benimsediğinden bahsetmektedir. Şeyh Şakir şöyle der: "Ben ve bazı kardeşlerim büyük üstadın bu görüşüne muhalefet eden kimselerden idik. Ama şimdi ben onun görüşünün doğru olduğunu açıkça söylüyor ve buna hesabı bilmesi zor olanlar hariç, hilâllerin her halükârda hesap ile tespit edilmesinin vacip olduğunu ilâve ediyorum.103
Ahmed Şakir, "Evaliu'ş-Şuhıtri'l-ANibh/ye" risalesi, s. 15. Burada şunu da söyleyelim: Asrımızda bu görüşü benimseyenlerden birisi de büyüK fakih, üstad. Şeyh Mustafa Zerka'dır. Her ne kadar diğer üyelerden istenilen çoğunluğu oluşturacak kadar kendisine yardım eden bulamamışsa da, benimsediği bu görüşü İslâmi Fıkıh Kurumunda ilan etmiş ve savunmuştur.
324
SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM
6- HADÎSİ ANLAMADA HAKİKAT İLE MECAZIN AYIRT EDİLMESİ
Arapça, içerisinde bol miktarda mecaz, bulunan bir dildir. Mecaz ise, belagat ilimlerinde de kabul edildiği gibi hakikatten daha beliğ (beyanı daha güzeldir. Yüce Resul de "dat" harfini konuşan (Arap)ların lisanı en fasih (güzel ve açık) olanıdır. O'nun (s.a.v.) sözü Allah'tan inen vahiyden esinlenmektedir. Dolayısıyla onun birçok hadîslerinde maksadı en güzel bir şekilde ifade eden mecazların bulunmasında şaşılacak bir şey yoktur.
Burada mecazdan kastedilen şey: Lügavî ve aklî mecazı, istiareyi, kinayeyi, temsilî istiareyi ve lafız veya cümle ile onu aslına uygun olan delâletinden dışarı çıkaran her şeyi içermektedir.
Bir sözdeki mecaz; ya sözlü, ya da halde mevcut olan ve onun mecaz olduğuna delâlet eden karineler vasıtasıyla bilinir.
325
SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM
İşte, hayvanlara, kuşlara, cansızlara ve çeşitli kavramlara nispet edilen söz ve konuşmalar bu cümledendir.
Şu sözlerde olduğu gibi: "Yağa; 'nereye gidiyorsun' denildi. O: 'eğrilikleri doğrultmaya. Yani zayıflıktan ortaya çıkan bedendeki ayıpları kapatmaya' dedi."
Kereste, çiviye: "Beni niçin yarıyorsun?" dedi. O da: "Beni çakana sor" dedi.
Bunların hepsi, tasvir ve temsil babından olup, bu, haberlerdeki yalandan sayılmaz. İmam Râğıb Isfahanı, ez-Zeria ila Mekarimi'ş-Şeria adlı değerli kitabında şöyle der:
"Şunu bil ki; bir söz haber vermek kastıyla değil de ibret alınması için mesel olarak söylenirse, bu, hakikat karşısında yalan değildir. Bunun içindir ki yalandan sakınanlar, bunları konuşmaktan kaçınmazlar. Buna arslan, kurt ve tilkinin ortaklaşa yapmış oldukları meşhur av kıssası misal olarak verilebilir. Onlar bir avda bir eşek, bir ceylan ve bir tavşan avlarlar. Arslan kurda: 'Paylaştır!' der. O da 'Zaten paylaşılmıştır: Eşek senin, ceylan benim, tavşan da tilkinindir1 diye cevap verir. Bunun üzerine arslan ona bir çarpar ve onu kanlar içerisinde bırakır. Sonra tilkiye: 'Sen paylaştır1 der. O da; 'O, pay edilmiştir: Eşek kahvaltınız için, ceylan öğleliğiniz için, tavşan da akşam yemeğiniz içindir' der. Bunun üzerine arslan; 'Bu taksimi sana kim öğretti?' diye sorar. Tilki: "Kurdun kana bulanmış postu' cevabını verir."
Isfahanı der ki: "Yüce Allah'ın şu sözü de, böyle bir duruma hamledilir: 'İşte bu kardeşim, onun doksan dokuz koyunu, benimse bir koyunum var'". (Sa'd, 23)
Yüce Allah'ın şu sözü hakkında tefsircilerin çoğunun söylediği şey de bunun gibidir: "Doğrusu Biz, sorumluluğu göklere, yere, dağlara sunmuşuzdur da onlar bunu yüklen-
326
SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM
mekten çekinmişler ve ondan korkup titremişlerdir. Pek zâlim ve çok cahil olan insan ise onu yüklenmiştir." (Ahzab, 72)
Bazı zamanlar sözün mecaza hamledilmesi kaçınılmaz olur. Aksi takdirde ayak kayar ve insan büyük hataya düşer.
Mesela Resûlullah (s.a.v.), mü'minlerin anneleri olan hanımlarına: "Bana en çabuk kavuşacak olanınız, sizden kolu en uzun olanınızdır" buyurduğunda onlar bunu gerçek olarak anlaşılan kol uzunluğuna hamlettiler. Nitekim Hz. Aişe: "Allah onlardan razı olsun, bunu duyar duymaz hangisinin kolu uzun olduğunu ölçmeye koyuldular" demektedir.
Hatta bazı hadîslerde onların, hangisinin kolunun uzun olduğunu ölçmek için bir kamış parçası alıp ölçtüklerini zik-redebilmektedir! Resûlullah (s.a.v.) ise bunu kastetmemiştir. O, bundan ancak hayırda ve iyilik yapmadaki kol uzunluğunu kastetmiştir.
Vakıanın doğrulamış olduğu da budur. Ona vefatından sonra hanımlarından ilk önce kavuşan Zeynep binti Cahş'dı. Çünkü o, çok hünerli bir kadındı, eliyle çeşitli işler yapıyor ve kazancını sadaka olarak dağıtıyordu.1M
Bu durum, sünnette vuku bulduğu gibi, Kur'an'da da vuku bulur. Nitekim oruç hakkındaki Yüce Allah'ın şu ayetini anlamada Adiyy b. Hatim bu tür bir hataya düşmüştür: "Artık (Ramazan gecelerinde hanımlara) yaklaşabilirsiniz. Allah'ın sizin için takdir ettiğini dileyin. Tan yerinde, beyaz iplik siyah iplikten sizce ayırt edilinceye kadar yiyin, için, sonra orucu geceye kadar tamamlayın." (Bakara, 187)
Hadîsler için bkz: Müslim, Fedailu's-Sahâbe 17, nu: 101; Buhâri, Zekat II. Buhârfde kolu en uzun ve en Önce kavuşacak olanın Şevde (r.a.) olduğu bir vehm vuku bulmuslur. Bu ise ba/ı râvilerden kaynaklanan ve İbmı']-Cevzi'nin şiddetle eleştirdiği bir hatadır, Bkz: Ze-hebi, Siyeru A'tamin-NUMa, c. 2, s. 213, Risale baskısı, Beyrut.
327
SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM
Buhârî, Adiyy b. Hatim'den onun şöyle dediğini rivayet etmektedir: "'...Beyaz iplik, siyah iplikten sizce ayırt edilinceye kadar yiyin, için...' şeklindeki bu ayet inince, biri siyah, diğeri beyaz iki parça ip alıp, yastığımın altına koydum. İkisine bakmaya başladım. Beyazı siyahtan ayırt edince yiyip-içmeyi bırakıp oruca başladım. Sabahleyin Resûlullah'a (s.a.v.) vanp yaptığımı haber verince, O: 'Öyleyse yastığın bir hayli geniş! Bu, ancak gecenin siyahlığından, gündüzün beyazlığının ayrılmasıdır" buyurdu."a "Öyleyse yastığın bir hayli geniş" ifadesinin anlamı; ayetten kastedilen siyah ve beyaz iplikleri onun yastığının altına koyması, bunun batı ile doğu genişliğinde olmasını gerektirir. Çünkü bunlardan gündüzün beyazlığı ile, gecenin siyahlığı kastedilmiştir!105
Herkesçe bilinen şu kutsi hadîsdeki Yüce Allah'ın sözü de bunun gibidir: "Eğer kulum bana bir karış yaklaşırsa ben ona bir dirsek boyu yaklaşırım. Eğer o bana bir dirsek boyu yaklaşırsa ben ona bir kulaç yaklaşırım. Eğer kulum bana yürüyerek gelirse ben ona koşarak gelirim." ll*
Mu'tczile, böyle bir metni rivayet etmeleri ve bunu Allah'a nispet etmeleri sebebiyle Ehl-i Hadîse sataşmıştır. Çünkü bu, Allah'ın, maddî yakınlık, yürüme ve koşma gibi hususlarda, yaratıklara benzediği yanılgısına sebep olmaktadır ki, bu onun uluhiyyetinin kemaline yakışmaz.
Daha sonra İmam İbn Kutaybe Te'vilu Muhtelifi'l-Hadîs adlı kitabında onlara şöyle cevap vermiştir: "Bu, sadece temsil ve teşbihtir. Bundan ancak şunu kastetmiştir: Kim bana sür'atle, İtaat ederek gelirse, ben ona sevap vermekte ondan
Buhârî, Savın 16)
105-
Bkz. ibn Kesir Tefsiri, o 1, s. 221.
Muttefekun aleyhtir. Bkz: d-Lü'lüü ve'l-Mercaıi, nu: 1721, 1746.
daha hızlı davranırım. İşte, yürüme ve koşmayı da bundan kinaye etmiştir.
Nitekim Allah Teâlâ'nın şu ayeti de böyledir: 'Ayetlerimiz hakkında {onları tesirsiz bırakmak için) birbirlerini aciz bırakırcasına yarışanlara (Sa'y edenlere) gelince, işte bunlar, cehennem dostlarıdır." (Hacc, 51) Buradaki sa'y=hızb yürümek demektir. Bundan onların devamlı yürüyüp durdukları kastedilmemektedir. Allah daha iyisini bilir ya, buradan ancak, onların niyetleri ve amelleriyle hızlı oldukları kastediliyor."107
Yine bazı hadîslerde, özellikle çağdaş bir kültürde yetişenler açısından bir takım problemlere rastlamaktayız. Bu da, lafızların asıl delâletlerimle ifade ettikleri anlamların, hakikat anlamına hamledildiğinde ortaya çıkmaktadır. Ama, mecazi anlama hamledildiğinde ise problem gitmekte ve kastedilen mânânın gerçek yüzü açığa çıkmaktadır.
Bunun için, Ebu Hureyre'nin Nebfden rivayet ettiği Buhârî ve Müslim'deki şu hadîsi misal olarak ele alalım: Buyurdular:
"Cehennem Rabbine şikayet etti ve dedi ki: 'Bir tarafım, bir tarafımı yedi gitti!' Bunun üzerine Allah ona bir nefes kışın, bir nefes de yazın olmak üzere iki nefes ile müsaade etti. İşte bu da karşılaştığınız en şiddetli sıcak ile, karşılaştığınız en şiddetli soğuktur."108
Halbuki asrımızdaki okul öğrencileri, coğrafyada mevsimlerin değişme sebeplerini, yaz ile kışın, sıcak ile soğuğun ortaya çıkış sebeplerini Öğreniyorlar ki bu, tabiat kanunları
328
I07' İbn Kuteybe, Te'viiuMuhteüfu'l-tiatSrs, s. 224, Daru'l-Ceyl, Beyrut. 108" Bkz: et-Lü'lüü ve'l-Mercatı, nu: 359.
329
SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM
na ve yine bu sahada öğrenim görenlerin bildiği sebeplere dayanmaktadır.
Nitekim herkesçe bilinmekte ve görülmektedir kî yerkürenin bir kısmı kışın şiddetli soğuk olurken, diğer kısmı çok fazla sıcak olmaktadır. Mesela ben 1988 yazında Avustralya'yı ziyaret ettim ve orada çok şiddetli bir soğukla karşılaştım. 1989 kışında ise Güney Amerika'ya gittim, orada da sıcak bir yaz ile karşılaştım.
Dolayısıyla hadîsin mecaza; şiddetli sıcağı cehennem nefeslerinden bir nefes, şiddetli soğuğu da nefeslerinden başka bir nefes olarak tasvir eden bir edebî tasvire hamledil-mesi gerekir. Şu halde cehennem çok şiddetli soğuk ve çok şiddetli sıcak gibi çeşitli azap türlerini içermektedir.
Ebu Hureyre'nin Resûlullah'tan (s.a.v.) rivayet ettiği, Sahihayn'daki şu hadîs de yine böyledir: "Buyurdular ki: Allah, yaratıkları yaratıp da yaratma işini tamamlayınca 'rahm (akrabalık)' dedi: 'Burası (akrabalık ilişkilerini) kesmekten sana sığınanın makamıdır!' (Yüce Allah): 'Evet, seninle bağını devam ettirenle, bağ kurmama; ilişkilerini koparanla da bağımı koparmama razı olmaz mısın?' buyurdu. O, 'Olurum ey Rabbim!' dedi. Bunun üzerine Allah: 'Bu sana verilmiştir' buyurdu. Sonra Resûlullah (s.a.v.); 'İsterseniz şu ayeti okuyun!' buyurdu: 'Demek sizler iş başına gelecek olursanız, yeryüzünde bozgunculuk yapacak, akrabalık bağlarını da koparacaksınız, öyle mi...'" (Muhammed, 22)109
Acaba burada rahmin, yani akrabalığın sözü hakikî midir? Yoksa mecazî midir? Sarihler ihtilaf etmişlerdir.
Ama Kâdî İyaz, hadîsi mecaza hamletmiş, onun darb-ı mesel babından olduğunu söylemiştir,
l09-A.g.e, nu:1655.
330
SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM
Yine İbn Ebi Cemre, Buhârî Muhtasarı Şerhinde "akrabalık bağlarını devam ettirene Allah Teâlâ'nın da bağ kurması-nı"nı açıklarken şöyle demektedir: "Buradaki Allah'ın vas-h=bağı devam ettirmesi O'nun ihsanının büyüklüğünden bir kinayedir. Burada, O, sadece insanların anlayacağı şekilde konuşmuştur. Sevgilinin, sevenine verebileceği en büyük şey; bağı devam ettirmek ve ona yakın olmak, istediğini yerine getirmek, onun hoşlanacağı şeylerde ona yardımcı olmak olunca ve bunların hakikî anlamı yüce Allah hakkında imkânsız olunca; bunun O'nun kuluna olan büyük ihsanından bir kinaye olduğu anlaşılır. 'Bağların koparılması' hakkında da söylenilebilecek şey böyledir. Bu da, ihsanını kesmesinden bir kinayedir."
Kurtubi de şöyle der: "Akrabalığa nisbet edilen bu sözün mecaz veya hakikat üzere, isterse takdir ve temsil cihe-tiyle denildiğini söyleyelim, neticede sanki mânâ: 'Şayet akrabalık akledebilen, konuşabilen bir varlık olsaydı, mutlaka şöyle derdi' şeklindedir. Bunun bir benzeri de Yüce Allah'ın 'Eğer biz bu Kur'an'ı bir dağa indirseydik, O (dağ)nun mutlaka boyun eğdiğini görürdün...' şeklindeki ayetidir ki sonunda: 'Bu misalleri insanlara düşünsünler diye veriyoruz.' (Haşr, 21) buyurulmaktadır."
Şu halde bu sözden kastolunan şey; sıla-i rahim emrinin çok Önemli olduğu, Allah Teâiâ'nın onu kendisiyle komşu olmak isteyeni kendisine komşu edip-himayesine aldığı kimsenin mertebesinde gördüğünü, böyle olunca da Allah'ın komşusunun yardımsız ve terk edilmiş olamayacağını haber vermektedir. Nitekim Nebî (s.a.v.) bir başka hadîslerinde şöyle buyurmaktadır: "Her kim sabah namazını kılarsa o, Allah'ın zimmetinde, emamndadır. Allah kimi ahdi-
331
SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM
ni yerine getirmediğinden dolayı muaheze etmek üzere zimmetinden mahrum etmek isterse, onu yapar. Sonra da onu cehennem ateşinde yüzünün üzerine çarpar."a
Hadîsin mecaza hamliyle yapüan bu çeşit te'vilin, hiçbir şekiide dini sıkıntıya sokmayacağına inanıyorum. Tabi ki bu, te'vilin kabul edilebilecek şekilde olması, körü körüne ve zorlama bir te'vil olmaması, orada te'vili ve hakikatten mecaza çıkmayı gerektirecek bir durumun olması halindedir. Yine bir anlamda, açıkça akıl ve şeriatın sahih bir emri veya ilmin kat'î verileri yahut tekit ettiği şeyler açısından bir engelin bulunması, hakikî mânâyı istemeye engel olur.
Burada gerçek bir engelin olup olmayacağı hususunda ihtilaf çıkabilir.
Çünkü bir insan veya bir gruba göre aklen imkânsız kabul edilen bir şeyi diğerleri mümkün görebilir. İşte bu, iyice incelenmesi gereken bir husustur.
Aklî, şer'î, ilmî veya pratik hayattan herhangi bir engelin bulunmasıyla bir sözün hakikatte hamlinin terk edildiği gibi, caiz olmayan veya zorlama şeklindeki bir te'vil de kabul edilemez.
Burada, mecaza sığınmanın terki; İslâm'da nakledilen sahih nasslar ile ma'kul görülen açık gerçekler arasında çelişki yoktur diye öğreten akılcı insanlar için bir fitne kapısı olabilir.
Şimdi de Buharı ve Müslim'in ibn Ömer'den (r.a.) rivayet ettikleri şu hadîsi okuyalım: Resûlullah (s.a.v.) buyurdular ki: "Cennetlikler cennete, cehennemlikler de cehenneme varınca, ölüm getirilip cennet ile cehennem arasına konulur ve sonra' kesilir! Sonra bir çağırıcı: 'Ey cennetlikler artık a" Müslim, Mcsacid 262
332
SÜKNETt ANLAMADA VÖHTEM . ■
ölüm yok, ey cehennemlikler artık ölüm yok' diye seslenir. Bunun üzerine cennetliklerin sevinci daha da artar. Cehennemliklerin ise hüznü daha da çoğalır."110
Yine Buhârî ve Müslim'in ve başkalarının rivayet ettiği Ebi Said hadîsinde de: "Ölüm, çok güzel bir koç şeklinde getirilir..."111 denilmektedir.
Acaba bu hadîsten ne anlaşılır? Ölüm nasıl kesilir? Veya ölüm nasıl ölür?
Nitekim Kâdî Ebu Bekir İbnu'l-Arabi bu hadîs üzerinde durmuş ve şöyle demiştir: "Bu hadîs, aklın açık gerçeklerine ters düştüğü için karışıklığa yol açmıştır. Çünkü ölüm bir arazdır ve araz, cisme dönüşmez. Şu halde nasıl kurban edilsin?"
Bundan dolayı bir taife, hadîsin sahih olduğunu inkar edip onu reddetti. Bir taife de te'vil ederek, bunun bir temsil olduğunu ve ortada gerçek bir kesme işi olmadığını söyledi. Başka bir taife ise şöyle demiştir: "Bilakis kesme işi, hakikat üzeredir. Kesilen de ölüm işini üstlenen ölüm meleğidir ve Onların her birinin ruhunu alma işini üstlendiği için, onların hepsi onu tanır."
Fethu'l-Bâr?de Hafız İbn Hacer: "Müteahhirinden bazı âlimler bunu benimsediler" der ve Mazirî'den onun şu sözünü nakleder: "Bize göre ölüm arazlardan bir arazdır. Mute-zile'ye göre ise o, bir mânâ değildir. Şu halde iki mezhebe göre de ölümün koç veya herhangi bir cisme dönüşmesi doğru olmaz. Öyleyse bundan murad, temsil ve teşbihtir."' Sonra şöyle der: "Ama Allah bu cismi önce yaratıp, sonra kesebilir ve bunu cennetlikler için artık ölümün gelmeyeceğine dair bir misal kılabilir."
110-111-
el-Lü'lM ve't-Mercatı, nu: 1812. A.g.e,nu:1811
333
SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM
Kurtubi de et-Tezkire adlı kitabında buna benzer şeyler söylemiştir.
İşte bütün bu te'viller; İbnu'l-Arabi'nin de dediği gibi, bir sözü aklın açık gerçeklerine ters düşen lügatteki hakikat mânâsına hamletmekten bir kaçıştır.
Bu şekilde mecaza hamletmek ise, hadîsi inkar etip defetmekten daha iyidir. Nitekim bu hadîs birçok sahabeden, çeşitli sahih isnâdlarla sabit olmuştur. Şu halde bu şekilde te'vil imkânı varken, onu reddetmek pervasızlıktır.
Şu kadar var ki Hafız Ibn Hacer kim olduğunu belirtmediği bir âlimin şöyle dediğini de nakletmiştir: "Allah'ın cisimlerinden arazlar yaratıp, sonra da onlara madde vermesinde bir engel de yoktur. Müslim'in Sahıh'indeki şu ve benzeri hadîslerde oludğu gibi: "Bakara ve Al-i İmran (sureleri ahirette) sanki iki bulut gibi gelirler."112
Allâme Şeyh Ahmed Muhammed Şakir de Ahmed İbn Hanbel'in kitabı Müsned'e yapmış olduğu tahricinde buna yönelmiştir. Fethu'l-Bârî" den Ibn Arabi'nin bu hadîs hakkındaki karışık görüşünü ve onu te'vil etmeye çabaladığını naklettikten sonra şöyle demektedir:
"Bunların hepsi bizden istenmeyen bir meşakkati üstlenmek ve Allah'ın, bilgisini sadece kendisine has kıldığı gaybın üzerine gitmektir. Bize düşen ise, ancak, ona geldiği gibi inanıp, ne inkar ve ne de te'vil etmemizdir. Hadîs sahihtir. Aynı şekilde mânâsı BuhârTdeki Ebu Said hadîsinde, İbn Mâce ve İbn Hıbban'daki Ebu Hureyre hadîsinde de sabit olmuştur.3 Madde arkasındaki gayb âlemini, bu yeryüzündeki cisimlere
112~ Bu görüşler için bfcz: Hafız İtm Hacer, Fethu'l-Bâri, c. 11, s. 421;
Hadîs için Bkz: Müslim, Müsafirun 42, nu: 252-3.
a- Buharı, Tefsir, Sure 19,1, Rikak, 51; İbn Mâce, Zühd3S; İbn Hıbban,?
334
SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM
bağlı olan akıllar idrak edemez. Hatta akıllar, idrak kapasitesi içerisinde olan birçok maddî gerçekleri dahi idrakten aciz kalmışken, güç ve kuvvet çerçevesinden çıkan gaybî konular vb. hakkında hüküm vermeye nasıl kalkışabilir?! İşte bizler, asrımızda maddenin kuvvete dönüşümünü idrak ettik.
Yine sanayi ve çalışma ile, ne onun ne de bunun hakikatini bilmeksizin kuvvetin de maddeye dönüştüğünü idrak edebiliriz. Daha sonra neler olacağını da bilmiyoruz. Bildiğimiz şu ki; insan aklı, aciz ve noksandır. Madde, kuvvet, araz ve cevher; ancak gerçeklere yaklaştırmak için konulmuş birer ıstılahtırlar. İnsan için en hayırlı olanı öylece iman edip, dürüstçe amel etmesi, sonra da gayb hakkındaki şeyleri gayb âlemine bırakmasıdır. Belki bu şekilde kıyamet gününde kurtuluruz. "De ki: Rabbimin sözleri için, derya, mürekkep olsa ve bir o kadar da ilâve getirsek dahi, Rabbimin sözleri bitmeden önce deniz tükenir." (Kehf, 109)113
Allah kendisine rahmet etsin Şeyhin bu sözü; gaybî işler hakkında muhkem nassların te'vilini terk etmenin illetini ortaya koymada sağlam, ikna edici bir mantık üzerine oturmuştur.
Fakat bu; özellikle böyle bir konumda kabullenilmemez. Burada te'vilden kaçmanın kabul edilir iyi-doğru bir yönü yoktur. Aklın ve naklin ittifak ettiği çok iyi bilinen bir husustur ki r insanın hayattan ayrılması demek olan- Ölüm, bir koç veya öküz ya da diğer hayvanlardan bir hayvan değildir.
Aksine o, mânâlardan bir mânâ, yahut öncekilerin ifadesiyle arazlardan bir arazdır. Mânâlar ise, mânâları ve soyut şeyleri somutlaştıran temsil ve teşbih dışında cisimlere
113~ İbn Hanbel, Müstıed, c. 8, s. 240-1. Hadîs tahric nu: 5993, Maarif baskısı.
335
SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM
veya hayvanlara dönüşmez. İşte bu, asrımızın aklına hitab etmede daha uygundur. En iyisini Allah bilir.
Mecaz yukarıdaki gibi çeşitli haberler ile ilgili hadîslerde olduğu gibi, ahkâm (hüküm bildiren) hadîslerde de olabilir. Bu konuda fâkihlerin kendilerin dikkat etmeleri kadar, başkalarını da uyarmaları gerekir. Bundan dolayıdır ki âlimler, müctehid hakkında, onun nübüvvet ve sahabe asrında tıpkı halis bir Arap'ın anladığı gibi, Arapçayı çeşitli delâletlerini anlama imkânını verecek kadar bilmiş olmasını şart koşmuşlardır. Her ne kadar, Arap, bunu yaratılıştan (beri konuşarak) biliyorsa da, öteki de bunu öğretimle bilmektedir. Nitekim bir a'râbî şöyle demiştir:
"Dilini geveleyip duran bir rtahivri değilim Ama ana dilim Arapça, söyler ve i'râb ederim!"
İşte mecaz ile hakikatin arasını ayırt etmekten gafil davranmak çok defa hataya düşürür. Nitekim bunu, asrımızda fetvaya koşup, onu haram, şunu vacip kılan, falanı bid'atçilikle, diğerini fasıklıkla itham edenlerde bütün açıklığıyla görmekteyiz. Bazen de sabitliği ve sıhhati kabul edilse bile, açıkça delâleti kabul edilemeyecek bazı nasslarda tekfir etmeye bile kalkışırlar.
Günümüzde bazı kimselerin, erkeğin kadınla musafaha etmesinin haram olduğuna dair delil olarak gösterdikleri Ta-beranî'nin rivayet etmiş olduğu şu hadîsi misal olarak ele alalım: "Birinizin, demirden bir iğne ile dürtüklenmesi, kendisine helâl olmayan bir kadına dokunmasından daha hayır-hdır.""*_________
l'4' El-Heysemi, Mecrnauz-Zevaid, c.4, s. 326'da rivayet etmiş ve şöyle demiştir. Bunu Taberani, Ma'kal İbn Yesar'dan rivayet etmiştir. Ri-caü sahihtir.
336
SÜNNETİ AN I. AMADA YÖNTEM
Elbânî, gerek bizim el-Helâl ve'l-Haram kitabımıza yaptığı tahricinde ve gerekse Sahihu't-Camii's-Sağır'de, bu hadîsin "hasen" olduğunu söylemiştir. -Hadîsin, Sahabe ve onların talebeleri asrında meşhur olmamasına rağmen- Elbâninin onu hasen görmesini kabul etsek bile, hadîsin erkeğin kadınla musafahasının haramlığı hakkında bir nass (delil) olmadığı anlaşılmaktadır. Çünkü Kur'an ve sünnet dilinde mess=dokunma, mücerred olarak derinin deriye dokunması anlamına değildir. Burada dokunmanın anlamı Kur'an'ın tercümanı Ibn Abbas'ın şu sözünün delâlet ettiği anlamdadır: "Kur'an'daki el-mess, el-lems ve el-mülamese (dokunma) ifadeleri cinsi birleşmeden birer kinayedir. Çünkü Allah, haya sahibi ve kerimdir, düediğini dilediği şeyle kinaye etmektedir."
İşte, Yüce Allah'ın şu ayetinden bundan başka bir şey anlaşılmaz: "Ey iman edenler! Mü'min kadınları nikahlayıp da, henüz onlara dokunmadan boşanırsanız, onları iddet müddetince bekletmeniz gerekmez..." (Ahzab, 49)
-Zahirîler de dahil olmak üzere- tefsirciler ve fâkihlerin hepsi buradaki el-mess(dokunma) fiilini cinsi birleşme olarak tefsir etmişlerdir. Bazen buna, sahih halveti (helâl olmayan kadınla-erkeğin baş başa kalmatan halini) de dahil edebiliyorlar. Çünkü bu, cinsî birleşmenin mümkün olduğu sanılan bir haldir. Bakara süresindeki "dokunmadan önce" yani "cinsî birleşmeden önce boşama" hakkındaki ayetler de bunun gibidir. (Bakara, 236-7) Yine yüce Kur'an'ın, Meryem'in <a.s) diliyle söylediği şu sözde de bu mânâyı desteklemektedir: "Bana hiçbir insan dokunmamişken, benim nasıl çocuğum olabilir!?" (Al-i- imran, 47)
337
SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM
Bu hususta Kur'an ve sünnette deliller çoktur." Şu halde, bu hadîste, şehvetle olmayan ve arkasından fitne çıkmasından korkulmayan mücerret bir tokalaşmanın haramlığına delâlet eden bir şey yoktur. Özellikle de, yolculuktan dönüş, hastalığın iyileşmesi veya herhangi bir sıkıntı-belâdan kurtulma vb. insanların başına gelen haller ile yakınların birbirini öperek tebrik etmeleri gibi ihtiyaç hissedilen haller söz konusu olursa...
Bunu destekleyen bir delil de İmam Ahmed'in, Müs- Enes'den (r.a.) rivayet ettiği şu haberdir: "Medine
a" Kanaatimizce gerek dokunma hadîsini kadınlarla tokalaşmanın ha-ramlığına delil olarak gösterenler, gerekse hadîsteki dokunmanın cinsel ilişkiden kinaye olduğu görüşüne katılan yazarımız yanılmaktadır. Çünkü anlaşıldığı kadarıyla hadîsle söz konusu edilen, helâl olmayan bir kadına şehvetle dokunma ve okşamadır ki, bu tür hareketler sahibini zinaya sürükleyebilir. Nitekim bazı hadîslerde "Eller de zina eder, o da dokunmaktır" şeklinde ifade edilen dokunma da böyledir. (Bkz: Miisned, c. 1, s. 412; c. 2, s, 343,344,349,372,411,528,535, 536) Kadınlarla tokalaşma konusunda Peygamber efendimizin bey'at esnasında "Ben kadınlarla musa/aha etmem" buyurarak kendi hanımlarından başka hiçbir hanıma eliyle beyat etmediğini (Bkr Muval-ta, Bey'at 2; Nesaî, Bey'al 18; İbn Mâce, Cikad 43; Müsned v. 6, s. 357, 454,459, c. 2, s. 213; Buhârî, Talak, 20) cumhurun delil gösterdiğini hatırlattığımız yazar, bize gönderdiği cevabında şunları söylemektedir: "Kadınlarla tokalaşma konusunda cumhurun delilini zikretmeyişime gelince; ben orada bu meseleyi irdelemeye çalışmadım. O hadîsi, sadece yeri geldiği için misal olarak zikrettim. Ama bu tokalaşma meselesi hakkında benim geniş bir araştırmam var ve Allah'ın izniyle t>elki o konu, Fetava Muasıra- Çağdaş Fetvalar adlı kitabınım ikinci Cildinde bahsedilecektir. Nebî'nin (s.a.v.) bey'at sırasında kadınlarla musa/aha etmeyişi de, onun haram oluşuna delâlet elmez. Ancak O^nun bunu, haram olduğundan dolayı terk ettiği sabit olursa o başka. Oysa O (s.a.v.), haram olan şeyleri terk etmenin yanında bazı mekruhları, evlâ olan husulara aykın gelen bazı şeyleri ve hatta bazı mubahları bile terk ediyordu.
338
SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM
cariyelerinden bir cariye de olsa, Resûlullah'ın (s.a.v.) elinden tutar, O da (s.a.v.) cariye onu istediği yere götürünce-ye kadar cariyenin elini bırakmazdı."3
Buhârî ise bunu şu lafızlarla rivayet etmiştir:11 "Medine cariyelerinden herhangi bir cariye de olsa, Resûlullah'ın (s.a.v.) elinden tutar ve O'mı (s.a.v.) istediği yere kadar götürürdü."
Hadîs, Nebî'nin (s.a.v.) bir cariye karşısında bile teva-zusu, edebi ve inceliğinin ne denli olduğuna delâlet etmektedir. Öyle ki cariye O'nun elinden tutup, bazı ihtiyaçlarını gidermek için O'nu Medine sokaklarına uğratmakta, O (s.a.v.) da hayasının fazlalığından, ahlâkının büyüklüğünden dolayı, elini onun elinden çekmek suretiyle onu kovmayı, duygularını yaralamayı istememekte, aksine onun ihtiyacı görülünceye dek onunla bu halde yürümeye devam etmektedir.
Buhârî'deki hadîsin şerhinde Hafız ibn Hacer şöyle demektedir: "Elden tutmaktan maksat, bunun gerektirdiği incelik ve yumuşaklıktır. Hadîs, erkeği değil de kadını, hür kadını değil de cariyeyi,' 'cariyeler' şeklinde genelleme ile de herhangi bir cariyeyi, 'istediği yere' sözüyle de herhangi bir yeri ifade ettiğinden tevazu hakkında bir takım mübalâğa çeşitlerini kapsamaktadır. 'Elden tutma' ifadesi ise, tasarrufu tamamen cariyeye verdiğine bir işarettir. Öyle ki onun ihtiyacı şayet Medine dışında olsa ve O'ndan bu ihtiyacı için kendisine yardım etmesini istese, mutlaka buna da yardım ederdi. Bu da Nebî'nin (s.a.v.) fazlaca mütavazı olduğuna ve kibrin bütün çeşitlerinden uzak olduğuna bir delildir."115
a* Ahmed, Miisned, c. 3, s. 174
**" Buhârİ, Fleb 61
1 i5- İbn Hacer, Fethu'l-BSri, c, 13, s. (?), (c. 10, s. 506, Reyyan Baskısı.)
339
SÜNNETİ ANLAMADA VÖNTEM
Hafız İbn Hacer'in zikrettiği bu şeyler, bütünü içerisinde kabule şayandır. Fakat onun 'elden tutma'yı muhtevasından hareketle zahirî anlamından çıkarıp incelik ve yumuşaklığa yorması kabul edilemez. Çünkü burada her ikisi birden kastedilmektedir. Bir sözde asıl olan, onun belirli bir delil veya karine bulunmadıkça, zahirine hamledilmesidir. Burada buna engel olacak bir şey göremiyorum. Bilakis İmanı Ahmed'in rivâyetindeki "Cariye onu dilediği yere götürünceye dek elini onun elinden çekip almaz" ifadesi açıkça bundan mutlaka zahirin murad edildiğine delâlet etmektedir. Bundan dışarı çıkmak ise, zorlama ve saptırma kabilindendir.
Hadîslerin anlaşılmasında mecaz kapısının kapanması, nassm aslî ve harfi mânâsında durulması, çağdaş kültür ile yetişenlerin çoğuna sünneti anlamaktan, hatta İslâm'ı anlatmaktan yüz çevirtmektedir. Yine onlar mecazda kendilerini tatmin eden, kültürlerine uygun olan anlamı bulduklarında sözü ne dilin mantığına ve ne de dinin prensiplerine arz etmeksizin, tamamen zahirine göre aldıkları zaman, bu, çağdaşları hadîsin sıhhati hakkında şüpheye düşürmektedir.
Hatta bazı İslâm düşmanları da çok defa (mecaza hamledilmeyen) bu esas mânâları, İslâmî kavramlar ve onların modern ilme ve çağdaş düşünceye ters düşmeleriyle alay etmek için bir dayanak yapmaktadırlar.
Yıllardan beri, Hıristiyanlık propagandası yapanlardan biri yazdığı yazılarda, Buhârî ve başkalarının rivayet etmiş olduğu şu ve benzer hadîslere dayanarak, bilim ve aydınlık asrında İslâm düşüncesinin hâlâ hurafelere inandığını söyleyerek ona hücum ediyordu: "Humma (sıtma)
340
SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM
hastalığı, cehennem ateşindendir, onu su ile soğutunuz."116 hadîsinden sonra diyor ki: "Humma hastalığı cehennem ateşinden değil, yeryüzünün ateşindendir. Ve onda mikropların üremesine yardım eden bazı pislikler vardır."
Ahmak veya ahmak gibi gözüken bu yazar, ya hadîsten murad edilen ve Arapça'nın zevkine varan herkesin anlayacağı mecazî anlamı bilmiyor ya da bilmezden geliyor. Hatta biz bile çok sıcak gün hakkında "Sanki cehennemden çıkmış bir gün" deriz. Ve söyleyen de, bunu işiten de sözden kastedileni anlar.
Yine kendisini İslâm'dan sayanlardan birisi de "Haceru'l-Esved cennettendir."11? hadîsi ile "Acve (hurması) cennettendir"118 hadîsîyle alay eden bir üslûpla yazı yazmıştır.
Onlar bu ve benzeri ibarelerden, mesela "Biliniz ki cennet kılıçların gölgesi altındadır."119 şeklindeki hem Buhâ-rfnin, hem de Müslim'in rivayet ettiği (müttefekun aleyh) hadîste kastedilen anlamdan gafildirler. Hiç kimse, Allah'ın takva sahipleri için hazırladığı ve enini sema ve yerin eni kadar geniş kıldığı cennetin gerçekten kılıçların gölgesi altında olduğu şeklinde anlamaz, böyle tasavvur etmez. Bundan ancak, Allah yolunda cihadın -ki sembolü kılıçtır- özellikle de Allah bu cihadda ona şehid olmayı yazmışsa bunun cennete en yakın yol olduğunu anlar. Nebî'nin (s.a.v.), arkasından
''"" İbn Ömer, Aişe, Rafi ibn Hadic ve Esma binti Ebi Bekir'den gelen senedlerle muttefekun aleyhtir. Buhârî, İbn Abbas'tan da rivayet edilmiştir. Bkz: Camii's-Sağİr, 3191; el-Lü'lüü ve'l-Meram, nu: 1424,1426. '"■ Ahmed, Enes'ten, Nesaî de İbn Abbas'tan rivayet etmiştir. Camii's-Sağir, 3174'de olduğu gibi.
118" Müsned, c. 2, s. 301, 305, e. 3, s. 48; Tirmizt, Tıbb 22; İbn Mâce, Tıbb 8; Nesaî, (?) Bkz: Camii's-Sağir, 4126.
*'*" Abdullah ibn Ebi Evfa hadisinden müttefekun aleyhtir. tt-Ui'lüü ve'i-Metcan, nu: U37.
341
SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM
bakıma muhtaç olan annesini bırakıp, cihad etmek üzere O'na bey'at etmek isteyene söylemiş olduğu şu sözü de böyledir: "Sen ona bak! Çünkü cennet onun ayaklarının altındadır."1^
Kardeşleri bundan onun, Yüce Allah'ın sevabını ve cennetini arzu ederek, annesinin hizmeti ve bakımında olmasından başka bir şey anlamadılar.
Bana Üstad Mustafa ez-Zerka anlatmıştı: Mısır'da, hatta Arap âleminde çağdaş hukukçulardan büyük bir üstad, ona birgün, Sahİh-i Buhâri kitabını satın aldığını, sonra açıp baktığında gözünün şu hadîse iliştiğini söylemiş: "Nil, Fırat, Seyhan ve Ceyhan cennet ırmaklarındandır."3 Üstad bunun gerçeğe ters düştüğünü görünce, Buhârî'nin kitabının hepsinden yüz çevirmiş. Çünkü okuyan herkesçe bu ırmakların doğuş yerleri bilinmektedir ve bunlar cennetten değil yerden çıkmaktadır. Kafasında oluşan bu yanılgının sonucunda ise bu şekilde mücerred olarak reddedişi hakkında da daha sonra hiç düşünmemiştir.
