ALLAH’IN TABİAT OLAYLARINI YÖNLENDİRMESİ
Özet
Bu çalışmamızda Allah’ın (c.c.) “tabiat olayı” dediğimiz olayları nasıl yönlendirdiğini inceliyoruz. Baştan belirtelim ki, bu incelememiz tamamen Kur’an-ı Kerim’deki ayetlere dayanmaktadır. Daha tafsilatlı bir çalışma için konu ile ilgili hadislerin de göz önüne alınması gerekmektedir. Ancak, Kur’an ayetleri ile Hz. Peygamber’in (s.a.s.) sözleri arasında çelişmezlik prensibine dayanarak söyleyebiliriz ki, bu konuda Kur’an’dan çıkarılabilecek hükümler konunun çerçevesinin doğru bir şekilde kurulması için yeterli olacaktır.
Ele aldığımız esas konumuza girmeden önce, göklerin ve yerin yaratıcısı olan Allah’ın (c.c.) gökler ve yerdeki nizamı nasıl kurduğu ve koruduğu ile ilgili ayetlerinden bazılarını hatırlamamız gerekiyor. Bu maksatla önce, Kur’an’da, Allah’ın (c.c.), Gerçek Yöneten (= Melik-ül Hakk) olduğunu anlatan ayetleri göreceğiz. Daha sonraki bölümde O’nun, göklerdeki nizamı nasıl tesis ettiğini ve onu nasıl koruduğunu anlatan ayetleri biraz ayrıntılı olarak inceleyeceğiz. Sonraki iki bölümde ise “fiziksel olay” ve “tabiat olayı” kavramlarına açıklık kazandırmaya çalışacağız. Bundan sonraki iki bölümde de esas konumuz olan, Allah’ın (c.c.), fiziksel olayları ve tabiat olaylarını nasıl kontrol ettiği ve yönlendirdiği meselesine açıklık getirmeye çalışacağız. Yazımız daha önce anlatılanları özetleyen bir sonuç bölümü ile son bulmaktadır.
1. Allah’ın “Gerçek Yöneten” (= Melik-ül Hakk) Olduğu
Kur’an’da, yaratılışla ilgili birçok ayet Allah’ın (c.c.), göklerin ve yerin yaratıcısı olduğunu ifade etmektedir.1 Başka bir dizi ayet ise, göklerin ve yerin mülkünün O’na ait olduğunu ifade etmektedir (= lehü mülk-üs semavati vel ard). Ancak bundan da öte, Allah (c.c.) kendisinin Gerçek Yöneten (= Melik-ül Hakk) olduğunu bildirmektedir:
“Gerçek Yönetici olan Allah, yücedir; sana vahyi kaza edilmeden [tamamlanmadan] Kur’an üzerine aceleci olma ve ‘Rabbim, benim bilgimi arttır’ de.” (Ta-Ha 20/114)
Bu ayetten Allah’ın (c.c.) önemli bir ismini öğrenmiş oluyoruz: Melik-ül Hakk (= Gerçek Yöneten). Bu ismin anlamı üzerinde çok durmamız gerekiyor. Kısaca ifade edecek olursak bu ayet bize, göklerde ve yerde meydana gelen olayların Allah’ın (c.c.) yönetim ve denetimi altında meydana geldiğini açık bir şekilde ifade etmektedir. Göklerde ve yerde hiçbir şeyin O’nun bilgisi dışında kalamayacağı da şu ayetlerle açık bir şekilde ifade edilmektedir:
“Allah O’dur ki, yedi göğü ve yerden de [sayıca] onların mislini yarattı. Emr bunlar arasından iner ki, Allah’ın her şeye gücü yeter olduğunu, ve Allah’ın her şeyi bir bilgi ile kuşatmış olduğunu bilesiniz (= ve ennallahe kad ehata bi külli şey’in ilma).” (Talak 65/12)
“Tanrınız, ancak kendisinden başka tanrı olmayan Allah’tır; O’nun bilgisi herşeyi çevrelemiştir (= vesia külli şey’in ilma).” (Ta-Ha 20/98)
Görüldüğü gibi, bu ayetler Allah’ın (c.c.) her şeyi bir bilgi ile kuşatmış ve çevrelemiş olduğunu bildirmektedir. Ayrıca O, Kur’anda birçok ayette bildirildiği üzere: “kullarının yaptıklarından haberdardır” (= vallahu habirun bi ma ya’meluun); “kullarının yaptıklarını görür” (= vallahu basiyrun bi ma ya’meluun); “O, muhakkak ki işiten ve görendir” (= innehu huves semi’ul basiyr); Mülk suresinin 67. ayetinde ifade edildiği üzere: “O, herşeyi görür” (= innehu bi kulli şey’in basiyr); Faatır suresi 38. ayetinde: “Muhakkak ki Allah göklerin ve yerin gaybını (gizlilerini) bilir” (=innallahe ‘aalimül gaybis semavati vel ard); gene aynı ayette “muhakkak ki O, sinelerin özünü bilir” (=innehu ‘aliymün bi zatis sudur); ve Yunus suresinin 10. ayetinde de şöyle buyurulmaktadır: “… ne yerde ve ne gökte zerre kadar (= miskale zerretin) [bir şey] Rabbinin dikkatinden kaçmaz (= ve ma ya’zubu an rabbike), ne zerreden daha küçük, ne de daha büyük; bunların hepsi apaçık bir kitaptadır”. Bu ayetlerden açıkça anlaşılmaktadır ki, göklerde ve yerde olan herşey O’nun için apaçık bir kitaptır ve O’nun bilgisi dışında hiçbir olay vuku bulmaz.