Eğer bu adam biraz alçakgönüllü olsaydı ve Buhâri şerhlerinden birisine başvursaydı veya çağdaşlarından güçlü bir âlime sorsaydı, gözleri olana sabahın aydınlandığı gibi, bu gerçek mutlaka onun için de aydınlanacaktı. Fakat kibir, gerçeklerin görünmesine engel olan unsurların en büyüğüdür.
* Ahmed, <?); Nesaî, (?); Cahime'den rivayet etmiştir. Bkz: Camü's-Sağir, nu: 1249.
a" Buhâri, Bed'ul-Halk 6, Menakıbu'l-Ensar 42, Eşrıbe XI. Teohid 37'de sadece Nil ve Fıratm cennet nehirlerinden olduğunu zikretmiştir. Müslim, Cenne 26 ve Müsned, c. 2, s. 261, 289'da ise Seyhan, Ceyhan, Fırat ve Nil ırmaklarının hepsinin cennet ırmaklarından olduğu ifade edilmiştir. Müellifin vermiş olduğu Seyhan, Ceyhan nehirlerini ne Buhâri'de, ne de Mu'cemu'l-Müfehres de bulabildim.
342
SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM
Burada kültürümüzün oluşumunda değerli katkısı olan imamlardan bir imamın bu hadîsin anlamı ve açıklaması hakkında görüşünü aktarmam benim için yeterli olacaktır. O da, İbn Hazm'dır. İbn Hazm'ı seçmemin sebebi ise, bilindiği gibi o, nassların harfîliğine ve illet ve bağlamlara bakmaksızın onların zahirlerini alıp (ona göre amel etmeye) inanan Zahirî bir fâkihtir. Şu kadar var ki o, Arapça'nın içerisinde, hakikat ve mecaz olan bir dil olduğuna inanmaktadır.
Şimdi onun bu hadîs hakkında ne dediğine bakalım: İbn Hazm burada "Seyhan, Ceyhan, Nil ve Fırat'ın her biri cennet nehirlerindendir." şeklindeki sahih hadîs ile, "Evim ile minberim arası, cennet bahçelerinden bir bahçe-dir."a hadîsini zikreder ve şöyle der: "Bu iki hadîs, bazı cahillerin zannettikleri gibi Havza'nın cennetten bir parça olduğu ve bu nehirlerin de cennetten doğup-indikleri anlamına gelmez. Bu, batıl ve yalandır." Sonra ibn Hazm, burasının cennetten bir bahçe oluşunun anlamının, oranın faziletinden ve orada kılınan namazın cennete götürdüğünden dolayı olduğunu zikreder. Bu nehirler ise, onların bereketinden dolayı cennete izafe edilmiştir. Nitekim iyi bir gün hakkında "Bu cennet günlerinden bir gün" dersin. Yine koyun hakkında "O, cennet hayvanlarındandır" denildiği gibi...Nebî'nİn (s.a.v.) "Cennet kılıçların gölgesi altındadır" buyurduğu gibi. Buna benzer bir hadîs de, "Haceru'l-Esved cennettendir" hadîsidir.
İbn Hazm bu haberler hakkında şöyle der: "Gerek Kur'an, gerekse hissin zaruri olarak ortaya koyduğu yargı, bunların zahirleri üzere olmadıklarıdır."121
a" Malik, Muvaita, Kıble 10-11; Buhârî, Rikak 53, İ'iisam 16; Tinniîi, Me-«ahb 67; Nesaî, Mesacid 7; Müsned c. 2, s. 236, s. 4 !21" İbn Hazm, Muhalla, c. 7, s. 230-1, Mesele 919.
343
SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM
İşte, zahirîliği ve nasslara donukluk derecesinde harfi harfine bağlılığıyla bilinen İbn Hazm'ın konumu budur. Buna rağmen o dahi, bu nassların zahirlerine hamledilmesini caiz görmemiştir. Onun dediği gibi bunu ancak cahiller böyle zanneder!!
Fazla Mecazi Te'villerden Sakınılması
Burada hadîslerin -ve genel olarak nassların- te'vilinin ve onları zahirlerinden dolayı dışarı çıkarmanın da bir tehlike kapısı olduğunu ve bundan sakınılması gerektiğini söylemek istiyorum. Akıl veya nakilden bunu gerektiren bir durum olmadıkça Müslüman âlimin bu kapıdan içeriye girmemesi gerekir.
Çok defa hadîsler, kişilere, belirli zamanlara ve mekanlara itibar edilerek te'vil edilirler. Ama sonra tetkik edebilen bir araştırmacı, onun zahiri üzerine bırakılıp o şekilde anlaşılmasının daha uygun olduğunu ortaya koyar. Buna misal olarak şu hadîsi zikredebilirim: "Kim bir (sidre) ağacı keserse, Allah onun başını cehennemden aşağı sarkıtır."122 Bu hadîs birkaç şekilde rivayet edilmiştir. Baradaki 'sidre' kelimesi şart cümlesi içerisinde nekra olmasına rağmen bazı sarihler bundan muradın Haram bölgesinin ağacı olduğu şeklinde onu te'vil etmişlerdir. Onlar ağaç kesenin şiddetli azap ile korkutulduğunu görünce bunu Haram bölgesi ağacına hasretmişlerdir. Benim meylettiğim şey ise, hadîsin, insanlara, gafil oldukları önemli bir hususu tembih etmesidir. O da, özellikle sahrada, insanların hem gölgesinden, hem de meyvesinden yararlandığı ağacın -hususen Arap ülkelerinde
122' Ebu Davud, Edeb 171, nu: 5329, Beyhâki, Sünen, c- 6, s. 139'da, ES-bânî'de Camii'de zikretmiştir.
344
SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM
sidre ağacının- ehemmiyetidir. Dolayısıyla bu ağacın kesilmesi, insanların hepsini birçok hayırdan men edecektir- İşte bu, şimdilerde çağdaş dünyanın "yeşili ve çevreyi koruma" diye isimlendirdikleri faaliyete girmektedir. Öyle ki bu çevrecilik, sırf onun için birçok grupların ve partilerin oluşturulduğu, hakkında birçok toplantılar ve konferansların düzenlendiği önemli bir husus haline gelmiştir.
Daha sonra Ebu Davud'un Sünen'ine müracaat ettim ve onda şunu buldum: Ebu Davud'a bu hadîs soruldu da o şöyle dedi: "Bu hadîs, muhtasardır ve şunu demek istiyor; 'Her kim bir yolcunun veya hayvanların gölgelendiği çöldeki bir ağacı boş yere, zalimliğinden dolayı haksız yere keserse Allah da onun başını cehenneme sarkıtır."3
Allah'a hamdolsun, sadece benim böyle anladığımı sandığım bu husus ile İmam Ebu Davud'un yorumu birbirine uygundur.
Kabul Edilemeyecek Te'viller
Reddedilmesi gereken te'villerden bir kısmı da, ne ibarede, ne de metnin akışı içerisinde herhangi bir delil olmaksızın yapılan bâtınî te'villerdir. Mesela onlardan birisinin "Sahur yapınız! Çünkü sahurda bereket vardır."123 hadîsin-deki sahur ile muradın istiğfar olduğunu söylemesinde olduğu gibi. Şüphesiz sahurlarda istiğfar, Kur'an ve sünnetin teşvik ettiği en büyük amellerdendir. Lakin sahurdan muradın istiğfar olduğunu söyleyenin bu sözü, körü körüne bir te'vil olduğundan kabul edilemez.
Ebu Davud, Edeb 173, nu: 5239, c. 5 s. 404 "~ Muttefekun aleyhtir. Bkz: el-Lü'lüü ve'l-Mercan, nu: 665.
345
SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM
Özellikle bundan ne kastedildiğini kesin olarak açıklığa kavuşturan başka hadîsler de gelmiştir: "Hurma ne güzel bir sahurluktur."124 Yine; "Sahurun hepsia berekettir. Onun için, -sizden biriniz bir yudum su içmekle de olsa- sahuru terk etmeyin,"125 hadîsinde olduğu gibi.
Aynı zamanda her namazda fitnesinin şerrinden Allah'a sığınmakla emrolunduğumuz Deccal hakkında vârid olan hadîslerin de bugünkü karanlık Batı medeniyetini simgelediği şeklindeki te'viller de böyledir. Çünkü o, Deccal'in kör olarak vasfedildiği gibi kör bir medeniyettir. Çünkü o, hayata ve insana tek bir göz ile bakıyor ki o da sadece maddedir ve bundan başkasını görmez. Öyle ki sanki ona göre ne insanın ruhu, ne kainatın bir ilahı ve ne de bu dünya hayatından sonra ahiret vardır.
Bu te'vil ise, pek çok hadîslerde sabit olduğu üzere Deccal'in gelen-giden, gİrip-çıkan, propaganda yapan, tahrik edip bozgunculuk çıkaran, tehdit eden..,bir fert, şahıs veya insan olduğu şeklindeki tarif ve tavsifine aykırıdır. Bu konuda o kadar sahih hadîsler gelmiştir ki tevatür derecesine varmıştır.b
Yine batıl te'villerin birisi de bazı çağdaş Müslüman yazarların, kıyamete yakın bir zamanda İsa Mesih'in inmesiyle ilgili hadîslerin - ki birçok imam ve hafızın açıkladığı gibi
124~ teyhâki, Sünen, c. 4, s. 237. Yine İbn Hibban, Ebu Nuaym Hılye-tü'l-Evliya'da; Elbânî, Camii'de zikretmiştir. (?)
a' Metinde ve Müsııed'den nakledilen et-Terğib'de "kulluhu=hepsi" şeklindedir. Ama Müsned'de "ekluhu=(sahurun) yenilmesi berekelli-dir" şeklindedir ve asıi olan budur.
125" Ahmed, Müsned, c. 3, s. 12, 44; Münziri, Terğib, c. 2, s. 139'da isnadının kavi olduğunu söylemiştir. b" Deccal hadîsleri. Bkz: el-Lu'lüü, nu: 1851,1860
346
SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTKM
bunlar da tevatür derecesine ulaşmıştır126 -barış ve güvenliğin egemen olacağı bir asrı simgelediği şeklindeki te'viller-dir. Nitekim insanlar arasında Isa Mesih'in, beşer içerisinde barış ve hoşgörü davetçisi olduğu görüşü yaygındır.
Yazar, bu te'vilin, İsa Mesih'in inişi ve onun bunun aksine olarak vasfedildiği sahih hadîslerin delâlet ettiği hususlarda, tamamen çeliştiğini unutmaktadır: "Meryem oğlu mutlaka adil bir hüküm indirecek, haçı kıracak, domuzu Öldürecek ve cizye koyacaktır"127 ve ancak İslâm'ı kabul edecektir. Bunlar ise zikredilen te'vil ile tamamen çelişkilidir. Kaldı ki bu te'vil, İslâm'ın kılıç dini, Hıristiyanlığın ise yegâne barış dini (!) olduğunu iddia eden zâlim misyonerlik ve şarkiyatçılık progagandasına güç vermektedir.
İbn Teymiyye ve Mecazın İnkarı
Ben Şeyhü'l-İslâm ibn Teymiyye' nin umumiyetle Kur'an, hadîs ve dildeki mecazı inkar ettiğini biliyorum. O, bu görüşünü çeşitli deliller ve itibar ettiği hususlarla desteklemiştir. Ve yine onu bu görüşe iten etkenleri de biliyorum. O, bununla Yüce Allah'ın sıfatlarını te'vilde aşırılığa düşen insanların önündeki bu te'vil kapısını kapatmak istiyor. Onlar da "Muattile"a başta olmak üzere Mu'tezile, hatta İslâm
126- gu hususta Bkz: Aflame Enver el-Keşmiri'nin, et-Tasrih bima Te-vatere fi Nüzuli'İ-Mesih adh kitabı. Tahkik: A. Ebu Gudde. Aslında daha fazla olmasına rağmen kitapta sahih ve hasen hadîslerden 40 hadîs toplanmıştır.
1?'~ Birbirine yakın lafızlarla Ebu Hureyre'nin hadîsinden muttefe-kun aleyhtir. el-Lü'lüii ve'l-Meram, nu. 95, Camii's-Sağit, 7077. a" Muattile: "Kıdem mefhumunu sadece Zat-ı Bari'ye tahsis etmek ve Allah'ın birliğini (tevhid) tam manâsıyla ispat etmek gerekçesiyle CenaB-[ Hakk'ın sıfatlarından tenzih (ta'til) edenler. Ma'bed el-Cu-heni (ö. 80/699) ile Cehm İbn Safvan (ö. 128/754
347
SÜNNETİ ANLAMADA VÖNTEM
filozofları Muattile'den sayılır.) diye isimlendirilen kimselerdir. Onların nazarında Allah Teâlâ'nın sıfatları neredeyse yok mesabesinde olup, onlar söz konusu sıfatları kabul etmemişlerdir.
O, ümmetin selefinin görüşünü canlandırmak, Allah Teâlâ'nın kendisi için Kitabında ve Resûlü'nün dilinde ispat ettiklerini ispat, Kur'an ve sünnetin nefyettiklerini de nefyetmek istemiştir.
Fakat o, bu konuda, dilin bütününde mecaz diye bir şeyin olmadığını savunacak kadar ileri gitmiştir.
imam Ibn Teymiyye, ümmetin âlimleri içerisinde sevdiklerimden - belki de en sevimlisi- ve benim aklıma en yakınıdır. Fakat onun kendisinden önceki imamlara muhalefet ettiği gibi, ben de burada ona muhalefet ediyorum. Nitekim, düşünmemizi, taklit etmemizi, şahıslara değil, delile uymamızı, hakkı insanlarla değil, insanları hak ile tanımamızı bize o öğretmiştir. Bu yüzden ben İbn Teymiyye'yi seviyorum ama Teymiyyeci değilim! Nitekim Hafız Zehebî şöyle demiştir: "Şeyhü'l-İslâm (İbn Teymiyye)'ı severiz ama hakkı ondan daha çok severiz."
Evet, ben, Yüce Allah'ın sıfatlarıyla ilgili, gayb âlemi ve ahiret hayatıyla ilgili bütün konularda Şeyhü'l-İslâm ile beraberim. Evlâ olanı, delil olmaksızın bunların te'viline dalmayıp, onu bilenine bırakmamız, bilmediğimiz bir ilmi üst-lenmeyip, ilimde derinlik sahiplerinin dediği gibi: "Ona inandık ve hepsi Rabbimiz katındandır" (Al-i İmran, 7) de-memizdir.
İşte bu, gelecek bölümde aydınlatmayı arzuladığım, şeydir.
348
7- GAYBÎ OLAN ÎLE OLMAYAN HUSUSLARI BİRBİRİNDEN AYIRT ETMEK
Sünnet, gayb âlemi ile ilgili konulara da değinmiştir. Bunlardan bazısı Yüce Allah'ın kendilerine çeşitli görevler verdiği ve "Rabbinin askerlerini ancak kendisi bilir" (Müddessir, 31) buyurduğu meleklerdir. Bazısı, bizler gibi mükellef olan, bizim onları görmediğimiz halde, onların bizi gördüğü, yeryüzü sakinlerinden olan cinlerdir. Bazısı da Allah Teâlâ'nın huzurunda bizleri azdırmak, batıl ve şerri bize süslü göstermek için yemin eden "Senin izzet ve şerefine andolsun ki onlardan ihlâslı kulların hariç, onların hepsini azdıracağım." (Sa'd, 82,83) diyen İblis'in askerleri olan şeytanlardır.
Yine Arş, Kürsü, Levh-i Mahfuz ve Kalem de böyledir.
Bu gaybî konulardan bazısı, kıyametin kopmasından önce, ölümden sonraki kabir suali, onun saadeti veya azabıyla iç
349
SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM
içe bir hayat olan berzah hayatıyla ilgilidir. Diğer bazısı ise, diriliş, haşr (toplanma) ve bekleme, Kıyamet gününün korkunç yönleri, büyük şefaat, mizan (terazi), hesap, sırat, cennet ve oradaki maddî ve ruhî açıdan çeşitli nimetler, oradaki insanların dereceleri, cehennem ve oradaki hissî ve manevî açıdan azap çeşitleriyle onların düştükleri alt tabakaların varolduğu ahiret hayatıyla ilgilidir.
Bu hususların hepsi veya çoğu Kur'an-ı Kerim'in de üzerinde durduğu konulardandır. Lakin, sünnet, Kur'an'ın icmali olarak kısaca bahsettiği hususları genişletip tafsil etmiştir.
Burada hemen işaret etmemiz gerekir ki bu husus vârid olan hadîslerden bazısı sahihlik mertebesine ulaşmadığı için onlara iltifat etmeye gerek yoktur. Burada sadece Peygamberimizin (s.a.v.) hadîslerinden sabit ve sahih olanları hakkında söz edeceğiz.
Bu noktada, Müslüman bir âlime düşen, ilim ehlinin ve kendilerine uyulan ümmetin selefinin kaidelerine göre onlardan sahih bir şekilde sabit olanlarını kabul etmesidir. Bunların sırf yaşadığımız hayata ters düşmesinden veya normalde imkânsız görsek faile, aklen vukuu imkân dahilinde olduğu müddetçe, vukuunun uzak sayılmasından dolayı reddedilmesi caiz değildir. Nitekim bugün insan, kendisine verilen ilim vasıtasıyla, normalde imkânsız hükmünde olan öyle şeyler yapmıştır ki bunlar önceki insanlardan birisine anlatılsa, o, anlatanı delilikle itham ederdi. Şu halde akla uzak gibi gözüken bu gaybî hususlar, ne yerde ve ne gökte hiçbir şeyden aciz olmayan Allah Teâlâ'nın kudretiyle neden olmasın? Bunun içindir ki âlimlerimiz dinin, aklın hayrete düşeceği bazı şeyler getirebileceğini, ama aklın imkânsız gö-
350
SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM
receği şeyleri getirmesinin mümkün olmadığını ifade etmişlerdir. Bu yüzden, nakledilen sahih nasslar ile akledilen açık veriler hiçbir şekilde çelişkiye düşmez.
İkisi arasında çelişkinin olduğu sanılan hususlarda, bir hatanın vuku bulmuş olması gerekir ki bu, ya nakledilen nassın sahih olmaması ya da aklın sarih olmamasından kaynaklanmıştır. Yani bu noktada ya insanın din zannettiği şey dinden değildir, ya da ilim ve akıl (verileri) zannettiği şey gerçekte ilim ve akıldan kaynaklanmamaktadır.
Gerçekten Mutezile gibi bazı İslâmi fırka ve ekoller, akıllarının uzak gördüğü bazı sahih hadîsleri reddetme hususunda haddi aşmışlardır. Nitekim bazılarının kabirde iki meleğin sorusundan ve ondan sonraki saadet ve azaptan bahseden hadîsleri reddetme durumlarını görmekteyiz.
Onların, sırat ve mizan hadîsleri, mü'minlerin cennette Allah'ı görmeleri, cinler ve cinlerin insanoğluyla alâkasından bahseden hadîsler karşısında konumları da yine böyledir.
Nitekim İmam Şâtıbî, kıymetli kitabı el-İ'tisam'da şunu zikretmektedir: "Bid'atçi ve sapıkların özelliklerinden bir tanesi de kendi gaye ve mezheplerine uymayan hadîsleri reddetmeleridir. Onlar bunların akla muhalif olduğunu ve delil olmaya elverişli olmadıkları için onların reddedilmesi gerektiğini iddia ederler. Kabir azabını, sıratı, mizanı, ahirette Allah'ın görülmesini, aynı şekilde sinek hadîsini ve sineğin bir kanadında zehir ve diğerinde ise panzehir olduğunu ve önce zehirli kanadını soktuğunu, (dolayısıyla panzehiri için) diğerinin batırılmasını ve kardeşinin karnı ağrıyana Nebi’nin (s.a.v.) bal içirmesini emrettiğini anlatan hadîs ve adil râviler tarafından nakledilen sahih hadîsleri inkar edenlerin inkarında olduğu gibi.
351
SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM
Hatta onlar zaman zaman, hadîs imamlarının adalet ve imamlıklarında ittifak ettikleri şahısları -ve Allah saklasın sahabe ve tabiundan olan râvileri- dahi kötüleyerek cerhetmiş-lerdir, Bütün bunlar ise, mezheplerin muhalif olan hususlara cevap verebilmeleri içindir. Bazen de onlar selefin fetvalarını reddedip, ümmetin sünnet ve ehline uymaktan nefret etmeleri için kamuoyuna karşı bu fetvaları körüklenıişlerdir.
Sırat, mizan ve havuzun varlığını söylemeyi, aklın almayacağı bir şeyi söylemek olarak gördüler. Hatta onlardan kimisine: 'Ahirette yaratıcıları olan Allah'ın görüleceğini söyleyen kafir olur mu?' diye sorulduğunda o; 'Hayır, kafir olmaz, çünkü o aklın almayacağı bir şeyi söylemiştir. Akıl almayan şeyleri söyleyen kişi ise kafir değildir!' demiştir.
Bir taife ise ahad haberlerin hepsini nefyedip, Kur’an anlayışı doğrultusunda akıllarının güzel gördükleriyle yetinmişlerdir. Öyle ki onlar yüce Allah'ın 'İnanıp iyi işler yapanlara yediklerinden dolayı bir günah yoktur" (Maide, 93) ayetiyle içkiyi mubah görmüşlerdir.
İşte onlar ve benzerleri için Resûlullah (s.a.v.) şöyle buyurmuştur: 'Sizden birinizi koltuğa yaslanmış olarak, kendisine benim emrettiğim veya yasakladığım herhangi bir emrim geldiğinde şöyle derken bulmayayım: 'Bilemem, biz Allah'ın kitabında bulduğumuz şeye uyarız."123 Bu nehyin İçerdiği şiddetli bir vaid olup, sünneti reddeden kimseyi hükmü içerisine alır."129
Yine çağdaş reformistlerden bazılarının şu sahih hadîsi akla uzak bulmaları da böyledir: "Şüphesiz cennette öyle bir
128- Ebu Davud, Sünne 6, nu: 4605; Tirmizi, İlim 10, nu: 2664; Ahmed, Müsned, c. 6, s. 8.
129" Şatıbi, el-İ'tisam, c. 1, s. 231-2, Metabiu Şirketi'1-İ'lan a t eş-Şarkjy-ye baskısı.
352
SÜNNETİ AÇILAMADA YÖNTEM
ağaç vardır ki, süvari onun gölgesinde yüz sene gider de (gölgesini) katedemez."130 Bu hadîs mütrefekun aleyh olup, Buhârî ve Müslim onu, Sehl ibn Enes'ten rivayet etmiştir, Bunun için İbn Kesir, Allah Teâlâ'nın: "Ve uzamış gölge..." (Vakıa, 30) ayetinin tefsirinde şöyle demiştir: "Bu Resûlullah'dan {s.a.v.) sabit olmuş, hatta hadîs imamlarına göre sıhhati kat'î olan mütevatır bir hadîstir."
Zahir olan buradaki yüz senenin dünya senelerinden oluşudur. Nitekim Ebu Said'in rivayetinde "Çok iyi, rahvan, hızlı bir bİnekli" denilmektedir. Dünyamızdaki zaman ile Allah katındaki zaman arasındaki oranı ancak Allah bilir. Kur'an'da: "Rabbinin yanında bir gün sizin saydıklarınızdan bin yıl gibidir." {Hacc, 47) buyurulmaktadır. Hadîs sahih olunca biz, ahiretin, bu dünyanın kanunlarına uymayan özel kanunları olduğunun bilinciyle, can-ü gönülden "İnandık, tasdik ettik" demekten başka bir şey yapamayız. Hatta ibn Abbas: "Cennette, dünyadan ancak isimler vardır!" demektedir.
Yine cehennemde küfür ehlinin azabı hakkındaki, kafirin dişinin (Uhud Dağı kadar) büyüklüğü, iki omzu arasının uzaklığı, derisinin kalınlığı hakkında gelen hadîs de böyledir.3 Buna teslim olmak en sağlıklı yoldur. Tafsilatını araştırmak ise gereksizdir. Kaldı ki başarılı bir davetçi, bilinmesi halinde bile dinî düzelmeyi ve dünyevî mutluluğu sağlamayacak, hatta çağdaş kafalarda çeşitli problemlere yol açacak bu tür hadîslerle, okuyucusunun veya dinleyicisinin zihinlerini meşgul etmez, onları ancak gerektiğinde münasebeti çerçevesinde zikreder.
33O- Bkz: el-Lİİ'lüü m'i-Mercan, nu: 1799-1801, hadîsler.
a" Bkz: Müslim, Ceme 13, nu: 44; Timim, Cehennem 3; İbn Mâce, Zühd
38; Müsned, c. 2, s. 26, 328,334, c. 3, s. 29
353
SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM
Müslümanın bizzat meşgul olması en uygun olan şey; Allah'tan cenneti ve kendisini ona yaklaştıran söz ve ameli istemesi, cehennemden ve ona yaklaştıran söz ve fiilden Allah'a sığınması, cennet ehlinin girdiği yola girmesi, kendisini cehennem ashabının yoluna girmekten uzaklaştırmasıdır. İman mantığının kabullendiği, akıl mantığının da reddetmediği en sağlıklı konum; taabbudî olan her hususta gelen haberlere "işittik ve itaat ettik" dediğimiz gibi, dinin gayb ile ilgili hususlardan ispat ettiği her şeye de inandık, tasdik ettik dememizdir.
Evet, nassın getirdiği şeylere inanırız. Onun hakikatinden, nasıl olduğundan sormayız, detayını araştırmayız. Çünkü çok defa bizim akıllarımız bu tür gaybî durumları almaktan aciz kalır. Zira insanı yaratan Allah, onu böylesi durumları idrak etmeye elverişli kılmamıştır. Çünkü o, yeryüzündeki hilafet görevini yerine getirirken buna ihtiyaç duymaz.
Şayet Mu'tezilenin temsil ettiği akılcı kelamı ekol, bu gerçeği idrak edip, kabul etseydi, mü'minlerin ahirette Allah Teâlâ'yı göreceğini ortaya koyan sahih hadîsleri inkar ihtiyacı hissetmezdi. Bu habere göre mü'minler Rablerini ayın on-dördü gecesindeki (dolunay) gibi göreceklerdir.a Buradaki teşbih (benzetme) görmenin (dolunayı görmede olduğu gibi) açık-seçik olacağını ifade için yapılmıştır, yoksa görülecek olan Allah'ın aya benzemesi vb. için yapılmamıştır. Onlar, te'vilinde saptırdıkları şu Kur'an ayetinin zahirine de bağlanarak bu hadîsi kabul edip, inkar etmeyebilirlerdi; "Yüzler var ki o gün ışıl ışıl parlar, Rabbine bakar." (Kıyame, 22-23)
a" Bfcz. Buhâri, Mevaht Î6, Ezan 129; Ebu Davud, Sünen 20; Tirmizi, Cenne 16
354
sünnet! anlamada yöntem
Onların düşmüş oldukları asıl hata; gaib olanı şahid olana, ahireti de dünyaya kıyas etmeleridir. Halbuki bu kıyas maa'l- farıktır (birbirlerine kıyas edilemeyecek iki ayrı şey). Çünkü her dünyanın kendine özgü kanunları vardır. Bu nedenledir ki, bizim normal görmemiz gibi olamayacağı noktasında onlarla aynı fikirde olmalarına rağmen Ehl-i Sünnet rü'yetin (Mü'minlerin ahirette Allah'ı görmesinin) varlığını kabul etti. Dahası o, -İmam Muhammed Abduh'un da dediği gibi- keyfiyeti ve tarifi olmayan bir görmedir. Böyle bir görme, ancak Allah'ın ahiret yurdundakilere has kıldığı bir bakışla veya dünya hayatındaki bilenen görme duygusunun değişmesiyle meydana gelebilir. Bu ise haberin sahih olarak geldiğinde, vuku bulacağını tasdik etsek de, mahiyetini bilemeyeceğimiz bir husustur.131
Seyyid Reşid Rıza da ahirette Allah'ın görülmesi konusunda hocasının sözleri üzerine şu ilavelerde bulunmuştur: "Orada, hakikatte idrak edebilme, ruha aittir. Duygular sadece onun için birer araçtır. Nitekim bu asırda, doğu ve batı âlimlerinin yanında kat'î tecrübelerle sabit olmuştur ki; gözleri kapalı olduğu halde gören ve okuyan insanlar -ki buna düşüncelerin okunması diyorlar- uykuda, rüyada bazı şeyler hariç, bir takım şeyleri görenler vardır.
Yine insanlardan kimisi, aradaki bir çok engellere ve fevkalâde uzaklığa rağmen bir şeyi görebilmektedir. Mesela Mısır (Kahire)'daki birisinin, İskenderiyye'de evinden durağa çıkan akrabasını görmesi gibi."
Bu durum, şu âlemde görme hususunda bütün insanlar için alışılmışın aksine sabit olunca, akıllı bir insana, bu âlem-
131" Muhanutîed Abdulı, Risûtetu'İ-Tevhid, s. 187-8
355
SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM
den daha garip, alışılmıştan daha da uzak olan cennetteki görme hadisesini bir problem yapması yakışır mı? O cennet, âdetleri ve kanunları şehadet âleminden farklı olan gayb âle-mindendir. Şu halde, rü'yeti inkar edenlerin, bunu karışık bir problem olarak görmelerinin sebebi, görme ve görülen hususunda gayb âlemini, dünya âlemine kıyas etmelerinden başka ne olabilir? Halbuki bu, batıl bir kıyastır. Batıl oluşu, görülen Allah hakkında daha açıktır. ™
132-
A.g.e.
356
8- HADİS LAFIZLARININ DELALET ETTIGI ŞEYLERİN İYİ TESBİT EDİLMESİ
Sünnetin doğru olarak anlaşılması için cidden önemli olan şeylerden birisi de sünnetin getirmiş olduğu lafızların neye delâlet ettiğini iyice tesbit etmektir. Çünkü lafızların delâlet ettiği şeyler asırdan aşıra, çevreden çevreye değişebilir. Bu dillerin ve lafızların gelişmesi ve bu noktada zaman ve mekan faktörlerinin etkisi okuyanlarca bilinen bir husustur.
İnsanlar bazen belli mânâlara delâlet'etmek üzere bazı lafızlar üzerinde anlaşabilirler ki bu ıstılah üzerinde artık tartışılmaz. Fakat burada korkulan şey, sünnetle gelen lafızların sonradan çıkan bir ıstılaha hamledilmesidir ki bu durum Kur'an lafızları için de söz konusudur. İşte karışıklıklar ve ayakların kayması buradan çıkmaktadır.
Nitekim İmam Gazzali, bazı ilim isimlerinin ve birtakım mânâların, selef dönemlerindeki delâletlerinin daha
357
sünneti anlamada yontîvi
sonralan değişmesi hususunda tembihatta bulunmuş, bu kavramların tarif ve sınırlarında derinleşmeyenlerin anlayışlarını, sapma ve kargaşa tehlikesinden sakındırmıştır. Bu hususta İhya adlı eserinin "Kitabu'l-İlm" kısmında kıymetli bir bölüm ayırmış ve orada şöyle demiştir:
"Bil ki zemmedilmiş ilimlerin, sert ilimlerle karışmasının menşei, övülen isimlerin, tahrif edilip değiştirilmesi ve bozuk maksatlarla selef-i salih ve ilk asrın murad ettiği mânâlardan başkasına nakledilmesidir. Bunlar ise şu beş lafızdır: Fıkıh, ilim, tevhid, tezkir ve hikmet.' Aslında bunlar Övülmüş (ilim) isimleridir. Bu isimlerle vasfedilenler dinde çeşitli makamların sahipleriydiler. Ama şimdi bunlar zemmedilmiş mânâlara nakledildiler. Ve bu zemmedilmiş mânâlara ıtlak edilmesinin daha da yaygınlaşmasından dolayı, kalpler bu mânâlarla vasfedilenlerin kötülüğünden nefret eder hale geldi."133 Allah kendisine rahmet etsin, Gazzali bu hususu sayfalarca açıklamıştır.
İlim sahasında Gazzali'nin değiştiğini mülâhaza ettiği bu beş lafız böyle olunca, sayılamayacak kadar farklı sahalarda, bu şekilde değişen birçok lafzın bulunduğu açıktır. Sonra bu değişiklik, zaman ve mekanın değişmesi, insanın ilerlemesi sebebiyle, lafzın aslî şer'î delaletiyle sonradan ortaya çıkan örfî ve ıstılahı delâleti arasındaki açıklık gittikçe büyüyüp-genişlemektedir. İşte buradan da kasıtlı tahrif ve inhirafın doğduğu gibi, kasıtsız büyük hatalar ve yanlış anlamalar da doğmaktadır. İşte bu; ümmetin gerçek ilim ehli ve otorite olan âlimlerinin sakındırdığı, asırların geçmesi üzerine, şer'î lafızların, sonradan çıkan ıstılahlara indirgenmesi hadisesidir.
133-
Gazzali, İhya, c. 1, s. 31-32, Danı'i-Marife Beyrut baskısı.
358
sünneti anlamada yötem
Asrımızda gördüğümüz gibi bu kaideye riayet etmeyenler bir çok hatalara düşecektir.
Mesela, müttefekun aleyh olan sahih hadîslerde geçen "tasvir" kelimesini ele alalım: En şiddetli azap ile korkutulan bu hadîslerdeki tasvirden murad acaba nedir?3
Hadîs ve fıkıhla uğraşanların çoğu asrımızda "kamera" adı verilen ve "fotoğraf" denilen "şekli" veren bu alet ile çalışan "fotoğrafçı" diye isimlendirdiğimiz kimseleri da bu azap vaidinin hükmü altına sokuyorlar. Halbuki kamera sahibinin fotoğrafçı, yaptığı işin de tasvir (fotoğrafçılık) diye isimlendirilmesi îügavî bir isimlendirme değil midir? Hiç kimse, Arap'ın bu kelimeyi v az'ettiğinde, akıllarında canla-nan hususun bu olabileceğini iddia edemez. Öyleyse bu, lügavî bir isimlendirmedir. Yine hiç kimse bu isimlendirmenin, şer'î bir isimlendirme olduğunu da iddia, edemez. Çünkü bu sanat çeşidi teşriî (yasama) asrında bilinmemekteydi. Dolayısıyla olmayan bir fotoğrafçı lafzının buna dahil edilmesi düşünülemez.
Şu halde onu "fotoğrafçı", işini de "tasvir" diye isimlendiren kimdir? Şüphesiz bu, sonradan ortaya çıkan örftür, biziz, ya da zamanlarında bu sanatın ortaya çıktığında ona "tasvir" =fotoğrafçıhk diye isim veren dedelerimizdir. Halbuki onların bir araya gelip başka bir ad ile isimlendirmeleri mümkündü. Mesela Katar ve Haliç halkının dediği gibi fotoğrafa "akis=yansıma"/ bu işi yapana da "ak kas=yansı tan" diye isim vermeleri mümkündü. Mesela oralardan birisi yansıtana (=fotoğrafçıya) gidiyor ve ona; "Beni yansıtmanı istiyorum" diyor, "Senden akisleri (fotoğrafları) ne zaman
°" Bkz: el-Lü'lüü, nu: J366-137U aası hadisler.
359
SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM
alabilirim?" diye soruyor. Onların bu sözleri bu işin gerçeğine daha yakındır. Çünkü bu, tıpkı şeklin aynada yansıdığı gibi, belirli araçlarla şeklin yansımasından başka bir şey değildir. Nitekim zamanın Mısır Ülke Müftüsü Aliâmle Şeyh Muhammed Buhayt el-Mutiî'nİn de söylediği budur. Bu da onun el-Cevabu'l~Kafi fi İbahatıt-Tasviri'l-Fotoğrafi adlı risale-sindedir.
Asrımız, fotoğraf yansımasını tasvir diye isimlendirdiği gibi, cisimli tasvire de naht (yontmacılık-oymacılık yani heykeltıraşlık) adını vermiştir. Bu da selef âlimlerinin "gölgesi olan" şeklinde tabir ettiği ve -çocukların oyuncakları hariç-haram olduğunda icma ettikleri şeydir.
Peki bu çeşit tasvirin naht (heykeltıraşlık) diye isimlendirilmesi, onu tasvir ve tasvirciler hakkındaki azap vaidini ifade eden nasslar dairesinden çıkarır mı? Cevap kesinlikle olumsuz olacaktır. Çünkü bu tür tasvir (heykeltıraşlık) hem lügat olarak, hem de şer"an tasvir lafzına en uygun olanıdır.
360
BEŞİNCİ BÖLÜM -EK-
Sünnetin Teşriî Yönü
GİRİŞ
Sünnet, Batı düşüncesinin yıkıcı etkisine kapılan kişilerin birçoğunun insafsız ve izansız eleştirilerine maruz kalmıştır. Söz konusu taife, sahip oldukları bütün imkânları kullanırken dürüstlüğe aldırmadan, türlü hilelerle onu yok etme ya da en azından onu etkisiz kılmaya çalışmışlardır.
Kimileri insanları sünnetin sübutu hakkında şüpheye düşürme gayretine yönelmiştir. Bu çabalar ise, ya sünnetin hepsinde özellikle sözlü sünnetlerde şüpheye düşürme (sünnetin büyük kısmı sözlü sünnetten oluşmaktadır) ya âtıad haberler ya Buhâri'nin Sahih'i gibi mutemet kitaplar, ya da Ebu Hureyre gibi meşhur râviler hakkında şüpheye düşürmek ve kaynaklara -olan güveni sarsmaya yönelik olmuştur.
365
SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM
Bazıları da, İslâmî yasama ve yönetmede sünnetin delil ve kaynak oluşuna karşı ta'n sancağını yüklenip Kur’an varken, sünnete ihtiyaçları olmadığını iddia etmişlerdir. Onlardan bir kısmı ise, sünneti bizzat sünnet ile yıkmaya çalışmıştır. Bu ise, bazı hadîsleri alıp, mânâlarını sündürerek, bağlamından koparıp, delâlet etmediği bir hususta onun delil getirilmesi şeklinde olmaktadır.
Mânâsı Saptırılan Bir Hadîs
Yukarıda işaret ettiğimiz şekilde yanlış kullanılan hadîslerden birisi, Müslim'in Sahih'inde hurma aşılama meselesi ile ilgili olarak rivayet ettiği meşhur hadîstir. Bazı rivayetlere göre Hz. Peygamber (s.a.v.) bu hususta "Siz dünyanızın işini daha iyi bilirsiniz"1 buyurmuştur. Bazıları sadece bu hadîse dayanarak islâm'dan siyasî nizamı bütünüyle dışlamak istemişlerdir. Çünkü -onlara göre- siyaset işleri, usûl ve rurû ile bizim dünyamızın işi olup, biz bunu ondan daha iyi biliyoruz. Dolayısıyla vahyin yasama ve yönetme konusuna girmesi gerekmez. Zira onlar nezdinde İslâm, devletsiz bir din ve şeriatsız bir akideden ibarettir. Diğer bazıları ise, yalnız bu hadîsi delil göstererek İslâm'dan bütün iktisat nizamını çıkartmak istemişlerdir.
Nitekim, neredeyse çeyrek asırdan beri arkadaşlık yaptığım eski bir dostum, yasama, yürütme ve düzenleme bakımlarından İslâm'ın iktisadî ilkelerinin olmayacağını iddia ederek bu hususlarda benimle uzun uzadıya tartıştı. Onun ileri sürdüğü delillerin en sağlam olanı da bu hadîs idi. Ben bu tartışmayı kaydettim ve başka bir yerde bu arkadaşın delillerini - doğrusu şüphelerini- hatırlatıp, bunlara cevap verdim.
'' Müslim, Fedai!.
366
SÜNNETİ A MAMADA YÖNTEM
Daha da önemlisi, bazı insanlar, yalnızca bu hadîse dayanarak, alış-veriş, muamelat, içtimaî, iktisadî ve siyasî konularla ilgili pek çok hadîs ihtiva eden sünnet kaynaklarını yıkmak istemektedirler. Sanki Resûlullah (s.a.v.) bu hadîsiy-le, sünneti teşkil eden diğer bütün söz, amel ve takrirlerini neshetmiştir.
İşte insanlardan bazılarının bu denli aşırılığa düşmesi sebebiyledir ki, büyük hadîs bilgini Şeyh Ahmet Muham-med Şakir, İmam Ahmed b. Hanbel'in Müsned'indeki2 bu hadîs üzerine şu değerlendirmeyi yapar:
"Bu hadîs, misyonerlerin Öğrencileri ve müsteşriklerin bendelerinden, Avrupa'da yetişmiş Mısır mülhitlerinin tantana ettikleri hadîslerdendir. Onlar bu hadîsi, sünnet ehline ve taraftarlarına, şeriatın hizmetçileri ve hamilerine karşı delil getirdikleri bir asıl olarak kabul etmişlerdir. Onlar, sünnette bir şeyi nefyetmek, muamelat ve içtimaî işlerde İslâm şeriatından bir hususu inkar etmek istediklerinde, bunun dünya işlerinden olduğunu iddia ederek, Hz. Enes'in "Siz dünyanızın işlerini daha iyi bilirsiniz" rivayetine sarılmışlardır. Halbuki Allah biliyor ki onlar, ne dinin aslına, ne ulühiyete, ne risalete inanıyorlar; ne de can-u gönülden Kur'an'ı tasdik ediyorlar. Onlardan iman eden, ancak lisanı ile zahiren iman etmekte, kalbi ise, güvenerek ve mutmain olarak değil, aksine taklit ederek ve korkarak karıştırdığı şeye inanmaktadır. İş onun nezdinde daha da büyüyerek ciddiyet kazanıp da, şeriatın kaynakları olan Kitap ve Sünnet, onun Mısır'da veya Avrupa'da aldığı eğitimle çelişince, o bu eğitimi üstün görmede tereddüt etmez, hatta onu tercihten geri kalmaz, efendilerinden almış olduğu bilgileri üstün görür ve kalplerine
Ahmed b. Hanbel, Müsned, nu: 1395,
367
SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM
kadar sinmiş olan bu malûmatı tercih ederler. Bütün bunlardan sonra da, kendilerini iyi Müslüman kabul edip, insanların da bu şekilde algılamalarını utanmadan isterler!
Oysa hadîs gayet açıktır ve herhangi bir nass ile çelişmediği gibi, yasama ve yönetme gibi alanlarda sünnet ile delil getirilemeyeceğine de delâlet etmemektedir. Hurma aşılama kıssasında Hz. Peygamber yalnızca "Bunun bir fayda vereceğini zannetmiyorum" buyurmuş, ne onlara emretmiş, ne de onları nehyetmiştir. Peygamber, onlara Allah'tan bir şey haber vermediği gibi, bu konuda herhangi bir sünnet de koymamıştır ki, konu yasamanın bir aslı olan sünnetin yıkılmasına kadar ileri gitsin.
"Siz Dünyanızın İşlerini Daha İyi Bilirsiniz" Hadîsinin Anlamı:
Şu halde, "Siz dünyanızın işlerini daha iyi bilirsiniz" hadîsinin anlamı nedir?
Aslında bunun anlamı gayet açıktır ve herhangi bir karışıklık yoktur. Bu mânâ, dinin, dünyevî maksat ve ihtiyaçlara götüren beşer işlerine müdahale etmemesidir. Ancak, ifrat, tefrit veya sapma gibi durumlar olursa o başka. Nitekim din, Rabbani yüce hedefler ve ideal ahlâkî değerler sebebiyle insanın -maksatlı veya maksatsız normal davranışlar da dahil- bütün hareketlerine müdahale eder ve sonra bu işleri yerine getirmede, kendisini dilsiz hayvanlardan ayırt edecek üstün insanî edepleri ortaya koyar. Burada dünyaya ait bazı - işlerle, İslâm'ın bu husustaki durumunu belirtecek bazı misaller verelim-
1- Savaş:
İslâm, savaşın hedeflerine birtakım sınırlar getirmiş,, ona hazırlanmayı, düşmana karşı tedbirli olmayı gücü nis-
368
SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM
betinde kuvvet hazırlamayı emretmiştir. Yüce Allah şöyle buyurmuştur:
"Ey inananlar, (uyanık bulunup) korunma tedbirlerinizi alın, bölük bölük ya da hep birlikte savaşa gidin." (Nisa, 71)
"Onlara karşı gücünüz yettiği kadar kuvvet ve cihad için bağlanıp beslenen atlar hazırlayın. Bununla Allah'ın düşmanını, sizin düşmanınızı ve onlardan başka sizin bilmediğiniz, Allah'ın bildiği (düşman) kimseleri korkutursunuz." (EnFal, 60)
"İnkar edenler istediler ki, siz silahlarınızdan ve eşyanızdan gaflet etseniz de, birden size bir baskın yapsalar." (Nisa, 102)
Resûlullah (s.a.v.) ise şöyle buyurmaktadır:
"Haberiniz olsun ki, kuvvet atıştır."3
"Kim atışı öğrenir de, sonra onu unutursa, o bu nimete karşı nankörlük etmiş olur."4
"Kim Allah'ın mesajı en yüce olsun diye savaşırsa, işte o Allah yolundadır." (Bakara, 190)
Yine, savaş için uyulması gereken edepler dahi konulmuştur. Kur'an-ı Kerim'de;
"Sizinle savaşanlarla Allah yolunda savaşın, fakat haksız yere saldırmayın; çünkü Allah haksız yere saldıranları sevmez."5 buyrulmaktadır.
Hadîs-i Şerifte ise:
3" Müslim, İman, mı: 1917.
*" Ebu Davud, Nesaî, Hakim rivayet etmiş ve onu sahih görmüş, Ze-
hebi de ona muvafakat etmiştir. Bkz: Müstedrek II, nu: 95; el-Müntekg,
mme't-Tergib ve'l-Terhıb, 1,361-2
- Sunarı" ve Müslim'in ittifak ettiği hadîslerdendir. Bkz: M. Fuat Ab-
dulbaki, d-Liı'lUii w'I-Mercan f'ima İllefeka Aleyhi'ş-Şeyhtın, nu: 1243-4
369
SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM
"(Ganimetleri elde etmek için) hainlik yapmayın, (aranızdaki) anlaşmayı bozmayın, (düşmanın size yaptığı gibi cesetleri kesip parçalayarak) misilleme yapmayın, çocukları öldürmeyin..."6 buyrulmaktadır.
Fakat savaşta kullanılacak silah çeşitleri, onları yapım tarzı, onlarla eğitim vb. hususlar ise dinin belirlediği hususlardan değildir. Bu ancak. Savunma Bakanlığı ile Silahlı Kuvvetler Komutanlığı'nın belirleyeceği bir iştir.
Silah; bir asırda kılıç, mızrak, ok, mancınık, başka bir asırda tüfek, top, bomba veya füze olabilir. Savaşanlar, bir dönem atları, filleri, başka bir dönemde ise, tankları veya uçakları ya da uzay gemilerini kullanabilirler. Atların kullanıldığı bir asırda dinin, inananları savaşa göre atlara yönlendirmesi ne ise, uzay gemilerinin bulunduğu asırda da onları yönlendirmesi aynıdır. Hedef, aynı hedef olup, "Allah'ın mesajının en yüce olması"dır. Edep, aynı edep olup "(Aranızdaki) anlaşmayı bozmayın, misilleme yapmayın", "Haksız yere saldırmayın, çünkü Allah haksız yere saldıranları sevmez" şeklindeki kurallardır- Güç yettiğince kuvvet hazırlama, gerekli tedbirleri alma, ümmetin eğitilmesi, eskiden de bugün de aynen geçerlidir. Her ne kadar aletler,* araçlar ve etkinlikleri değişiyorsa da, prensipler ve amaçlar sabit ve kalıcıdırlar.
2- Ziraat:
İslâm, ziraata teşvik eder ve ziraatçılara Allah katında en üstün mükafatları vaad eder. Nitekim Resûlullah (s.a.v.) şöyle buyurur:
k' Müslim, Cihad, nu: 1331.
370
SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM
"Ziraat yapan veya ağaç diken bir Müslüman yoktur ki, herhangi bir kuş veya insan ya da hayvan, ekip-diktiğinden yesin de, bu onun için bir sadaka olmasın."7
Fakat din, insanlara nasıl ziraat yapacaklarını, neler ekeceklerini, ne zaman ekeceklerini ve ne ile ekeceklerini, kova, tulumba, saka ile ya da mekanik aletlerle mi veya geleneksel sulama tarzlarıyla ya da yukarıdan serpme yahut yağmurlama vb. sistemlerle mi sulayacaklarını öğretmek üzere müdahale etmez- Dinin bu hususta herhangi bir dahli yoktur, zira bu onun ihtisas alanına değil, Tarım Bakanlığı vb. müesseselerin ihtisas alanına girmektedir.
Öküzlerin çektiği kara sabanlardan, mekanik pulluklara kadar, tarım aletlerinin gelişmesi, sulama usûllerinin ve kovalarla sakaların yerini modern mekanik aletlerin alması, suyu bolca salıverme yerine yukarıdan serpme yahut yağmurlama sistemlerinin kullanılması bu hususlardaki dinin tavrını ve baştan beri ortaya koyduğu engin yönlendirmelerini değiştirmez.
3- Tedavi:
Konuya daha fazla açıklık getirebilmek açısından üçüncü bir misal olarak da tedaviyi ele alalım. Eskiden bazı insanlar hastalığın, Allah'ın insana takdir ettiği bir şey olduğunu ve Allah'ın takdir ettiği şeyin ise hiç şüphesiz gerçekleşeceğini anlamışlar ve neticede tedavinin ne yararı olabilir ki demişlerdir. Bu durumu gören Hz. Peygamber, insanlara hastalığın da Allah'dan, devanın da Allah'dan olduğunu bildirmiş ve şöyle buyurmuştur
7" Buhârî, Muzaraa; Müslim, Müsakal; bkz: M.Fuat Abdulbakî, e-Lü'lüü ve'l-Mercan, II, nu: 1001.
371
SÜNNETİ ANLAMADA YÖHJTEM
"Ey Allah'ın kulları tedavi olun. Allah hiçbir dert vermemiştir ki, devasını da vermiş olmasın. Yalnız bir dert hariç, o da ihtiyarlıktır." 8
"Allah her ne dert indirmişse, mutlaka onun devasını da indirmiştir-"9
"Allah, haram kıldığı şeylerde sizin için şifa yaratmadı."' o
Bir defasanda Maçların, Allah'ın kaderinden herhangi bir şeyi geri çevirip çevirmediği sorulduğunda Hz. Peygamber, "O da Allah'ın kaderindendir"n buyurdular.
Bütün bunlardan anlaşılıyor ki, O (s.a.v.), vücudu zararlı her şeye karşı korumayı, muhafaza etmeyi tavsiye etmektedir. Çünkü bu, mü'minin hem cihada katılması, hem de, Rabbine, nefsine, ailesine ve bütün insanlara karşı görevlerini yerine getirebilmesi için (zorunlu) bir hazırlıktır. Fakat ilaçların mahiyetine, nasıl yapıldıklarına, hangi maddelerden ve ne oranda üretildiklerine vb. gelince bunlar da dinin ilgilendiği işlerden değildir. Bunlar da ancak, Sağlık Bakanlığı vb. kurumların bileceği işlerdendir.
Ama, helâl olan tedavi yöntemleriyle tedaviye teşvik etmesi, haram ile tedavinin olmaması ve bedenin hakkına ri-
°~ Ahmed, Sünen sahipieri İbn Hıbban Hakim rivayet etmişlerdir, iikz: Elbânî, Sahihu'l-Camii's-Sağir.
"" Buhâri, İbn Mâce, Elbâfıî, Sahihu'l-Camii's-Sağir, nu: 5558 1"~ Buhâri, Tıbb'da İbn Mes'ud'dan mevkuf ve muallak olarak rivayet etmiştir. İbn Ebİ Şeybe ise bunu mevsol olarak rivayet etmiştir ve senedi sahihtir.
U~ Tirmizi, Tıbb, nu: 2666, Kader, nu: 2149, Tirmizi hadîs için "Hasen-Sahih" demektedir. İbn Mâce. Tıbb 3437; Ahmed, IH. 421; Hakim, Müstedrek, IV, 199-402, Hakim hadîsi sahih görmektedir. Elbânî ise, bizim Müşkiletu't-Fakr adlı eserimiz üzerine yaptığı tahriç çalışmasında onu hasen olarak nitelendirmektedir, Nu. 11.
372
SÜNNETİ AIHLAMADA YÖNTEM
ayet edilmesi gibi dinin ilk yönlendirmeleri, yürürlükten kaldıRIlMaksızın ve değiştirilmeksizin geçerliliğini korumaktadır.
İşte "Siz, dünyaNIzIN işlerini kendiniz daha iyi bilirsiniz" hadîsinden anlaşılması gereken budur, yoksa onun anlamı, dinin, hayattan çekilmesi demek değildir.
Sünnetin Teşriî Yönünün Olmadığı İtirazı
Dr. Abdulmun'im en-Nemr, es-Sunnetu ve't-Teşri' diye isimlendirdiği bir çalışmasını yayınlamış ve orada, "Sünnet kitaplarında her ne varsa, bunların hepsi teşri' içindir" deyip aşırılığa düşenlere karşı çıkarken, KaraRI, Dehlevî ve Şel-tut'un bu konuda yazmış oldukları hususlara dayanmıştı. Bu araştırmasında onun faydalı görüşleri ve tahlilleri mevcuttur. Ancak o, bu iddiasında o kadar ileri gitmiştir ki, muamelat ve medenî hukuk ile ilgili hükümlerin hepsini neredeyse teşriî sünnet dairesinden çıkartmaktadır.12 Hatta bu yaklaşım onu, Nebevi sünnetin helâl kıldığı, -bütün mezhepler ve fıkhı ekolleriyle- Müslümanların da helaL olduğunda icma ettikleri bir hususu kendi görüşüyle haram kılmaya kadar götürmüştür. Bu da, Hz. Peygamber'in, insanların ihtiyacını görünce, aldatma ve tartışmaları bertaraf edecek gerekli kuralları koyduktan sonra yapılmasına ruhsat verdiği bey'u's-selem veya bazılarının isimLendirmesiyle de
™" Nemr, Resül'un muamelat ile ilgili emir ve yasaklarından çoğunun temelinin vahiy değil, Onun içtihadı olduğunu tekid etmiştir. Halbuki bu onun iddiasına herhangi bir yarar sağlamaz. Zira, Hz. Peygamber'e ait bir iÇtihad, Allah tarafından onaylanmışsa artık o, vahiy mesabesindedir. Çünkü usulde belirtildiği üzere, Hz. Peygamber hata ÜZere bırakılmaz.
373
SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM
es-selem denilen (para peşin, mal veresiye şeklindeki) alış-ve-riş tarzıdır. Bu hususta hadîs vârid olmuş, ondört asırdan beri ümmet bununla amel edegelnıiştir. Nitekim birçok kaynak, İbn Abbas'tan şu hadîsi rivayet etmişlerdir:
"Hz. Peygamber Medine'ye geldiğinde, Medineliler meyvelerde bir ve iki yıllığına selem tarzı satış yapıyorlardı. Bunun üzerine O (s.a.v.) şöyle buyurdu: 'Her kim selem akdi yapacaksa, belirli Ölçüde, belirli tartıda ve belirli bir zamana kadar yapsın.'"13
Dahası İbn Abbas, "Ben şahitlik ederim ki, belli bir süre ile sınırlandırılmış olan selem akdini yüce Allah Kitabında da helâl kılmış ve ona izin vermiştir." dedikten sonra şu ayeti okumuştur:
"Ey inananlar, belirli bir süreye kadar birbirinize borç verdiğiniz zaman onu yazın." (Bakara, 282)
Rivayetteki İbn Abbas'ın "ben şahitlik ederim ki" sözü, yemin mesabesindedir. İşte bu, "Kur'an'ın Tercümanı" olarak bilinen İbn Abbas'ın görüşüdür.14
Fakat Şeyh en-Nemr selem satışı hakkında şöyle demiştir: "O, olmayan bir şeyin vasfedilerek satılması, zimmete geçirilmesidir. Köylerdeki halkın çoğu bu şekilde hareket ederler ve ziraatçılar bazı ihtiyaçlarını kötü de olsa bu şekilde giderirler. İşte bundan dolayı biz onun haram olduğu görüşüne meylederiz."15
Oysa burada Şeyh en-Nemr'e yakışan, zulüm ve sömürünün haram olduğunu söylemekle yetinmesi ve sünnet ve
13" Şevkânî, Neytü'I-Evtttr, V. 342-3. (Buhârt, Selem 1, 2, 7; Müslim, Mıısnkai 128; Ebu Davud, Büyü' 55; Tirmizi, Buyu' 68; İbn Mâce, Ticaret 59; Ahmed, 1,217) u" Şevkânî, a.y. ™~ Nemr Abdulmun'ım, es-Sünnetü ve't-Tefri, s. 42-3
374
SÜNNETİ ANLAMADA VÖNTEM
icma ile sabit bir muamelenin aslını haram kılmaya çalışmaması idi. İşte bu, "Siz dünyanızın işlerini daha İyi bilirsiniz" şeklindeki sahih hadîsin söyleniş sebebine ve ondan kastedilene aykırı olarak istismarında bir aşırılık veya tahriftir. Fakat bizce bu, ona karşı çıkma adına, hadîsin içeriğinin ilgâsı demek olan uygulamanın reddini aşırılık olarak görmek, sünnette teşriî olmayan bazı hususların da sâdır olduğunu da inkar etmemizi gerektirmez. İşte bu tavır. Dr. Muhammed Selim el-Avva'nın "es-Sünnetü't-Teşriıyye ve Gayru't-Teşrüyye" adlı makalesine karşı Dr. Fethi Abdülkerim'in yazdığı "es-Sünuetü Teşriun Lâzimun Dâimun" adlı reddiyesinde ve Dr. Abdulmun'ım en-Nemr'e karşı. Dr. Musa Lasın ve Dr. Ali el-Karadaî'nin Katar Üniversitesi Yayınları arasında çıkan Sünnet ve Siret Araştırmaları Merkezi Dergisi'nin ikinci sayısındaki reddiyelerinde olduğu gibi, bazı hamasetli yazarların yenik düştükleri bir durumdur.
Oysa bu problemin çözümünde gerekli olan şey, Kur'an ve sünnetteki muhkem nasslann ışığında, şeriatın maksatları ve kaideleri ışığında ve İslâm ümmetinin en fâkihleri olmaları hasebiyle selefin rehberliği ve anlayışı doğrultusunda İtidal, denge ve meseleye derinlemesine, insafla ve ifrat-tef-ritten soyutlanarak bakmaktır.
İşte bu hususlar, yıllardır beni meşgul etmekte ve ben bugün takdim ettiğim bu görüşlerin yolumuzu aydınlatmasını diliyorum.
İfrat ve Tefrite Düşenler Arasında Teşriî Sünnet (Sünnetin Bağlayıcılığı)
Burada en Önemli konu, insanların bağlanmak ve gereğince amel etmekle mükellef oldukları teşrîî sünnet ile, teşriî ve
375
sCnnetİ anlamada, vöntem
teklif babından olmayan sünnetin nasıl değerlendirileceğinin beyanıdır. Yine, kıyamet gününe dek, bütün insanlar için genel ve devamlı olan bir teşriî ile, ortaya çıkan şartlar veya belirli hallere has kılınan sünnetin de ayrıca değerlendirilmesi gerekecektir.
Asrımızdaki vakıa ise, İslâm'a mensup kimselerin iki grup halinde birbirine zıt iki tarafa ayrılmış olmalarıdır. Onlardan bir grup, sünnetten vârid olan her şeyi, her-zaman, her yerde, her durumda bütün insanlar için bağlayıcı bir teşriî kılmak istemektedir. Halbuki özellikle Hz. Peygamber'in (s.a.v.) fiillerine bakıldığı zaman, onlar içerisinde, cibilli (yaratılıştan) olarak sâdır olanlar var, âdet olarak sâdır olanlar var, çevrenin bilgi ve tecrübesinden sâdır olanlar var, kasıtlı olarak değil de, tevafuken sâdır olanlar var. Bundan dolayıdır ki, usûl âlimlerinden bazı muhakkıklar, Allah'a yaklaşma kastı ortaya çıkmadığı müddetçe bu fiillerin, en fazla o hususların mubah ve meşru olduklarını göstereceği kana-atindedirler-
Fakat asrımızda biz, minberin üç basamaklı olmasını sünnet, fazla basamaklı olmasını ise sünnete aykırı bulan ve bunu zemmedilmeyi gerektirecek bir durum gibi algılayan kimseleri görmekteyiz! Halbuki Hz. Peygamber'in (s.a.v.), daha önce üzerinde hutbe okuduğu hurma kütüğünü bırakıp edinmiş olduğu bu minberi, gayet açık bir gelişme olduğu halde, üç basamaklı minberin sünnet olduğunu söyleyen şahıs, buna fazlalığı veya eksikliği men eden herhangi bir delil de getirememektedir.
Aynı şekilde, ihtiyacı olmadığı gibi kavminin âdetinden de olmadığı halde, elinde baston taşımayı sünnet addeden kimseleri görmekteyiz. Üstelik onu taşıması, yapmacık ve
376
SÜNNETİ ANLAMADA VÖNTEM
zorlama olup, o ne ona dayanmaktadır, ne onunla davarına dal kırmaktadır ve ne de onda onun için başka ihtiyaçlar vardır!
Yine minberlere ellerinde âsâ olmaksızın çıkan ve cemaatlere hitap eden çağımızdaki hatiplere itiraz eden bazı sofuları görmekteyiz. Zira onlar bunda sünneti hafife alma gibi bir durum görmektedirler! Nitekim onlardan biri bundan dolayı beni ayıpladığında ben ona:
-"Ben hayatımda asla baston kullanmamışken, sadece hutbe için onu nasıl taşırım!" dedim. Bu bana, yakın zamanlara kadar Müslüman bölgelerin önemli bir kısmında Cuma hutbelerinin vazgeçilmez unsurlarından biri olan tahta kılıcı hatırlattı. Sonra insanlar bundan kurtuldu- Çünkü, bütün insanların kılıçları demirden iken, yalnızca Müslüman hatibin kılıcının tahtadan olması başlı başına bir aiay konusuydu!
Diğer bir grup ise, sünneti, hayatın bütün pratiklerinden; âdetlerinden, muamelâtından, iktisadî, idarî, harp vb. işlerinden ayırt etmek istiyordu. Sünnet emredici veya nehyedici olarak, başlayıcı veya yol gösterici olarak da olsa bu sahalara girmemeliydi ve bu saha insanlara terk edilmemeliydi. Onların bu konudaki delilleri ise kendinden böyle bir şey kastolunmadığı halde, onların te'vil ettikleri ve daha önce beyan edilen "Siz dünyanızın işlerini daha iyi bilirsiniz" hadîsidir. Hadîs, Müslim'in Sahih'inde, hurma aşılama kıssasında zikredilmiştir. Ondan neyin kast edildiğini açıkça anlayabilmek için, burada bunun farklı rivayetlerini vermemiz faydalı olacaktır.
Talha hadîsine göre o şöyle demiştir: "Resûlullah '(s-a-v.) ile birlikte hurma ağaçlarının arasında dolaşan bir topluluğa uğradık. Hz. Peygamber;
377
SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM
- 'Onlar ne yapıyorlar?' diye sorunca,
- 'Erkeğini, dişisi ile bir araya getirerek aşılama yapıyorlar.' diye cevap verdiler. Bunun üzerine O,
- 'Bunun bir yarar sağlayacağını sanmıyorum' buyurdu. Bu söz kendilerine ulaşınca, onlar bu işi yapmaktan vazgeçtiler. Sonra bu Hz. Peygamber'e haber verilince,
- 'Onlara faydalı geliyorsa bunu yapsınlar. Ben sadece bir zanda bulundum ve beni zannımdan dolayı kınamayın! Fakat Allah'tan bir şey haber verdiğim zaman onu yapınız. Zira ben Allah adına yalan söylemem!' buyurdu."
Rafi' b. Hadic ise hadîsinde şöyle demektedir: "Hz. Peygamber Medine'ye gelmişti. Medine halkı ise hurmaları aşılamaktaydılar. O onlara:
- 'Ne yapıyorsunuz?' diye sorunca, onlar;
- 'Biz bu işi yapıyorduk' dediler. Hz. Peygamber:
- 'Siz bunu yapmasanız belki de daha hayırlı olur1 buyurunca, onlar derhal aşılamayı bıraktılar. Fakat hurmalar döküldü ve eksik oldu. Bu durumu ona zikrettiklerinde Hz. Peygamber:
- 'Ben ancak bir beşerim. Size dininizden bir şey emrettiğim zaman hemen onu alın, fakat size re'yimden bir şey emrettiğim zaman ise, ben ancak bir beşerim.' buyurdu."
Hz. Aişe ve Enes hadîslerinde şöyle anlatmaktadır: "Hz. Peygamber hurma aşılamakta olan bir topluluğa uğramıştı. Onlara:
- 'Şayet bunu yapmasanız, daha iyi olur' buyurdu. Fakat hurmalar o yıl zayıf çıktı. Bir ara onlara tekrar uğradığında,
- 'Hurmalarınıza ne oldu?' diye sordu. Onlar da:
- 'Sen şöyle şöyle buyurdun, (netice böyle oldu)' deyince Hz. Peygamber:
378
SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM
- 'Siz dünyanızın işlerini daha iyi bilirsiniz' buyurdular."
Hadîs bütün rivâyetleriyle, Hz. Peygamber'in tecrübesi olmayan dünya işlerinden biri hakkında zannına dayanarak bir görüş izhar ettiğini göstermektedir. Kendisi ekip dikmeyle iştigal etmemiş Mekke halkından idi. Çünkü onlar, ziraatı olmayan bir vadide oturmaktaydılar. (Medineli) ashabı ise, onun bu görüşünü uyulması gereken bir din, itaat edilmesi gereken bir şeriat sandılar. Neticede meyveler istenilen şekilde olmadı. Hz. Peygamber'in onlara söylediği bu sözler, dinî olmayan bir hususta serdettiği bir zandan başka bir şey değildi. Zira bu tamamen teknik bir konuydu ve onlar bu hususta ondan daha tecrübelilerdi ve bu işi daha iyi bilmekteydiler. Bunun içindir ki o, "Siz dünyanızın işlerini daha iyi bilirsiniz" buyurdular.
İşte, ziraat, sanatkârlık ve tıp vb. dünya işlerinden normal tecrübe gerektiren teknik konular da bu kabildendir ve bu hususlarda uyulması gereken teşriî bir sünnet yoktur.
Bu nedenledir ki İmam Nevevî bu hadîsi "Resûlullah'ın (s.a.v.) re'yi yoluyla dünya işleri hakkında açıkladıklarını değil de, şer'an buyurduklarını yapmanın vücubiyyeti" şeklinde bir babın altında zikretmiştir.
Risaletin ruhaniliği iddiasıyla, bu hadîsin sünnetin dışlanmasına, hatta bütün dinin hayattan çıkarılmasına ve toplumun işlerinden uzaklaştırılmasına dayanak yapılmasına gelince, bunu hem sünnet, hem Kur'an ve hem de İslâm reddetmektedir.
Halbuki İslâm- Kur'an ve sünnetiyle- ruh ile maddeyi karıştırarak, dünya ile ahireti birleştirerek ve hayatın bütün akışını Allah'ın şeriatına bağlayarak kamil bir hayat tarzı getirmiştir. Bunun içindir ki, O'nun getirdiği yasama ve tavsiyeler, yeme-içme, giyim-kuşam, alış-veriş, evlenme-boşanma,
379
SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM
vasiyet-miras, suçlar ve cezalar, savaş-barış, halifelik-yöneticilik vb. hayatın her alanına şâmildir. Hadîs, tefsir, ahkâm ve ahlâk kitapları, bu hususlardaki pek çok hadîsle doludur. Burada borcun yazılması gibi tamamen dünya ile ilgili bir işi tanzim eden Allah'ın kitabındaki en uzun ayeti hatırlamamız bize yeter."
İşte kargaşaya, yanlış anlamaya düşülmesi ve sünnetlerden teşriî olan ile -ki genellikle böyledir- kendisinden teşriî kastolunmayanların; kendisinden umum kastolunanlar ile, husus kastolunanların aralarında belli bir ayrıma gidilmemesi şeklindeki bu problem, düşünülen en önemli problemlerden addedilmektedir. Bu noktada biz, -devamlı âdetimiz olduğu üzere- birçoklarının ifrat veya tefrite düşüp durduklarını görmekteyiz.
Nitekim ben yemek yeme sünnetleri ve edepleri çerçevesinde bunlardan iki grup arasında gerçekleşen hararetli bir tartışmaya tanık oldum. Onlardan bir grup, masada yemek yemeyi, çatal ve kaşık kullanmayı reddetmekte ve Hz. Peygamberin yaptığına uyarak yere oturmada, el ile yemede ve yedikten sonra parmakları yalamada ısrar etmekte ve bunu yapmayanları da sünnete muhalefet etmekle suçlamaktaydı.
Diğer bir grup ise, yeme ve içmenin hayatın değişmeye ve gelişmeye açık işlerinden olduğunu, çevre ve zamanın değişmesiyle değişebileceğini; dinin insanlara ne şekilde yiyip içeceklerini öğretmek üzere gelmediğini ve insanların elleriyle mi, yoksa kaşık vb. bir aletle mi yediklerini Önemsemediğini, ya da sağ eliyle mi, sol eliyle mi yedikleri ile ilgilenmediğini iddia etmekteydi.
380
SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM
Bu iki grubun tavrına baktığımız zaman, birinci grubun tabiiliği, tevazuyu, kanaati, yaldızlı dünya hayatında zühdü ve aristokratlara ve zorbalara benzemekten uzaklaşmayı temsil eden Sevgili Peygamberimizin her hal ve davranışına uyma hırsıyla hareket ettiklerini görürüz. Şüphesiz bu insanlar, sahâbe-i kiramdan İbn Ömer ve başkalarının yaptığı gibi, Hz. Peygamber’e tam anlamıyla uyma niyet ve hırslarından dolayı takdir edilecekler ve ecir alacaklardır. Fakat onlar, şartlara ve durumlara riayet etmeksizin bu şekilde hareket etmeyi, dinden ve sünnetten bir parça addetme ve bunu terk edene karşı çıkma ve hak etmedikleri halde başkalarına meydan okuma aşırılığına düştüklerinde hata etmişlerdir. Oysa onların sünnet saydıkları şeylerin çoğu, çevre ve zamanına uygun olan Arap âdetlerinden başka bir şey değildir.
Diğer gruba gelince, onlar da dinin önem verdiği şeylerle, önemsemediği şeyleri birbirine karıştırmışlardır. Zira her ne kadar din, yerde veya masada/sofrada yenilmesini, el ile ya da, çatal-kaşık ile yenilmesini önemsemiyorsa da, sol ile değil de, sağ el ile yemeye, sağ elle içmeye önem vermektedir. Bu sadece Hz. Peygamberin (s.a.v.) her şeyde sağdan başlamayı sevmesinden ibaret değildir. Bilakis, O'nun bu husustaki bütün yönlendirmelerinde apaçık emir ve yasakları mevcuttur. Nitekim O şöyle buyurur:
" Allah'ın adıyla (yemeğe başla), sağ elinle ye ve Önünden ye!"16
" Sol elinizle yemeyin, çünkü, şeytan sol eliyle yer."17 "Sizden biri yemek yediğinde sağ eliyle yesin, bir şeyler
*6- Cabir'den rivayet edilmiştir. Muttefekun aleyhtir. Bkz: M. Fuat
Abdulbaki, el-Lü'lüü ve'l-Meram, nu: 1313.
î7' Müslim, Eşrıbe, nu: 2019. (Eşnbe 104, II, 1598)
381
S ÜN KETİ ANLAMADA YÖNTEM
içtiğinde sağ eliyle içsin. Çünkü şeytan sol eliyle yer, sol eliyle içer."18 Diğer bir rivayette ise:
" Sizden biri sol eliyle yemesin, onunla içmesin. Çünkü şeytan sol eliyle yer, onunla içer."19 buyurmaktadır.
Seleme b. Ekva' rivayet etmektedir: "Bir adam, Resûlullah'ın <s.a.v.> yanında sol eliyle yedi. Bunu görünce O:
- 'Sağ elinle ye!' buyurdu. Adam:
- "Yapamıyorum' deyince, O (s.a.v.):
- yapamayası! Ona ancak kibir engel oluyor!' buyurdu. Ve o bir daha elini ağzına kaldıramadı."20
İşte bu emreden, yasaklayan ve men eden hadîsler, sağ el ile yemenin kastolunduğu, Müslüman birey, Müslüman toplum ve hayatın sıradan işlerinde dahi kendine has ayrıcalığı ve bağımsızlığı olmasını isteyen asil ümmetler için ayırt edici edeplerden bir edep olduğunu göstermektedir. Nitekim, Üstad Muhammed Esed'in "el-İslâmu ala Müftera-kı't-Turuk=Yollarm Ayrılış Noktasında İslâm" adlı kitabında sünnetin hayattaki işler ve insanların âdetleri ile alâkalı olarak getirdiği edep ve gelenekler ile, bunların Müslüman şahsiyetin ayrıcalığındaki etkisinden bahseden, okunması, ders alınması ve istifade edilmesi gereken kıymetli bir tahlil vardır. 21
Zikrettiğimiz birbiriyle çelişen bu iki gruptan doğru olanı; mutedil ve orta yol konumundaki uyulması gereken
18" Müslim, Eşrıbe, nu: 2020. (Eşrıbe 105, II, 1598)
19-
A.g.e.
20" Müslim, Eşrıbe, nu. 2021. (Eşrtbe, 107, II, 1599) *•" Esed, Muhammed, cl-tslâmu ala Müfierakt'I-Turuk, son iki bölüm. (Ter. Karaman, Hayreddin, Yolların Ayrılış Noktasında İslâm, Nesil Yay., İstanbul-1986, s. 93-122)
382
SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM
teşriî sünnet ile, teşriî olmayanı; genel ve devamlı olan ile bu özellikte olmayan arasında ayrım gözetmiş olanıdır. Bu ise, Allah'ın kitabını ve Resûlü'nün sünnetini iyice incelemeye ve kavramaya (fıkhetmeye) ihtiyaç duymaktadır.
Tahkik Edilmesi Gereken Büyük Bir Problem
Şüphesiz hakkında en çok konuşulan ve hâlâ asrımızda da konuşulmaya devam edilen, tahkik ve tahlil edilmesi gereken problemlerden birisi, sünnetin teşriî olan ve teşriî olmayan diye taksim edilmesi ile, taksimin esası, alanı ve uygulamadaki rolü problemidir. Bu konu, Hadîs Usûlünü ilgilendirmekten çok, Fıkıh Usûlünü ilgilendirmektedir. Ancak, her iki ilim de, diğerinden müstağni kalamaz.
Bu konuyu, bu başlıkla veya daha açık bir ifade ile, sünnetin teşriî olan ile teşriî olmayan taksimi, sünnetten genel ve devamlı olanı ile, "Ftkhu'l-Kur'an ve's-Sünne: el-Kısas" adlı eserinde ele alan eski Ezher Şeyhi merhum Mahmud Şel-tut'dur. Bu kitabın aslı, onun 1930'lu yıllarda Kahire Hukuk Fakültesindeki Yüksek İslâm öğrencilerine vermiş olduğu konferanslar idi. Ama sonra o, onu "et-İslâm: Akide ve Şeria" diye bilinen kitabına dahil etmiştir.
Daha sonra, sünnet ve onun teşrii olan ve olmayan şeklindeki taksimi hakkında yazan çağdaş yazarlardan birçoğu, (bu kavramı) Şeyh Şeltut’dan almıştır. Ben bununla onların yalnızca bu başlık ve kavramı aldıklarını demek istiyorum. Muhtevaya gelince, daha önce yenilerden, Allâıme Reşid Rıza, Menar adlı tefsirinde; ondan çok önce, H. XII. asırda Şah Veliyullah ed-Dehlevî (ö. 1176) diye bilinen İslâm hakimi Ahmed b. Abdurrahim bu hususta söz etmişlerdir.
383
SÜNNETİ ANLAMADA VÖNTEM
Yine İmam Ebu'l-Abbas Şihabuddin el-Karafi (ö. 684), özellikle sünnetin teşriî yönü üzerinde durmuş ve bu hususta tafsilatlı bilgiler vermiştir ki bunların hepsini biraz sonra zikredeceğiz. Yine eski-yeni fâkihlerden ve usûlcülerden başkaları da farklı münasebetlerle ve çeşitli başlıklar altında bu konuya değinmişler, hatta ileride değinileceği gibi, sahabe döneminde dahi bu husus deşelenmiştir.
İmam İbn Kuteybe'nin Sünnetler Hakkındaki İfadeleri
Kitap yazan önceki âlimlerimiz içerisinde, sünnetin getirmiş olduğu hususların, çeşitli kategorilerde olduğuna ilk dikkat çeken kimse olarak -bildiğim kadarıyla - Mutezile'nin Cahız'ı gibi, Ehl-i sünnetin savunucusu olan, ansiklopedik büyük âlim, İmam Ebu Muhammed b. Kuteybe'yi (ö. 276) görmekteyiz. O, bu konuyu "Te'vüu Muhtelifil-Hadfs" adlı kitabında ele almıştır. Fakat, özellikle onun ansiklopedicilik yönü, ihtisas yönüne daha çok galebe çaldığı için, meseleyi kâfi derecede tahkik edememiştir. Hatta bu sebeple bazıları onu, "edebiyatçıların fâkihi ve fukâhanın edebiyatçısı" diye nitelendirmişlerdir!
Ebu Muhammed, yani îbn Kuteybe bu hususta şöyle demiştir: "Bizim nezdimizde sünnetler üç çeşittir:
1- Cebrail'in Yüce Allah'tan getirdiği sünnetler: Hz. Peygamber'in:
'Bir kadın, halası ve teyzesi üzerine nikâh lanamaz.'22,
'Neseb bakımından haram olan, süt kardeşlikten dolayı da haramdır.'33.
*" Ebu Hureyre rivayet etmiştir, muttefekun aleyhtir. Bkz: M. Fuat Abdulbaki, el-Lü'lüü ve'l-Meraın, mı: 890.
3" İbn Abbas rivayet etmiş, muttefekun aleyhtir. Bkz: M. Fuat Abdulbaki, a.g.e., nu: 919.
384
sünneti anlamada yöntem
'Bir veya iki defa emme, haram kılmaz.'24,
'Diyet, akile'ye (baba tarafından akrabalara) düşer.'25 ve buna benzer esas teşkil eden hadîsleri böyledir.
2- Allah'ın Peygamberine sünnet koymasını mubah kıldığı ve o hususlarda kendi re'yini kullanmasını emrettiği, Hz. Peygamber'in de illet ve mazerete göre dilediği kimseye ruhsat verdiği sünnetler: Hz. Peygamber'in ipek giymeyi erkeklere haram kıldığı halde, Abdurrahman b. Avf'a, bir hastalıktan dolayı izin vermesinde olduğu gibi.