2. Allah’ın, Göklerin ve Yerin Yönetiminin Sahibi Olması
Önceki bölümde, Allah’ın (c.c.) Gerçek Yöneten olduğunu ve göklerde ve yerde O’nun bilgisi dışında hiçbir şey olmadığını ifade eden ayetleri gördük. Allah (c.c.), aynı zamanda her şeyin yönetimini (= melekut) elinde tutmaktadır. Bunu ifade eden bir ayeti görelim:
“Yücedir O ki, her şeyin Yönetimi O’nun elindedir (= fe sübhan ellezi bi yedihi melekutu külli şey), ve siz O’na döndürüleceksiniz.” (Ya-Sin 36/83)
Buraya kadar gördüğümüz ayetlerden açıkça anlaşılmaktadır ki Allah (c.c), göklerin ve yerin Yönetim’ini elinde tutmaktadır ve O, Gerçek Yöneten’dir. Dünyada bazı insanlara ve toplumlara belli bir süre sınırlı bir güç vermesi ancak O’nun dilemesiyle olmaktadır, ve O, süresi geldiğinde bu sınırlı gücü de geri alır.
Allah’ın (c.c.), göklerin ve yerin Gerçek Yöneticisi olduğunu ifade eden ayetleri gördükten sonra, şu sorulara cevap bulmamız gerekiyor: Allah (c.c.), gökleri ve yeri nasıl yönetmektedir? İnsan zihni Allah’ın (c.c.), gökleri ve yeri nasıl yönettiğini kavrayabilir mi? İlk bakışta cevaplandırılması imkansız gibi görünen bu her iki sorunun da cevabı Kur’an-ı Kerim’den kolayca istihrac edilebilir. Aşağıdaki ayet insanları, göklerin ve yerin yönetimi üzerinde gözlemlere ve nazari (teorik) düşünmeye davet etmektedir.2
“Onlar göklerin ve yerin Yönetimi üzerinde ve Allah’ın yarattığı şeyler üzerinde düşünmediler mi (= eve lem yenzuru fi melekut-is semavati vel arda ve ma halek- allahu min şey)? Bundan sonra artık hangi söze inanacaklar?” (A’raf 7/185)
Aşağıdaki ayet ise Allah’ın (c.c.), bu yönetimi tam bir şekilde nasıl sağladığını ifade etmekte, ve bunun insanlar tarafından bilinebileceğine açıkça işaret etmektedir:
“Allah O’dur ki, yedi göğü ve yerden de [sayıca] onların mislini yarattı. Emr bunlar arasından iner ki, Allah’ın her şeye gücü yeter olduğunu, ve Allah’ın her şeyi bir bilgi ile kuşatmış olduğunu bilesiniz (= ve ennallahe kad ehata bi külli şey’in ilma).” (Talak 65/12)
Ayette geçen “emr” kelimesi göklerin ve yerin Yönetim’inin anlaşılmasında çok önemli ve anahtar bir kelime olarak karşımıza çıkmaktadır. Ayetten anlaşılacağı üzere Allah (c.c.), gökleri ve yeri emri ile yönetmektedir. Peki “emr” nedir ve yönetimde emrin fonksiyonu nedir? Bunu anlayabilmek için bu kelimenin ve türevlerinin geçtiği ayetleri dikkatle incelemek gerekmektedir. Biz aşağıdaki bölümde kısaca bu kelimenin ayetlerde neyi ifade ettiğini açıklamaya çalışacağız. 3
3. Kur’an’da Emr Kelimesi ve Göklerdeki Nizam
Kur’anda emr kelimesi göklerin ve yerin yaratılışı, yönetimi ve bunların sona erdirilmesi ile ilgili ayetlerde şu üç genel çerçevede geçmektedir:4
1) Yedi göğe (semaya) Allah (c.c.) tarafından yaratılışla birlikte vahyedilmiş [veya yüklenmiş] olan ve bunlardaki düzenliliği sağlayan emr. (Biz buna “birincil emr” diyoruz.)
2) Allah (c.c.) tarafından gönderilen ve göklerde ve yerdeki olayları doğrudan dağruya etkileyen emr. (Buna “ikincil emr” diyoruz.) Allah (c.c.), sadece kendi iznine bağlı olan ve melekleri vasıtasıyla gönderdiği/indirdiği bu emr ile dilediği mekanda mevcut nizamı dilediği gibi değiştirir ve daha önce görülmemiş olan yepyeni olaylar meydana getirebilir.5
3) “Saat’in emri” olarak ifade edilen ve göklerdeki nizamı sona erdirecek olan emr.
Şimdi emr kelimesinin bu üç çerçevede ayetlerde nasıl geçtiğini biraz daha yakından incelemeye geçebiliriz.