Hz. Peygamber'in Mekke hakkında; 'Oranın yaş dalı koparılmaz, ağacı kesilmez.' buyurduğunda, Abbas b. Ab-dülmuttalib:
- 'Ey Allah'ın Resulü, izhir otu26 hariç olsun, çünkü o bizim evlerimiz için gereklidir.' deyince, Hz. Peygamber:
- 'Peki, izhir otu hariç' buyurmuştur.2' Eğer Yüce Allah Mekke'nin bütün ağaçlarını haram kılmış olsaydı, Hz. Abbas genel hükümden izhir otunu İstisna etmesi gibi böyle bir talepte bulunamazdı. Ama Allah Hz. Peygambere uygun gördüğünü serbest bırakma yetkisi vermiş, O da onların menfaatini düşünerek izhir otunu serbest bırakmıştır.
Hz. Peygamber umre hakkında 'Eğer şimdi yaptığım işi, yeniden yapacak olsaydım, umre için de ihrama girerdim'28 buyurmştur.
24~ Ahmed, Müslim, Sünen sahipleri, Hz. Aişe'detı, Nesaî ve İbn Hıb-ban ise Zübeyr'den rivayet etmişlerdir. Bkz: Elbânî, Sahiku'l-Camii's-
"- Buhârî, Müslim, Sünen sahipleri Ebu Hureyre'den rivayet etmişlerdir: "Hz. Peygamber, diyetin akıleye ait olduğuna hükmetmiştir." Bkz: Elbânî, lrvav'1-AHİ, nu: 2205.
26" Güzel kokusuyla bilinen bir bilki, Mekke'nin "Alfa" otu. "' İbn Abbas ve başka la rında-1" rivâye< edilmiştir. Muttefekun aleyhtir. Bkz; M. Fuat Aiıdulbaki, a.g.e., nu: 859 28" Cabir rivayet elmiş, muttefekun aleyhtir, Bkz: M. Fuat Abdulbaki,
385
SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM
Yine yatsı namazı hakkında O: 'Ümmetime meşakkat verecek olmasaydım, bu namazın vaktini bu (gece en geç) vakit olarak tayin ederdim' buyurmuştur.29
Keza O, kurban etlerini üç günden fazla biriktirmekten, kabirleri ziyaret etmekten ve kaplar içindeki nebîzden neh-yetmiş ve şöyle buyurmuştur: 'Size kurban etlerini üç günden fazlası için biriktirmeyi yasaklamıştım, sonra anladım ki, insanlar onu misafirlerine ikram ediyorlar, hazır bulunmayanlara ayırıyorlar. Artık yiyin, dilediğinizi de biriktirin. Size kabirleri ziyaret etmeyi yasaklamıştım, artık onları ziyaret edin, fakat yanlış şeyler söylemeyin. Çünkü bana Öyle geliyor ki, kabir ziyareti kalpleri yumuşatır. Yine sizi kaplar içindeki nebîzden nehyetmiştim, artık için, ama sarhoş edici olan bir şey içmeyin! '"30
Ebu Muhammed (İbn Kuteybe) dedi ki: "Bu şeyler sana göstermektedir ki, Yüce Allah, Hz. Peygamber'e bazı hususları sakındırma ve sakındırdıktan sonra da bazı şeyleri dilediği kimselere müsaade etme serbestisi vermiştir. Şayet bu işlerde O'nun böyle davranması caiz olmasaydı, tıpkı, kocası hakkında mücadele eden ve zıhardan soran kadın geldiğinde ona hiçbir cevap veremeyip, 'Bu hususta hükmü Yüce Allah verecektir'3' buyurarak durakladığı gibi, o noktada duraklardı.
d-Lü'iüü ve'l-Mercan, nu: 763.
"~ Buhârî, İbn Abbas'tan, Müslim, İbn Ömer ve Hz. Aişe'den rivayet etmiştir, likz: Elbânî, Sahihtı'i-Cnmii's-Sağİr, nu: 5314. *■ Müslim, Cemiz, nu: 877'de Bürde'den; Hakim ve Ahmed ise Enes'ten rivayet etmiştir. Bkz: Elbânî, a.g.e., 4584. '''Mücadele eden buhanım ite ilgili hadîsi, Ahmed ve Buhârî muallak olarak, Nesaî, ibn Mâce, İbn Ebi Hatim ve İbn Cerir gibi musanniflerden bazısı muhtasar olarak, bazısı da uzun bir şeklide rivayet etmişlerdir, bkz. İbn Kesir, Tefsir, (Mücadele suresi)
386
SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTÎM
Yine, ihrama girdiği halde üzerinde güzel koku eseri bulunan yün cübbe giymiş bir bedevi gelip durumunu sorduğunda, Hz. Peygamber ona cevap vermemiş, sonra elbisesine bürünmüş, hatta boğa hırıltısı gibi sesler çıkarmış, daha sonra açılarak ona cevap vermiştir.33
3- Hz. Peygamber'in (s.a.v.) bize edep olarak belirlediği ve şayet yaparsak, faziletli olan, yapmamamız halinde ise, inşallah üzerimize bir günah tereddüp etmeyecek sünnetler: Sarığın ucunu çene altına dolamayı emretmesi33, pislik yiyen hayvan etlerini34 ve hacamat yapan (kan alan) kimsenin ücret almasını nehy etmesi35 gibi."36
İmam el-Karafi'nin Tahkiki
Hicrî VII. asırda ise, Hz. Peygamber'in yöneticilik, hakimlik, müftülük ve mübelliğlik vasıfları arasında değişen çeşitli söz ve tasarruflarını, bunun hükmün umum-husus olmasm-daki ve mutlak veya mukayyed olmasındaki rolünü inceleyen ve bu konuyu ilk defa bu kadar tafsilatlıca anlatan Mı-32~ Müslim, Hacc, nu: 1080
**~ Telahlıi, sarığın çene allına dol? ....jsi demektir. ■**~ Ebu D.i"ud, Tirmizi, İbn Mâce, Hakim, İbn Ömer'den "Hz. Pey-e^^bür, pislik yiyen hayvanın et ve sütünü nehyetti." Şeklinde rivayet etmişlerdir. Bkz: tlbânî, a.g.e, nu: 6855. Celale: "Pislik yiyen deve ve sığır elemektir ki, bu onların et ve sütünü etkilemektedir."İbn Kutey-be'nin buradaki nehyi, tenzihen mekruha hamtedişi anlaşılmaktadır. 3-*~ İbn M3ce, Ebu Mes'ud'dan rivayet etmiştir. Sünen, nu; 2165, Muhakkik, Zevaid'de Busiri'deıı onun isnadının sahih, Buhüri'nin şartına göre ricalinin sika olduğunu nakletmektedir. Buradaki nehyin de ten-zihen mekruh olduğu anlaşılmaktadır. Halbuki Hz. Peygamber (s.a.v.) hacamat yapan kimseye kendisi ücret vermiştir ve bunu Buhâri, Bü-Va'da, Müslim İ5e Musahıt'ta ve ayıtça başkaları da rivayet etmiştir. *" İbn Kuteybe, Te'i'ilu Muhtelifi'l-Hadis, s. 196-8.
387
SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM
sırlı Mâlikî Allâme İmam Şihabuddin el-Karafi’yi görmekteyiz. O, bu konuyu el-İhkam fi Temyizi'l-Fetava mine'l-Ahkâmı adl iki eşsiz-asil kitabında ele almıştır. Biz burada, onun "el-Furûkî" adlı kitabınmın, 39. farkı oluşturan "Hz. Peygamber'in hakimlik ve fetvr. tasarrufu ile -ki bu ikisi tebliğdir- yöneticilik tasarrufu kaideleri arasındaki farkı" zikretmekle yetineceğiz:
"Bil ki, Resûlullah (s.a.v.) en büyük yönetici, en dirayetli hakim ve en bilgili müftüdür. O (s.a.v.), bütün yöneticilerin lideri, hakimlerin hakimi ve âlimlerin âlimidir. Yüce Allah bütün dinî makamları O'nun risaletine vermiştir. Ve O, kıyamete kadar bu makamlara geçen herkesten daha büyüktür. Dinî her ne makam varsa, O bu makamın en yüksek mertebesinde addedilir. Şu kadar var ki, Onun tebliğ tasarrufu ağır basmaktadır, çünkü, risalet vasfı O'nda daha ağırlıklı bir vasıftır. Daha sonra O'nun diğer tasarrufları gelir. Onlardan bir kısmında tebliğ ve fetva bir arada olur. Bir kısmında da insanlar, O'nun hakimlik veya yöneticilik tasarrufu üzerinde icma etmişlerdir. Diğer bir kısmında ise âlimler, ilgili tasarrufun bu tasarruflar arasından hangisine ait olduğu tereddüdü sebebiyle ihtilaf etmişlerdir. Onlardan bazısı üzerine bu vasfı, bazısı üzerine ise diğer bir vasfı ağır basabilmektedir.
Sonra, Hz. Peygamber'in bu farklı tasarruflarının şeriattaki etkisi de farklı olmuştur. Hz. Peygamber'in tebliğ cihe-tiyle söylediği veya yaptığı her şey, kıyamete kadar ins ve cin için genel bir hüküm teşkil eder. Şayet bu, emrolunan bir hüküm ise, herkes bunu yapmaya yönelir, durum, mubahta da böyledir. Eğer bu, nehyolunan bir hüküm ise, bundan da herkes kaçınır,
388
SÜNMETİ ANLAMADA YÖNTEM
Fakat Resûlullah'ın (s.a.v.) yöneticilik vasfıyla yaptığı tasarruflarına gelince, - O'na (s.a.v.) uyarak da olsa- hiç kimsenin yöneticinin izni olmaksızın bu tasarrufa teşebbüs etmesi caiz değildir. Çünkü, Hz- Peygamber'in o tasarrufunun sebebi, O'nun bunu gerekli kılacak tebliğ sıfatı değil, yöneticilik sıfatıdır.
Yine, Hz. Peygamber'in hakim sıfatıyla yapmış olduğu bir tasarrufa - O'na (s.a.v.) uyarak da olsa- hakimin izni olmaksızın hiç kimsenin yönelmesi de caiz değildir. Çünkü, Hz. Peygamber'in o tasarrufunun sebebi olan hakimlik vasfı bunu gerekli kılar. İşte bu üç kaide arasındaki farklar bunlardır ve bu, aşağıdaki dört mesele ile tahkik edilecektir;
Kafirlere ve savaşılması uygun görülen isyancılara karşı orduların gönderilmesi, Beytü'l-Mâl'ın mallarının bu yollarda harcanması ve çeşitli yerlerden bu malların toplanması, hakim ve valilerin atanması, ganimetlerin taksim edilmesi, kafirlere zimmet veya sulh akitlerinin yapılması gibi işler, halifenin, en üst yöneticinin işidir. Her ne zaman Hz. Peygamber, bu işlerden bir hususta bir şey yapsa, biz biliriz ki O bunu yöneticilik sıfatıyla yapmıştır, başka bir sıfatla değil. •. Her ne zaman Resûluîlah (s.a.v.) mal ile ilgili davalarda veya bedenleriyle ilgili vb. hükümlerde deliller, yeminler veya cezalar vb. ile iki kişinin arasını bulsa, yine biz buradan anlarız ki, O (s.a.v.) bu hususta da, ancak hakimlik vasfıyla tasarruf etmiştir, genel yöneticilik vb. sıfatıyla değil. Zira bu, hakimliğin ve hakimlerin işidir.
Ama, Hz. Peygamber'in sözüyle veya fiiliyle yapmış olduğu ibadetlerle ilgili tasarruflar veya dinî bir soruya vermiş olduğu cevaplara gelince, bunlar fetva ve tebliğ sıfatı ile ortaya koyduğu tasarruflardır. Bütün bunlar gizli-kapalı olmayan
389
5ÜMNETİ ANLAMADA YÖNTEM
açık meselelerdir. Asıl gizlilik ve tereddüdün olduğu yerler şu gelen meselelerde ortaya çıkmaktadır.
Mesela Hz. Peygamber "Kim ölü bir toprağı işleyerek ihya ederse, o toprak onundur." buyurmuştur.37 Alimler, bu söz hakkında ihtilaf etmişlerdir: Bu, fetva sıfatıyla vârid olan bir tasarruf mudur? Eğer böyle ise, yönetici toprağın ihya edilmesine izin verse de, vermese de, herhangi bir kimsenin o toprağı işlemesi caiz olur. Bu, İmam Malik ve Şafii’nin görüşüdür. Yahut bu, Hz. Peygamber'den yönetici sıfatıyla sâdır olmuş bir tasarruftur. Dolayısıyla yöneticinin izni olmaksızın kimsenin ölü toprağı ihya etmesi caiz değildir. Bu da, İmam Ebu Hanife'nin görüşüdür.
İmam Malik'in, yerleşim merkezine yakın olan ve ancak yöneticinin izniyle ihya edilebilecek yerler ile, onun izni olmaksızın ihya edilebilecek uzak olan yerler arasında ayrım gözetmesine gelince, bu tartıştığımız kaide cümlesinden değil, başka bir kaideden dolayıdır. O da, yerleşim merkezine yakın olan yerleri ihya etme, insanlar arasında husumete, fitneye ve zarara sebep olabilir. Dolayısıyla daha önce zikrettiğimiz gibi bu durumlara düşmemek için buna yöneticilerin bakması gerekir. Fakat yerleşim merkezinden uzak olan yerler hakkında böylesi durumlar söz konusu olmadığı için, buraların ihyası caiz olur.
■"" Ebu Davüd, Sünen, nu: 3073; Tirmİzi, nu: 1378, "haseıı-garip" der; Ftyzu'I-Kadir1de el-Münavİ'niıı belirttiğine göre Ahmed ve Ziya eJ-Muhtara'da, Suyuti el-Catniu's-Sağir'de, Nesaî, hepsi, Said b. Zeyd'den rivayet etmişlerdir, aynca Tirmizi, nu: 1379'da Cabir'den rivayet etmiş, "hasen-sahıh" demiştir ki bu Ahmed III, 363,381'de de mevcuttur. Buhârî onu Sahih'inde bu lafızla muzaraa babında mevkuf olarak Hz. Ömer'den, Kitabu'l-Umra ve'r-Rukba'da da "İ'men a'mera ardan leyset li ahadin fehuve ehakku= Herhangi bir kimseye ait olmayan bir yeri imar eden bir kişi, orada herkesten daha fazla hak sahibidir." Lafzıyla da Hz. Aişe'den rivayet etmiştir.
390
Şu halde, toprağı işletme konusunda İmam Malik ve Şafiî mezhebi tercihe daha şayandır.38 Zira Hz. Peygamber'in tasarruflarında fetva ve tebliğ sıfatı galiptir. Kaideye göre de, galip ile nadir arasında dönen bir şeyin galip olana ni; -pet edilmesi daha evlâdır.
Hint bt. Utbe, Hz. Peygamber/e:
-"Ebu Süfyan cimri birisidir, ne bana, ne de çocuğuma yetecek bir şeyler veriyor" deyince, O (s.a.v.),
- "Örfe uygun bir şekilde, sana ve çocuğuna yetecek miktarı al!"39 buyurmuştur.
Âlimler bu meselede ve Hz. Peygamber'in bu tasarrufunda da ihtilaf etmişlerdir.
Acaba bu, fetva yoluyla mı söylenmiştir? Dolayısıyla her hakkı vb. kazanan birinin, bunu hasmının bilgisi olmadan alması caiz midir?
İmam Malik'in meşhur olan görüşü bunun aksidir. Hatta bu, İmam Şafiî'nin görüşüdür.
Yoksa bu, hüküm verme ile mi ilgilidir? Dolayısıyla bir kimse borçludan alacağını almakta zorlandığında, hakkının bedelini ancak hakimin hükmü ile mi alabilir?
Hattabî, bu hadîs hakkında âlimlerden iki görüş anlatmıştır: "Hüküm yoluyla verilmiştir" diyenlerin delili, "Bu muayyen bir şahsın malıdır, dolayısıyla o hüküm kapsamına girer, zira fetva genele yöneliktir" şeklindedir. "Fetva yoluy-
38" Aksine benini görebildiğim kadarıyla Ebu Hanife'nin görüşü tercihe daha şayandır. "Zira kamu yararı, devletin boş arazilerin mülkiyetini ve onların tanzimini zaptetmesini gerektirmektedir. Çünkü, orada askeri mıntıkalar veya buna müsait bölgeler vardır, tarihi eserlerin bulunduğu bölgeler vardır ki, devlet bunların işletilmesine müsaade etmez. Nitekim işletilmesi için belli şartlar veya belli şuurlar konulmuştur.
39- Ha. Aişe rivayet etmiş, muttefekun aleyhtir. Bkz: M. Fuat Abdul-baki, el-Lü'lüti ve'l-Mercan, nu: 1115.x
391
SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM
la verilmiştir" diyenlerin delili ise, rivayete göre, Ebu Süfyan Medine'de idi. Duyurmadan, ilan etmeden sadece hazır bulunanlara hükmetmek caiz değildir. Dolayısıyla bunun fetva olduğu ortaya çıkmaktadır. Bu da hadîsin zahirî kısmıdır.
Hz. Peygamber: "Kim bir düşman askerini öldürürse, üzerindeki eşyalar onun olur"'10 buyurmuştur. Alimler bu hadîs hakkında da ihtilaf etmişlerdir.
- Hz. Peygamber bu hususta yöneticilik vasfıyla mı tasarrufta bulunmuştur? Dolayısıyla yöneticinin sözü dışında, kimse öldürülen düşman askerinin üzerindekileri alamaz mı?
Bu, İmam Mâlik'in görüşüdür. Ama Mâlik, ölü toprakları işletmede zikrettiği "Hz. Peygamber'in (s.a.v.) tasarruflarının çoğunun fetva cihetiyle olması hasebiyle çoğunluğa bakarak fetvaya hamledilmesi gerekir" şeklindeki dayanağına burada muhalefet etmiştir. Onun bu dayanağına muhalefet etmesinin çeşitli sebepleri vardır: .
Bunlardan birisi. Yüce Allah'ın şu buyruğuna göre ganimetlerin aslı ganimeti elde edenlerindir: "Biliniz ki, ganimet olarak her ne elde ettiyseniz onun beşte biri Allah'ındır." (Enfal-41)
Dolayısıyla askerin üzerindekileri almayı bundan çıkarmak, bu ayetin zahirine muhalefettir.
İkinci bir husus ise, belki bu, mücahitlerin ihlâsmı bozar ve artık İslâm davasına yardım için değil de, bu eşyalar için savaşmaya kalkışabilirler.
■*"' Buhârî onu Sahih'inin birkaç yerinde, Müslim ise Sahih'inin Cihad, nu: 1571; Ebu Davud, mı: 2717; Tirmizi, nu: 1562; Malik, Muvatta, s, 454; Ahmed V, 295, 306'da her biri, Ebu Katade'den rivayet etmişlerdir ve tamamı şöyledir: "Kim bir düşman askerini öldürür ve buna dair delili olursa, üzerindeki eşyaları onun olur." Bkz: M. Fuat Abdul-baki, ei-Uİ'lüü< ve'l-Mercan, nu: 3114.
392
SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM
Diğer bir husus da, bu durum, üzerinde belli eşyalar olmayanı bırakıp, sadece eşyaları olan düşmanları öldürmeye sevkedebilir. Bu da, ordu içerisinde askerin birbiriyle yardımlaşmasına yol açabilir. Neticede belki de, bu az miktardaki eşyalar, Müslümanların ağır bir yenilgiye uğramasına sebebiyet verebilir. İşte İmam Mâlik bu sebeplerden dolayı, bu aslı terk etmiştir.
İşte bu kanun ve farklar muvacehesinde, bu babta gelen hususlar, Hz. Peygamber'in tasarruflarından çıkartılır ki, bu da, şeriatın usulünd endir.*1
İmam İbnu'l-Kayyim'in Görüşü
Zadu'l-Mead adlı eserinde Huneyn Gazvesini anlatırken İmam Ibnu'l-Kayyim de bu konuya değinmiş ve şöyle demiştir: "Bu gazvede Hz. Peygamber: 'Kim bir düşman askerini öldürür ve buna dair delili olursa, üzerindeki eşyalar onun olur'42 buyurmuştur. Hz. Peygamber bunu, ondan önceki bir gazvede de söylemişti. Fâkihler, bu eşyaların alınmasının şer'an mı, yoksa belli şartlara bağlı olarak mı hak edildiği şeklinde iki farklı görüş üzere ihtilaf etmişlerdir. Ahmet b. Hanbei'den bu iki görüş de rivayet edilmiştir:
1- Yönetici böyle bir şart ileri sürse de, bu şer'an elde edilmiş bir haktır ki o, aynı zamanda İmam Şafiî'nin de görüşüdür.
2- Ancak yöneticinin ileri sürdüğü şarta binâen bunu hak edebilir ki, bu da İmam Ebu Hanife'nin görüşüdür.
41* Karafi, Furuk, 1, 205-209; el-Ihkam fi Temyizi'l-Feteva mine'l-Ahkam ve Tasarrufutil-Kodi, 25. Sual, s. 86-109. 42" Bkz: 45. dipnot.
393
SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM
imam Mâlik'e göre ise, savaştan sonra ancak yöneticinin ileri sürdüğü şarta binâen bunu hak edebilir, bu talimatı savaştan önce verse, bu caiz olmaz. İmam Mâlik diyor ki: 'Bana Hz. Peygamberin bunu ancak Huneyn günü söylediği ve O'nun (s.a.v.) bu şekilde ganimet teminine, ancak savaşın hızı kesildikten sonra müsaade ettiği ulaştı.'43
Bu hususta tartışmaların çıkış sebebi ise, Hz. Peygamber (s.a.v.), hem yönetici, hem hakim (yani kadi) ve müftü ve hem de Resul idi. O bazen bir hükmü, risalet makamından verebiliyor ve bu, kıyamet gününe dek genel şer'î bir hüküm olabiliyordu. O'nun: 'Bizim bu (din) işimizde, her kim olmayan bir şeyi ihdas ederse, o reddedilir.'44
'Her kim izinleri olmaksızın bir kavmin arazisine tahıl ekerse, harcadığı dışında, o ziraatten onun alacağı bir şey yoktur*45 buyruklarında; şahit ve yemin ile hükmetmesinde46; taksim edilmemiş yerlerde şuf'a hakkını vermesinde *7 olduğu gibi.
Hz. Peygamber, bazen de fetva makamıyla buyurabili-yordu. Ebu Süfyan'ın karısı Hint bt. Utbe, kocasının cimrili-
"" Yani Hz. Peygamber bunu, çarpışmanın kesilmesinden sonra, savaşanları gayrete getirmek, teşvik etmek üzere söylemiştir ki, sanki O (s.a.v.) bu hal içerisindeyken bir müşrik öldüren için onu bir ödül olarak belirlemiştir.
"^ Buhârî (İbn Hacer, Felhu't-Bârî, V, 221); Müslim, nu: 1718. Hz. Ai-şe'den rivayet etmişlerdir.
45" Ahmed, ili, 415, IV, 141; Ebu Davud, nu: 3403; İbn Mâce, nu: 2466'da (Ruhun 12, II, 824) Rafii bin Hadic'den rivayet etmişlerdir. Senedinde ise, şerik vardır ve o, hıfzı kötü olan birisidir. *"■ Müslim, Aksiye, nu: 1712, Yemin ve şahit ile hüküm verme babında, İbn Abbas'tan rivayet etmiştir.
47~ Buhârî, (ibn Hacer, Fethıı'l-Bâri, IV, 339); Ebu Davud, nu: 3514, Ca-bir bin Abdullah'tan rivayet edilmiştir.
394
sCnnetİ anlamada yöntem
ğinden, onun kendisine yetecek nafakayı vermediğinden şikayet ettiğinde ona:
- 'Örfe uygun bir şekilde, sana ve çocuğuna yetecek miktarı al!'48 buyurmasında olduğu gibi. Bu ise, hüküm değil, bir fetvadır. Çünkü, Hz. Peygamber, Ebu Süfyan'ı çağırmadığı, ona bu iddiadan sormadığı gibi, Hind'den de delil istememiştir.
Hz. Peygamber bazen de yöneticilik makamıyla buyurmuştur ve bu o zaman, o mekan ve o hal için ümmetin maslahatına uygundur. Tabi ki, O'ndan sonraki yöneticiler de Hz. Peygamber'in zaman, mekan ve hal olarak gözettiği bu maslahata riayet edip sarılmışlardır. İşte bu noktada Hz, Peygamber'in talimatı bulunan birçok konuda imamlar ihtilaf etmişlerdir.
- Hz. Peygamber, 'Kim bir düşman askerini öldürürse, üzerindeki eşyalar onun olur1 buyruğunu, acaba yöneticilik makamıyla mı söylemiştir? Eğer öyle ise, bu hususta hüküm verme, yöneticilerle ilgilidir. Yoksa O (s.a.v,) bunu genel bir yasama olacak şekilde risalet makamıyla mı buyurmuştur?
- Aynı şekilde O'nun (s.a.v.) 'Kim ölü bir toprağı işleyerek ihya ederse, o toprak onundur/49 buyruğu; yöneticinin izin verip vermemesine bakılmaksızın, herkes için genel bir yasama mıdır, yoksa, yöneticilere baş vurulacak bir husus olup, Ölü toprakları işletme yetkisi, yöneticinin iznine mi bağlıdır? Bu konuda iki görüş vardır:
Birinci görüş, Şafiî ve Ahmed'in mezheplerinden anlaşılan görüştür.
İkinci görüş de, Ebu Hanife'nin görüşüdür.
48~ Buhârî, Nafokaf; Müslim, Akziye, nu: t714. *■ Tahrici daha önce verildi.
395
SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM
İmam Malik ise, geniş çöller ve insanların haris olmadıkları yerler ile haris oldukları yerler arasında ayırım gözetmiş, birincisini değil, ikincisini yöneticinin iznine tâbi kılmıştır...50
Görüldüğü gibi Ibnu'l-Kayyim burada, Karafî'nin taksim yöntemine yönelmektedir. Fakat her ikisi de, vârid olan Nebevi sünnetler içerisinde, asıl olarak teşriî babından olanlarından söz etmemektedirler. Söz ettikleri bu şeyler ise, ci-biliiyet, âdet ve çevreden elde edilen tecrübe ile ilgili olup, vahiy ya da bağlayıcı bir yasama ile alâkası olmayan hususlardır. Gerçi, Allâme Ibnu'l-Kayyim, başka münasebetlerle, bazı kitaplarında bu konuya temas etmiştir ve onun Miftahu Dari's-Soade adlı kitabında yazdığı şeylerden bir kısmını ileride nakledeceğiz.
Şah Veliyullah ed-Dehlevî'nin Vârid Olan Sünnetler Hakkındaki Taksimi
Bu konuyu bütün kapsam ve açıklığıyla ilk defa dile getiren, onu kendisinden sonra gelenlerin istifade edeceği şekilde güzelce taksim eden kimse. Şah Veliyullah ed-Dehlevî ismiyle bilinen Hindistan bölgesinde yaşayıp, H,1176'da vefat eden İslâm mütefekkiri Ahmed b. Abdurrahim'dir. O, sünnetten yasal olan ile yasal olmayanlar üzerinde durmuş, kendi ifadesiyle "risaleti tebliğ yoluyla olanlar ile risaleti tebliğ babından olmayanlar" ayırımına gitmiştir. Bu da onun eşsiz kitabı Huccetullahi'l-Baliğa''da ele alınmaktadır O şöyle demektedir:
"Bil ki, Hz. Peygamber'den rivayet edilen ve hadîs kitaplarında tedvin edilen hadîsler iki kısımdır:
5°- İbnu'l-Kayyim, Zadul-Mead, IH, 489
396
1- Risaleti Tebliğ Yoluyla Vârid Olanlar:
Bunlardan birincisi, risaleti tebliğ yoluyla vârid olanlardır ki, Yüce Allah bu konuda 'Resul size neyi verirse onu alın, sizi neden de nehyederse ondan sakının!' buyurmuştur. _ (Haşr-7) Ahiret ile ilgili, melekût ile ilgili acayip bilgiler bu cümleden olup, hepsi vahye dayalıdır.51 Şer'î hükümler, ibadetlerin yapılış tarzı ve bu hususta daha önce zikredilen farklı şekillerin dayanakları da bu cümledendir. Ancak bunların bir kısmı vahye, diğer bir kısmı da içtihada dayalıdır. Hz. Peygamber'in içtihadı ise vahiy mertebesindedir. Çünkü Yüce Allah onu görüşünde hatalı kalmaktan korumuştur. Zannedildiği gibi, O'nun içtihadının nasslardan istinbat edilmiş olması gerekli değildir. Bilakis, bunların çoğu, Yüce Allah'ın kendisine şeriatın maksatlarını, yasama kanununu, kolaylaştırma prensibini ve hükümler vaz etmeyi öğretmiş olmasına dayanmaktadır ki, O, vahiy vasıtasıyla elde ettiği maksatları, bu kanunlar ile beyan etmiştir.
Hz. Peygamber'in zaman ve sınırların belirlemediği mutlak ve mürsel maslahatlarının hükmü de bu cümledendir.52 Salih ahlâk ile uygunsuz davranışların beyanında olduğu gibi. Bunların dayanağı da, genellikle53 ictihaddır. Yani, Yüce Allah O'na dayanakların kanunu öğretmiş, O da, onlardan bu tür hükümleri çıkararak bir takım külli kaideler ortaya koymuştur. Amellerin faziletleri ile, bu amelleri ya-
"' Yani, bunlar gayb âlemi ile ilgili durumlardan olduğu için, bu hususlara ictihad giremez. Bunun içindir ki, akaid âlimleri bu hususları dayanağı işitme ve vahiyden başka bir şey değildir mânâsında "sem'ıyyat" diye isimlendirmektedirler. "- Yani, Risaleti tebliğ yoluyla vârid olanlardandır. ^~ Aynı şekilde bazısı vahye dayandığı için devamlı değil, genellikle böyledir.
397
SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM
panlarla ilgili menkıbeler de bu cümledendir. (Ben bunların da, bazısının vahye, bazısının da içtihada dayandığı kanaatindeyim. Nitekim bu kanunların açıklanması daha önce (Dehlevi'nin kitabında) geçmişti.) İşte bu, şerhedilmesi, mânâlarının açıklanması kasdolunan kısımdır.
2- Risaleti Tebliğ Babından Olmayanlar:
İkincisi ise, risaleti tebliğ babından olmayanlardır. Hz. Peygamber'in: 'Ben ancak bir beşerim. Size dininizden bir şey emrettiğim zaman onu derhal alın, ama size kendi re'yimden bir şey emrettiğimde ise, ben ancak bir beşerim.' sözü ile; hurma aşılama kıssasında Hz. Peygamber'in 'Ben sadece zannımı dile getirdim, bu zannımdan dolayı beni muahaze etmeyin. Ama size Allah'tan bir şey haber verirsem, derhal onu alın, çünkü ben Allah'a yalan izafe etmem.' 54 buyurması böyledir. Tıp ile ilgili hadîsler de böyledir. Yine Hz. Peygamber'in 'Size siyah ve alnında azıcık beyazı olan atları tavsiye ederim'55 sözünde olduğu gibi, dayanağı tecrübe olan hususlar da böyledir.
■**" Daha önce geçtiği gibi her iki hadîsi de Müslim rivayet etmiştir. -"" Ahmed, Müsned, V. 3O0'de Ebu Katade'den rivayet etmiştir. Tirrai-zi, Cilıadaa: 1696,1697'de rivayet etmiş ve "hasetı-garip-sahih" demiştir. İbn Mâce, nu: 2789'da rivayet etmiştir ki, hepsinin lafzı: "Atların en hayırlısı, siyah ve alnında azıcık beyazı olan, burun ve dudakları d.i beyaz olanlarıdır..." şeklindedir. Hadîste geçen edhem: çok siyah olan at "akrah": sakar kadar olmaksızın, atın alnındaki hafif beyazlık, ersem: bumu ve dudağı beyaz olan at demektir. Ahmed, (V. 345; Ebu Da ud, ho: 25434 {Cihad 44, III. 47]; Nesaî, Hnyl; Danmi, OWda "Size kırmı-zı-alnı sakar- ayaklan beyaz veya koyu kırmızı -alnı sakar- ayaklan beyaz ya da siyah -alnı sakar- ayaklan beyaz olan atları tavsiye ederim" şeklindedir. Bu hadîsteki kümeyi: el-Feresu fi Lebbetihi Humratun= Gerdanlığında kırmızılık olan at (Levnuhu=Rengi kırmızı olan at, Bkz: Ebu Davud, III, 47,3. dipnot.), Eşarr: alnında beyazlık olan at, muhac-cel: ayaklannın hepsinde veya üçünde veya üçünde beyazlık olan al demektir. Bu Ebu Vehb el-Cuşemmi'den rivayet edilmiştir.
398
SÜNNETİ ANLAMADA VÖNTEM
'^ Hz. Peygamber'in ibadet cihetiyle değil de, âdet üzere yaptıkları, kasten değil de, rastgele yaptıkları da böyledir?6
Kavminin zikrettiği gibi, Hz. Peygamber'in de zikrettiği İmmü Zer' hadîsi ve Hurafe hadîsi gibi hadîslerdir ki, o da bir grup Zeyd b. Sabit'in yanına gelip;
-'Bize Resûlullah'ın (s.a.v.) hadîslerinden haber ver!' dediklerinde onun söylediği şu sözlerdir:
-'Ben O'nun komşusuydum. Vahiy geldiği zaman bana haber gönderir ve ben de gider onu yazardım. Sair zamanlarda biz dünyadan söz ettiğimizde, bizimle beraber O da söz ederdi. Biz ahireti andığımız zaman, bizimle beraber O da anardı. Biz yemekten bahsedersek, bizimle beraber O da bahsederdi. Bütün bunların hepsini size haber mi vereyim?'^
Aynı şekilde o gün için cüz'î bir maslahatın kastedildiği ve bütün ümmet için gerekli olmayan hususlar da böyledir. Mesela halifenin seferberlik ilan etmesi, parolayı belirlemesi 58 gibi. Nitekim Hz. Ömer (r.a.), "Bizim (hacdaki) remel ile ne ilgimiz kaldı ki?! O zamanlar Allah'ın helak ettiği o (müşrik) kavme gösteriş yapıyorduk!" 59 dedikten sonra bunun bir
**" Mesela, Tirmizi'nin nu: 2049'da İbn Abbas'tan rivayet ettiği ve "hasen-garip" dediği "Kullandığınız sürmelerin en hayırlısı, ismid= antimuvandır. Çünkü o, görmeyi güçlendirir" ve mı; 6757'deki "is-mid ile sürmelenin, zira o görmeyi güçlendirir" hadîsleri gibi, "" Yani bütün bunlardan söz etmeye gücüm yetmez. Buradaki ifade, "efe küllü haza=bütıin bunları da mı..." şeklinde istifham-ı inkardır. Hadîsi Heysemi, Mecmau'z-Zevaid, IX, 17'de zikretmiş, şöyle demiştir. -*"" Birlikte savaşanlarla, muhalif olanlann birbirini tanımaları için, belirlenmiş bir alamet.
■**" Yani, "Biz müşrikleri görüyorduk ve onlann iddia ettikleri gibi, bizi Medine sıtmasının zayıf düşürmediğini, onlara güçlü olduğumuzu gösterebilmek için böyle yapıyorduk." Remel: Küçük küçük adımlarla hızlı hızlı yürümek demektir.
399
SÜNNETİ ANLAMADA-YÖMTEM
başka sebebi olmasından korkmuş...(ve remeli terk etmemiştir.) Şu halde hükümlerden birçoğu işte buna (cüz'î maslahata) hamledilmiştir. Hz. Peygamberin "Kim bir düşman askerini öldürürse, üzerindeki eşyalar onun olur"60 buyruğunda olduğu gibi.
Özel hüküm ve yargılar da böyledir. Zira o konuda bazı delillere ve yeminlere tâbi olunur. Hz. Peygamberin Hz. Ali'ye söylediği, "Şahid olan, orada bulunmayanın göremeyeceği şeyi görür"61 hadîsinde olduğu gibi."62
Muhammed Resi d Rıza'nın İttiba Meselesini İncelemesi
Hz. Peygamber'e ittiba konusunu ve bu husustaki yanlış anlayışları incelerken Müceddid-AIIâme Muhammed Reşid Rıza da, bu meseleyi ele almıştır. O buna Yüce Allah'ın "Ve O'na uyun ki, hidayete erişebilesiniz" (A'raf- 158) ayetinin tefsirinde değinmiş ve şöyle demiştir: "Yüce Allah'ın buradaki 'O'na uyun' sözü, bir önceki ayette bulunan 'Onunla birlikte inen Nur'a uyun' sözünden daha genel bir ifadedir. Zira bu, özellikle Kur'an'a ittiba iken; diğeri, Hz. Peygamber'e kendi içtihadıyla teşri kıldığı hükümlerde de ittibayı içermektedir. Çünkü malûm görüşe göre, Yüce Allah O'na, bu yetki ve izni verdiği gibi; gerek içtihadıyla, gerekse
™* Daha Önce geçtiği gibi, Buhâri ve Müslim rivayet etmiştir. (Bkz: 55. dipnot)
"" Ahmed, Hz. Ali Müsned'inde rivayet etmiştir, nu: 628. İsnâdında-ki inkıtadan dolayı Şeyh Şakır onun zayıf olduğunu söylemiştir. Onu Ebu Nuaym, Hılye'de, Buhâri Tarih'de, Ibn Mende Marifetli's-Sahâbe"de muttasıl, iyi bir isnâd ile rivayet etmişlerdir. Yine onun Kudai'nin Şİ-hab'da rivayet ettiği Enes'ten bir şahidi vardır. Bunun içindir ki, Elbâ-nî onu Sahihu'l-Camii's-Sağır'de 1904 numarayla zikretmiştir. &2" DehJevi, Hüccetullahi'l-Baliğa, 1.128,129.
400
Kur'an'dan hüküm çıkararak, hükümler vaz ettiğinde kendisine ittiba edilmesi hususiyetini vermiştir. Kur'an'da belirtilen iki kızkardeşi bir arada nikâh altına alma ile (Nisa- 23); bir hanımın, halası veya teyzesi ile bir arada nikâh altına alınmasının Hz. Peygamber tarafından haram kılınmasında olduğu gibi.
Hz. Peygamberin âdet kabilinden olan söz ve davranışları ise, söz konusu ittiba alanına girmez- "Zeytin yağı yiyin, onunla yağlanın, çünkü o hoş ve mübarektir" hadîsi gibi ki bunu Ahmed ve Ibn Mâce Ebu Hureyre'den rivayet etmiş, ayrıca rivayet eden Hakim de onu sahih görmüştür. Onu bu ikisinden başkaları da, başka lafızlarla rivayet etmişlerse de, isnâdları zayıftır.63 Yine "Taze hurmayı kuru hurma ile yiyin..." şeklindeki Nesaî, İbn Mâce ve Hakim'in Hz. Aişe'den rivayet edip sahih gördükleri64 hadîs de bu kabildendir. İşte
™" İbn Mâce, nu: 3320 Zivaid'de şöyle d emin1 ektedir: İsnadında Abdullah b. Said el-Muğiri vardır ki metruktür. Hakim onun sahih olduğunu söylemişse de, Zehebi Abdullah'm zayıf bir râviolduğunu söyleyerek bunu reddetmiştir. Aynı şekilde Iraki de, onun f-eydu'l-Kadir (V.43)'de zayıf olduğunu belirtmiştir. Tirmizi hem Hz, Ömer'den, hem de Ahmed ve Hakim ile birlikte Ebu Said'den şu hadîsi rivayet etmiştir. "Zeytin yağı yiyin, onunla yaşlanın, çünkü o mübarek bir ağaçtandır." Hatim buna sahih demiş, Zehebi de onu onaylamıştır. Ibn Abdilberr ise "İki tarikten gelen senedinde de ısdırap vardır" demiştir. (Bkz: Fethu'l-Kadir, V. 43) Elbâni ise onu Sahihti'l-Camii's-Sağir, nu: 4374'de zikretmiştir. Onu Nesaî, İbn Mâce ve Hakim Hz. Aişe'den rivayet etmişlerdir. Ama bildiğim kadarıyla onlardan hiçbiri onu sahih görmemiştir. Münavİ, Feydu'l-Kadifde onun bütün tariltleriyle Ebu Zekeriyya'ya dayandığını, İbn Hıbban'ın "onunla ihticac edilmez" dediğini, onnu bu hadîsi riv&yet ettiğini, ama bunun aslı olmadığını söylemiştir. Ukayli de, "Onu destekleyecek mütabı haber yoktur, bu ancak onnu vasıtasıyla bilinmektedir" demiştir. Mizan'da ise (Zehebi) "Bu münker bir hadîstir. Onu Hakim rivayet etmiş, tashihte gevşekliğine rağmen, bunu sahih görmemiştir. Bundan dolayıdır ki,
401
SÜNNETİ AKLAMADA YÖNTEM
bunlar, Allah'a yaklaştırma ve teşriyi gerektirecek hukukun olmadığı, normal adetlerle ilgili işlerdendir.
Ama, Ahmet ve Hakim'in Ebu Said ve Katade b. Nu'man'dan rivayet ettikleri, senedi sahih olan "Kurban etlerini yiyin ve biriktirin"65 hadîsinde ise durum bunun tersinedir. Hz. Peygamber'in kurban kesenlere yönelik bu emri, nedb içindir. Onları biriktirmek de caizdir. Şayet bu emir olmasaydı, bayram ile alâkasından ve bayram günlerinde Yüce Allah'ın Mü'minler için bir ziyafeti oluşundan dolayı onun haram veya mekruh olduğu zannedilebilirdi.
Teşri'; ya, vacip veya mendup olarak kendisiyle Yüce Allah'a yaklaşmakla emroîunduğumuz bir ibadettir; ya da, insanlara hiçbir yardımı dokunmayacağı halde, Allah'tan başkasına tapınmak, Allah'tan başkası adına kesilen etlerden yemek, hayvanları keserken veya yemin ederken nasıl Allah'ın adı anılarak yüceltiliyorsa, Allah'tan başkasını da öylece yüceltmek gibi dine, akla, bedene, mala, ırza veya kamu yararına zararından sakınmak üzere nehyolunmuş bir mefsedeftir.
Yahut teşri'; miraslar, nafakalar, eşlerin maruf bir şekilde geçimleri gibi ehline tevdi etmekle emrolunduğumuz veya akitleri yerine getirme gibi muamelelerin muhafazası için
İbnu'l-Cevzi onu Mevzutıt'ma almıştır. (Bkz: Feydi'l-Kadir, V. 44) Elbâ-ni de onu mevzu olarak Daifıt'l-Camii's-Sağir, nu: 4204'de zikretmiştir. Reşid Rıza bu hataya, Suyutî'nin el-Camii's-Sağir'dçki rumuzlara fazlaca güvenmesinden dolayı düşmüştür. Oysa orada neler var, neler...! "*■ Müellif rakam eklediği halde dipnot belirtmemiştir. "■ Reşid Rıza, hadîslerin tahricinde Suyııtî'ye itimad etmiştir, oysa onda belli kusurlar vardır. Halbuki onu, Müslim, Ebu Said, Cabîr ve Aişe'den; Buhârî ise Seleme b, el-Ekva'dart rivayet etmiştir. (Elbânî, Sahihu 'I-Cam îfs-Sağîr)
402
sCknetİ anlamada yöntem
bağlanmakla emrolunduğumuz maddî veya manevî haklardır. Oysa, müstehap ve tenzihen mekruh olan hükümleri, teşri' kapsamına sokmakla, az sonra anlaşılacağı üzere âdetlerle ilgili işler de O'nun hükümlerini genişletecektir.
Âdetler, zanaatlar, ziraat, tecrübe ve araştırmaya dayalı bilimler ile teknik dallar gibi, Yüce Allah'ın veya insanların hukuku ile ilgisi olmayan, herhangi bir maslahatı celbet-meyen, herhangi bir mefsedeti defetmeyen şeyler ise, yapılması gereken emir, sakınılması gereken nehiyler şeklindeki teşri' cümlesinden değildir. Bu hususlarda gelen emir ve ne-hiyleri âlimler teşriî olarak değil, irşad diye isimlendirmişlerdir. Ancak, ipek giymede olduğu gibi, hakkında nehy ve vaid terettüp etmiş olan şeyler müstesnadır.
Nitekim sahabeden bazıları Resûlullah'ın (s.a.v.) hurma aşılama gibi, tecrübeye dayalı bazı dünyevî işlere karşı çıkmasını teşriî zannettiler ve bundan el çektiler. Ancak meyveler zayıf ve kuru çıkınca, derhal O'na baş vurdular- O da onlara, bunu teşriî kabilinden değil, zan ve re'y kabilinden söylediğini haber vererek, "Siz dünyanızın işlerini daha iyi bilirsiniz" buyurdu. Bilindiği gibi bu. hadîs, Müslim'in Sahih'in-de rivayet edilmektedir. Bunun hikmeti ise; bu gibi dünyevî işlerle, ziraat ve zanaat gibi maişet işlerinin, hususî teşriî ile alâkalarının bulunmadığını, bilakis onların insanların bilgi ve tecrübelerine bırakıldığını insanlara tembih etmektedir.
Yine sahabe, Hz. Peygamber'in kişisel görüşü ve dünyevî bir içtihadı mı; yoksa Yüce Allah'tan gelen bir emir mi - ki şayet böyle değilse, teşri' olmayacak- kendilerine karışık gelen konularda O'na müracaat ediyorlardı. Hubab b. el-Münzir'in Bedir günü Hz. Peygamber'in seçmiş olduğu konaklama yeri hakkında: "Burası seni Allah'ın konaklattığı,
403
SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM
dolayısıyla bizim ileri veya geri gidemeyeceğimiz bir yer mi, yoksa bu bir re'y, harp ve taktik mi?" diye sormasında olduğu gibi. Nitekim Hz. Peygamber, bunun vahiy değil de re'y olduğu, bunun sebebinin maslahat ve harp stratejisi olduğu şeklinde cevap vermesi üzerine, Hubab başka bir yer göstermiş, O da (s.a.v.) bunu muvafık görmüştür.
Bu gibi bazı konular sahabeden bazılarına bile karışık gelebilmişse, bunların başkalarına daha çok karışık gelmesi gayet tabiîdir. Karıştırdıkları şeyleri onlara Hz. Peygamber açıklıyordu, peki daha sonraki insanlara bunları kim açıklayacak?
Eğer insanlar Hz. Peygamberden sonraki bir içtihadı, uyulması gereken bir din edinmeselerdi, iş kolay olacaktı. Ama onun din addedilmesi, zorlukları artırdı ve Müslümanlar Hz. Peygambere ittibanın zayıfladığı zamanlarda büyük güçlüklere düştüler. Neticede, devralınan miras onlara ağır geldi. Ve kendilerine ağır gelen şeyleri terk etmeye başladılar. Bu sebeple onlar, kat'î olarak meşru kılınan ve herhangi bir güçlük ve zorluk olmayan hususları dahi terk etme cüretini gösterdiler- Hatta daha sonra bu, bazılarının dini tamamen terk edip, başkalarını da buna davet etmelerine kadar götürdü! Fâkihlerin ictihadlarına sımsıkı sarılıp, ümmete dini bu şekilde yaşamalarını ilzam eden fıkıh mukallitlerinden donuk <kafalı)lar, bu kötü akıbeti anlamadıkları gibi, ıslahatçılar kendilerine anlattıklarında da buna aldırış etmediler!
Reşid Rıza, onlardan bazılarının beyaz saçları siyaha boyama konusundaki aşırılıklarını misal verdi. Halbuki bu, mubah olan zinet ile ilgili normal işlerdendir. Çünkü bunda herhangi bir taabbud olmadığı gibi, Allah'ın veya insanların hukuku da söz konusu değildir. Ancak, yapılması veya terk
404
SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM
edilmesi halinde sadece kafirlere has olan bir moda vb. durumlara düşebilecekse, Müslümanlardan bazıları bunu onlara benzemek için yapacaksa veya yaptıklarında onlardan sayılacak şekilde onlara benzeyeceklerse, tabii ki burada sosyoloji kanunlarını araştıranlar nezdinde bilinen manevî ve siyasî zararlar mevcuttur ki buna göre, herhangi bir kavme benzeyen kimse, o kavmi nefsinde yüceltirken, kendi kavmine ve millerine olan bağı zayıflar. Beyaz saçları boyama konusunda, bir kısmı taabbudî olarak değil de, âdet olarak -siyah ile de olsa- bunun müstehap olduğuna delâlet eden çeşitli haberler ve eserler gelmiştir. Âlimlerden bazıları, bu haberlerden, onun şer’an müstehap olduğunu anlarken; diğer bazıları da mekruh olduğunu anlamışlardır. Hatta onlardan daha da aşırı gidenler bunun haram olduğunu söylemişlerdir. Dolayısıyla onları taklit edenler, bunu yapana karşı çıkarak onu Yüce Allah'a isyankâr saymışlardır. Tabii ki bunu yaparken onlar, selefin bu meseledeki yoluna da, ihtilaf bulunan ictihadî meselelerde kimseye karşı çıkılmaması şeklindeki genel kaideye de muhalefet etmişlerdir.
Şeyh Reşid Rıza saçları boyama meselesinde ve bununla ilgili meselelerde sözü bir hayli uzatmış ve şöyle demiştir: "Hz. Peygamber'in, bazı ibadetler esnasında yapmış olduğu Arafat'ta ve Müzdelife'deki konumunda olduğu gibi, bazı amellerde bile teşriî kastetmeyişi hususuna ümmetinin dikkatini çektiği de doğrudur. O bu uyarıyı, ümmetinin bunlara din adına sarılmamaları ve Allah izin vermediği halde, din adına hükümler vaz etmemeleri için yapmıştır.
Şu kadar var ki, her kim, Hz. Peygambere olan muhabbetinden dolayı, O'nun şerefli hayatını hatırlayarak, ama bunun dinden olduğuna inanmaksızın ve insanları böyle bir
405
SÜNNET! ANLAMADA YÖNTEM
vehme de düşürmeksizin, şer'an maruz kalınması rnübah olmayan bir zarar yüklenmeksizin ve yine şer'an mezmum. sayılan şöhret sebebi olmaksızın bazı âdetlerine uymaya gayret etse; bu ittibaı onun imanındaki kemalini artıracak takdire şâyân bir tavır olup, bu araştırması sebebiyle o, Hz. Fey-gamber'i daha çok hatırlayacak, O'na olan sevgisini daha da güçlendirecektir.
Nitekim sahabeden Ibn Ömer (r.a.), Hz. Peygamber'in amellerine, âdetlerine, O'nun seferdeki hal ve hareketlerine, özellikle de Veda Haccı yolculuğun d a ki hareketlerine aynen uyması ve bütün bu hususlarda O'na ittiba arayışı içerisinde olmasıyla tek kalmıştır. Diğer sahabiler ise, insanların bunu teşriî sanmamaları için böyle yapmamışlardır. Çünkü bu, din adına cinayet olurdu. Zira dine bir şeyi ilâve etme, dinden bir şeyi çıkarma gibidir ki bu da, Yüce Allah'ın "Bugün size dininizi kemale erdirdim" ayetini yalanlamak anlamına gelecektir.61'
Şeyh Şeltut'un, Sünneti 'Teşriî ve Teşriî Olmayan' Şeklinde Taksimi
Asrımızda bu hususun beyanı ile ilgilenen ve -konunun başında da söylediğimiz gibi- şu an kullanılan başlığı veren Şeyh Muhammed Şeltut'tur. O, Dehlevî, Reşid Rıza, Karafi ve başkalarının yazdıklarından yararlanmış ve onu güzel bir şekiide taksim etmiştir ki, burada onu naklediyoruz. O şöyle demektedir:
"Hz. Peygamber'den vârid olan ve O'nun söz, fiil ve takrirlerinden hadîs kitaplarında tedvin edilen her şeyin şu kısımlara ayrıldığını göz önünde bulundurmalıyız.
^ Reşid Rıza, Tefsiru'l-Mernar, IX. 317, ayet: 5, Maide: 3.
406
SÜNNETİ AM.AMADA YÖNTEM
1- Yeme-içme, uyuma, yürüme, dolaşma, Örfî yollarla iki kişi arasını bulma, aracılık ve alış-verişte pazarlık gibi, beşerî ihtiyaçlar yoluyla yapılanlar,
2- Tecrübe, kişisel veya toplumsal alışkanlıklar yoluyla yapılanlar, ziraat işleri, tıp ve elbisenin uzun veya kısa olması hakkında vârid olan şeylerde olduğu gibi.
3- Özel şartlardan hareketle alınan insanî tedbirler yoluyla yapılanlar, savaş alanlarına orduların dağıtılması, bu yerlerde safların, gizlenme, hücum etme ve kaçma yerlerinin tanzim edilmesi, konaklanacak yerlerin seçilmesi vb. şartlar ve Özel eğitime dayanan uygulamalar.
Bu üç hususta nakledilenlerden hiçbiri, yapılması veya terk edilmesi istenen şer'î bir durum değildir.67 Bunlar ancak, Resûlullah'ın (s.a.v.) teşriî cihetine girmediği, teşriî kaynağı da olmayan beşerî işlerdendir.
Umumî ve Hususî Teşriî İtibariyle Sünnet
4- Teşriî yoluyla vârid olanlar ki, bunlar da çeşitli kısımlara ayrılmaktadır:
a) Resûlullah'tan {s.a.v.) tebliğ yönüyle ve Resul sıfatıyla sâdır olanlar. Kitabın mücmelini beyan etmesi, umumunu tahsis etmesi, mutlakmı takyid etmesi veya ibadetlerden, helâl ve haramdan, akaid ve ahlâktan veya zikredilen şeylerle ilgili bazı şeyleri beyan etmesi gibi. Bu çeşit beyanlar, kıyamete kadar genel teşriî ifade ederler. Şayet bunlardan nehyedilmişse, ondan her insan nefsini sakındırır, bu hususta onu bilme ve onu yerine getirmekten başka bir şey yapamaz.
Şeyh Şeltut'un bu husustaki sözü üzerine değerlendirmemi!z az sonra gelecektir.
407
SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM
b) Resûlullah'tan (s.a.v.) yöneticilik ve Müslüman cemaatin genel başkanlığı vasfıyla sâdır olanlar; savaş için orduları göndermesi, Beytü'l-Mâl'ın mallarını uygun görülen yerlere sarfetmesi, alınması gereken yerlerden toplaması, hakim ve valileri ataması, ganimetleri taksim etmesi, antlaşmalar yapması vb. yöneticilik ve genel kamu yararını temin etme ile ilgili işler.
Bunlar, genel teşriî hükmünde olmadığı gibi, yöneticinin izni olmaksızın onları yapmak da caiz değildir. Hz. Peygamber bunu yaptı veya iptal etti diye hiç kimsenin kendiliğinden böyle bir şey yapma hakkı yoktur.
c) Hz. Peygamber'den hakimlik vasfıyla sâdır olanlar. Çünkü, Rabbinden hükümleri tebliğ eden bir Resul, Müslümanların işlerini tanzim eden, siyasetiyle onları idare eden bir genel başkan olduğu gibi, O (s.a.v.) aynı zamanda deliller, yeminler ve çeşitli cezalarla davalara bakan bir hakimdi.
Bunlar da, bir öncekinde olduğu gibi, genel teşriî hükmünde değildir. Öyle ki, herhangi bir insanın, Hz. Peygam-ber'in aralarında hükmettiği kimselere verdiği böylesi bir hükmüne, o husustaki belli bir uygulamasına binâen aynen hüküm vermesi caiz değildir. Bilakis mükellef, o konuda, hakimin kendisi hakkında vereceği hükümle yükümlüdür. Resûlullah'ın (s.a.v.) bu cihetten hakimlik vasfıyla yapmış olduğu bir tasarruf mükellefi benzer bir hükümle ilzam etmez. Kimin bir başkasında hakkı var da, o bunu inkar ediyorsa; onun da bu hususta delili varsa, o kimsenin bu hakkını hakimin hükmü dışında alabilme hakkı yoktur. Çünkü Resul (s.a.v.) döneminde karşılıklı ihkar durumunda hakların alınması da, ancak böyle gerçekleşmekteydi.
408
SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM
Hz. Peygamber'in tasarruflarının hangi cihetten sâdır olduğunun bilinmesi, cidden çok faydalıdır. Çoğu zaman, O'ndan nakledilenlerde bu, açığa çıkmamakta, O'nun fiil, söz ve takrirlerine sadece O'nun Resul olması cihetiyle bakılmaktadır. İşte burada biz, O'ndan (s.a.v.) teşriî veya din, sünnet veya mendup şeklinde nakledilenlerden çoğunun, gerçekte asıl olarak teşriî cihetiyle sâdır olmadığını bulmaktayız. Nitekim, O'ndan beşer vasfıyla sâdır olan veya âdet veya tecrübeye dayalı davranışlarında bu durum daha çok görülmektedir. -
Yine O'nun yönetici veya hakim vasfıyla sâdır olan tasarrufları da genel teşriî olarak alınabilmektedir ki, bundan dolayı hükümler ve meselelere yaklaşımlar karışabilmektedir.
Bazen nakledilen haberlerde, bu cihet bütün açıklığıyla belli olabilmekte ve her fiil, sâdır olduğu cihete bağlanabilmektedir. Bazen de, o fiilin O'ndan hangi vasıfla sâdır olduğu, araştıranlara karışık gelebilmekte, bu durumda, teşriîn sâdır olduğu ciheti hususundaki ihtilafa bağlı olarak, söz konusu teşriî niteliği hakkında da âlimler arasında ihtilaf çıkabilmektedir. Bu nevi tasarrufların anlaşılması için bazı misaller verelim:
1- Hz. Peygamber'in "Kim ölü bir toprağı işleyerek ihya ederse, o toprak onundur" buyurduğu sahihtir. Ama âlimler bu konuda ihtilaf etmişlerdir. Acaba bu, genel bir hüküm olması için, O'ndan, tebliğ ve fetva yoluyla mı sâdır olmuştur? Ki bu d urumd» yönetici izin versin veya vermesin, bir araziyi işleyen, oraya sahip olur ve kimsenin artık orada hakkı olamaz. Yoksa/O'ndan yöneticiliği ve başkanlığı itibariyle mi sâdır olmuştur? Bu durumda da, genel bir hüküm olmaz ve yöneticinin izni olmaksızın, söz konusu arazinin
409
SÜNNETİ ANLAMACA YÖNTEM
işletilmesi kimseye caiz olmaz. Nitekim, fâkihlerin çoğu, birinci görüşü, Ebu Hanife ise ikinci görüşü benimsemiştir.68
2- Hind bt. Utbe'nin, Hz. Peygamberce:
-"Ebu Süfyan cimri birisidir, ne bana, ne de çocuğuma yetecek bir şeyler veriyor" demesi üzerine, O'nun (s.a.v.),
-" Örfe uygun bir şekilde, sana ve çocuğuna yetecek miktarı al!"09 buyurduğu sahihtir.
Âlimler bu meselede de ihtilaf etmişlerdir. Acaba bu, fetva ve tebliğ yoluyla mı söylenmiştir? Dolayısıyla her hakkı vb. kazanan birinin, bunu hasmının bilgisi olmadan alması caiz midir? Yoksa bu hüküm verme ile mi ilgilidir? Dolayısıyla, bir kimse, borçludan alacağını almakta zorlandığında, hakkının bedelini ancak hakimin hükmüyle mi alabilir? Bu mesele, fukaha nezdinde mes'eletü'z-zafer "> diye bilinmektedir ve bu konuda onların birçok görüşleri ve tercihleri vardır.71
3- Hz. Peygamber'in "Kim bir düşman askerini öldürürse, üzerindeki eşyalar onun olur" buyurduğu da sahihtir.
6**~ Bu mesele, Hanefi kitaplarında Ihyau'l-Meyat=öliı arazilerin işletilmesi ile ilgili kısımlarda zikredilmiştir. Bu konuda Zeyiai'nin şerh ve değerlendirmelerine bakınız: (Naabu'r-Raye, (V. 228-293) 6**" Buhârî bu hadîsi Sahih'ilân muhtelif yerlerinde Hz. Aise'den rivayet etmiş, ayn: şekilde onu Müslim de rivayet etmiştir ki, daha önce zikredildi.
™" Bunun anlamı şudur: bir insanın başkasında hakkı olursa, onu da aynen veya onun malından buna eşit miktarda almaya kadir ise, onun bu hakkın: bu şekilde alması caiz midir? Değil midir? Bu hususta fa-kihler ihtilaf etmişler, bir kısmı, fitne vfe rezalete meydan vermemek şartıyla, alman ister aynı malın cinsinden olsun, ister olmasın, o bunu isler bilsin, ister bilmesin bu hususu, caiz görmüşierdfr. Bir kısmı da bunu men eimişlerdir. Diğer bir kısmı ise, daha detaya girmiştir. ™'~ Bu meseleyi, İbnu'l-Kayyim, İğuselu'I-Leheııan adlı eserinde, San'ani ise Siibülü's-Selttm Babu'l-Ariye'de geniş olarak incelemişlerdir.
410
SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM
Hadîsteki selb, öldürülen düşmanın üzerindeki elbiseler ve eşyalar demektir. Alimler aynı şekilde bu hadîs hakkında da ihtilaf etmişlerdir. Onlardan bazıları Hz. Peygamber'in bu tasarrufunun yöneticilik vasfıyla sâdır olduğunu, dolayısıyla ancak yönetici savaş meydanında söylerse, Ölünün üzerindekilere hak kazanabileceği kanaatini dile getirirken; bir kısmı da bunu tebliğ olarak görmekte ve yönetici ilan etsin veya etmesin, düşman askerlerini öldüren her kişinin, onun üzerindekilere hak kazanacağı kanaatini savunmaktadırlar.
KemaKudin İbn Humam) diyor ki: "Hz. Peygamber'in bunu söylediğinden hiç şüphe yoktur. Tartışma ise acaba bu hal, her hal ve zamanda genel olarak vaz edilmiş şer'î bir hüküm mü, yoksa belli hadiselere has olarak sırf teşvik için söylediği bir söz müdür? Şafiî nezdinde bu, şer'î bir belirlemedir, çünkü O'nun sözünde asıl olan budur ve O (s.a.v.) bunun için gönderilmiştir,..Mesele Fethu'i-Kadir adlı kitabın dördüncü cildinin renfil bölümünde bu şekilde devam etmektedir.
Nitekim bu meseleyi, genel bir şekilde İmam Karafi, el-Furûk adlı kitabında (I. 205-209), İmam İbnu'l-Kayyün el-Cevziyye Zadu'l-Mead adlı kitabında Huneyn Gazvesi'nden bahsederken (İli. 489) ele almışlardır. Aynı şekilde, fâkihler-den birçoğu, Resûl'den (s.a.v.) sâdır olan tasarrufların hangi cihetten geldiği hususundaki ihtilafa binâen imamlar arasında tartışmalı olan cüz'î meselelerden söz ederken bu meseleye de değinmişlerdir.
İşte burada görüyoruz ki, fâkihlerin hepsi, Hz. Peygamber'in tasarruflarının kaynağının iki ciheti olduğunu bir prensip olarak onaylamada icma halindedirler ve bu onlar tarafından ikrar edilmiştir. n
' Şeltut Mahmud,'e/-Js/flm, Akide ve-Şeriai, s. 427-431
411
SÜNNETİ ANLAMADA VÖNTEM
Burada Şeltut hocamızın bazı sozleri hakkında, özellikle de sünneti teşriî olarak görmediği birinci kısımla ilgili bazı değerlendirmeler yapmadan geçemeyeceğim. Ben derim ki:
Yeme-içme, uyuma, yürüme, oturma, dolaşma vb. ilgili her şey beşerî ihtiyaçtan kaynaklanan davranışlar değildir. Bilakis burada Resûlullah'ın (s.a.v.) fiiliyle sabit olan davranışlarla, sözüyle sabit olandan birbirinden ayırmamız gerekmektedir. Çünkü daha önce de zikrettiğimiz gibi fiil, o işin meşru oluşundan başka bir şeye delâlet etmez. El ile yeme meselesinde vb. olduğu gibi o, vacip veya müstehap olduğuna delâlet etmez. Fakat her kim bunları Resûlullah'a (s.a.v.) benzeyerek ve O'ndan sâdır olan her şeyi severek yaparsa, daha önce belirttiğimiz gibi, o güzel bir iş yapmıştır ve niyeti sebebiyle ecir alacaktır. Aynı şekilde Reşid Rıza da bahsinde buna ve zikrettiği hususlar çerçevesinde bunun kişinin nefsindeki güzel tesirine işaret etmiştir. İbn Ömer'in davranış tarzlarında olduğu gibi.
Bu husustaki sözlere gelince, Menar sahibinin dediği ve usûl âlimlerinin de dikkat çektiği gibi, bu bazen irşada, bazen de emirde müstehaphğa delâlet edebilir. Yine o, emirde kesinlik, nehiyde de vaid gibi karinelere bağlı olarak, emirde vücubiyete, nehiyde ise haramlığa delâlet edebilir. Sol el ile yeme, ipek giyme, altın, gümüş kaplardan yeme vb. delillerin haram olduğuna delâlet ettiği meselelerde olduğu gibi.
Benzer şeyler, tecrübe ve alışkanlıklar yoluyla öğrenilen hususlar için de söylenebilir. Tıp ile ilgili hususlarda, elbisenin uzunluk veya kısalığa hakkında vârid olan hususlarda olduğu gibi. Tıp konusunda vârid olan haberlerin bazısı, bilfiil tecrübeye dayalı olduğuna hamledilir. Bu sebepledir ki, o
412
SÜNNETİ ANLAMADA VÖNTEM
herkes için ve her halükârda uygulanması gereken genel bir hüküm konumunda değildir. Nitekim muhakkik İbnu'l-Kayyim Zadu'l-Mead adlı eserinde buna işaret etmiştir ki, bu konuyla İlgili bahis gelecektir.
Onlardan bazıları da teşriî ve yönlendirme Özelliğine hamledilir. Mesela:
"Ey Allah'ın kulları, tedavi olun, çünkü Yüce Allah hiçbir hastalık yaratmamıştır ki, ona şifa vermiş olmasın. Yalnız bir hastalık hariç, o da yaşlılık."73
" Tedavi olun, ama haram ile tedavi olmayın." 74 hadîslerinde olduğu gibi-
Elbise konusu da buna benzemektedir. Nitekim, erkeklerin ipek elbise giymesini -aynı şekilde altın kullanmasını-yasaklayan haberler vârid olmuştur. Tıpkı, hakkında şiddetli vaid gelen elbiseyi uzatma ve sürükleme hakkındaki hadîslerin tümünde olduğu gibi, bazısı kibirlilik kastına bağlı -ki bu da çoktur-, bazısı ise mutlaktır. Dolayısıyla burada mutlak olan, mukayyed olana hamledilir. Şu kadar var ki, her kim Hz. Peygamberce uyarak elbisesini kısaltmış olsa, dediğimiz gibi o bundan dolayı ecir alır.
Yeme-içmede olduğu gibi, elbise konusunda da, İslâm'ın dinî, ahlâkî, içtimaî, iktisadî ve ihmal etmememiz gereken siyaset ile ilgili belli hedefleri olan, ayırt edici edepleri vardır. Belki de biz bir başka münasebetle buna değineceğiz.
'■'" Alımed ve Sünen sahipleri rivayet etmiştir, ibn Hıbban ve Hakim İsame'den rivayet etmişlerdir. Bkz: Elbânî, Sahihu't-Camii's-Sağir, nu: 7934. Daha önce de geçti.
'*' Ebu Davud'un Süneıı'inde rivayet ettiği hadisten bir parça olup, Babu't-Tıp'la Ebu'd-Derda'dan rivayet edilmiştir.
413
SÜNNETİ AVLAMADA YÖNTEM
Tahİr b. Aşur"un Tahkiki
Asrımızda bu husus ile ilgilenen, onu açıklayan, detaylı bir şekilde inceleyen ve misallendiren âlimlerden birisi de, Tunus âlimlerinin şeyhi, Allâme Muhammed Tahir b. Aşur'-dur. O, Mekâsıdu'ş-Şeriati'I-klâmiyye adlı kitabında, özet olarak Karaffnin el-Furûk'taki sözlerini naklettikten sonra, ardından şu değerlendirmeyi yapıyor:
"Resûlullah'ın (s.a.v.), bazı sıfat ve halleri vardır ki, kendisinden sâdır olan söz ve fiiller onlara dayanmaktadır. Öyleyse bizim burada hâlâ halkı sıkıntıya sokan ve onları üzen çeşitli problemleri aydınlatacak bir ışık yakmamız gerekmektedir. Nitekim, sahabe Resûlullah'ın (s.a.v.) emirlerinden teşrîî makamında söyledikleri ile, teşriî makamında olmayanlarını ayırt ediyorlar, herhangi bir güçlükle karşılaştıklarında da O'na soruyorlardı.
Mesela sahih hadîste anlatıldığına göre, sahibi azad ettiğinde Berîre, Muğis adlı bir kölenin karısıydı. Hürriyete kavuşunca, yetkisini kullanarak kocasından ayrıldı Oysa Muğis onu çok seviyor, o ise Muğis'ten hoşlanmıyordu. Neticede Muğis Resûlullah (s.a.v.) ile görüştü, O da bu konuda Berîre ile konuştu ve ona kocasına dönmesini söyledi, Berîre;
-"Bu bana emir mi, ey Allah'ın Resulü?" diye sorunca, O (s.a.v.):
-"Hayır, fakat aracılık ediyorum" buyurdu. Bunu duyan Berîre, kocasına dönmeyi kabul etmedi, ama, onu Resûlullah da (s.a.v.), Müslümanlar da kınamadılar...
Buhârî'nin Sahih'inde Cabir b. Abdullah'dan şu hadîs rivayet edilmektedir: Cabir'in babası Abdullah b. Amr b. Hizam borçlu olarak vefat etmişti. Cabir, babasının alacaklılarının bu borçlardan vazgeçmeleri hususunu görüşmesi için
414
SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM
Resûlullah'a (s.a.v.) başvurdu. Resûlullah da {s.a.v.) onlardan bunu istedi, fakat onlar alacaklarından vazgeçmeyi kabul etmediler. Cabir, "Resûlullah (s.a.v.) bu hususu konuşunca, onlar adeta bana kin tuttular." demektedir. Fakat Müslümanlar, bundan dolayı onları kınamamıştır. Buna benzer misaller gelecektir.
Şu kadar var ki, Fıkıh Usûlü âlimleri. Nebevi sünnet meseleleri içerisinde, Resûlullah'ın (s.a.v.), teşriî alanına girmeyen cibillî fiillerini ele almışlardır. Onlar bunu işlerken, Resûlullah'ın (s.a.v.) yaratılışının, O'nun teşriî ve irşad alanına girmeyen çeşitli hallerinde rolü olduğu hususunu ihmal etmemişlerdir. Fakat onlar, deve üzerinde haccetmesi gibi cibillî veya teşriî olması muhtemel olan fiillerde ise tereddüt etmişlerdir. Bazı âlimler ise, Resûlullah'ın (s.a.v.) bazı tasarruflarının hangi sebeple sâdır olduğunu tespit etmeksizin, onları kıyas için birer asıl gibi görmekle hataya düşmüşlerdir.
Devamla Tahir b. Aşur şöyle demektedir: "Ben Resûlullah'ın (s.a.v,) söz ve fiillerinden oluşan tasarruflarının, on iki ayrı halde sâdır olduğunu tesbit ettim. Bunlardan bir kısmı, Karafî'nin açıklamasında geçmişse de, diğer bazılarını o zik-retmememiştir. Bu durumları şöyle sıralayabiliriz: Teşri, fetva, hakimlik, yöneticilik, rehberlik, arabuluculuk, danışmanlık, nasihat, nefis terbiyesi, yüce gerçekleri öğretme, terbiye (te'dib) ve irşad ile alâkası olmayan durumlar.
Şeyh Tahir b. Aşur bu durumların hepsini açıklamış ve bazısını onayladığımız, bir kısmını ise uygun görmediğimiz bazı misaller zikretmiş, bir hayli uzun malûmat vermiştir ki, dileyen oraya baksın. Fakat neticede o da, bizim sünnetten bir kısmının genel ve devamlı bir teşriî olduğunu, bir kısmının ise asla teşriî alanına girmediğini söyleyen zikrettiğimiz
415
SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM
âlimlerle birleşmektedir. Burada, onun saydığı bu durumlardan sonuncusunu yani irşad ile alâkası olmayan haller hakkında söylediklerini nakletmekle yetineceğim:
İrşad ile alâkası olmayan tasarruflara gelince, bunlar; teşriî, dinî hususlar, nefis terbiyesi ve toplum düzeni ile ilgili durumlar değildir. Bunlar, cibillî ve maddî hayatın gerektirdiği bazı işlere dönük olup, bu hususta herhangi bir karışıklık söz konusu değildir. Çünkü Resûlullah'ın (s.a.v.) ev işlerinde ve günlük hayatında çalıştığı diğer işlerde, ne teşri, ne de izinden gidilmesi talebi gibi bir hedefi vardı- Fıkıh Usûlünde kabul edildiği gibi, Hz. Peygamber'in cibillî fiillerinin benzerinin ümmetten de yapılmasının istenmesi söz konusu değildir. Bilakis herkes kendi haline uygun yolu benimseyebilir. Bunlar, yemek, giyim, yatma, yürüme, binme vb. tarzı gibidir ki, bu davranışlar, ister yolculukta yolda yürümek veya Resûlullah (s.a.v.) yaşlanıp şişmanlayınca yaptığını kabul eden - Ebu Hanife'ye göre- secdeye inerken ellerini bacaklarından önce koymak gibi dinî işlere dahil olsun, netice aynıdır.
Aynı şekilde Resûlullah'ın (s.a.v.) Veda Haccı'nda Kinaneoğulları düzlüğü olan Muhassab veya Ebtah denilen yerde konaklamasıyla ilgili rivayet de böyledir. Hz. Peygamber orada öğle, ikindi, akşam ve yatsı namazlarını kıldı, sonra biraz uyudu, ardından beraberindekilerle birlikte veda tavafı yapmak üzere Mekke'ye hareket etti. İbn Ömer hac esnasında burada konaklamayı terk etmiyor, bunu sünnet kabul ediyor, Resûlullah'ın (s.a.v.) yaptığını aynen yapıyordu.
Oysa Buhârî'de rivayet edildiğine göre Hz. Aişe; "Muhassab'da konaklamak (uyulması gerekli) bir şey değildir.
416
SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM
Orası sadece Resûlullah'ın (s.a.v.) Medine'ye yola çıkması için daha elverişli olması hasebiyle konakladığı bir yerdir." demektedir. Hz. Aişe bu sözüyle, orasının insanların toplandığı geniş bir yer olduğunu söylemek istiyor. Nitekim İbn Abbas ve Malik b. Enes de bu görüş benimsemişlerdir.
Yine sabah namazından sonra sağ yanı üzerine uzanmak da böyledir.
Şu halde fâkihe düşen, bu durumları araştırmak ve Hz. Peygamber'in tasarruflarını çevreleyen işaretleri iyice belirlemektir. Resûlullah'ın (s.a.v.) bir konuyu herkese bildirmeye özen göstermesi, onu uygulamada ısrarlı olması, "Dikkat edin, mirasçıya vasiyet yoktur", "Velâ, ancak azad edene aittir" hadîslerinde olduğu gibi, bir hükmü bildirip onu küllî kaide şeklinde ortaya koyması, bu tasarrufların teşriî olduğunu gösteren karinelerdir.
Resûlullah'ın (s.a.v.) vefat hastalıgındayken "Bana (kâğıt-kâlem vb.) getirin de size bir yazı yazayım ki, ondan sonra sapıtmayasınız." hadîsinde olduğu gibi, bir işin uygulamasında ısrar etmemesi de, o tasarrufun teşriî olmadığını gösteren alametlerdendir,
İbn Abbas diyor ki: "Bu hususta ashab ihtilafa düştü. Bir kısmı 'Allah'ın kitabı bize yeter' derken; bazıları da O’na istediği şeyi takdim edin de, sizin için onu yazsın. Hz. Peygamber'in yanında çekişmek doğru olmaz' dediler. Onların bu anlaşmazlığını gören Hz. Peygamber 'Beni kendi hâlime bırakınız, içinde bulunduğum durum daha iyidir' buyurdu.
Bilinmelidir ki, zikrettiğimiz bu durumlardan, Resûlul-lah'a (s-a.v.) en fazla özgü olanı, teşriî durumudur. Çünkü Yüce Allah O'nun bu hallerini "Muhammed, sadece bir elçidir" ayetinde özetlemiştir. Bundan dolayıdır ki, ümmetin karşılaştıkları çeşitli durumlarla ilgili Resûlullah'tan (s.a.v.)
417
SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM
sâdır olan söz ve fiillerine, aksini gösteren bir karine olmadıkça, teşriî kaynaklı tasarruflar olarak itibar etmek gerekir. Nitekim âlimler Sa'd b. Ebi Vakkas'ın rivayet ettiği şu haberi kabul hususunda icma etmişlerdir: O, Hz. Peygamber'e malının ne kadarını vasiyet edebileceğini sorduğunda, Resû-lullah (s.a.v.); "Üçte birini, hatta üçte biri bile çoktur" buyurmuştu. Bu sebeple âlimler, varislerin onaylaması hariç, üçte birden fazla vasiyeti reddetmişlerdir. Hz. Peygamber'in "Senin mirasçıları nı, zengin olarak bırakman, insanlara el açan yoksullar olarak bırakmandan daha hayırlıdır" sözü, bu hükmün danışana fikir verme ve nasihat etme şeklindeki tasarruflarına hamledilmesine elverişli ise de, onlar buna ham-letmemişlerdir. Her ne kadar bu dialog, Resûlullah (s.a.v.) ile Sa'd arasında geçmişse de, Hz, Peygamber Özellikle Sa'd ve vârislerinin hallerine, onların aşırı yoksulluklarına bakarak buna izin vermiştir. Oysa ne Resûlullah {s.a.v.) böyle yapmıştır, ne de Sa'd'ın böyle yaptığını rivayet etmişlerdir. Bu durumda bir fâkih, ilim ehlinden hiç kimse söylemediği halde, vârisleri zengin olan kimselerin, üçte birden fazlasını vasiyet etmesine izin verebilir. Yahut, o kişinin vârisi yoksa da fazlasına izin verebilir. Nitekim îbn Hazm'ın belirttiğine göre İbn Mes'ud Ubeyde es-Selmani ve bir grup âlim bu görüşü benimsemişlerdir. Bu ise, çoğunluğun görüşüne aykırı (şâz)dır. 75
Konunun Tartışılması-Değerlendirilmesi
Bu nakillerden sonra burada, böylesine önemli usûl problemleri karşısında bir nebze durarak, bu sözlere başvurup görüşleri tartışmamız gerekmektedir. Bunu yaparken nass-
7$~ Tahir b. Aşur, Mekakisu'ş-Şeria el-i$!âmit/ye, s. 30-39.