Göklerdeki nizam: Birincil emr
Emr kelimesinin ayetlerde, “birincil emr” dediğimiz çerçevede kullanımı, Kur’an’da “sahhara” ve “kadr” kelimeleri ile birlikte, Allah (c.c) tarafından göklerdeki nizamın (düzenliliğin) nasıl gerçekleştirildiği ve korunduğu ile yakından ilgilidir. Bu husus, göklere ve yere yaratılışla birlikte emr’lerinin vahyedildiğini ve göklerin ve bunlar içindeki bütün gök cisimlerinin durumlarının bu emrlerle korunduğunu ifade eden ayetlerle tesbit ediliyor:
“Böylece onları [göğü ve yeri] iki günde, yedi sema olarak kaza etti (= kada), ve her semaya [o semanın] emrini vahyetti (= ve evha fi külli semain emreha) …” (Fussilet 41/12)
“Güneş, ay ve yıldızlar O’nun [Allah'ın] emri ile [denge] durumlarını korurlar (=musahharatun bi emrihi).” (A’raf 7/54, İbrahim 14/33, Nahl 16/12, Hac 22/65)
“O’nun ayetlerinden biri de, göğün ve yerin O’nun emri ile ayakta durmasıdır (=en tekum es semau vel ardu bi emrihi) …” (Rum 30/25)
“Allah’ın yerdekileri sizin kullanımınıza verdiğini (= sahhara lekum) görmediniz mi? Gemiler O’nun emri ile akıp giderler. Göğü yer üzerine düşmeyecek şekilde tutan O’dur ki, O’nun izni olmadıkça düşmez. Allah insanlara karşı çok şefkatli, çok merhametlidir.” (Hac 22/65)
Görüldüğü gibi, göklerdeki nizamın kurulması ve korunması Allah (c.c.) tarafından bunlara vahyedilmiş olan birincil emr ile gerçekleştirilmiş oluyor. Bu durumda, göklerde meydana gelen bütün olayların (Allah (c.c.) tarafından başka bir müdahale olmadığı takdirde) bu emre uygun bir biçimde vuku buluyor olması gerekir.6
Bu anlayış bizi çok ilgi çekici bir bilim kavramına götürmektedir ki, böyle bir kavramsal çerçevede bilimsel araştırmadan gaye, Yaratıcı tarafından göklere yüklenmiş olan bu emrin dağılımını ve yapısını anlamak ve ortaya çıkarmak olacaktır. Böyle bir bilim anlayışı, sadece bilinen uzay içindeki nizam ve ahenk hakkında çok şeyler açıklamakla kalmayıp aynı zamanda uzay içindeki cisimlerin yaratılış ve oluşumları konusuna da açıklık getirmektedir. Günümüze kadar geliştirilmiş olan hiçbir kozmoloji, evrende mikro-uzaydan makro-uzaya kadar gözlemlediğimiz son derece karmaşık ve o derece mükemmel nizamı çelişkisiz olarak açıklayabilecek temel kavramlara sahip değildir. Birbirinden farklı az sayıda temel fiziksel kuvvetten nasıl oluyor da dünyadaki bu harikulade zengin fiziksel, kimyasal, biyolojik, ve psikolojik etkileşimler ortaya çıkabiliyor? Bunun arkasındaki kozmik plan nedir? Bu tür sorular bugün temel fizik ve kozmoloji alanında çalışan birçok bilim adamının zihnini meşgul eden sorulardır.7
Kur’an’da birincil emr ile ilgili ayetlerden hareketle, göklerdeki nizamın mekan (uzay?) içinde dağılmış olan emrlerin (yönergelerin/ talimatların) etkileşimleri içinde ortaya çıktığını söyleyebiliriz. Bu durumda emr, bütün “oluş”la ilgili çok temel bir kavram olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu kavramı bazı teorik kavramlarla karıştırmamak gerekiyor. Mesela enformasyon fiziğinde “enformasyon” kavramı, fiziksel sistemlerin düzenliliğini (diğer bir deyişle negatif entropisini) açıklamada kullanılan temel bir kavramdır.8 Ancak emr kavramı ile enformasyon kavramı arasında önemli farklılıklar vardır. Öyle anlaşılıyor ki birincil emr, sadece herhangi bir mekanın düzenini değil, “madde”nin de bizzat kendisini meydana getiren bir yönerge veya yönergeler kümesidir. Buradan da emr kavramının, enformasyon kavramından farklı olarak aynı zamanda “oluş”la ilgili bir kavram olduğunu söyleyebiliriz. (Zaten birçok ayette “emr” kelimesi, “ol” (= kün) kelimesiyle çok yakın bir alaka içinde geçmektedir. Bakınız: Bakara 2/117, Al-i İmran 3/47, Meryem 19/35, Mü’min 40/68, Ya-Sin 36/82 ayetleri.)
Bu noktada, birincil emr ile tesis edilmiş olan göklerdeki nizamın kendi kendine süresiz devam edip edemeyeceği bir soru olarak karşımıza çıkıyor. Bu konuda bir hükme varmadan önce şu ayeti göz önünde bulundurmamız gerekmektedir:
“Allah, gökleri ve yeri zeval bulmasınlar diye tutmaktadır. Andolsun, zeval bulsalar Kendisinden sonra artık onları kimse tutamaz (= yumsikus semavati vel arda en tezula, ve le in zaleta …); şüphesiz O, çok halimdir, çok bağışlayandır.” (Fatir 35/41)
Bu ayet birkaç ihtimali akla getiriyor. Bunlardan birincisi “tutmaktadır” (= yumsiku), fiilini “emri ile tutmaktadır” diye anlamak mümkündür, ki bu emrin etkisi Allah (c.c.) tarafından ortadan kaldırılacak olursa Allah’dan (c.c.) başka kimse o nizamı geri getiremez. Yukarıda gördüğümüz Rum suresinin 25. ayeti de bunu kuvvetlendirmektedir. İkincisi, semavattaki nizamın bozunma veya indirgenmelerden korunmasıdır ki, ayetteki, “zeval” kelimesinin türevi olan “tezula” kelimesi böyle bir duruma işaret ediyor olabilir. 9
Diğer bir ihtimal de, birincil emr ile sağlanan kozmik nizamın kendi başına süresiz devam etmesinin bu emrin hususiyeti gereği mümkün olmadığı ve Allah’ın (c.c.), ikincil emri ile bu nizamı koruduğudur. Ancak bu meseleyle ilgili olarak burada söylediklerimiz itibari bir çerçevede kalmaktadır; bu yüzden bu konunun daha dikkatli bir şekilde araştırılması gerekiyor.