418
SÜMNETİ ANLAMADA YÖNTEM
lar, kaideler ve maksatların ışığında değerlendirmeye ve oradan bir görüş ortaya çıkarmaya çalışıyor. Yüce Allah'tan bize doğruyu ilham etmesini, bizi ecirden mahrum etmemesini, nefislerimizi taassup, taklid, hevaya uyma ve başkalarına su-i zanda bulunma esaretinden kurtarmasını diliyoruz.
Tartışılmaması Gereken İki Gerçek
Burada bu konuyu tahkik ederken, sanıyorum görüş ayrılığının olmadığı veya olmaması gereken iki gerçeği ortaya koymam lazım gelmektedir ki onlar:
1- İster söz, ister fiil ve isterse takrirlerden oluşsun, sünnetin çoğu teşriî içindir ve bu hususlarda Yüce Allah'ın "O'na uyun ki, hidayete eresiniz." (A'raf, 158) ayetiyle hidayeti kendisine ittibaya bağladığı Hz. Peygamber'e uyulması istenmektedir.
2- Sünnetten bir kısmında ise teşriî söz konusu olmadığı gibi, sırf dünya işlerinden olması hasebiyle bu hususda O'na itaat da vacip değildir. Mesela, daha önce sözü edilen hurma aşılama hakkında vârid olan "Siz kendi dünyanızın işlerini daha iyi bilirsiniz" şeklindeki sahih hadîste olduğu gibi.
Bu iki hakikat üzerinde ittifak edildikten sonra, sadece bu prensibin bazı hadîslere veya bazı alanlara uygulanmasında ihtilaf söz konusu olabilir. Mesela, yeme-içme, giyim, ziynet, sürmelenme, tıp, belli ilaçların nitelikleri vb. ile ilgili hadîsler; acaba bize bırakılmış bizim daha iyi bilebileceğimiz dünyamız ile ilgili işlerden midir? Çünkü vahiy bu hususta insanları bağlayacak emreder-yasaklar bîr sorumluluk getirmemiştir; yoksa, bütün bunlar, vahiyden almamız gereken
419
SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM
ve bu hususlarda da itaat etmemiz lazım gelen dinimizle ilgili işlerden midir?
Bunu Resûlullah'dan (sa.v.) sâdır olan diğer teşriler tamamlamaktadır. Ancak bunlarda genellik ve devamlılık niteliği söz konusu değildir. Bilakis Hz. Peygamber bunlarla belirli şartlarda, belirli çözümler getirmeyi hedeflemiştir. İşte, "Yöneticilik, başkanlık ve hakimlik vasfıyla sâdır oldu" diye nitelendirilen husus budur. Bunun aslında ittifak edilmiştir, ancak çeşitli cüz'î meselelere uygulanmasında ihtilaf vardır.
İfrat ve Tefrit Arasında:
Çağda| problemlerimizin ekserisinde -özellikle de fikrî problemlerde- sergilediğimiz alışkanlığımızda olduğu gibi, bu büyük problemde de ifrat ve tefrit olmak üzere iki uçta durmaktayız.
Bizden Öyleleri var ki, gerek söz konusu işler, gerekse bu dünyadaki diğer muameleler hakkında olsun, "Siz kendi dünyanızın işlerini daha iyi bilirsiniz" şeklinde zikredilen hadîse dayanarak sünnetten teşriî elbisesini çıkarıp atmak istiyor.
Öyleleri de var kî, Peygamberimizin (s.a.v.) sünnetine uymakla emrolunduğumuza dayanarak, sünnetten teşriî dışında bir şeyin olabileceğini inkar etmektedirler. Onlara göre, O'na ittiba nasslarla ve icma ile sabit olduktan sonra, ortada ittiba edilmeyecek bir sünnetten nasıl söz edilebilir?
Sahabe ve Selef Nezdinde "Sünnet" Mefhumu
Sahabe ve onları güzellikle izleyen tabii âlimlerin de bu problemden gafil olmadıklarını, bilakis bu- hususu bilfiil
420
SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM
araştırdıklarını burada söylemek istiyorum. Fakat onlar bunu sünnete "teşri" veya "teşriî olmayan" şeklindeki, başlıklar altında işlememişlerdir. Bilakis onların nezdinde bu konu, başka bir başlık altında ortaya çıkmaktadır: Resûlullah'tan (s.a.v,) sabit olan bu amel, sünnet midir, yoksa sünnet değil midir? Bu ise, iki şeyi gayet önemli kılmaktadır:
1- Sünnet olarak görülen husus, ittiba edilmesi istenilen husustur.
2~ Resûlullah'dan (s.a.v.) gelen bazı şeyler, sünnet değildir. İşte, çağdaş âlimlerin "teşriî değil" diye ifade ettikleri husus budur.
Bunun sırrı ise şudur: "Sünnet" kavramı, -İslâmî ilimlerin kabul ve tescil ettiği üzere- Hz. Peygamberden söz, fiil veya takrirleri olarak rivayet edilen şeylerdir. Bu, onun Iüga-vî anlamından daha genel olup, sahabe bu lafız kullanıldığında ondan bunu anlamaktaydı ve Resûlullah'tan (s.a.v.) sabit olan ve uyulup örnek alınacak davranışları bu tabirle ifade ediyorlardı. Bunun sebebi ise, "sünnet" kelimesinin sözlük anlamı -yani bu hususun aslı olan anlamı- uyulan yoldur ve bu da, ancak teşriî ve ittibanın kastedildiği durumlarda söz konusudur. Ama daha sonra ilim ehlinin ıstı-lahlaştırdığı gibi- ki ıstılahlarda tartışma olmaz- onun anlamı, Hz, Peygamber'den söz, fiil, takrir, sıfat ve siret olarak nakledilen her şeye intikal edince, sünnete genelde mevcut olan teşriî şeylerle birlikte, az da olsa bulunan teşriî olmayan hususlar da girmiştir.
İlim sahasında en tehlikeli işlerden birisi de, çoğu zaman araştırmacıları şaşırtan şey, öncekilerin tabirlerini, son dönemdekilerin ıstılahına hamletmeleridir. Mesela, öncekiler "nesh" kelimesini, sonrakilerin kastetmediği anlamda kullanmışlardır ki, "sünnet" kelimesi de böyledir.
421
SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM
Tekrar konuya dönüyor ve diyorum ki, sahabe bugün konuştuğumuz bu konuyu, teşriî veya teşriî olmayan şeklinde bir başlık altında değil, "sünnet" veya "sünnet değil" başlıkları altında araştırıyordu.
Nitekim biz bunu bütün açıklığıyla Ahmed b. Han-bel'in Müsned'inde rivayet ettiği şu hadîste bulmaktayız: O şöyle demektedir:
-"Bize Süreye ve Yunus rivayet ettiler ve dediler ki, bize Hammâd yani İbn Seleme İbn Asım el-Şanevî'den, o da Ebu't- Tufeyl'den rivayet etti ve dedi ki: 'Ibn Abbas'a:
- 'Senin kavmin, Resûlullah'ın (s.a.v.) Kabe'yi tavaf ederken remel yaptığını ve bunun da sünnet olduğunu iddia ediyor, ne dersin?' dedim. İbn Abbas:
- 'Hem doğru, hem yanlış söylüyorlar1 cevabını verdi. Ona:
-' Hem doğru, hem yanlış söylüyorlar ne demek?' deyince Ibn Abbas:
- 'Doğru söylediler çünkü Resûlullah (s.a.v.) tavafta heybetli yürüdü, yanlış söylediler, zira bu sünnet değildir. Hudeybiye esnasında Kureyş müşrikleri Muhammed ve ashabını bırakın, devenin burnundaki kurdun öldüğü gibi ölsünler' demişlerdi. Sonra gelecek yıl gelmeleri ve sadece üç gün kalmaları koşuluyla anlaşma yaptılar. Resûlullah (s.a.v.) umre ziyaretine geldi. Müşrikler ise Kuaykan tepesi cihetinde idi. Bunun üzerine Resûlullah (s.a.v.) ashabına:
- 'Kabe'yi üç defa remel yaparak tavaf edin' buyurdu, ama bu sünnet değildir.
Sonra ona,
- "Kavmin, Resûlullah'ın (s.a.v.) Safa ile Merve arasını
422
devesinin üzerinde tavaf ettiğini ve bunun sünnet olduğunu iddia ediyor, buna ne dersin?' diye sorunca İbn Abbas yine:
- 'Hem doğru, hem yanlış söylediler" diye cevap verdi. Ona:
-' Hem doğru, hem yanlış söylüyorlar ne demek?' diye sorunca, İbn Abbas şöyle dedi:
- 'Doğru söylediler, gerçekten Resûlullah (s.a.v.) Safa ile Merve arasında deve üzerinde tavaf etti; yanlış söylediler, çünkü bu da sünnet değildir. Zira sahabe Hz. Peygamber'i koruma altına almıyorlardı ve yaklaşmak isteyen insanlar kovulmadığından, işte hem O'na uzanan ellerin önlenmesi, hem de O'nun sözünü işitebilmeleri için deve üzerinde tavaf etti.'76 Ona;
- 'Kavmin Resûlullah'ın (s.a.v.) Safa İle Merve arasında say ettiğini ve bunun sünnet olduğunu iddia ediyor, buna ne dersin?' diye sorunca İbn Abbas yine:
- 'Doğru söylediler, çünkü Hz. İbrahim hac menasiki ile emrolununca, say yapılan yerde şeytan karşısına çıktı ve onu geçti, bunun üzerine o da onu geçti. Sonra Cibriİ onu Akabe Cemresine görürdü, şeytan yine karşısına çıktı. Bunun üzerine girmesi için ona yedi taş attı. Sonra (kurbanlık oğlunu) yanı üzerine yatırdı.' demiştir. İsmail'in üzerinde ise beyaz bir gömlek vardı. Ve dedi ki:
- 'Ey babacığım, benim bundan başka kefen olabilecek elbisem yoktur. Üzerimdekini çıkar ki, beni onunla kefenle-yebilesin.' Bunun üzerine o, derhal, o elbiseyi çıkarmaya başlamıştı ki arkasından bir ses işitti:
7b' Müslim, Hacc 237, I. 921-2; Efau Davud, Menasik 51, mı: 1885, 11, 444-5; Ahmed, I. 297, 372-3.
423
SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM
- 'Ey İbrahim sen rüyanı tasdik ettin' denildi. Hz. İbrahim bir de ne görsün, boynuzlu, kocaman beyaz bir koç gelmektedir..."^
Burada, ümmetin bilgini İbn Abbas'ın, sabit olmasına rağmen Hz. Peygamberin hacdaki söz konusu fiillerinden bazısını itaat ve ittiba edilmesi gerekli sünnet olarak görürken, bazısının da sünnet olmadığı kanaatini paylaştığını görmekteyiz.
Oysa, bilindiği gibi, hac fillerinde taabudî boya üstün gelir. Bununla birlikte Hz. Peygamber'in bazı hac ile ilgili fiilleri, acaba sünnetten ve hac menasikinden mi addedilmeli, yoksa bu şekilde değerlendirilmemeli mi diye sahabenin bile ihtilaf ettiklerini görmekteyiz.
Mesela Mina'dan hareket edilen gece Muhassab'da konaklamak böyledir. Ebtah da denilen bu Muhassab, Mina ile
7?- Ahmed b. Hanbel, Mügned, 1297, nu: 2707. Şeyh A. M. Şakır şöyle demektedir: "İsnadı sahihtir. Ebu Asım el-Anevi sika olup, onu İbn Main güvenilir görmüş, Buhârî ise el-Küna adlı eserinde nu: 527'de onun biyografisine yer vermiş ve detaylara işaret etme adetinde olduğu üzere bu hadîse de işaret etmiş, sonra şöyle demiştir: "Ebu Asım, İbn Abbas'tan, ez-Zebih dedi ki, Haccac b. Minhal dedi ki, Hammade b. Seleme'den gelen bir senedle rivayet edilmiştir. Hadîsi, Hafız ibn Kesir, Tefsir" inde {VII. 149) nakletmisrir ki, evveli "Hz.İbrahim Hac menasiki ile emrolununca" şeklinde, sonu ise buradaki gibidir. Heysemi de Mecmuu'z-Zevaid, III. 200-1'de böyle yapmış, "İbn Abbas'a dedim ki: ' Kavmin, Resulullah'ııı (s.a.v.) Safa ile Merve arasında sa'y ettiğini ve bunun sünnet olduğunu iddia ediyor...'" sözünün evvelinden nakletmiş, ilk kısımda "Onu Ahmed ve et'Kebir'de Taberani rivayet etmiştir ve ricalinin, Ebu Asım el-Şanevi dışında -ki o da sikadır- Sahih'in ricali olduğunu söylemiştir. Aynı şekilde Suyutî de bu hadîsten bir kısmını ed-Dürrü'1-MensuT V. 280'de zikretmiş ve onu İbn Cerir, ibn Ebi Hatim, İbn Merduveytı ve Şuabul-İman'da Beyhlki'ye, Müsned, nu: 2029, 2077, 2688, 2783'üe Ahmed b. Hanbel'e ve Müslim'in Kiiabu'l-Hac, (237, I. 921-2> nu: 1264'de el-Camius- Sahih!ine nisbet etmiştir.
Mekke arasında, düz ve geniş bir yerdir. Nafi', İbn Ömer'in Muhassab'da konaklamayı sünnet olarak gördüğünü, Hz. Ömer'in de (r.a.) bunu yaptığını rivayet etmektedir. Bunu Buhârî ve Müslim rivayet etmiştir, ibn Ömer'in delili ise, Hz. Peygamber Muhassab'da konaklamış, orada öğle, ikindi, akşam ve yatsı namazlarını kılmıştır.
Hz. Aîşe ile İbn Abbas'ın görüşleri farklıdır. Buhârî, İbn Abbas'ın şöyle dediğini rivayet eder: "Muhassab'da konaklama bir şey değildir. Orası sadece ResûlulLah'ın (s.a.v.) konaklamış olduğu bir yerdir." Buradaki "bir şey değildir" sözünün anlamı ise, yani "uyulacak bir sünnet değildir" demektir.
Hz. Aişe'nin de şöyle dediği rivayet edilmiştir: 'Orası sadece Hz. Peygamber'in yola çıkmasına daha elverişli olduğu için konakladığı bir konaklama yeriydi." Müslim ise onun şu sözünü rivayet eder: "Ebtah'a inme sünnet değildir, O'nun (s.a.v.) iniş sebebi, ancak...'
Nitekim Hz. Aişe, Ahmed bin Hanbel'in kendisinden rivayet ettiği bir başka hadîste Hz. Peygamber'in Muhassab'da konaklamasının sebebini de açıklamakta ve şöyle demektedir: "Allah'a yemin ederim ki, O (s.a.v.), oraya ancak benim için indi." Bunu Hafız ibn Hacer Fethu'l-Bâri’de zikretmiştir.78 Zâdu'l-Mead''da ise İbnu'l-Kayyim şöyle demektedir:
'Selef, Muhassab'da konaklamanın sünnet mi, yoksa rastgele konaklanılan bir yer mi olduğu konusunda iki görüşe ayrılmıştır. Bir grup onu haccın sünnetlerinden saymıştır. Çünkü, Ebu Hureyre'nin Sahihayn'da naklettiğine göre, Mina'dan hareket etmek istediğinde Resûlullah'ın (s,a.v.) şöyle dediği geçmektedir: 'Biz yarın müşriklerin bir zamanlar kü-
7S" İbn Hacer, Fethu't-Bârî, III. 591
424
425
SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM
für üzere yeminleştikleri Kinaneoğulları düzlüğünde konaklayacağız.'79 O bununla Muhassab'ı kastediyordu. Çünkü Kureyş, Kinaneoğulları, Haşimoğulları ile Abdulmuttaliboğullarına karşı onlarla nikâh yapmamak, Resûiullah'ı {s.a.v.) kendilerine teslim edinceye dek, aralarında herhangi bir alışveriş vb. yapmamak üzere orada yeminleşmişlerdi. Dolayısıyla Hz. Peygamber, geçmişte küfrün sembollerini, Allah'a ve Resûlü'ne düşmanlıklarını izhar ettikleri bu mekanda İslâm'ın sembollerini izhar etmeyi kastetmiştir. Bu, Lat ve Uzza'nın yerlerine Taif mescidini yapmasında olduğu gibi, küfrün ve şirkin bulunduğu yerlerde, tevhidin sembollerini ikame etme O'nun (s.a.v.) âdetiydi.
Onlar diyorlar ki: Müslim'in Sahih'inde İbn Ömer'den Hz. Peygamber, Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ömer'in (r.a.) orada konakladıkları rivayet edilmiştir. Yine Müslim'in bir rivayetine göre o, Muhassab'da konaklamayı sünnet olarak görüyordu.80
Buhârî ise, Ibn Ömer'in öğle, ikindi, akşam ve yatsı namazlarını orada kılıp, uyuduğunu ve Resûlullah'ın (s.a.v.) da böyle yaptığını söylediğini rivayet etmektedir.81
Hz. Aişe ve Ibn Abbas gibi diğer sahabiler ise, orasının rastgele konaklanılan bir yer olduğunu savunarak, bunun sünnet olmadığı görüşünü benimsediler. Nitekim Sahi-hayn'da İbn Abbas'ın şöyle dediği rivayet edilmiştir: 'Muhassab'da konaklama bir şey değildir. Orası sadece Hz. Pey-gamber'in yola çıkmasına daha elverişli olduğu için konakladığı bir konaklama yeridir.'82
79~ Buharı, Hac III. 361, Mekke; Müslim, Hac, nu: 1314.
8°- Müslim, Sahih, nu: 310,337 ve 338.
81' Buhârî, Hac, III. 472.
82" Buhârî, Hac, İH. 471; Müslim, Hac, nu: 1312.
426
SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM
Yine Müslim'in Sdhik'inde Ebu Rafii'nin şöyle dediği rivayet edilmiştir: 'Resûlullah (s.a.v.) bana ve beraberimde-kilere Ebtah'da konaklamamızı emretmedi. Fakat ben önceden gelip O'nun çadırını oraya kurdum ve O da gelip orada konakladı. Neticede O'nun: 'Biz yarın müşriklerin bir zamanlar küfür üzere yeminleştikleri Kinaneoğulları düzlüğünde konaklayacağız' sözünü tasdik ederek, O'nun azmettiğini gerçekleştirerek ve Allah O'nu oraya tevfikiyle indirmiş oldu. Yani bu, Allah ile Resulü arasındaki bir tevafukun sonucuydu.'83
Tavaf esnasında remel uygulaması da buna benzemektedir. Remel, Kudüm tavafında, ilk üç şavtta biraz hızlıca yürümektedir. Hz. Peygamber bunu yapıp emrettiği için Cumhur bunun sünnet olduğu kanaatindedir. İbn Abbas . ise, - daha Önce Müsned'den naklettiğimiz gibi- onun sünnet olmadığını söylemektedir. Dileyen remel yapar, dileyen de yapmaz.84
Ibn Abbas, Buhâri'nin rivayet ettiği şu hadîste Hz. Pey-gamber'in remeli emretmesinin sebebini şöyle açıklıyor: "Resûlullah (s.a.v.) ve ashabı, (Mekke'ye) gelmişlerdi. Müşrikler: 'Yesrib (Medine)'in sıcağının zayıflatığı kimseler gelecek' demişlerdi ki, (bunu işiten) Hz. Peygamber onlara üç şavtta remel yapmalarını, iki köşe arasında da yürümelerini emretmiş, onlara bütün şavtlarda remel yapmalarını ancak öylece kalıverir endişesiyle emretmiştir."85
Nitekim Hz. Ömer (r.a.) bir an remeli terk etmeyi düşünmüş, fakat sonra bu düşüncesinden vazgeçmiştir. Buhâ-
S3- Müslim, Hac, nu: 1313.
M- İbnu'l-Kayyim, Zadu'l-Mead, III, 294-5.
^ İbn Hacer, Fetkıt'l-BSri, IH, 294-5
427
SÜNNETİ ANLAMADA VÖNTEM
rî'de rivayet edildiğine göre o (Hacerü'I-Esved) köşesine seslenerek.
-"Vallahi, çok iyi biliyorum ki sen bir taşsın, ne zarar verirsin, ne de fayda verirsin. Şayet ben Resûlullah'ın (s.a.v.) selamladığını görmüş olmasaydım, seni selamlamazdım" dedi ve onu selamladı. Sonra,
-"Bizim artık remel ile ne işimİz var ki?. Biz o zamanlar onunla müşriklere (güçlü) görünmek istemiştik, ama Allah onları helak etti!" dedi. Bunun akabinde ise:
-" Fakat Hz, Peygamber'in yaptığını terk etmek istemeyiz" dedi.86
Hadîsten anlaşılan -Fethu'l-Bârfde denildiği gibi- Hz. Ömer (r.a.) remelin yapılış sebebini ve onun artık geçip gittiğini bildiği için önce tavafta remeli terk etmeyi düşünmüş, sebebin yok olması sebebiyle bunun terk edilmesi (gerektiğini anlamıştı Fakat daha sonra, bunda kendisinin bilmediği bir hikmetin bulunabileceği ihtimalinden dolayı bu görüşünden dönmüştü. Neticede o, bu mânâ cihetinden ittibanın daha evlâ olduğu kanaatine vardı. Ve o (İbn Hacer) şöyle demektedir: "Yine o buna etki eden sebepleri hatırlayınca, Allah'ın İslâm'ı ve ehlini şereflendirmek üzere gönderdiği nimetlerini düşünerek böyle yaptı."
Müşriklere karşı yapmış oldukları güç gösterisinde sahabe, müşriklerin o tarafta bulunmaları sebebiyle sadece Şam tarafındaki köşelerden yana uğradıklarında acele etmekle yetinirken, İbn Abbas hadîsinde açıklandığı üzere Yemen tarafındaki köşelere uğradıklarında ise; normal şekilde yürümüşlerdir ki bu da, Hz. Ömer'in (r.a.) bu düşüncesini d es teklemektedir.
429
SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM
Biz, Resûlullah'a (s.a.v.) itaat ve onun sünnetine ittiba etmelerine rağmen sahabenin, zaman zaman, O'nun emir ve yasaklarının kesinlik ve bağlayıcılık ifade etmediğini veya bunun dünya işlerinden O'nunla tartışılabilecek, O'na muhalefet edilebilecek bir re'y veya ictihad olduğunu anladıklarında, ya da Candan ümmet ve devlet için yöneticilik ve reislik vasfıyla sâdır olup da, bunun kıyamete kadar her ümmet için genel ve devamlı bir teşriî vasfına hamledilmemesi halinde O'nun bazı emirlerine muhalefet ettiklerini, yasakladıklarını ise yaptıklarını görmekteyiz. Hz. Peygamber'in onları visal orucundan nehyetmesi buna bir misaldir. Bununla birlikte onlar, Hz. Peygamber'in bu nehyinin -Allâme Reşid Rıza'nın sözünde zikredildiği gibi- onlara acıma babından olduğunu zannettiklerinden dolayı hem oruç tuttular, hem de namaz kıldılar.
Bazen de onlar, bazı konu{m)lardaki zanlarında hataya düşebilmektedirler. Meşakkat olmasına rağmen, bazılarının yolculukta oruç tutmakta ısrar etmesi ve Hz. Peygamber'in onlar hakkında "Onlar asidirler"87 buyurmasında olduğu gibi.
Mesela, Medine hurmasının üçte birini almaları ve ordularıyla Medine'yi muhasaradan vazgeçmeleri karşılığında Hz. Peygamber, Gatafan kabilesiyle anlaşmak istediğinde, O'na muhalefet etmişler, iki Sa'd (Sa'd b. Muaz ve Sa'd b. Ubade) bu hususta diretmişlerdir.88
Yine Yahudi ve Hıristiyanlara muhalefet ederek,89 be-yazlaşan saç-sakalları boyatmakla ilgili Nebevi emir gelmiş-
™' Müslim, Siyam, nu: J14,
8&- Bkz. İbnu'l-Kayyim, Zaâul-Meûd, 01,273.
®' Burada Tahudiler ve Hıristiyanlar boyamazlar, öyleyse siz onlara muhalefet edin' hadîsine bir işaret vardır.
429
SÜNNETİ AVLAMADA YÖNTEM
tir. Bununla birlikte, sahih olarak gelen haberlere göre, sahabeden birçok kimseler beyazlaşan saç-sakallarını boyamamaktaydılar. Onlar, Hz. Peygamber hayattayken böyle bir tasarrufun vahiyle olup-olmadığını; o hususta bağlayıcılık olup olmadığını O'na soruyorlardı. Tıpkı Bedir Gazvesi'nde Hu-bab b. el-Münzir'in - "Ey Allah'ın Resûlü! Burası seni Allah'ın indirdiği bir yer mi, yoksa, bu bir re'y, savaş veya tuzak mı?"90 sorusunda olduğu gibi. Yine, daha önce bahsedilen Berîre ile Muğis'in durumunda olduğu gibi.
Aynı şekilde ümmetin bilgini, Kur'an'ın tercümanı Ibn Abbas'ın (r.a.) ehl-i merkebin etlerinin yenilmesine dair Hz. Peygamber'den Hayber günü sâdır olan nehyi, o vakit için kastettiği belli bir maslahata hamlettiğini görmekteyiz. O
'® Hadîs İbn Hişam'ın Sireninde bulunmakta ve İbn İshak'tan nakledilmektedir: "SelemeoğuHarından bazı adamlar ban.i haber verdiler ve zikrettiler ki Hubab..." demektedir. Elbânî, Gazzali'nitı Fskhu's-Si-re adlı kitabına yapmış olduğu tahrişinde bu hadîsin talıricinde şöyle demektedir: "Bu hadîs, isnâdındaki, Selemeoğullanndan bazı adamlar ile, (ki bu adamların kimler olduğu meçhuldür ve Hubab ile çağdaş olup olmadıkları da belirsizdir.) İbn İshal: arasında bulunan râvi-ler sebebiyle vasıtanın bilinmemesinden dolayı zayıftır. Hakim bu haberi MiîsledreSfiadi (ili. 427) mutfasıl olarak rivayet etmiştir, ancak onu sahih görmemiştir. 'Zehebi de karşı çıkmıştır. Fakat, İbn Hacer el-tsabe'de ([. 427) İbn İshak'ın Sire'deki tankından onu muttasıl olarak nakletmiş ve şöyle demiştir: "Bana Yezid b. Mervan, Urve'den ve Bedir kıssasındaki birden çok kimseden rivayet etti ve Hubab'ı zikretti..."Urve'ye varan bu isnâd sahihtir. Çünkü Hubab, Hz. Ömer'in halifeliği döneminde vefat etmiş, Urve ise onun döneminin sonlarında doğmuş, dolayısıyla onunla görülememiştir, Fakat, kıssanın Urve'ye yetişen sahabe arasında -ki onlar gazve haberlerini oğullarına haber vermektedirler- çoktur. Meşhur olması onu takviye etmektedir. Yine bu hadîsin İbn Şahin ve ibn Hacer'in el-İsabe'sinde zayıf bir isnâd ile gelen şahidi vardır. Siret kitapları da Hubab'ın haberini nakletmiş ve ümmet bunu kabul ile karşılamıştır.
430
SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM
maslahat da, binek olarak ihtiyaçtan olduğu halde, kesilip yenilme cihetine gidilerek tüketilmekten merkepleri korumaktadır. Dolayısıyla bu da, genel bir yasak, daimi bir teşriî değildir. İşte, âlimler ve muhakkakların, "Bu tasarruf, Hz. Peygamberden yöneticilik ve reislik vasfıyla sâdır olmuştur. Fetva veya yüce Allah'tan tebliğ etme vasfıyla sâdır olmamıştır" gibi ifadelerle kastettikleri şey budur.
Nitekim Bunâıi, İbn Abbas'ın şöyle dediğini rivayet etmiştir: "Resûlullah (s.a.v.) ehl-i merkepleri, insanların bineklere olan ihtiyaçlarını göz önünde bulundurarak, bineklerin yok olmasını istemediği için mi nehyetti, yoksa, Hayber günü etlerini haram mı kıldı bilmiyorum."91
Buhâri"nin Enes b, Malik'ten rivayet ettiği şu haber, birinci ihtimale delâlet etmektedir; "Resûlullah'a (s.a.v.) bir kişi geldi ve:
- 'Merkepler yenilmekte (ne buyuruyorsunuz)?' dedi, O (s.a.v.) sustu. Sonra ikinci bir şahıs geldi ve:
- 'Merkepler yenilmekte (ne buyuruyorsunuz)?' dedi, O (s.a.v.) yine sustu. Daha sonra üçüncü bir kişi geldi ve o da:
- 'Merkepler tüketilmekte!' dedi. Bunun üzerine O (s.a.v.) bir tellâla insanlara şu duyuruyu yapmasını emretti:
- 'Allah ve Resulü size ehl-i merkepleri yemenizi yasaklıyor.' Bunun üzerine onlar, içlerinde etler kaynamakta ol-dukları halde, derhal kazanları devirip-döktüler/'^
Yine Buhârî, Amr b. Dinar'dan gelen bir isnâd ile şu haberi rivayet etmiştir: O (Amr) Cabir b. Zeyd Ebi'ş-Şa'sa'ya:
-"Resûlullah'ın (s.a.v.) ehl-i merkepleri yasakladığını iddia ediyorlar (ne dersin)?" diye soranca, o şöyle cevap verdi:
91" İbn Hacer, Fetku'l-Bârî, VII. 482, nu: 4227. 92~ A.g.e, VII, 467, nu: 4199.
431
SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM
-" el-Hakem b. Amr el-Gıfarî Basra'da bizim yanımızda böyle söylüyordu, fakat el-Bahr (büyük âlim) olan İbn Abbas buna karşı çıktı ve şu ayeti okudu: "De ki: Bana vahyolunan-larda, (bu haram dediklerinizi) yiyen kimse için haram edilmiş bir şey bulamıyorum. Ancak leş yahut akıtılmış kan, yahut domuz eti - ki pistir-, ya da Allah'tan başkası adına kesilmiş bir fısk (hayvan) olursa o başka..."93
İbn Abbas'ın bu itirazı, nehyîn vuku bulduğuna değildir. Çünkü o bunun Hz. Peygamber’den sâdır olduğunu itiraf etmektedir. Fakat o, bunun O'ndan umumîliği ve devamlılığı gerektiren tebliği cihetiyle sâdır olduğunu söylememektedir. O bunu, insanların maslahatını gerçekleştirmek, belirli bir vakitte onlardan belli bir mefsedeti defetmek ile alâkalı yöneticilik emirlerinden, riyaset kararlarından bir karar olarak görmektedir. Onun bakış açısına göre buradaki maslahat, Müslümanların bineklerinin çokça kesilerek tüketilmesinden korunmasında yatmaktadır. Biz İbn Abbas'ın ehl-i merkeplerin etlerinin haram olmadığı yolundaki görüşüne ister katılalım, ister katılmayalım, bu konuda mezheplerin fâkihleri, onların cumhuru ihtilaf etmişlerdir. Burada bizi ilgilendiren ise, Ibn Abbas'ın Hz. Peygamber'in bazı yasaklarını umumî ve ebedî yasaklar olarak görmeyip, bunu yalnızca o anki maslahatı gerçekleştirmek üzere ortaya atılan yöneticinin (veliyyü'l-emr) kararlarından bir karar olarak görmesidir. Ben, Fıkhu'z-Zekat adlı kitabımda, Hz. Pey-gamber'den fetva, tebliğ ve nübüvvet vasfıyla değil de, yöneticilik ve riyaset vasfıyla sâdır olan birçok hususa değindim ve zekat, zekat nisap ve miktarları ile, bazı mallardan zekatın affedilmesi yani alınmaması gibi konularda gelen
93- A.g.e, IX. 654, nu: 5529, ayet: 6, En'am, 145.
432
SÜNNETİ ANLAMADA VÖNTEM
muhtelif rivâyetlerdeki birçok problemi çözmede bu ayrımı bir çözüm yolu olarak gördüm. Bu meselede en çok üzerinde durduğum konular da, hayvanların zekatı İle ilgili hususlardır. Çünkü hayvancılık, nübüvvet asrında Arap'ın en büyük servet kaynağı idi. Bundan dolayıdır ki, zekat ile ilgili hüküm ve prensiplerin çoğu buradan alınmıştır. Zekat hadîsleriyle alâkalı üç konu etrafında zikrettiğim bazı mütalâalarımı burada zikretmekte bir sakınca görmemekteyim, Hz. Peygamberden sâdır olan bu emir ve yasakların en fazla O'nun yöneticilik ve riyaset vasfıyla alâkalı olması hasebiyle, bu ayrıma itibar etmenin birçok problemi çözecek en iyi çözüm yolu olduğu kanaatindeyim. Bu konular;
1- Zekatın tanımı konusunda rivayet kitaplarında yer alan ihtilaf ile alakalı,
2- Sığırların nisabı ile ilgili,
3- Atların zekatı ile ilgilidir.
Zekat Kitaplarında Görülen İhtilafın Yorumu
Burada hadîs kitaplarında Resûlullah (s.a.v.) ve raşid halifelerden gelen zekat hakkındaki bazı rivayetler üzerinde bir nebze durmamız gerekmektedir. Çünkü biz onlar arasında az da olsa ihtilaflar görmekteyiz. Burada rivayetlerle, makbul bir senedle gelen haberleri kastediyor, (zayıf ve merdud olanlarla meşgul olmuyoruz.) Hz. Ali'nin zekatla ilgili yazılı rivâyetindeki "Sadaka toplayan görevli, hayvanlardan bir yaş büyüğünü alacak olursa, on dirhem geri verir" emrinde olduğu gibi.
Resülullah'ın (s.a.v.) zekat farizası ile ilgili belirlediği Hz. Enes'ten rivayet edilen hadîste geçtiği üzere, Hz. Ebu Bekir'in gönderdiği yazılı talimatta gelen, O'nun (zekat ve-
433
SÜNNETİ ANLAMADA VÖNTEM
ren şahsın beş yaşında bir deve vermesi gerekirken, elinde bulunmadığı için onun yerine dört yaşında bir deve vermesi halinde, aradaki farkı telafi için) iki koyun veya yirmi dirhem vermesini bildiren haberde olduğu gibi.
Aynı şekilde Hz. Ali'den gelen zekat talimatnamesinde, Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ömer'den gelen talimatnamelere muhalif hususlar vardır ve Hz. Ali'nin bu yazılı belgesinin Hz. Peygamber'e ait olmadığı doğrudur; zira doğru olan onun mevkuf olduğudur. Fakat, {öyle de olsa) Hz. Ali, Hz. Pey-gamber'in belirlediği bir talimata muhalefeti acaba nasıl caiz görebilmiştir? Acaba burada biz birkaç sahih kanaldan gelen Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ömer'in yazılı talimatlarını mı eleştireceğiz? Yoksa, "Hz. Ali diğer yazılı talimatların neshedil-diğini bilmekteydi ve nâsih de onun nezdinde idi" mi diyeceğiz? Şayet böyle dersek, peki o bunları niçin Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ömer dönemlerinde ortaya atmadı? Bütün bunlar kabul edilemeyecek ihtimallerdir.
Benim anlayabildiğim ise şudur. Hz. Peygamber bu miktarları, nübüvvet sıfatıyla değil de, o dönemdeki ümmetinin bir yöneticisi ve reisi sıfatıyla tayin etmiştir. Yöneticilik sıfatı da, içinde bulunulan toplum için, zaman, mekan ve belirli hallerde en faydalı olanına itibar eder. O, nübüvvet sıfatının aksine, böyle bir ortamda bunu emrederken; zaman, mekan ve durumlar değişince, daha başka bir şey emredebilir, hatta tamamen değiştirebilir. Nübüvvet sıfatıyla sâdır olanlar ise, her yer ve her zamanda, bütün ümmet için bağlayıcı bir teşriî niteliği arzeder.
Yine bana göre, zekat olarak verilecek hayvanların yaş farkını telafi için belirlenen iki koyun veya yirmi dirhem tahdidi de bu cümleye dahildir. Zira, bu durumlardaki fark,
434
dondurulmuş tek bir kıymet ile sabit kılınamaz. Çünkü, koyun ile deve arasındaki oran sabit kalsa bile, iki koyuna bedel olarak belirlenen yirmi dirhem sabit kalamaz, Mesela, koyunların kıymeti artabileceği gibi, dirhemin alım gücü de düşebilir. Veya şimdilerde herkesin bildiği ve şahit olduğu gibi, bunun tam aksi de olabilir. Dolayısıyla, Hz. Peygamber bir koyunu yirmi dirhem ile takdir ederken, o günkü fiyatlar uyarınca ve yönetici vasfıyla belirlemiştir. Şu halde, kıymet ve fiyatların değişmesine uygun olarak bizim de söz konusu farkı, başka bir miktar olarak belirlememize hiçbir engel yoktur.
İşte Hz. Ali'nin iki yaş arasındaki fark için, iki koyun veya on dirhem şeklindeki takdiri, bu esasa binâen gelmiştir. Bu ise koyunun onun döneminde ucuzladığını, dolayısıyla bu hususta Nebevî emre muhalefet edilmediğini göstermektedir.
Bu yazılı zekat talimatları arasındaki bir kısım detaylar-daki ihtilafları bu şekilde yorumlamak ve böyle bir gerekçe ile izah etmek, senedini ve sübutunu eleştirerek tamamen reddetmekten daha evlâdır. Nitekim İmam Yahya b. Main, develerin yaşları ve sayılarıyla ilgili belirlenen nisapları, sığırların vb. nisaplarını kastederek "Zekat miktarlarını belirleyen sahih hiçbir hadîs yoktur" derken böyle yapmıştır. Bu yüzden de Ibn Hazm ona çok sert bir şekilde karşı çıkmış ve onun bu sözünün delilsiz bir iddiadan ibaret olduğunu ve reddedilip atılması gereken bir söz olduğunu söylemiştir. Yine Schacaht gibi bir müsteşriğin, zekat nizamı ile ilgili Resûlullah'tan Cs.a.v.) gelen birçok sarih-sahih hadîs hakkında şüphe oluşturmaya çalışması da bundandır. *
94" Kardavi, Yusuf, Fıkhu'z-Zekat, I, 189-191.
435
SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM
Ele alacağımız ikinci konu ise, sığırların nisabı ile ilgilidir. Acaba bu nisap, meşhur olduğu üzere otuz mudur, yoksa seleften bazılarının benimsediği gibi on ya da beş midir?
Bana öyle geliyor ki, Resûlutlah (s.a.v.), Müslüman yöneticilere imkân tanımak ve böylece kendi toplumları için, zaman, mekan ve hale en uygun olanını seçmeleri için, zekatların nisapları ve miktarları ile ilgili bazı hususları kesin bir şekilde tahdit etmeksizin kasten terk etmiştir.
Mesela, bazı dönemlerde, bazı yöneticiler, asrımızda dünyanın çeşitli bölgelerinde bulunan ve bilinen bazı sığır cinslerinde olduğu gibi, sığırı, deveden daha çok değerli, daha çok yararlı ve daha bol süt veren, daha çok üreyen bir hayvan olarak görebilirler. Dolayısıyla burada onlar bu nisabı beş deve olarak belirleyebilirler ve buna bir koyun, on de-' veye iki koyun, yirmi deveye dört koyun alınır ve bundan sonrası, Muaz hadîsinde olduğu gibi alınır. Bu sığır cinsinin sahipleri, ileri gelen zenginlerden olursa, söz konusu görüş tercih edilebilir. Yine nisaba on sığır olarak itibar eden Şehr b. Havşeb'in görüşünü almak da mümkündür.
Fakat, bazı beldelerde sığırın beş-on tanesine sahip olanların bile zengin sayılamayacağı kadar kıymeti de faydası da az ise, oralarda makul olan meşhur görüşte olduğu üzere nisabın otuz olmasıdır. İşte bu, İmam Zührî'nin nisabın otuz olarak takdir edilmesi hakkındaki "Bu Yemenliler için bir hafifletme idi" şeklindeki sözünü açıklamak tadır.
Eğer Zührfnin dediği sahih ise, daha sonra ıstılahlaşan anlamıyla ortada bir nesih yok demektir. Bu durumda Hz, Peygamber bunu, değişebilen ve dolayısıyla ona bağlı olarak hükmü de değişebilecek olan dönemin maslahatına uygun olarak, onlar hakkındaki hükümleri idare eden Müslüman-
436
SÜNNETİ ANLAMADA VÖNTEM
Iarın bir yöneticisi vasfıyla yapmıştır. Resûlullah'ın (s.a.v,) yöneticilik ve reislik vasfıyla yaptıklarına ve söylediklerine gelince bunlar, O'nun nübüvvet (veya Allah'tan tebliğ etme) vasfıyla yapıp-söylediklerinden farklıdır ve ikisi arasında büyük mesafe vardır, 9S
Sonra bu konuya, atların zekatı ile onun farz olup olmadığı etrafında imamlar arasındaki ihtilaflara adı geçen bahsin sonunda tekrar döndüm. "Sizden atların zekatını affettim" hadîsini zikrettikten sonra orada şöyle dedim:
"Burada tercih ettiğim görüşü daha Önce, sığırların nisabının tahdidinde olduğu gibi, zekat ile ilgili yazılı talimatlarla da gelen küçük bir ihtilaf hakkındaki değerlendirmemde de söyledim, bu husustaki ihtilaf şudur: Hz. Peygamber, bunu ümmete ve yöneticilerine ...genişlik olsun diye kasten terk etmiştir. Ve O (s.a,v.) bunu ancak, ümmetin ve milletin o dönemdeki maslahatının gereğine uyarak emreden-yasak-layan, bağlayıcı kılan-affeden bir yönetici sıfatıyla söylemiştir. Nitekim o dönem, atların zekattan muaf tutulmasını gerektirmiştir. Peki Hz. Peygamber'in nübüvvet vasfıyla söyledikleri ile, yöneticilik vasfıyla söylediklerini ayırt etmenin yolu nedir?
Bunun tahkiki ve birbirinden ayırt edilebilmesi ancak, ilgili durumların karinelerinin bilinmesiyle olur. Hadîsin konusunun, devletin siyasî, iktisadî, askerî, idarî vb. işleriyle ilgili, maslahata dayalı bir durum olmasıyla bilinebilir. Yine yöneticilik vasfıyla sâdır olduğunu gösteren hususlardan biri de, yer, zaman ve hallerin değişikliği sebebiyle, zikredilen bir nassa muhalif bir başka nassın, hatta birkaç nassın daha
95" Kardavi, Yusuf, a.g.e, 1,203.
437
SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM
bulunmasıdır. Bundan o hususta belirli bir zamanda, geçici cüz'î bir maslahata riayet edildiği, onunla ebedî ve umumî bir teşriî kastedilmediği anlaşılır. "Sonra, İmam Karafî ve İmam Dehlevî'nin (daha önce naklettiğimiz) sözlerini de delil olarak zikrettim, ardından da şöyle dedim:
* Benim kanaatime göre Hz. Peygamber'in atların zekatını affetmesi, - şayet sahih ise- işte bu kısma girmektedir. O (s.a.v.), o dönemdeki cüz'î maslahatı - ki o da cihad için at edinmeye ve binmeye teşviktir- kastetmiştir. Nitekim, Hz. Peygamber'in "Sizin için affettim" ifadesi de buna delâlet etmektedir. Şayet atlar, zekat verilmesi gereken mallar kapsamında olmasaydı, O (s.a.v.), "Sizin için affettim" demezdi. Çünkü bir şeyin affı veya bir şeyden geçilmesi, ancak o şeyin istenilmeye layık olmasından sonra olur. Burada bazı âlimlerin de dediği gibi, bu işin Hz. Peygamber'e bırakıldığına bir ima vardır. Aynı şekilde, O'ndan sonraki adil yöneticilerin de, kamu yararının gerektirdiği duruma bakarak, atlardan zekatı alma ve affetme yetkileri vardır.
Şayet bazı memleketlerde atlar, sahipleri tarafından ticarî maksatlarla üretilip yetiştirüiyorsa ve (belki de) bu haliyle develerden daha büyük ve önemli bir servet haline gelmişse, bazısından alıp, bazısını terk ederek zenginler arasında hiçbir fark gözetmeksizin, atlardan da zekat almak yöneticinin hakkı, hatta görevidir. İşte, Hz. Peygamber'in atlardan zekat almayı affettiği eğer sahih ise, daha sonra Hz. Ömer'in atlardan zekat almasının kabul edilebilecek bir yorumu yoktur. En doğrusunu Allah bilir.96
96" Kardavi, Yusuf, a.g.e.. I, 230-233.
438
SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM
Sık Sık Nesih Görüşüne Sığınmaya Hacet Yoktur
Sünnete tahkik ehli âlimlerin bu açıklamaları ışığında bakılması, deliller arasındaki çelişkiden kaçmak için âlimlerimizden birçoğunun benimsediği nesh kanaatine sığınmaktan bizi kurtaracaktır.
Oysa nesh, ihtimal ile sabit olmaz, iki nasstan birinin diğerini neshettiğini söyleyebilmek için, o ikisinden hangisinin önce, hangisinin sonra sâdır olduğunun bilinmesi gerekmektedir. Halbuki, hakkında mensuh denilen hususlardan birçoğu gerçekte mensuh değildir. Bilakis, bu konudaki iki nass, muayyen bir konumda, belirli sebepler ve şartlarda sâdır olan Nebevi şer'î siyaseti temsil eder. Hükmü gerektiren sebepler değişince, neticesi olan hüküm de değişir.
İşte kurban etlerinin biriktirilmesinin yasaklanmasından sonra tekrar mubah kılınmasının nesh olmadığına dair bazı imamların söyledikleri de bu kabildendir. Şer'atu'l-İslâ-mi adlı kitabımda açıkladığım gibi, Hz. Peygamber (s.a.v.), kurban bayramını takip eden üç günden sonra kurban etlerini biriktirmeden men etmişti. Çünkü, hem o günlerde insanlar sıkıntı içerisindeydiler ve ete ihtiyaçları vardı, hem de dışarıdan muhtaç olan heyetler gelmişlerdi. Bunun üzerine Hz. Peygamber toplumun lideri ve devletin başkanı sıfatıyla etleri biriktirmekten men etme emrini çıkardı.
Buhârî, Selem b. Ekva'nın şöyle dediğini rivayet etmektedir: "Hz. Peygamber,
- 'Sizden her kim kurban kesmişse, üç günden sonra evinde ondan bir şey bırakmasın!' buyurmuştu. Ertesi yıl olunca, sahabe:
- 'Ey Allah'ın Resulü, yine geçen yıl yaptığımız gibi mi yapacağız?' deyince, O (s.a.v.):
439
sunnetİ anlamada vöntem
- 'Yiyin, yedirin ve biriktirin! Çünkü geçen yıl böyle yapmamızın sebebi, insanlar o zaman sıkıntı -açlık ve meşakkat- içerisindeydi ve ben bununla sizin onlara yardım etmenizi istemiştim.' buyurdu." Bazı hadîslerde ise, "Ben sizi gelen misafirlerden (yani Medine dışından gelen kimselerden) dolayı nehyetmiştim" buyurmuştur. İşte bu hadîs ile önceki hadîs, söz konusu nehyin illetini açıklamaktadır. Anlaşılan o ki, bu, geçici -şartların çözümüne yöneliktir ve illet kaybolunca hüküm de yok olmuştur. Nitekim bunun açıkça mubah olduğunu ifade eden bir hadîs de gelmiştir: "Sizi kurbanların etlerinden biriktirmekten nehyetmiştim, artık yiyin, yedirin ve biriktirin!"
Fakihlerden çoğu, bu mübahlığı, önceki nehy için bir nesh sanmışlardır ki, öyle değildir. Araştırıldığında görülecektir ki, bu nesh babından değildir. İmam Kurtubi'nin tefsirinde açıklayarak söylediği gibi, "Aksine o mensuh olduğu için değil, illetinin kalkması sebebiyle kalkan bir hükümdür. Neshedilerek kalkan hüküm ile, illetinin kalkmasından dolayı kalkan hüküm arasında fark vardır. Çünkü, nesh ile kalkan bir hüküm ile ebediyen hükmedilmez- Oysa, illetin kalkmasıyla kalkan hüküm ise, illetinin dönmesiyle yine döner. Şayet bir belde halkına kurban zamanında muhtaç insanlar gelse, bu belde halkının da onların ihtiyaçlarını kurbanların dışında gidermeye imkanları olmasa, onların da tıpkı Hz. Peygamberin yaptığı gibi üç günden fazla bekletmemeleri gerekir.97 Aynı şekilde İmam Şafiî de, Risat’e'de, illetleriyle ilgili babın sonundaki hadîste, kesin olarak ifade etmese dv, nehyin dışarıdan gelenlerle alâkalı olduğuna dikkat çekmiştir.98
97~ Kurhıbi, el-Cami', XTI. 47-48. 98~ Şafii, Risale, s. 239.
440
Hz. Ali'nin bir bayram günü, namazı kıldırıp insanlara hitap ettiğinde Hz. Peygamberin nehyini hatırlatarak etleri üç günden fazla biriktirmekten nehyetmesi de, bu görüşü desteklemektedir. Nesh kanaatinde olanlar Hz. Ali'nin bu uygulaması karşısında şaşırmışlar ve bazıları "Belki de nesh ile ilgili haber ona ulaşmamıştır" demişlerdir. Oysa, İmam Ahmed ona mübahlığın ve ruhsatın ulaştığına delâlet eden haberler nakletmiştir. Dolayısıyla, tercih edilmesi gereken, onun bunu insanların ihtiyacına binâen söylemiş olmasıdır. Nitekim Fethu-l-Bârfde zikredildiği üzere İbn Hazm da bu kanaattedir. Hafız (İbn Hacer) ise şöyle demektedir: "Üç gün sınırlaması, o günkü hal ile ilgili bir vakıadır. Aksi takdirde, şayet ihtiyaç bütün etlerin damıtılmasıyla giderilecek olsa hiç bekletilmemesi gerekirdi."99
Rafiî, bazı Şafiîlerin şöyle dediklerini anlatmaktadır: "Haramlılık bir illete mebni idi. İllet kaybolunca, hüküm de kayboldu. Fakat illetin geri dönmesi, hükmün de geri dönmesini gerektirmez. İbn Hacer Fethu'l-Bâri'de desteklese de, onlar bu görüşü uzak bir ihtimal olarak görmektedirler."'™
Şayet onlar bu konudaki Nebevi nehyi, raiyyesinden sorumlu olan bir yöneticinin tasarruflarından ve o günkü şartlarla ilgili seri siyasetin gereklerinden olarak görebilselerdi, hepsi rahatlayacaklardı. Çünkü bu bir mubahı sınırlamaktan, şartların gerektirdiği bir yardımı gerekli kılmaktan farklı bir şey değildi. Dolayısıyla Allah'a hamdolsun burada da bir problem yoktur. ı°ı
Nitekim bu hususta İmam Şafiî'nin Risale'de ve Ihtila-fu'l-Hadîs'de nehiyden sonra kurban etlerini biriktirmenin
99- İbn Hacer, Feth^i-Bârî, XII. 120-125
10°- A.g.e.
im~ Kurtubi, el-Cami1, XII. 47-48.
441
SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM
mübahlığı hakkında zikrettiklerinin akabinden, AUâme Ah-med Muhammed Şakimin aydınlatıcı değerlendirmelerini buldum. O şöyle demektedir:
"Gördüğün gibi Şafiî, bu husustaki görüşünde, bu şekilde tereddüt etmiştir. O bazen neshe kail olmakta, bazen de nehyin farz değil, ihtiyarî olduğunu söylemekte, bazen de bu nehyin (özel) bir anlamı bulunduğunu, onun bulunması halinde nehyin sabit olacağını söylemektedir. Oysa benim nezdimde tercihe şâyan olan husus şudur: ' Etleri üç günden fazla biriktirmeden nehy, ancak Hz. Peygamber'in dışarıdan gelenleri göz önünde bulundurarak buyurduğu bir tasarruftur. Bu O'ndan, umumî işlerdeki teşriî yoluyla değil, insanların maslahatını gözeten bir yönetici ve devlet başkanı sıfatıyla sâdır olan bir tasarruftur. Dolayısıyla buradan, bir yöneticinin bu gibi durumlarda emretme veya yasaklama yetkisinin bulunduğu ve onun bu emrinde itaatin vacip olduğu, kimsenin kendisine muhalefet edemeyeceği neticesi çıkartılabilir. Bunun delili ise, sahabeden söz konusu sıkıntı gidince onların (ertesi yıl gelip bazı kimselerin kurban etlerini biriktirdiklerini) sorduklarında Hz. Peygamber'in "Bunda ne var?" buyurmasıdır. Onlar Hz. Peygam-ber'e bu husustaki nehyini hatırlatınca, O onlara nehyin illet ve sebebini açıkladı. Eğer bu nehy, teşriî olsaydı, onlara böyle bir hükmün var olduğunu, ancak sonra neshedildiğini mutlaka zikrederdi. Oysa O'nun sadece nehydeki illeti açıklaması, O'nun bununla, bu gibi meselelerin, yöneticinin gördüğü maslahata göre çözüldüğünü ve böylesi durumlarda ona itaatin vacip olduğunu öğretmeyi kastettiğini gösterir. Dolayısıyla buradan öğreniyoruz ki, bu husustaki emir, ihti-yarilik değil fariziyer ifade eder. Ancak o, belli bir zamanla
sınırlı, özel bir mânâsı olan, yöneticinin göz Önünde bulundurduğu maslahattan Öteye geçmeyen bir farzdır.
Bu ise, düşünmeye, geniş bir bakış açısına, Kitap ile sünneti ve ihtiva ettikleri mânâları oldukça geniş bir şekilde mütalâa etmeyi gerektiren gayet güzel, ince bir mânâ olduğu kadar, Allah'ın kendilerine hidayet ettiği kimselerden başkaları için birçok meselede de tatbiki zor olan bir husustur.103
Hz. Peygamberin (s.a.v.) İctihadları
Müslüman usûl ve kelam âlimleri, Hz. Peygamberin ictihad etmesi hakkında görüş ayrılığına düşmüşlerdir. Onlardan bazıları, Hz. Peygamber'in şer'î hususlarda içtihadının olamayacağını, çünkü O'nun vahiy almaya kadir olduğunu, dolayısıyla dûnundaki içtihada başvurarak daha üstün bir kaynak olan vahiyden veya zanna başvurarak yakın (kesin bilgi)den müstağni kalamayacağını belirtmişlerdir. Onlar, yüce Allah'ın şu ayetlerini de delil getirmişlerdir: "O, heva-smdan konuşmaz, o ancak kendisine vahyedilen bir vahiydir." (Necm, 3-5) Bu ayet, O'nun ancak vahye dayanarak konuştuğunu haber vermektedir. O'nun içtihadından sâdır olan hüküm ise vahiy olmaz ve dolayısıyla buradaki nefyin kapsamına da girmez.
Diğer âlimler ise buna Kur'an, sünnet ve aklî delillerle cevap verdiler ve şöyle dediler: "Onların delil getirdikleri ayet onların lehine bir delil olmaz, çünkü o, Kur'an'dan bahsetmektedir. Anlamı ise Katade'den rivayet edildiği üzere söyledin "Kur'an'da O'nun hevasından sâdır olan bir şey yoktur, bilakis o, Allah tarafından kendisine gönderilmiş bir vahiydir." Bunu Kurtubi, Tefsirinde zikretmiştir.103
102-Kurtubi,a.g.e. 103
442
443
sCnneti anlamada yöntem
Şevkanî ise, "O hevasından konuşmaz..." ayetini delil getirenlere cevaben şöyle demektedir: "Burada kastedilen Kur'an'dır. Çünkü müşrikler "Onu bir beşer öğretiyor..." diyorlardı Şayet onların dedikleri bir an için doğru kabul edilse bile, bu onun içtihadının olamayacağına delalet etmez. Çünkü O, ictihad ve vahiy ile taabbüd ederken, hevasından konuşuyor değildi, aksine yine vahye dayanmaktaydı,"104
Bu âlimler içtihadın olamayacağını söyleyenlere Hz. Peygamber'in içtihadının sabit olduğu vakılardan bazılarıyla cevap vermişlerdir. Mesela O'nun:
-" Peki, babanın borcu olsaydı, bu hususta ne derdin?", Hz. Ömer'e.
-" Mazmaza yapmış olsan, ne olacaktı?", Hz. Abbas'a da:
-" İzhir otu hariç olsun" ve,
-" Bu şiiri onu öldürmezden evvel duymuş olsaydık, onu öldürmezdik" sözlerinde olduğu gibi.
İşte bundan dolayı âlimlerin çoğu, Hz. Peygamber'in ictihad etmesinin caiz olduğu ve birçok davada bilfiil vuku bulduğu kanaatini benimsemişlerdir. Onlara göre Hz. Peygamber, ictihad ettiği gibi, bazen hata da edebilir ve ardından O'nun hatasını tashih etmek üzere vahiy gelir ve O'na doğru olanı açıklar. Böylece O, asla hata üzere bırakılmaz. Bu da O'nun diğer müctehitlerden ayrıcalıklı bir yönüdür. Bundan dolayıdır ki. Usûl âlimleri, ictihad yoluyla gelen hükümleri, "vahy-i bâtın" diye isimlendirmişlerdir ki o, her ne kadar vahiy değilse de, vahye benzemektedir.
Fakat söz konusu ictihad sırf dünya işleri ile ilgili olduğu zaman, iki fırka arasındaki görüş ayrılığı daha da belirginleşmektedir. Nitekim Keşfu'l-Esrar'da Hz. Peygamber'in
104' İbn Hacer, Fetkul-Bârî, XII. 120-125.
444
SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM
içtihadı ile ilgili ihtilaf zikredildikten sonra şöyle denilmiştir: "Âlimlerin hepsi O'nun savaşlar ve dünya işleri hakkında..., kendi re'yiyle amel etmesinin caiz olduğu konusunda görüş birliği içindedirler. Aynı şekilde onlar, savaş vb. gibi işlerde O'nun ictihad ve re'y ileri sürmesinin caiz olduğunda ittifak ettikleri gibi, böylesi konularda O'na muhalefet etmenin de caiz olduğu hususunda da ittifak etmişlerdir. Nitekim, Hendek Savaşı'nda Hz. Peygamber'in Gatafan Kabilesi'ne savaştan vazgeçmeleri karşılığında Medine hurmalarının 1/3'ünü vermek istediğinde iki Sa'd (b. Muaz b. Ubade) O'na muhalefet etmişlerdir. Bedir günü de konaklanılan yer konusunda Hubab b. El-Münzir O'na muhalefet etmiştir."™5
Yine azad edilmesinden sonra Berire de Hz. Peygamber'in köle konumunda bulunan kocası Muğis'e dönmesi yolundaki arabuluculuğuna da muhalefet etmiştir. Halbuki kocası ona çok bağlıydı O ise, ondan hiç hoşlanmıyordu. Hz. Peygamber, onunla kocasına dönme konusunu görüşüp, kendisinin bir aracı olduğunu ona anlatınca, Berîre:
- "Benim ona ihtiyacım yok" demiştir. Bu haber Sa-hih'lerde sabittir.
Sünnetten İrşad Yoluyla Gelen Emir ve Yasaklar
Burada bilmemiz gereken önemli bir husus da, Hz. Peygamber'den gelen bazı konular, Allah'tan sevap almak ve O'nun hoşnutluğunu kazanmak arzusuyla yapılması veya el çekilmesi istenilen dinî konulardan değildir. Hatta bu taleplerinden bir kısmı, emir ve nehiy sigasında olsalar bile durum böyledir. Usûl âlimleri bunu, emr-i irşad veya nehy-i irşad
105" Abdulaziz el-Buhâri, Keşfu'I-Esrar aya Usuli'I-İmam el-Peıdevi, II. 626.
445
SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM
diye isimlendirmektedirler. Onlar emirdeki irşada, Yüce Allah'ın borçlanma ayetindeki "Alış-veriş yaptığınız zaman, buna şahit tutun" (Bakara- 282) emrini; nehiydeki irşada ise O'nun "Ey inananlar, açıklandığı zaman hoşunuza gitmeyecek şeyleri sormayın!" (Maide, 101) buyruğunu misal göstermektedirler. Halbuki onların bu hususu, hadîslerdeki irşad daha açık ve bariz olduğu için bazı hadîslerle misallendir-meleri daha uygun olurdu. Çünkü, nedb veya irşad ifade etmesi itibariyle Kur'an'ın emirleri; mekruhluk veya irşad ifade etmesiyle de nehiyleri tartışılabilir.
Yine onlar, nedb ile irşad arasında da fark gözetmişler ve şöyle demişlerdir: "Nedb iîe irşad arasında da farka gelince; nedb, ahiret sevabına yöneliktir, irşad ise dünya menfaatiyle alâkalıdır. Borçlanmalarda şahit tutmayı terk etmekle ahiret sevabı eksilmeyeceği gibi, bunun yerine" getirilmesiy-le de sevap artmaz."106
İşte bu bize, Hz. Peygamberin bazı emirlerinin vaciplik veya müstehaplık ifade etmediklerini, bunun, ictihad etmeleri hatta o konuda başka bir reye başvurmaları caiz olan dünyevî maslahatlara irşad anlamında olduklarını gördüklerinde, sahabenin böylesi emirleri nasıl terk edebildiklerini açıklamaktadır.
Bunun bir misali, Hz. Peygamberin "Yahudiler ve Hıristiyanlar (saç-sakallarını) boyamıyorlar, siz onlara muhalefet edin"107 şeklindeki ağaran saç ve sakalların boyanmasıyla
106- Abdulaziz el-Buhârf, a.g.e-, I 107; Şevkânî, İrşadu'l-Fııhul'da bunu Razi'nİn Mnhsu/'ünden naklederek zikretmektedir. Bkz: ei-Mohsul, II. Böiüra, I. 58; Amidi, el-îhkam fi Usuli'l-Ahkam, II. 207.
107- Buhâri, Libas, Ebu Hureyre'den, (İbn Hacer, Fethu'l-Bârî, X. 354, no: 5899); Müslim de rivâyel etmiştir. M. Fuad Abdulbaki, el-Lü'lüü ne'l-Meram, no: 1362.
446
SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM
ilgili emridir. Oysa Hafız İbn Hacer'in Fethu'l-Bârİ'de dediği gibi, sahabeden boyamayanlar mevcuttur. Mesela, Ali b. Ebi Talib, Ubey b. Ka'b, Seleme b. el-Ekva', Enes b. Malik ve birçokları boyamayı terk edenler arasındadır.108
Hafız İbn Hacer, orada selefin kına ile boya hakkındaki ihtilaf ve terk etmelerini de zikretmiş ve şöyle demiştir: "Fakat mutlak olarak kına kullanılması daha evlâdır. Çünkü onda, Ehl-i Kitaba muhalefet etme emrine de imtisal vardır. Ayrıca onda, saçları toz vb. şeylere karşı koruma da söz konusudur. Fakat bir beldenin saç boyamama gibi bir âdeti varsa o başka. Çünkü böyle bir durumda toplumdan ayrı hareket eden kimse, şöhret makamında gibi olur ki, onun hakkında bunu terk etmesi daha iyidir."109
Asrımızda kendilerini sünnete ittibaya nispet eden bazı aşırı gidenlerin yaptıklarının aksine Hafız ibn Hacer, bu işi beldelerin âdetine bırakmakla oldukça insaflı davranmıştır.
Yine "Oğlunu, Rabah, Yesar, Eflah ve Nafi' diye isimlendirme"110 hadîside böyledir. Bununla birlikte sahabe asrından beri Müslümanlar, bu isimleri koymaktadırlar. Şayet bunda dinî bir mekruhluk olsaydı, onlar çocuklarını bu isimlerle isimlendirmezlerdi.
Tıbbî Nitelikli Hadîsler:
Kanaatime göre tıbbî nitelikli ve buna benzer, mesela belli bir tür sürmeye, ya da belirli türden yiyeceklere veya giyeceklere vb. teşvik eden hadîsler de bu cümledendir, yani terk edilmesiyle sevabı eksilmeyen, yapılmasıyla da artmayan ir-
108' İbn Hacer, Fethu'I-Bürî, X- 355.
109-
A.g.e.
no" Müslim, Sahih, Semure'den, no; 2136. (II. 1685)
447
SÜNNET) ANLAMADA YÖNTEM
şad hatundandır.
Hadîste geldiği üzere, Resûlullah (s.a.v.) siyatik hastalığına yakalanan kimseye, Arap koyunun kuyruğunu tavsif etmişse, bu, yapanın sevap kazanacağı, terk edenin ise kınanacağı dinî işlerden değil, Arap toplumunun tecrübesine bağlı dünyevî bir İş için irşad kabilindendir. Bu sebeple Müslüman, bugün onu terk edebilir, mütehassıs bir doktora gidip onun yanında tedavi görebilir, onun görüşünü alabilir, ama buna rağmen sünnete de muhalif olmaz.
Hz. Feygamber'in "Uyuyacağınız zaman size ismid (antimuvan) tavsiye ederim. Çünkü o, görmeyi güçlendirir, saçı büyütür"112 sözü de böyledir.
Hz. Peygamber'in "Size ismidi tavsiye ederim, çünkü o saçı bitirir, çapağı giderir ve görmeyi netleştirir"1 i3 vb. ismid İle sürmelenmeye çağıran hadîslerinin hepsi de irşad yolludur. Dolayısıyla Müslümanın artık göz doktorunun talimatını izlemesinde hiçbir günah yoktur. Şayet güvenilir bir doktor ona, "İsmid sana uygun değil, sana bir yararı yok" dese, onun ondan uzak durması gerekir ve o, bununla sünnete muhalefet etmiş olmaz. Bilakis o, her sahada zikr ve tecrübe ehline başvurmanın vacipliği şeklindeki İslâm'ın rehberliğine ve aynı şekilde "Zarar verme de, ona zararla
'"* İbn Mâce, Tıbb, no: 3464; Busiri onu sahih görmüştür. Hakkındaki değerlendirme fbn Kayyim'in sözünden sonra gelecektir. "*J ibn Mâce, Cabir ve İbn Ömer'den; Hakim, İbn Ömer'den; Ebu Nuaym, Hıtye'de İbn Abbas'tan rivayet etmişlerdir. Hadîs, Sakîhu'l-Cnmii's-Sağir'de no: 4054,4056'da zikredümişfir. ' *3" Taberani ve Ebu Nuaym onu Hz. Ali'den rivayet etmişlerdir. Na-sıruddin el-Elbânl, onu Sahihu'l-Caınii's-Sağifde no: 3934'de zikrelmif ve hasen olduğunu söylemiştir.
"^ Ahmed ve İbn Mâce, İbn Abbas'tan, İbn Mâce, Ubade'den rivayet etmiştir ki, bütün tarikleri ile sahihtir. Nasıruddin el-Elbânî, onu
448
karşılık verme de yoktur"'14 şeklindeki Resûlullah'ın (s.a.v.) sözüne ittiba etmiş olur. Çünkü Resûlullah (s.a.v,) bedenlerin tıbbı ile gönderilmemiştir, onun ayrıca ehli vardır. O (s.a.v.) ancak, kalplerin, akılların ve nefislerin tıbbı ile gönderilmiştir.
İşte asrımızda bir hayli tartışma ve çarpışmaların yapıldığı, herhangi bir kaba düşen sineğin batırılması ile ilgili hadîse bu bakış açısından bakıldığında hem biz rahatlayacağız, hem de başkalarını rahatlatacağız.
Şu halde hadîs, dünyevî bir işte, besin maddeleri sınırlı ve az olan belirli bir çevrede irşadı temsil eder. Dolayısıyla özellikle evlâtlarını sadelik içerisinde ve sert hayat şartlarında yetiştiren ve onları cihad hayatına hazırlayan bir toplumda içerisine sinek düşen bütün yemeği dökmek gerekmez.
Fakat, hadîsin ihtiva ettiği "Sineğin bir kanadında zehir, diğer kanadında da panzehir olduğunu" haber vermesi, çevre tecrübesinin, Arap tecrübesinin de üzerinde bir şeydir. Bu yüzden bu durumu yadırgayarak reddetme veya yalanlama ile karşılamamamız gerekmektedir.
Alimlerin "Nebevi tıp" diye isimlendirdikleri şeyle ne kadar şeref duyarsak duyalım, ittifakla kabul edilen bir husustur ki Hz. Peygamber tıbbı bildiğini iddia etmediği gibi, bunun için de gönderilmemiştir.
Bildiğim kadarıyla, muteber âlimlerden hiçbirisi, sahih hadîslerde tavsif edilen belirli tedavi şekillerinin genel ve mutlak olduğunu söylememiştir. Aksine, her ne kadar onlar, bazı zamanlar genel lafızlarla vârid olmuşsa da, söylenmiş
Sakihu'l-Camu's-Sağir'ûe no: 7517dezikretmiştir. Birçok cüz'i riasslar-dan ve hükümlerden alman mânâsı ise kafidir. Bundan dolayıdır ki o ittifakla telaffuz edilen kat'i, şer1! bir kaide haline gelmiştir.
449
SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM
olduğu zaman, mekan ve durumlara mahsustur.
İbnul-Kayyim'in Nebevi Tıp Yorumu
Kendi ilmi ve asrının ilmi ölçüsünde Nebevi tıbba bir hayli Önem vermiş olmasına rağmen, Zâdtt'l-Meâd fi tîeydi Hayri't-Ibâd adlı kitabında Muhakkik İbnu'l-Kayyim'in, dikkatleri şu hususa çektiğini görmekteyiz: "Bu sahadaki, Nebevi emir ve yönlendirmelerin çoğu, bütün insanlar, bütün toplum ve durumlar için genel olmayıp, aksine onların söylenildiği böylesi bir çevreye mahsustur."
Bu hususta Hz. Peygamber'in siyatik ile ilgili tedavisini misal olarak alalım. Ibn Mâce Sünen'inde Muhammed bin Şîrîn, Enes b. Malik'ten onun şöyle dediğini nakletmiştir. "Resûlullah'ın (s.a.v.) şöyle buyurduğunu işittim: 'Siyatiğin tedavisi, yaşlı çöl koyununun kuyruğımdadır. Kuyruk üç parçaya bölünür, sonra her gün katıksız olarak bir parça içilir. '""5
Ibnü’l-Kayyim şöyle demektedir:
" Siyatik, uyluk mafsalında başlayan bir ağrı olup, uyluğun arka tarafından, hatta bazen topuğa kadar iner. Süresi uzadıkça, inmesi de artar ve onunla birlikte ayak ve diz zayıflar. Bu hadîste, hem lügavî, hem de tıbbî anlam vardır. Lügavî anlamı, bu isimlendirmeye karşı çıkanların aksine o, bu hastalığın 'ırku'n-nesa' şeklindeki siyatik olarak isimlen-dirilmesinin caiz olduğuna delildir. Bir kimse şöyle diyebilir: 'Nesa ile ırk, ikisi de aynı şekilde damar anlamına gelmektedir ve bir şeyin kendisine izafe edilmesi demek olur ki, bu kabul edilemez.'
' '*" İbn Mâce, Tıbb, Siyatiğin Tedavisi babı, no: 3463, ricali sikadır. £1-Busiri Zevaid'ittde {i. 216) isnadının sahih olduğunu söylemektedir.
Bunu söyleyene iki şekilde cevap verebiliriz.
~ Irk, nesadan daha büyüktür, dolayısıyla bu, genelin Özele izafesi babından olur. 'Dirhemlerin hepsi veya bazısı' kullanımında olduğu gibi.
2- Nesa, damarda bulunan bir hastalıktır. Dolayısıyla böyle bir izafe, bir şeyin yer ve mahalline izafe babından olur. Bu şekilde isimlendirilmesinin sebebi ise, onun sancısının diğer ağrıları unutturmasındandır. Bu damar, uyluk mafsalında başlar, ayak kemiği ile siniri arasmda bulunan sağ taraftaki topuğun arkasından, ayak arkasına kadar uzanır.
Tıbbî anlama gelince, daha önce zikredildiği gibi, Resûlullah'ın (s.a.v.) sözleri iki türlüdür:
a) Zaman, mekan, şahıs ve durumlara göre genel olanlar.
b) Bu hususlara veya bunlardan bazılarına göre özel olanlar. İşte bu siyatik konusu da bu kısma girer. Zira bu, Arap'a, Hicaz ehline ve çevresindekilere, özellikle de çöl bedevilerine yöneltilmiş bir hitaptır. Çünkü bu, onlar için en yararlı tedavi yöntemleridir. Bu hastalık, kurumadan dolayı ortaya çıkmaktadır. Bazen de kalın elastiki maddeden ortaya çıkabilmektedir. Tedavisi de, yumuşatmaktır. Koyun kuyruğunun ise iki özelliği vardır: Pişirme ve yumuşatma. Yani ondan hem pişirme/olgunlaştırma, hem de (hastalığı dışarıya) çıkarma mevcuttur. İşte bu hastalığm tedavisi, bu iki duruma ihtiyaç duymaktadır. Çöl koyununun tayin edilmesinin sebebi ise, onun (pislik vb.) atıklarının azlığı, cüssesinin küçüklüğü, özünün yumuşaklığı ve otlağının özelliği şeklinde sıralanabilir. Çünkü o, yavşan ve marsuma vb. sıcak bölge ikliminde görülen otlardan otlamaktadır. Bir hayvan bu bitkileri ot-ladığı zaman, etinde bu otların tabiî özellikleri oluşur ve böylece özellikle de kuyruk olmak üzere daha yumuşak bir hale dönüşür. Bu bitkilerin hayvanların sütlerine fiili tesirleri, et-
450
451
SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM
lerine yaptıkları tesirden daha kuvvetlidir. Fakat kuyruktaki pişirme ve yumuşatma Özelliği, sütte bulunmaz. İşte daha önce zikredildiği üzere, çeşitli milletlerin ve bedevilerin genel ilaçları bunun gibi, terkipsiz ilaçlardır ve Hint doktorlarının uygulamaları da böyledir.
Bizans ve Yunan ise, birkaç maddeden oluşan ilaçlar yazmaktadır. Onların hepsi, şu hususta görüş birliği içerisindedir: Bir doktorun mahareti, öncelikle diyetle tedavi etmekten geçer, şayet o, bu tedavide aciz kalmışsa, terkipsiz tek bir madde ile tedavi eder, bundan da aciz kalmışsa, en az ter-kipli olanı tercih eder.
Daha önce söz edildiği gibi, Araplar ve çöl bedevileri, genellikle basit hastalıklar ile bunlara uygun basit ilaçlara alışkındılar. Bu aynı zamanda onların besinlerinin de basitliğinden kaynaklanıyordu. Bileşik/kompleks hastalıklara gelince, bu da genellikle çeşit çeşit gıdaların birleşmesinden meydana gelmekteydi ki, bu hastalıklar için de kompleks ilaçlar tercih ediliyordu. En iyisini Yüce Allah bilir." i16
İbnü'l-Kayyim bu metodunu Medine hurmasından söz ederken de sürdürür. Sahihayn'da, Sa'd b. Ebi Vakkas'tan gelen hadîse göre, Resûlullah (s.a.v.) şöyle buyurmuştur
"Kim sabahları, Medine çevresindeki hurmalardan yedi hurma yerse, o gün ona zehir de, sihir de bir zarar vermez." Diğer bir lafız ise şöyledir:
"Sabahladığı zaman kim Medine'nin iki kara taşlığı117
u6~ İbnu'l-Kayyim, Zadul-Mead. IV. 71-72.
ü ^" Labeteyha; Medine'yi iki tarafından çeviren kara taşlar İle krater
taşları arasıdır. Labe'nin tesniyesidir. Abe veznindedir.
11 $- Buhâri, B'ıme, Acve babı, IX. 493; Müslim, Epîbe, Babu Fadli
Temri't-Medine. no: 2047; M. Foad Abdulbaki, el-Lü'iüü ve'l-Mercan,
no: 1327.
452
arasındakilerden yedi hurma yerse, akşama kadar ona zehir zarar vermez."118 İbnü'l-Kayyim, - kendi ilmi ve asrının ilmi muvacehesinde- hurmanın, özellikle de Medinelilerin en güçlü geçim kaynakları ve besin maddesi olan Medine hurmasının faydalarından bahsettikten sonra, şöyle demektedir:
"Bu hadîs, Medine halkı ve çevresindekiler olmak üzere kendisiyle hâs murad edilen hitap tarzlarındandır. Şüphesiz, çeşitli bölgelerin başka yerlerde bulunmayan, kendilerine has çok yararlı üaçları vardır. Bu bölgede geliştirilen bir ilaç, oradaki hastalığı tedavi ederken; başka bir bölgede geliştirildiğinde toprağın veya havanın ya da her ikisinin etkisi sebebiyle, aynı faydayı sağlamayabilir. Zira, insanların tabiatlarının farklı farklı olması gibi, toprağın da Özellikleri, tabiatı farklıdır. Birçok bitki, bazı beldelerde yenilen gıda iken, bazı beldelerde Öldürücü zehir olabilmektedir. Bir toplum için ilaç olan nice maddeler, başkaları için gıdadır. Yine nice toplulukların çeşitli hastalıklar için geliştirdikleri ilaçlar vardır ki, onlar, başka toplumların farklı hastalıkları için kullandıkları ilaçlardır. Hatta bir beldenin ilaçları, başka bir beldeye uygun düşmeyeceği gibi, yarar da sağlamaz.
Dolayısıyla zikrolunan hurma bazı zehirlere faydalı olabilir. Böyle olunca hadîs, tahsis edilmiş âmm kabilinden olur ve sadece bu beldeye has, her türlü zehirlere karşı faydalı olabilir. Burada açıklamamız gereken diğer bir husus da şudur: Bir ilacın hastaya faydalı olabilmesi için, onun o ilacı kabul etmesi, faydalı olacağına inanması, karakterinin de kabullenmesi ve böylece bu hastalığı savabilmesi için ondan yardım umması şarttır. Öyle ki, tedavilerin birçoğu, itikat, güzelce kabullenme, mükemmel bir ümit sebebiyle yararlı olmaktadır. Nitekim insanların bu hususta çok acayip gözlemleri vardır. Çünkü insan tabiatı, onu aşırı bir şekilde ka-
453
SÜNNETİ ANLAMADA VÖNTEM
bul etmek ister, onunla sevinmek ister, böylece kendisine bir güç gelir ve tabiatını güçlendirir, iç güdüyü harekete geçirir ve neticede bütün bunlar, rahatsızlığı savmaya yardımcı olur, Bunun aksi durumlarda ise, belli bir hastalığa çok faydalı ve etkili olan bir ilaç, hastanın bu hususta inancının bozuk olması, mizacının onu kabullenmemesi sebebiyle işi bozar ve ona hiçbir şey veremez.""9
Görüldüğü gibi, İbnü'l-Kayyim burada psikolojik yöne ve onun tedavide ve şifanın bir an evvel elde edilmesindeki önemine dikkat çekiyor ki, bu modern tıbbın da var gücüyle onayladığı bîr yöndür,
İbnü'l-Kayyim'in Zâdu'l-Meâd adlı eserinde değişik münasebetlerle birkaç defa tekrarladığı sözlerinden dikkat edilmesi gereken diğer bir yön de şudur: Ona göre tıp vb. ile ilgili olarak vârid olan hadîslerden çoğu genel ve mutlak olarak alınamaz, bunlar çoğu defa, belli şartlar, belli mekanlar ve belli durumlarla ilgili oldukları için, başka durumlar hakkında geçerli olamazlar. Bilakis onun Miftahu Dâri's-Saâde adlı kitabında zikrettiği ve bizim de ileride nakledeceğimiz gibi onlar, Hz. Peygamber'in mahza beşerî görüş ve tecrübesinden sâdır olmuştur.