Allah’ın dünyadaki olaylara müdahalesi: İkincil emr
Göklerdeki nizam, bunlara vahyedilmiş olan birincil emr ile tesis edilmiş olduğuna göre, şöyle bir düşünce akla gelebilir: Göklere ve dolayısıyla bunlar içindeki sistemlere yüklenmiş olan birincil emrin tam olarak anlaşılması ile, insan, bu sistemler içindeki bütün olayları anlayabilir ve bunlar hakkında eksiksiz bilgi edinebilir, ve böylece de geleceği kesin olarak görebilir. (Kartezyen bilim anlayışının bir uzantısı olan çağımız bilim anlayışının son ideali de ancak bu olabilirdi.) Ne var ki, aşağıda tafsilatıyla açıklayacağımız gibi, mesele hiç de bu kadar basit değildir. Bunun başlıca nedeni şudur: Emr bu sistemlere bir defaya mahsus olarak yüklenip de bir daha değiştirilemeyen veya etkisi aşılamayan bir şey değildir. Şu ayet özellikle bu durumu açık bir şekilde belirtiyor:
“Allah O’dur ki, yedi göğü ve yerden de [sayıca] onların mislini yarattı. Emr bunlar arasından iner ki (= yetenezzelul emre beynehunne), Allah’ın her şeye gücü yeter olduğunu (= ala kulli şey’in kadiir) bilesiniz, ve Allah’ın gerçekten her şeyi bir ilm ile kuşatmış olduğunu bilesiniz.” (Talak 65/12)
Gerçekten de, izn ve emr ile ilgili bütün ayetlerin kavramsal çerçevesi incelendiğinde görüleceği gibi, emr sadece birincil emrden ibaret bir olgu değildir. Diğer bir deyişle, bu günkü bilim anlayışının farzettiği gibi gökler ve yerdeki nizama Yaratıcı tarafından hiçbir müdahale yapılmadığı doğru değildir. Bu ayetlerden anlıyoruz ki, birincil emrin etkileri Allah Teala tarafından gönderilen ve indirilen yeni bir dizi emr (ikincil emr) ile etkisiz hale getirilebiliyor veya aşılabiliyor.
İkincil emr, Kur’an’da bu kelimeye uygulanan fiillere göre, Gerçek Yöneten tarafından belirlenen (mübrim), kararlaştırılan (mustekır), belli bir ölçü ile ölçülen (kaderen makdura), ayırt edilen (yufraku), yöneltilen veya yönlendirilen (yüdebbir), gönderilen (mürsil), indirilen (münzil), dağıtılan (mukassimat), kaza edilen (kada), ve aşılanan (yülki) bir olgudur. Melekler ikincil emr ile inerler ki, bu emr adeta göklerin (= semavat) içinden geçer ve orada buna uyulduktan (eta) ve bu emr yerine getirildikten (mef’ul) ve tamamlandıktan (belega) sonra Allah’a (c.c.) [O'nun nezdine] yükselir (ya’ruc) ve O’na döner (yürci). Bu emr bazan insanlar tarafından görülecek şekilde etkisini gösterir (zahere). İkincil emr çevriminin tamamlanmasının hem periyodik hem de sürekli bir şekilde olduğu anlaşılıyor.
İkincil emr çerçevesi içinde konumuzla ilgili olarak sayılabilecek öteki ayetler de şunlardır:
“… Allah katından bir emr…” (Maide 5/52, Duhan 44/5)
“Allah emri belirleyendir (= mubrim).” (Zuhruf 43/79)
“Her emr kararlatırılmıştır (= mustekir).” (Kamer 54/3)
“[Allah] emri gökten yere yönlendirir (= yüdebbirul emri mines semai ilel ard), sonra o, sizin ölçünüzle bin sene olan bir günde O’na yükselir (veya çıkar = ya’ruc).” (Secde 32/5)
“[Allah] emri gönderir/indirir (= mürsil/münzil).” (Duhan 44/5, Talak 65/5)
“Allah’ın emri ölçülmüş bir kaderdir (= kaderen makdura).” (Ahzab 33/38)
“[Bir gece ki] her hikmetli emr (= emrin hakim) onda ayrılır (tefrik edilir = yufraku).” (Duhan 44/4)
“Melekler ve ruh o gecede [Kadir gecesi] Rablerinin izniyle, her bir emrle inerler.” (Kadr 97/4)
“[Allah] bir emri kaza ettiği zaman (= iza kada emren) ona: Ol! der.” (Bakara 2/117, Al-i İmran 3/47, Meryem 19/35, Mü’min 40/68, Ya-Sin 36/82)
“Allah’ın Emri gelmiştir (= eta emrullah)…” (Nahl 16/1)
“Allah’ın emri uygulanır (= mef’ula).” (Nisa 4/47)
“Allah’ın emri görünür oldu … (= zahere emrullahi).” (Tevbe 9/48)
“[Allah'ın] emri bir göz kırpması kadar çabuktur.” Kamer 54/50
“Allah emri üzerinde (veya emrinde) galiptir (= galibun ala emrihi).” Yusuf 12/21
Kur’an’da ikincil emrin uygulanmasında Meleklerin görevlendirildiklerine işaret eden bazı ayetler vardır. Bunları şöyle sıralayabiliriz:
“Biz [melekler] ancak Rabbinin emri ile ineriz (= ve ma netenezzelu illa bi emri rabbike), …” (Meryem 19/64)
“Göklerde ve yerde bulunan gerek canlılar ve gerekse meleklerin hepsi Allah’a secde ederler (= yescudu), ve onlar [Allah'a itaatten] büyüklenmezler. Üstlerinde Rablerinden korkarlar, ve onlara emredileni uygularlar (= ve yef’alune ma yü’merun).” (Nahl 16/49-5)
“[Meleklerin] söz sıraları O’ndan önce değildir, ve onlar Allah’ın emri ile iş yaparlar (= ve hum bi emrihi ya’melun).” (Enbiya 21/27)
İkincil emr çerçevesindeki ayetler içinde çok dikkatimizi çeken iki ayet de şudur:
“Allah’ın izni olmadan hiçbir kimse (= nefs) ölmez, bu belli bir süreye göre yazılmıştır…” (Al-i İmran 3/145)
“[İnsanların] her birini önünden ve arkasından izleyenler [melekler] vardır. Onu Allah’ın emrinden korurlar (= yahfezune min emrillah). Bir ulus (= kavm) kendi nefislerindekini değiştirmedikce Allah onun [o ulusun] durumunu değiştirmez. Allah bir ulusa (= kavm) kötülük murad etti mi artık onu geri çevirecek yoktur. Zaten onların O’ndan başka koruyucularu da yoktur.” (Ra’d 13/11)
Görüldüğü gibi, birinci ayette, Allah’ın (c.c.) izni ve bununla gelen bir emri olmadıkça bir insanın ölmesinin mümkün olmadığı ifade ediliyor. Bu ayet, birincil emrin görünüşte oluşturduğu fiziksel şartların bir insanın ölümü için yeterli sonuç vermeyeceğini göstermektedir. İkinci ayetteki “Onu Allah’ın emrinden korurlar,” sözü, öyle anlaşılıyor ki bu koruyucuların [meleklerin], insanı birincil emrin dayanılmaz veya öldürücü etkilerinden koruduklarını ifade ediyor.10
Bütün bu ayetlerden anlaşılıyor ki, göklere (= semavat) vahyedilmiş olan birincil emr, gökler ve yerdeki dinamik dengeyi tesis etmekle beraber, bunlarda meydana gelen bütün olayları tam olarak açıklayamaz. Buna rağmen, birincil emrin kozmik nizam ve ahengin korunmasında esaslı bir fonksiyonu olduğunu kabul etmek gerekiyor.