Şimdi şu hadîse bakalım: "Size inek sürünü ve yağını tavsiye ederim, çünkü sütü deva, yağı şifadır. Ama etinden sakının, zira eti hastalıktır." Bunu, Hakim, İbnu's-Sinnî ve Ebu Nuaym İbn Mes'ud'dan rivayet etmiş, Hakim onu sahih görmüş, Zehebî de onu onaylamış, Elbânî de Sahihu'l-Ca-mü's-Sağir'de zikretmiştir.
Bunun bir benzeri de Suheyb'den gelmiştir: "Size inek sütünü ve yağını tavsiye ederim, çünkü sütü şifa, yağı deva-
n9~ Ibnu'l-Kayyim, Zadu'l-Mead, IV.98-99.
dır. Eti ise hastalıktır." Bunu, İbnu's-Sinnî ve Ebu Nuaym rivayet etmiş, aynı şekilde Elbânî de onu sahih görmüştür.
Diğer bir rivayet de şöyledir: "İneğin sütü şifa, yağı deva, eti ise hastalıktır," Bunu Taberanî, e!-Kebİr'de Müleyke binti Amr'dan rivayet etmiştir ve bu da aynı şekilde Sohıhu'l-Camii's-Sağir'de mevcuttur.120
Acaba bu hadîs, hevasından konuşmayan Hz. Peygamber'in, ineklerin etlerinin hastalık olduğunu haber vermesi gibi bir hadîs, dinî ve teşriî nitelikli bir hadîs midir ve bu haber, vakıaya uygun mudur?
Eğer bu hadîs dinden olsaydı, her yönüyle vakıaya uygun olması gerekirdi. Bu gibi haberlerin, teşriî olması ve bunun üzerine sorumluluğun terettüp etmesi lazım gelirdi. İnek eti hastalık olunca, zararından sakınmak için yenilmesi de haram veya en azından tahrimen mekruh olurdu. Çünkü, zarar vermek de, zarara zararla karşılık vermek de yoktur. Nitekim bu az önce zikredilen îbn Mes'ud hadîsinde "Sizi inek etinden sakındırırım" ifadesiyle açıkça nehyedilmiştir.
Oysa, vakıa olarak, inek eti, içerisinde İslâm âlemi de olmak üzere bütün dünyada yenilmektedir. Müslümanlar geçmiş asırlar boyunca bu etleri yemişler, yenilmesinde hiçbir sakınca ve günah görmedikleri gibi, onda herhangi bir hastalık görmemişlerdir. Hatta sahih olarak gelen hadîslere göre bizzat Hz. Peygamber, ailesi adına inek kurban etmiştir. Aynı şekilde O (s.a.v.) hac ve kurbanda inek kesmeyi meşru kılmış, ineği yedi kişi için yeterli görmüştür. Şu halde, şayet bunları, İbnü'l-Kayyim'in Zâdu'l-Meâd ve Miftah adlı eserlerinde dediklerine hamletmezsek, bunun gibi hadîsler hak-
120- Elbânî, Sahihul-Camii's-Sağir, no: 1233, 3929; Münavi, Feyzu'i-Ka-âir Şerhu'i-Caınii's-Sağir, IV. 348.
454
455
SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM
kında yorumumuz ne olacaktır?
Tıp İle İlgili Hadîsler Hakkında İbn Haldun'un Görüşü
Benim kanaatime göre Allâme ibn Haldun şöyle söylerken doğrudan sapmış değildir:
"Şer'î" kaynaklarda nakledilen - yani sünnetten nakledilen- tıp da bu kabildendir, (Yani Dehlevî'nin ifade ettiği gibi, risaleti tebliğ babından değildir.) O, ancak, âdet ve yaratılış üzere cereyan eden şeyler cümlesindendir." O, devamla meşhur Mukaddime'sinde şöyle demektedir:
"Çöl sakinleri de, genellikle bazı şahıslara ve sınırlı tecrübelere dayalı, kabile şeyhleri ile kocakarılardan devraldıkları bir tür tıbba sahiptirler. Bu tıbbın bir kısmı doğru olsa da, o, tabiî kanunlara dayanmadığı gibi, insan mizacına da uygun değildir. Araplar arasında bu tür tıp çok yaygındı ve aralarında Hadîs b. Kelede vb. meşhur doktorlar vardı.
Şer'î kaynaklarda nakledilen tıp da bu kabildendir. Bu hususta vahiyden kaynaklanan bir şey olmayıp, o, Arap'ın mutad olarak uyguladığı bir şeydir. Hz. Peygamber'in âdetleri ve tabiî hayatı türünden bazı hususlar anlatılırken, O'nun bu konu ile ilgili bazı durumları da anlatılmışsa da, onlar, bunların meşruiyeti veya aynı şekilde uygulanması cihetinden nakledilmemişlerdir. Çünkü O (s.a.v.) bize şer'î bilgileri öğretmek için gönderilmiştir; tıbbı veya diğer tabiî ilimleri öğretmek için gönderilmemiştir. Nitekim hurma aşılama işinde başından geçen olaydan sonra, "Siz kendi dünyanızın işlerini daha iyi bilirsiniz" demiştir. Şu halde, nakledilen sahih hadîslerde gelen tıp ile ilgili şeyleri, meşru (yani emrolunmuş) şeylere hamletmemiz gerekmez. Zaten buna
456
delâlet eden bir şey de yoktur. Ancak teberrük cihetiyle veya iman akdini tasdik kabilinden kullanılırsa, işte o zaman etkisi büyük ve faydalı olur. Fakat bu, tabiî tıpta yoktur. O, ancak iman mesajının eserleridir. Mesela karnı ağrıyan bir kimseye balı önermesinde olduğu gibi. Allah en doğruya gönderecektir ve O'ndan başka Rab yoktur."121
Hz. Peygamber'in Beşeriyeti Gereği Tasarrufları
Şüphesiz ki, Hz. Peygamber, bir melek değil, insanlardan bir beşerdi. O'nun risaleti, beşeriyetini ilga etmedi. O'nun söz ve fiillerinden bazıları, sırf beşer oluşunun gereği olarak sâdır olmuştur ve bunlarda herhangi bir teşriî Özellik yoktur. Mesela O'nun koyununun kol etini sevmesi, kabağı sevmesi rivayetlerinde olduğu gibi, bu ve buna benzer durumlar, insanın tabiatıyla ilgili bir durum olup, insanların mizaçlarının farklılığına göre değişir. Şayet bir Müslüman kol etini değil de, sırt veya baldır etini sevse, bunun ona bir zararı olmaz. Aynı şekilde, kabak sevmeyip de, diğer sebzelerden başka türleri sevse yine durum böyledir. Yine Hz. Peygamber, beşeriyeti gereği, hoşnut olduğu gibi, bazen de kızabiliyordu. Gazap halinde O'ndan bazı insanlara karşı kastetmediği bazı sözler veya dualar sâdır olabiliyordu. İşte ilim erbabının buna riayet etmeleri ve bu alanı, teşriî ve hüküm çıkarma alanına geçirmemeleri gerekir.
Alimlerden bir grup, Müslim, Ahmed b. Hanbel ve başkalarının naklettiği ve İbn Abbas'ın rivayet ettiği, Hz. Peygamber'in Muaviye hakkında "Allah onun karnını doyurmasın!" hadîsini bu esas üzere açıklamışlardır.
121 İbn Haldun, Mukaddime, III, 1143,1444.
457
SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM
Müslim'in rivayet ettiğine göre Ibn Abbas'ın hadîsi anlatımı şöyledir:
-"Ben çocuklarla beraber oynuyordum. Ansızın Resû-lullah (s.a.v.) çıkageldi. Bunun üzerine ben kapının arkasına saklandım. Fakat Hz. Peygamber gelip sırtıma vurarak,122
- 'Git bana Muaviye'yi çağır!' buyurdu. Ben gidip geldim ve;
- 'O yemek yiyor' dedim. O (s.a.v.) bana tekrar:
- 'Git bana Muaviye'yi çağır!' buyurdu. Ben yine gidip geldim ve;
- 'O yemek yiyor' dedim. Bunun üzerine O (s.a.v.): -' Allah onun karnını doyurmasın!' buyurdu."123 Alimlerden bazıları "O'ndan sâdır olan bu bed(dua),
kasten söylenmiş bir söz değil, Arap'ın âdeti olduğu üzere söz arasında kullandıkları ifadelerdendir. O'nun hanımlarından bazılarına "Allah boğazını ağrıtsın!/Uğursuz, kısır!" demesi, çok sevmesine rağmen Muaz b. Cebel'e "Seni annen dü-şürseydi ya ey Muaz!" buyurması ve "Sen dindar olan eş seç ki, iki elin toprak görsün!" vb. buyurmasında olduğu gibi.
Burada şeyh Muhaddis Nasıruddin el-Elbânî'nin bu hadîs için getirdiği124 başka bir te'vil vardır. O şöyle der: "Bunu birçok mütevatir hadîslerinde olduğu gibi Hz. Peygamber'in beşer oluşu hasebiyle söylemiş olması mümkündür. Bunlardan bir tanesi de Hz. Aişe'nin şu hadîsidir: 'Resûlul-lah'ın (s.a.v.) huzuruna iki adam girdi ve O'nu kızdırdılar.
122" Buradaki ifadeyi râvilerden birisi, "Elin açık vaziyette omuzların arasına vurulması" şeklinde açıkladı.
123- Müslim, no: 2604.
124" Elbânî, Silsiktu'l-Ahadîsi's-Sahıha, I. 121 vd. 82 no'lu Muaviye'yi kastederek "Allah onun [camını doyurmasın" hadisi üzerine değerlendirmesi.
458
SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM
Bunun üzerine O, onlara lanet etti, sövdü. Onlar yanından çıkınca O'na:
-' Ey Allah'ın Resulü! Bu ikisinin kavuştuğu hayra acaba kim ulaşabilir ki?' dedim. O (s.a.v.): -' Ne var ki?' dedi. Ben de:
- İkisine de lanet edip, sövdün' dedim. Cevaben O:
-' Sen bilmez misin ki ben Rabbime şöyle bir şart koştum: 'Allahım, ben ancak bir beşerim. Hangi bir Müslümana lanet etmişsem veya sövmüşsem, bunu onun için bir arınma ve ecir kaynağı kıl!' buyurdu."
Müslim bu ve bundan önceki hadîsi "hak etmediği halde, Hz. Peygamber'in lanetlediği veya sövdüğü kimseler için bunun bir arınma ve ecir vesilesi olduğu babı" şeklindeki aynı babda rivayet etmiştir. Sonra da Enes b. Malik'in rivayet ettiği şu hadîsi nakletmiştir:
"Ümmü Süleym'in - ki o, Enes'in annesidir125- nezdinde bir yetim vardı. Birgün Resûlullah (s.a.v.) bu yetimi görünce:
- 'O yetim sen misin? Kendin büyümüşsün, yaşın büyümesin!' buyurdu. Bunun üzerine yetim kız ağlayarak Ümmü Süleym'in yanına döndü. Ümmü Süleym:
- 'Ey kızcağızım, neyin var?' diye sordu. Cariye.
- 'Hz. Peygamber, ebediyen yaşımın büyümemesi için (bed)dua etti. Veya 'çağın büyümemesi' dedi.' Bunu duyan Ümmü Süleym, eşarbını başına alelacele dolayarak çıktı120 ve Hz. Peygamber'e yetişti. Resûlullah (s.a.v.) ona:
- 'Ey Ümmü Süleym, neyin var?' diye sorunca, o;
_ 'Ey Allah'ın Nebîsi, yetim kızcağızıma (bed)dua mı ettin?' diye sordu. O:
125-
Yani, Ümmıi Süleym, Enes'in annesidir. ' Yani, başörtüsünü başına dolayarak demektir.
459
sünneti anlamada yöntem
- 'Bunda ne var Ümmü Süleym?' diye sordu. Ümmü Süleym:
- 'O, yaşının büyümemesi veya çağının büyümemesi için senin dua ettiğini iddia ediyor' dedi. Bunun üzerine Resûlullah (s.a.v.) güldü ve sonra şöyle buyurdu:
- 'Ey Ümmü Süleym! Sen benim: 'Ben ancak bir beşerim, beşerin hoşnut olduğu gibi hoşnut olur, beşerin kızdığı gibi de kızarım. Ümmetimden hak etmediği halde her kime beddua etmişsem, bunu onun için bir temizlenme, arınma ve Kıyamet günü onu bir yaklaşma vesilesi kıl!' diye Rabbime şart koştuğumu bilmiyor musun?'"
Sonra İmam Müslim aynı anlamda olduklarına ve aynı babdan olduklarına işaret ederek bu hadîsin peşinden Mua-viye hadîsini rivayet ederek babı noktaladı.127 Yani nasıl yetim kıza yaptığı dua ona zarar vermeyecekse, hatta onun için bir arınma ve yakınlaşma vesilesi olacaksa, O'nun Muavi-ye'ye yapmış olduğu dua da aynı şekildedir. Nitekim İmam Nevevî, Müslim üzerine yazmış olduğu şerhinde şöyle demektedir: "Hz. Feygamber'in Muaviye'ye yapmış olduğu dua hakkında iki şekilde cevap verilebilir:
1- Bu, kasıt olmaksızın O'nun ağzından kaçmıştır.
2- Gecikmesinden dolayı bu, onun için bir cezadır. Müslim, bu hadîsten Muaviye'nin bu duaya müstehak olmadığını anlamış ve bundan dolayı onu bu baba koymuştur. Başkaları ise bunu Muaviye'nin menkıbeleri babına koymuştur. Çünkü bu, hakikatte onun lehine yapılmış bir dua haline gelecektir."
Zehebî de bu ikinci mânâya işaret etmiş ve Siyeru A'Ia-mi'n-Nübelâ adlı kitabında şöyle demiştir: "Ben derim ki: Bel-
327~ Müslim, no: 2600 vd.
460
SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM
ki bu, Hz. Peygamber'in 'Allahım, kime lanet etmişsem veya sövmüşsem, bunu onun için bir arınma ve rahmet vesilesi kıl!' sözünden dolayı, Muaviye lehine bir menkıbedir denilebilir. Şunu bil ki, Hz. Peygamber'in bu hadislerdeki 'Ben ancak bir beşerim, beşerin hoşnut olduğu gibi hoşnut olur, beşerin kızdığı gibi de kızarım...' şeklindeki sözleri, sadece Yüce Allah'ın 'De ki: 'Ben ancak, sizin gibi bir beşerim, ancak bana vahyolunuyor...' (Kehf-110) buyruğunun açıklan-masıdır."128
Bazı heva ve heyecan sahibi kimseler, Hz. Peygamber'i ta'zim ve böyle bir şeyi söylemekten tenzih etmek zannıyla bunun gibi bir hadîsi hemencecik inkar etmeye kalkışabilir. Böyle bir hadîsi inkar etmeye imkân yoktur. Zira hadîs sahihtir, hatta mütevatirdir. Çünkü zikrettiğimiz gibi, hadîsi Müslim, Hz. Aişe ve Ümmü Seleme'den rivayet etmiş; hadîs ayrıca, Ebu Hureyre, Cabir, Selman, Enes, Sem üre, Ebu't-Tu-feyl, Ebu Said ve başkalarından da rivayet edilmiştir.129
Hz. Peygamber'e yapılan ta'zimin, meşru bir ta'zim olması, ancak O'nun getirdiği sahih ve sabit olan her şeye iman ile olur. Bu ise, ifrat ve tefrite düşmeksizin, O'nun hem kul, hem de Resul olduğuna imanı bir araya getirir. Kitap ve sünnet şahitlik etmektedir ki, O (s.a.v.) bir beşerdir, ama hem sahih hadîslerin mutlak ifadelerinin, hem de O'nun hayatının gösterdiği kadarıyla O, beşerin efendisi ve en faziletlisidir. Yine yüce Allah'ın O'na bahşetmiş olduğu O'ndan başka hiçbir beşerde tekamül etmemiş ahlâkî güzellikler, övgüye layık hasletler de bunu göstermektedir. Nitekim Yüce
12&" Zehebi, Siyeru Alami'n-Nübek, IX. 171. 129' Hindi, Kenzu'l-Umtnal, II. 124.
461
SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM
Allah O'na "Şüphesiz sen büyük bir ahlâk üzeresin" (Nun-4) şeklinde değer vererek hitap ederken doğru söylemiştir.
Bunlar da gösteriyor ki, Hz. Peygamber’den rivayet edilenlerin bir kısmı; O'na Allah'tan gelmiş vahiyler olmadığı gibi, O'nun Rabbinden tebliğ kastıyla söylediği şeyler de değildir. Bilakis O bunları, vahyin herhangi bir müdahelesi olmaksızın, beşer sıfatıyla söylemiş veya yapmıştır.
Hz. Peygamberin Verdiği Haberlerden Bazısı Vahiy Değildir
Sözünü ettiğimiz konu, sadece hükümlerle alâkalı olan emir ve nehyler etrafında dönmemekte, aynı şekilde haberleri de içine almaktadır.
Hz. Peygamber bazen bir şey hakkında vahiyden değil de, kendi görüşü, beşeri bilgisi ve içinde yaşadığı çevrenin tecrübesiyle haber verebilir. Hurma aşılama konusunda olduğu gibi böyle bir haber gerçek duruma uygun düşmediği gibi, gerçekle örtüşmesi de zaruri değildir. Nitekim, O (s.a.v.) sonra bunun kendi zannı olduğunu, Yüce Allah'ın muvafakatmdan kaynaklanan bir şey olmadığını açıklamıştır.
Hz. Peygamber'in hastalığın bulaşması ile ilgili verdiği haberleri de böyledir. Bu hususta O, (s.a.v.) önce "Hastalığın bulaşması yoktur" ve "deveye hastalığı ilk bulaştıran kimdir?"130 buyurmuştur, daha sonra bunu diğer hadîslerle sa-
" Enes ve Ebu Hureyre'den gelen "La edva" hadîsi muttefekun aleyhtir. "Femen a'da'l-Evvele?" şeklindeki Ebu Hureyre hadîsi de, muttefekun aleyhtir. M. Fuad Abdulbaki, el-LU'luü ve'l-Mercan, no:
1435-6.
"'■ Buhârî, Ebu Hureyre'den rivayet etmiştir.
462
SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM
bitleştirmiş ve şöyle buyurmuştur: "Meczumdan, arslandan kaçar gibi kaç!"131, "Develeri hastalıklı bir kimse, develeri sağlıklı olan kimsenin yanına yaklaşmasın!"132 Yine taun hastalığı bulunan bir beldeye girilmesini yasaklaması133 vb. Sahihayn veya ikisinden birisinin rivayet ettiği bütün hadîsler de böyledir.
Eskiden beri âlimler bu babdaki hadîslerin arasını uzlaştırmak için çeşitli yollara başvurmuşlardır. Onlardan bazıları şöyle demiştir: "Hastalığın bulaşıcılığının varlığını dile getiren hadîsler, böyle bir şeyin olmadığını söyleyen hadîsleri neshetmiştir. Zira varlığını söyleyen hadîsler daha sonra vârid olmuştur ve sonraki evvelkini nesheder."
Oysa bu ilk haberler haber babındandır ve haberler birbirini neshetmezler, zira haberler ya doğru olur, ya da yalan olur. Muhakkik İbnü'l-Kayyim Miftahu Dâri's-Saâde adlı kitabında bu hadîslerin zahirleri arasındaki çelişkiyi uzlaştıra-bilmek için âlimlerin başvurduğu bütün çıkış yollarını zikretmiştir. Burada bizi ilgilendiren ise onun şu sözleridir:
"Onlardan bir kısmı ise başka bir yola başvurmuş ve şöyle demiştir: 'Hz. Peygamber'in verdiği haberler iki türlüdür:
1- Vahiyden verdiği haberler: Bu haberler, hem zihin, hem de zihin dışında olmak üzere bütün yönlerden haber verene uygun olup, masum (hatasız) bir haberdir.
2- O'nun dünya işleriyle ilgili olarak zannından verdiği haberler ki, diğer insanlar bu konularda O'ndan daha bilgi-
"*" Ebu Hureyre rivayet etmiştir, mutlefekun aleyhtir. M. Fuad Abdulbaki, a.g.e-, no; 1436. hadîsdeki "el-mümrizu, uyuz hastalığına yakalanmış deve sahibi, el-musihhu ise, sağlıklı deve sahibi" demektir. 133- Abdurrahman b. Avf rivayet etmiştir. Muttefekun aleyhtir. M. Fuad Abdulbaki, a.g.e., no: 1432.
463
SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM
İldirler. Bu haberler birinci türdeki haberlerin derecesinde olmadıkları gibi, bunlarla hükümler de sabit olmaz.'
Nitekim, O (s.a.v.) bu iki çeşit arasında ayrım yaparak kendi değerli konumunu haber vermiştir. İnsanların hurmalarını aşılarken seslerini duyunca:
- 'Bu nedir?' diye sormuş, onların hurmalarını aşıladıkları haber verilince de:
- 'Şayet onlar bunu bıraksalar, bunun onlara bir zarar vereceği kanaatinde değilim.' buyurmuştur. Bunun üzerine onlar, aşılamayı bırakmışlardı. Ancak, meyveler zayıf oldu. Bunun üzerine Hz. Peygamber,
- 'Ben size zannımdan haber verdim. Siz ise kendi dünyanızın işlerini daha iyi bilirsiniz. Fakat ben Allah'tan haber verirsem (siz onu derhal yerine getirin).'
Söz konusu hadîs sahih ve meşhur olup, nübüvvetin delillerinden, alametlerindendir. Zira, -bu hususta, Yüce Allah'ın âdeti olduğu üzere böylesi dünya işlerini bilmeyen birisi, daha sonra bir beşerin muttali olması kesinlikle imkânsız bazı ilimlerden haber veriyorsa, bu ancak Allah'tan gelen bir vahiyledir. Âlemdeki mahlûkatın yaratılışından, cennetliklerin cennete, cehennemliklerin cehenneme yerleş inceye kadar, olmuş, olan ve olacak şeyler; yer ve göklerdeki gayb ile ilgili şeyler; insanların matematik, mühendislik, sanat, yeryüzünün imarı ve yazmada daha bilgin oldukları dünya ve dünyevî işler ile, onları elde etme yolları ve tamamlama yönleri hakkındaki bilgileri, O'nun bilgisinden daha çok olmasına rağmen, dünya ve ahiret saadetine veya bedbahtlığına ulaştıran büyük küçük her türlü sebepler, dünya ve ahiret maslahatları ve sebepleri hakkında verdiği haberler de böyledir.
464
sünnet) anlamada yöntem
Eğer O'nun getirdiği bu hususlar. Öğrenme, düşünme, basiret vb. insanların da başvurabileceği yollarla ulaşılabilecek şeyler olsaydı, diğer insanlar bunu öncelikle gerçekleştirebilirler ve Onu geçerlerdi. Çünkü onlar fikir, yazı, hesap, basiret ve çeşitli sanatlara sahiptiler. İşte bu O'nun peygamberliğini gösteren en güçlü delillerdendir. Yine onu, O'nun getirdiği haberlerde asla beşerin bir dahli olmadığını ve bunların çalışıp çabalayarak, düşünüp taşınarak elde edilen hususlar olmadığını tasdikleyen ayetler vardır.
'O, ancak kendisine vahyedilmiş bir vahiydir. O'na güçlü kuvvetli {bir melek olan Cibril) öğretmiştir.' (Necm-5) O (Cibril ki), yer ve göklerdeki sırları bilir ve O'nu razı olduğu elçiler dışında kimseye gaybı izhar etmeyen, gaybı bilen yüce Allah O'nu indirmiştir.
Bazı âlimler dediler ki: Hastalığın bulaşmasının söz konusu olmadığını söyleyen haberi de, tıpkı, hurma aşılamanın etkisi olmayacağına dair verdiği haberde olduğu gibi, O'nun zannına dayanmaktadır. Özellikle bu ikisi birbirine yakın bablarda, hatta aynı babtadırlar. Çünkü, hurma filizlerinden erkeğin dişisiyle birleştirilmesi ve bunun tesiri, tıpkı, hastalığı bulaştıran ile hastalığın bulaştığı kimse ile bunun ona tesiri gibidir. Şüphesiz her ikisi de şer'î İmani bir hükümle alakası olmayan dünya işlerindendir. Ve bu haberler, Yüce Allah'ın sıfatlarından, isimlerinden ve hükümlerinden bahseden haberler gibi değildir.
Yüce Allah'ın âdetine uygun olarak, birbirleriyle ilgili bu sebepler muvacehesinde, meyvelerin iyi yetişmesinde aşılamanın tesirini, develeri hasta olanın, develeri sağlam olanın yanına gelmesini yasakladı.
Yine onlar şöyle dediler: 'Şayet bu itibarla, söz konusu
465
SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM
hadîsler hakkında 'nesh' adı verilmişse, bu mânâ ortaya çıktıktan sonra, isimlendirme üzerinde tartışmaya hacet yoktur.' Bunun içindir kî, hadîsin râvisi olan Ebu Seleme b. Ab-durrahman:
- 'Acaba Ebu Hureyre mi unuttu, yoksa iki hadîsten birisini diğerine mi neshetti bilmiyorum...' demiştir. Şu halde Ebu Seleme, haber olmasına rağmen bu hususta neshi caiz görmektedir. Bu ise söylediğimiz itibarladır." Sonuçta İb-nu'MCayyim "Bu yaklaşım ise güzeldir..." demektedir.134
Varılan Neticeler
Bu araştırmamız neticesinde ortaya çıktı ki, bize nakledilen Nebevi sünnetten teşriî babına girmeyenler de vardır. Bu da, idaresi ve tanzimi bizim akıl ve ictihadlarımıza bırakılmış sırf dünyamızla ilgili işleridir ki biz bu işleri, daha iyi bilmekteyiz. Sünnetten bir kısmı ise, her yer ve zamandaki bütün insanlara hitap eden, devamlı ve genel bir teşriî sıfatını taşımamakta, bilakis O bununla belirli şartlardaki cüz'î halleri kastetmiş olmaktadır. Bu da O'nun yöneticilik ve reislik sıfatıyla söyleyip yaptıklarıdır. Çünkü O, aynı zamanda Müslümanların yöneticisi, devletin başkanı, onların siyası lideri, yasama, yürütme ve yargılama yetkisi elinde bulunan bir kimse konumundadır.
Sünnete bu hassas bakış açısıyla bakmak, geniş fıkıh kültürümüzdeki problemlerimizi çözecektir. Bunun misali, Hz. Peygamber, Hayber'i savaşanlar arasında taksim ettiği halde, Hz. Ömer Irak arazisini taksim etmeyip, haracıyla mücahitlerin ve İslâm devletinin bekçilerinin ve başkalarının mal-mülk sahibi olacakları arazinin kontrolünü gelecek İs-
134" İlmu'î-Kayyim, Miftahu Dari's-Sande, II. 267-8.
466
SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM
lâm nesillerin menfaatine bırakma görüşünü benimsemiştir. Bunun içindir ki o şöyle demiştir: "Hem evvelki Müslümanlar, hem de sonrakiler için kolaylık olacak bir iş yapmak istedim." Bu ise, Muaz b. Cebel'in işaret ettiği görüştür.135
Tabii ki bu, Hz. Peygamber'e muhalefet olarak değerlendirilemez. Çünkü Resûlullah'ın (s.a.v.) kendi zamanında yaptığı uygulamada da aynı şekilde hayr ve Müslümanların maslahatı vardı. İşte İmam Ibn Kudame'nin el-Muğni adh eserinde "Savaş yoluyla fethedilen topraklar, sahabenin ittifakıyla, bizzat o istila ile vakıf olur. Hz. Peygamber'in Hayber'i taksim etmesi, İslâm'ın başlangıcında ve ihtiyacın çok olduğu maslahat, arazinin, sahiplerinin ellerinde bırakılması şeklinde belirginleşti ve yapılması gereken de bu idi."136
Bunun bir benzeri de, Ahmed b. Hanbel, Tirmizi ve Nesai’nin Muaz b, Cebel'den rivayet ettiği şu haberdir: "Hz. Peygamber onu Yemen'e vali olarak gönderdiğinde, buluğ çağına erişmiş her ergenden bir dinar veya bunun muadili Yemen elbisesi almasını emretmişti." Yine biz Hz. Ömer'i kendi döneminde cizyeyi başka bîr ölçüde takdir ettiğini, cizye vermesi gereken kimseleri, malî güçlerine göre üç kısma ayırdığını görmekteyiz: Ebu Ubeyd ve Beyhâki'nin rivayet ettiklerine göre o, zenginlere senede 48 dirhem, orta hallilere 24 dirhem, gelirleri sınırlı olanlara ise 12 dirhem cizye koydu.137
Bu da Resûlullah'ın (s.a.v.) sünnetine muhalefet demek değildir, bilakis o, zamanının durumunu gözetmiştir. Şamlılarla, Iraklıların durumları, Yemenlilerin durumu gibi değil, daha farklıydı. İşte Hz. Ömer (r.a.), bu farklılığı gözetti ve bu
135~ Kaniavj, Yusuf, Fûhu'z-Zekıt, 1. 407-418.
136* İbn Kııdame, Muğni, II. 598.
137' Şevkânî, Na/tfi'1-Eotar, VIII. 217, vd
467
SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM
şekilde bir hüküm verdi.
Buna dair, Buhârî, İbn Ebi Nüceyh'den onun şöyle dediğini rivayet etmektedir: Mücahit'e:
-"Şamlılara 4 dinar cizye konulurken, Yemenlilere 1 dinar konulmasının hikmeti nedir?" diye sordum. O, şöyle cevap verdi:
-" O, bunu zenginlik cihetinden böyle yaptı."
İmam Şevkânı diyor ki: "Belki de Hz, Ömer (r.a.) ve diğer sahabilerin bir dinardan fazla cizye almalarının sebebi; onların meseleyi, Hz. Peygamber'in cizye konusunda belirli bir meblağ tayin etmediği, az Önce zikredilen Muaz hadîsinin genel olmayıp, özel bir durum olduğu, cizyenin ise bir tür sulh olduğu şeklinde anlamalarıdır."138
Yine şöyle demek de mümkündür: Bu, Resûlullah'ın (s.a.v.) ümmetin yöneticisi ve reisi olması hasebiyle ortaya koyduğu siyasî tasarruflar türündendir. O dönemde, o şartlar içerisinde genel maslahat bunu gerektirmiştir. Dolayısıyla O’ndan sonra gelen yönetici de kendi dönemindeki maslahatın gereğince uygulama yapar ve bunu yapmakla Hz. Peygamber'e muhalefet etmiş olmaz. Bilakis, zamana, mekana ve insanların durumuna göre maslahata riayet ettiği için Hz, Peygamber'in rehberliğine uymuş olur.
"Zina eden bekar erkek ile, bakire kıza, yüz sopa ve bir yıl sürgün" cezasını Öngören hadîs karşısında, zina cezası hakkında Ku’an'ın koyduğu zina cezası olan celde ile birlikte, sürgün edilemeyeceğini benimseyen Hanefilerin konumu da böyledir. Onlar, Hz. Peygamber'in sürgün uygulamasını ise, zaman, mekan, şahıslar ve şartların değişmesiyle değişe-
- Şevkânİ, a.g.e., VHI. 217. vd.
bilecek tazir ve siyaset babından olduğu şeklinde yorumluyorlar. Yönetici, gerek zinada ve gerekse başka hususlarda tazir açısından bunu uygulayabilir. Mesela, Hz. Ömer, kadınları fitneye düşürdüğünü duyunca Nasr b. Haccac'ı sürmüştür. Ayrıca Hanefiler bu görüşlerini Hz. Ali'den gelen şu söz ile de desteklemektedirler: "Bir kimseye fitne olarak sürgün yeter!" Yine Hz. Ömer içki içen birisini, ceza olarak Hayber'e sürgün edince adam, Hıristiyan olmuş ve Hirakl'a katılmıştır. Bunun üzerine Hz. Ömer: "Vallahi, bir daha hiçbir Müslümanı sürgün etmeyeceğim." demiştir.139
Son Bir Tembih
Bu araştırmanın sonunda, tembih etmemiz ve dikkat çekmemiz gereken husus şudur: Sünnetten teşriî olan ile teşriî olmayanı, genel, mutlak ve devamlı olan ile olmayanı, yönetici ve reis sıfatıyla sâdır olanlarla, bu sıfat dışında sâdır olanları birbirinden ayırt edebilmek için iyice tetkik edilmesi, güzelce araştırılması zarureti vardır.
Bu çalışmamızda görüşlerini naklettiğimiz eski ve yeni araştırmacıların zikrettikleri söz konusu taksim prensibini ispatladıktan sonra, geriye onun sünnette mevcut olan tasarruflara sağlıklı bir şekilde tatbik edilmesi kalmaktadır. İşte burası, ayakların kayabileceği, ifrat ve tefrite düşülebilecek bir sahadır. Bu iki uç durumdan, Allah'ın kendisine basiret, şeriatın maksatları ile onun küllî ve cüz'î kaideleri arasındaki irtibatı anlayacak derin kavrayış verdiği kimseler kurtulabilir. Bu ise, netsin ve başkalarının arzularına uymaktan azade olmakla, nasslara muttali olma ve araştırmada gereken
139' İbn Humam, Fethul-Kadir, İV. 135-6; İbn Abidin, Hafiye, III 147.
468
469
sOnnetİ anlamada yöntem
gayreti göstermekle, hakka ulaşma arzusuyla hadislerden sahih ile sakim olanları tanımakla gerçekleşecektir. Hz. Pey-gamber'in buyurduğu gibi: "Allah, kimin hakkında hayr murat ederse, onu dinde fâkih kılar."
Allahım, bizi karanlıkları aydınlatacak bir nur ile nzıklan-dır, karışık meseleleri birbirinden ayırt etme yeteneği bahşet, bize hem ictihad etme, hem de hakka isabet etme olmak üzere iki ecir ver, düşünce ve kalemimizden husule gelen sürçmelerimizden dolayı bizi bağışla, bizi göz açıp kapayıncaya kadar, hatta daha da az bile olsa nefsimize yenik düşürme! Amin, dualarımızı kabul et Allahım!
NETİCE
470
Bu araştırmanın sonunda tekrar te'kid etmemiz gerekir ki: -Müslümanların hidayeti için ikinci masum (korunmuş) kaynak ve gerek yasama, yargı ve fıkıh sahalarında ve gerekse davet, terbiye ve rehberlik alanlarında Allah'ın kitabından sonra gelen merci olan- Nebevi sünnet; sahip olduğu konumuna ve 15. Hicrî asrın başlarında, 21. Miladî asrın arefesin-de İslâm ümmetinin şanına layık bir hizmete ihtiyaç duymaktadır. Bu, üzerinde bütün İslâmî ve ilmî müesseselerin karşılıklı yardımlaşmaları gereken bir hizmettir, ta ki bütün âlem için hoş yiyecekler, olgun meyveler ve koyu gölgeler çıksın.
Sünnet konusunda bütün râviieri içine alacak, uydurmacılar ve yalancılar da dahil olmak üzere her birinin vasfı, tanıtılması, sika ve zayıf görülmesi hakkında söylenilenleri
471
SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM
kapsayacak kapsamlı bir hadîs ricali ansiklopedisine ihtiyaç duyulmaktadır. Muhtaç olduğumuz bir başka ansiklopedi ise isnâdları ve bütün tarikleriyle, Hicrî 5. asrın ikinci üçte birinin sonuna dek, ister basılmış, isterse el yazması olsun, içinde sünnetlerin bulunması mümkün olan her kaynaktan sünnetler ve Resul'e (s.a.v.) nispet edilen her rivayeti içine alan bir hadîs metinleri ansiklopedisidir. Bu iki ansiklopedi, bu büyük çalışmanın ardında yatan ve arzu edilen hedef olan üçüncü bir ansiklopediyi hazırlayacaktır. Bu da, ümmetin geçmiş âlimlerinden zi*.r (ilm) ve ihtisas" ehli tarafından da onaylanması gereken dakik ilmî ölçülere uygun olarak, kapsamlı ansiklopediden seçilmiş sahih ve hasen ansiklope-disidir. Bu seçilmiş ansiklopedinin daha kapsamlı şekilde yeniden bablara ayrılarak sınıflandırılması, geniş bir fihristinin çıkarılması, dinî, insanî, içtimaî bütün ilimlere ve sünnetin değindiği diğer ilimlere hizmet edecek, çeşitli sahalardaki araştırmacılara faydalı olacak bir tasnif ile de tasnif edilmesi gerekir.
Bütün bunlara yardımcı olacak şeylerin başında ise; Allah'ın insana bu asırda Öğrettiği ve onun emrine amade kıldığı çeşitli aletlerin ve gelişmiş cihazların kullanılması gelir ki, bu cihazların en önde geleni, kardeşlerimizin birinin isimlendirilmesiyle "asrımızın hafızı" olan şu 'computer' veya bilgisayardır.
Gerçek şu ki o, hafızdan daha çok iş görmektedir. Çünkü -eğer istifade etmesini bilebilirsek- öncekilerin yüklene-meyeceği veya hatırlarına dahi gelmeyecek çeşitli, dakik ve büyük ilmî hizmetler verebilir.
Ben, Katar'daki Sünnet ve Siret Araştırmaları Merke-zi'nin benzeri müesseler ve merkezlerle de karşılıklı yardım-
472
SÜNNETİ ANLAMADA YÖNTEM
laşmaları suretiyle, bu meyanda kendisinden beklenilen rolü yerine getireceğini ümit ediyorum. Sonra sünnetin, olayları yorumlayacak, kapalı olan yerleri aydınlatacak, anlayışları doğrultacak, şüpheler ve batıllara cevap verecek, bu asrın insanlarına gerekli açıklamalar yapabilmek için onların dili ve mantığı ile yazılmış yeni şerhlere ihtiyaç vardır.
Asrımızda Kur'an; O'nun tefsirine, nimet ve cevherlerinin gün yüzüne çıkarılmasına yönelen ve kendilerine verilen ve onları en geniş kapılardan akıllara ve kalplere sokan bilgi ve kültürüyle modern akla hitap edebilen büyük âlimlere kavuşmuştur ve bu O'nun hakkıdır da.
Bunu, Muhammed Reşid Rıza, Cemalleddin el-Kasımî, Tahir ibn Aşur, Ebu'l-Alâ el-Mevdudî, Seyit Kutup, Mah-mud Şeltut ve başkalarının tefsirlerinde gördük.
Ama sünnet kitapları- özellikle de Buhârî ve Müslim'in Sahih’i onlar gibi asalet (gelenek) ile moderni (eski ile yeniyi) birleştiren büyük âlimlerden nasiplerini almamışlardır. Burada meşhur dört Sünen kitaplarının şerhi hususunda Hind ve Pakistan âlimlerinden bazı kardeşlerimizin takdire şâyân gayretleri vardır. Fakat bu şerhlerde nakilcilik ve taklitçilik ağır basmaktadır. Bu ise kültürlü, çağdaş bir insana hitap etmemektedir. Umulur ki Allah, büyük davetçilerden bazısını: Buhârî ve Müslim'in Sahih'leri için ilim ve çağdaş bir şerhe muvaffak kılar da bununla Islâmî kültüre üstün bir hizmet edilmiş olur. Son duamız, hamdın âlemlerin Rabbi olan Allah'a ait olduğu şeklindedir.