Gene bu ayetlerden görüyoruz ki, birincil emri aşan emrin çıkartılması (veya kaza edilmesi = kada) tamamıyla Allah’ın (c.c.) dilemesine (= şa) ve iznine bağlı. Bu çok önemlidir, çünkü Allah’ın (c.c.) izni olmadıkça göklerin emrleri (yani birincil emr) değişmeden işlevini sürdürür ve göklerdeki bütün mekanlar (ve dolayısıyla bunlardaki cisimler) ihtiva ettikleri emrlerin oluşturduğu özellikleri taşımaya devam ederler. Bu söylediklerimizi şu ayetlerle belgelendirebiliriz:
“Allah’ın yerde ne varsa sizin kullanımınıza verdiğini görmediniz mi? Gemiler O’nun emri ile denizde akıp giderler. Göğü yer üzerine düşmeyecek şekilde tutan O’dur ki, O’nun izni olmadıkça düşmez. Allah insanlara karşı çok şefkatli, çok merhametlidir.” Hac 22/65
“… Güneş, Ay ve yıldızlar onun emri ile durumlarını korurlar; işte bunda akleden bir ulus için işaretler (= ayat) vardır.” Nahl 16/12
Bu ayetlerden açıkça anlaşıldığı gibi, göklerde ve yerdeki cisimlerin durum ve özellikleri birincil emr ile devam ettirilmektedir ve Allah (c.c), izni ile yeni bir emr göndermediği sürece bu durum ve özellikler devam edecektir. Göklerde ve yerdeki cisimlerin ve bunlar içindeki güçlerin en iyi şekilde kullanılabilmesi, insanların, bunların özelliklerini ve bunları belirleyen fiziksel kuvvetleri anlamaya çalışması ile olacaktır. Fizik bilimlerde “temel fiziksel kuvvetler”le açıklanan düzenliliğin aslında göklere birincil emr ile birlikte vaz edilmiş olan mizanın bir tezahürü (görüntüsü) olduğunu söyleyebiliriz.
İnsanlar “bilimsel araştırma” dediğimiz faaliyetlerle ancak birincil emr ve mizan ile ilgili bilgileri elde edebilirler. Gelecekte mükemmel bir fizik bilgisine ve hesaplama gücüne sahip olsalar bile, insanlar bununla ancak birincil emrin etkilerini ön-görebilirler.11 Biraz sonra göreceğimiz gibi, “tabiat olayları”nda Allah’ın (c.c.) emri ile müdahalesi söz konusu olduğunda o tabiat olayı hakkında tam doğru bir öngörüde bulunmak fiziksel metotlarla mümkün değildir, çünkü ikincil emrin ne zaman ve mekanda etkin hale geleceğini bu metotlarla bilmek mümkün değildir.
Bu konudaki ayetler bize açıkça gösteriyor ki, göklere yüklenmiş olan emrlerin tümünü bilebileceğimiz tam ve eksiksiz bir bilgiye sahip olsak bile gene de dünya hakkında tam ve mutlak bir bilgiye sahip olamayacağız. Çünkü, Allah’ın (c.c.), izni ile göndereceği, ve birincil emrlerin etkisini aşacak emrlerin bilgisine bilimsel araştırma metotları ile sahip olamayız. Bu da bize, mükemmel bir bilim ve teknolojiye sahip olsak bile yalnızca Allah’a (c.c.) güvenmemiz gerektiğini hatırlatıyor.
***
Kur’anda bazı ayetlerde akletme ile kozmolojik olayların anlaşılması arasında sıkı bir kavramsal bağ kurulduğunu görüyoruz. Gökler ve yerdeki nizam Allah’ın (c.c.) eseri olduğuna göre, bu eserin anlaşılması insan için en büyük amaçlardan biri olmalıdır, çünkü Allah’ın (c.c.) büyüklüğü, ve emri ile nelere kaadir olduğu ancak bu şekilde anlaşılabilir.
Ayrıca bu ayetler, bir yandan çeşitli kozmolojik olayları meydana getiren emrin anlaşılması ve bu olayların insanların faydasına kullanılmasını da teşvik etmektedir. Bu ayetler öte yandan da insanların bunlardan ibret alarak Allah’ın (c.c.) vaadettiği ahiret hayatının dünya hayatından çok daha üstün olduğunu kavramaya yönlendirmektedir. Konu ile ilgili ayetlerden bazıları şunlardır:
“Andolsun göklerin ve yerin yaratılışında, gece ve gündüzün değişmesinde, insanların faydalandıkları şeyleri denizde taşıyıp giden gemilerde, Allah’ın gökten bir su indirip onunla, ölmüş olan yere hayat verip onda her çeşit canlıyı yaymasında, rüzgarları, ve yer ile gök arasında hazır bekleyen bulutları yönlendirmesinde (=tasrif) akleden bir ulus için ayetler vardır.” (Bakara 2/164)
“Gecenin ve gündüzün değişmesinde, Allah’ın gökten bir su indirip onunla ölümünden sonra yeri diriltmesinde, rüzgarları yönlendirmesinde akleden bir ulus için ayetler vardır.” (045.005)
“Bu örnekleri böylece ortaya koyuyoruz, ama bilginlerden başkası onlarla [gerçeklik arasında] bağ kuramaz (= ve ma ya’kiluha illel alimun).” (Ankebut 29/43)
Ahiret hayatının dünya hayatından daha üstün olduğunun, ve bunun kavranılmasının akletmek ile ilgisi şu iki ayette belirtiliyor:
“… Ahiret yurdu sakınanlar için daha hayırlıdır. Hala akletmeyecek misiniz?” (A’raf 7/169)
“Size verilen herşey dünya hayatının geçimi ve süsüdür. Allah katında olanlar daha hayırlı ve kalıcıdır. Artık akletmeyecek misimiz?” (Kasas 28/60)
Öte yandan, akletmeyenlerin hayvanlar gibi, hatta onlardan daha da aşağı olduğunu belirten ayet ise şudur:
“Yoksa sen onların çoğunun işittiklerini veya aklettiklerini mi sanıyorsun? Hayır, onlar hayvanlar gibidir, hatta yolca daha da sapıktırlar (= bel hüm edall).” (Furkan 25/44)
Aşağıdaki ayette ise “göklerde ve yerde ne varsa hepsini” insanların kullanımına verilmiş olduğu ifade edilmektedir:
“Göklerde ve yerde ne varsa hepsini kendinden (= cemi’an minhu) sizin kullanımınıza verdi (= sahhara). Elbette bunda düşünen bir ulus (= kavmin yetefekkerun) için işaretler (= ayat) vardır.” (Casiye 45/13)
Bu ayetteki “hepsini kendinden” (= cemi’an minhu) ifadesi, Allah’ın (c.c.), göklerde ve yerdeki cisim ve olayların ve dolayısıyla bunlara etki eden bütün fiziksel kuvvetlerin kullanımını potansiyel olarak istisnasız, bunları anlamaya çalışan bütün insanlığa vermiş olduğunu gösteriyor.
Bu ayette ayrıca “sahhara” kelimesinin “düşünen bir ulus” kavramı ile alakalı olarak geçtiğini görüyoruz. Bu da demek oluyor ki, göklerde ve yerdeki cisimlerin ve fiziksel kuvvetlerin etkin bir şekilde kullanılabilmesi, tek tek kişilerin düşünmesinden daha çok, bir ulus (= kavm) olarak insanların akletmeleri ve düşünmeleriyle gerçekleşecektir. Bunun da toplumsal bir yönelim, hatta genel bir katılımla mümkün olacağını ayrıca belirtmeye gerek kalmıyor.
Göklerdeki nizamın sonu: Saat’in emri
Kur’an’da “Saat’in emri” (= emr-üs saah) olarak olarak isimlendirilen emr ise, Allah’ın (c.c.) birincil emri ile tesis etmiş olduğu nizamı sona erdirecek olan emrdir. Bununla ilgili ayetlerden anlaşıldığına göre bu emr, Kur’an’da Kıyamet Günü (=yevm-ül kıyame) diye ifade edilen, ve yeniden yaratılışı ve Hesap Günü’nü de içine alan bir günün başlangıcında uygulanacaktır. Bu konu, hazırlamakta olduğumuz “Kur’an’da Kıyamet Günü” başlıklı bir yazımızda tafsilatlı olarak ele alınmaktadır. Bu açıklamalardan sonra şimdi “fiziksel olay” teriminin bu çerçevedeki tarifine geçebiliriz.
4. “Fiziksel Olay” Tanımı
Emr kelimesiyle ilgili ayetler üzerindeki incelememizden sonra “fiziksel olay” terimini bu çerçevede şöyle tanımlayabiliriz:
Fiziksel olay, göklere yaratılışla birlikte yüklenmiş olan birincil emr ve mizan çerçevesinde ve yalnızca bu çerçevede meydana gelen olaylar sınıfındandır. Bu tür olayların en belirli özelliği insanlar tarafından laboratuvar ve gözlem şartlarında tekrarlanabilir olmasıdır. Fiziksel olaylardaki sebeplilik (causality), birincil emr üzerine kurulmuş olan mizanın (denge ve simetrinin) sonucu olarak ortaya çıkmaktadır diyebiliriz. Sebeplilik ancak büyük etkileşimler uzayında (makro ölçekli uzayda) görülebilmektedir. Mikro uzayda da simetri ve denge birçok türden etkileşimde geçerlidir, fakat burada sebeplilik, ölçmede kullanılan ışığın temel bazı özellikleri dolayısıyla yerini belirsizliğe bırakmaktadır.
Fiziksel olaylarda belirsizlik iki şekilde karşımıza çıkmaktadır: mikro uzayda belirsizlik, ve makro uzayda belirsizlik. Birincisinin etkileşimleri ölçmede kullanılan ışığın temel özelliklerinden kaynaklandığını söyledik. İkinci türden belirsizliğin ise makro uzayda çok karmaşık olayların başlangıç şartlarının tam olarak bilinememesinden kaynaklandığı düşünülen belirsizliktir. Buna istatistik belirsizlik denebilir. Fizikçiler makro uzaydaki birçok fiziksel olayın diferansiyel denklemlerle ifade edilebileceğini kabul ederler. Diferansiyel denklemlerle modellendirilen sistemlerin başlangıç şartlarının bilinmesi gereklidir. Başlangıç şartları ise birçok fiziksel olayda tam olarak bilinememekte, buna karşılık bir çoğunda ise istatistiksel sınırlar içinde bilinebilmektedir.
5. “Tabiat Olayı” Tanımı
Tabiat olayı (veya doğa olayı) terimi, dünyada veya dünyadan gözlemlenen uzayda meydana gelen makro ölçekli olaylar için kullanılmaktadır. Güneş ve ay tutulması, çeşitli meteorolojik olaylar, ve deprem bu çerçevedeki olaylardan sayılmaktadır. Bu günün bilim anlayışında bütün tabiat olaylarının tamamen fiziksel olayların bir bileşiminden meydana geldiği kabul edilmektedir. Fakat güneş ve ay tutulması gibi oldukça hassas bir şekilde hesaplanabilen olaylara karşılık, meteorolojik olayların ve depremlerin tam olarak hesaplanamaması ve öngörülememesi, bilim adamları tarafından bunların “kaotik (düzensiz) olaylar” diye ayrı bir sınıfta değerlendirilmesine yol açmıştır.
Bu sınıflandırmaya dayanarak, tabiat olaylarında sebeplilik kavramının da iki ayrı çerçevede ele alınması gerekmektedir. Güneş ve ay tutulması gibi olaylar uzayda gök cisimlerinin kütlesel çekim etkisi altında yörüngelerinde aldıkları durumlarla açıklanabilmektedir. Fakat meteorolojik ve tektonik hareketler birçok etkeni bir arada göz önünde bulundurmayı gerektirdiğinden, bunların tam açıklamasını yapmak mümkün olamamaktadır. Meteorolojik olaylar için “kelebek etkisi” terimi bu durumu ifade etmek için geliştirilmiştir. Meteorolojik ve jeolojik olaylarda gezegenlerin ve ayın uzayda dünya ve güneşe göre dizilimi, güneşte “güneş lekeleri” diye adlandırılan patlamalar, dünyaya çarpan büyük meteorlar ve daha birçok uzay olayları etkili olabilmektedir. Bütün bunlar, bu tür olaylardaki belirsizlikleri arttırmaktadır.
6. Allah’ın Fiziksel Olaylara Müdahalesi
Allah’ın (c.c.), dilediğinde, herhangi bir zaman ve mekandaki fiziksel olaylara ikincil emri ile müdahale edebileceğini yukarıda ayetlere dayanarak ifade etmiştik. Allah’ın emri bir mekana gelip uygulandığında şu üç tür etkiyi meydana getirebilir: 1) Birincil emrin engellenmesi, 2) Birincil emrin güçlendirilmesi, 3) İkincil emr ile tamamen farklı ve yepyeni etkilerin meydana getirilmesi.
İlk durumda, Allah’ın emri (ikincil emr), daha önceden mevcut nizamı oluşturduğu birincil emri ile, onun etkilerini ortadan kaldıracak veya zayıflatacak şekilde etkileşir.
İkinci durumda ise birincil emrin etkisini arttıracak şekilde onunla etkileşir; böylece onun etkisini güçlendirir, veya odaklandırır.
Üçüncü durumda ise, Allah’ın emri ya yeni mekan oluşturarak, veya mevcut mekandaki emrlerle etkileşerek daha önce görülmemiş yeni etkiler meydana getirir.
7. Allah’ın “tabiat olayları”na müdahalesi
Allah’ın (c.c.), tabiat olayı dediğimiz meteorolojik ve jeolojik olaylara müdahale ettiği ve onları yönlendirdiği, Kur’an’daki bazı ayetlerde açık bir şekilde bildirilmektedir. Bunlardan bazılarını birazdan göreceğiz. Önce Allah (c.c.) tabiat olaylarına müdahale ettiği zaman neler olabileceğini düşünelim. Böyle bir durumda dört farklı sonuç ortaya çıkabilir: 1) Tabiat olayının başlamasının öne alınması veya geciktirilmesi ve başlangıçta birincil emre bağlı olarak gelişen tabiat olayının insanlar üzerinde muhtemel yıkıcı etkisinin dağıtılması, 2) Tabiat olayının etkisinin toplanması ve odaklanması, 3) Tabiat olayının etkisinin arttırılması, 4) Etkisi fiziksel olarak hissedilen [algılanan], fakat daha önce görülmemiş türden tabiat olaylarının meydana getirilmesi. Şimdi Kur’an’da bu dört ayrı duruma işaret eden bazı ayetleri görelim:
“Görmedin mi, Allah, bulutları sürer, sonra onları birbirine geçirir, sonra onları birbiri üstüne yığar [sıkıştırır], arkasından yağmurun çıktığını görürsün, gökte dağ [gibi bulutlardan] bir dolu indirir ve onunla dilediğini vurur (= fe yusiybu bihi men yeşa), ve dilediğinden de onu öteye çevirir (= ve yusrifuhu an men yeşa): şimşeğinin parıltısı ise neredeyse gözleri alır.” (Nur 24/43)
Bu ayetteki “onunla dilediğini vurur, ve dilediğinden de onu öteye çevirir” ifadeleri yukarıda sıraladığımız birinci ve ikinci tür sonuçları ifade etmektedir. Öteki iki duruma örnek sayılabilecek ayetler de şunlardır:
“Aad [ulusu] yeryüzünde haksız olarak büyüklük tasladılar (= festekberu fil ardi bi gayril hakk) ve: ‘Bizden güçlü kim var?’ dediler. Onları yaratan Allah’ın kendilerinden güçlü olduğunu görmediler mi? Bizim ayetlerimizi de inkar ediyorlardı.” (Fussilet 41/15)
“Biz de onlara [Aad ulusuna] dünya hayatında rüsvay edici azabı tattırmak için o uğursuz günlerde, üzerlerine uğultulu bir kasırga gönderdik. Ahiret azabı ise daha da rezil edicidir; onlara hiç yardım da edilmeyecektir.” (Fussilet 41/16)
“Aad [ulusu] uğultulu, azgın bir kasırga ile helak edildiler.” (Haakka 69/6)
“[Semuud ulusu] Rablerinin emrine baş kaldırdılar; bu yüzden onları, bakıp dururlarken o korkunç ses [gök gürültüsü] (= saika) yakaladı.” (Zariyat 51/44)
Son ayetteki “korkunç ses” daha önceden görülmemiş bir “tabiat olayı”na örnek olarak gösterilebilir. Lut ulusu da, yerin bütün bir şehri içine alacak şekilde çöktürülmesi ve ayrıca üzerlerine lav taşları yağdırılmak suretiyle yok edilmişlerdir:
“[Melekler] dediler: Ey Lut, biz senin Rabbinin elçileriyiz; onlar sana asla dokunamazlar. Gecenin bir kısmında aileni yürüt; içinizden karından başka hiçbiriniz geri dönüp bakmasın, çünkü ötekilerine erişen [azap] ona da erişecektir. Başlarına gelecek azap sabah vaktidir. Sabah da yakın değil mi?” (Hud 11/81)
“Emrimiz gelince oranın altını üstüne getirdik; üzerlerine de taş yağdırdık: Çamurdan pişmiş, hazırlanmış, istif edilmiş.” (Hud 11/82)
Bu ayetler fazla yorum yapmaya gerek olmayacak şekilde, açıkça bu ulusların “tabiat olayları” dediğimiz olaylarla nasıl yok edildiklerini anlatmaktadır.
İşte şimdi burada, konumuz açısından son derece önemli iki soru karşımıza çıkmaktadır: Allah (c.c.) “tabiat olayları” dediğimiz olaylarla insanları bazan çok şiddetli bir şekilde cezalandırıyorsa, bu cezalandırmanın sebepleri nelerdir? Bu cezalandırmanın nasıl gerçekleşeceği önceden tahmin edilebilir mi? Bu soruların cevabı gene Kur’an’da “sunnetullah” kelimesinin geçtiği ayetlerde bulunmaktadır. Kur’an’da “sunnetullah” kelimesi Allah’ın (c.c.), insanlar ve insan topluluklarının davranış sınırları için vaz etmiş olduğu değişmez yasalarını ifade etmektedir, öyle ki, bu yasaların Peygamberler (a.s.) için bile değiştirilmesi söz konusu değildir:
“ … Allah’ın yasasında bir değişiklik bulamazsın (= fe len tecide li sünnetillahi tebdila); Allah’ın yasasında bir sapma da bulamazsın (= ve len tecide li sünnetillahi ta’dila).” (Faatır 35/43)
Kur’an’da bu yasalar bazı ayetlerde, “öncekilere uygulanmış olan yasalar” (= sünnetül evveliyn) diye de isimlendirilmektedir. Bunların hükümleri, yani hangi durumlarda insanların bu dünyada nasıl cezalandırıldıkları Kur’an’da “hakk” ve “sünne” kelimelerinin geçtiği ayetlerden çıkartılabilir. Bu yasaların uygulanma şartlarından bazılarını şöyle sıralayabiliriz:
- Yeryüzünde [haksız yere] büyüklük taslamak.
- Yeryüzünde kötülük tuzakları kurmak.
- İnsanlar arasında insafı emredenleri öldürmek.
- Şeytan’a bağlı olanları (= şeyatin) Allah’a (c.c.) karşı dostlar edinmek.
Şimdi bunlarla ilgili ayetleri görelim. Bunlardan ilki, yeryüzünde haksız olarak büyüklük taslamak ile ilgilidir:
“Aad [ulusu] yeryüzünde haksız olarak büyüklük tasladılar (= festekberu fil ‘ardi bi gayril hakk) ve ‘bizden daha kuvvetli kim var?’ dediler (= men eşedde minna kuvveten); onları yaratan Allah’ın kendilerinden daha kuvvetli olduğunu görmediler mi (= eve lem yerav ennallahullezi halekahum huve eşeddu minhum kuvveten)? Bizim ayetlerimizi de inkar ediyorlardı.” (Fussilet 41/15)
Aad ulusu yaptıkları kötülüklerin karşılığını bu dünyada şiddetli bir kasırga ile ödediler:
“Biz de onlara [Aad ulusuna] dünya hayatında rüsvay edici azabı tattırmak için o uğursuz günlerde, üzerlerine uğultulu bir kasırga gönderdik. Ahiret azabı ise daha da rezil edicidir; onlara hiç yardım da edilmeyecektir.” (Fussilet 41/16)
Yeryüzünde kötülük tuzakları kurmak da, dünyada cezalandırılmayı hak ettiren büyük günahlardandır:
“Yeryüzünde büyüklük taslamak ve kötülük tuzakları kurmak (= istekberan fil ardi ve mekres seyyie); kötülük tuzakları ancak sahiplerine dolanır; onlar öncekilerin yasasından başkasını mı bekliyorlar? Allah’ın yasasında bir değişiklik bulamazsın; Allah’ın yasasında bir sapma da bulamazsın.” (Faatır 35/43)
Kötülük tuzakları kuranlarla ilgili olarak aşağıdaki ayetleri de göz önünde bulundurmak gerekiyor:
“Kötülük tuzakları kuranlar (= e fe minellezine mekerus seyyiat) Allah’ın kendilerini yerin dibine geçirmeyeceğinden (=en yahsifallahu bihim il ard), veya kendilerine düşünemeyecekleri bir yönden (= min haysu la yeş’urun) azabın gelmeyeceğinden emin mi oldular?” (Nahl 16/45)
“Yahut dolaşıp dururlarken [Allah'ın azabının] kendilerini yakalamayacağından emin mi oldular? Üstelik onlar bunu engelleyici de değillerdir.” (Nahl 16/45)
“Yahut da kendilerini azar azar yakalayıp helak etmesinden emin mi oldular? Süphesiz Rabbiniz çok şefkatlidir, çok merhametlidir (= fe inne rabbekum le raufun rahiym).” (Nahl 16/45)
Son ayetteki “Rabbiniz çok şefkatlidir, çok merhametlidir” ifadesi Allah’ın (c.c.), zulme uğrayanları fesatçıların zulmünden bu şekilde kurtaracağına işaret olarak kabul edilebilir.
Bu ayetlerden bu tür sinsi fesatçıların dört ayrı şekilde cezalandırılabileceği anlaşılmaktadır:
1) Allah’ın (c.c.) kendilerini büyük bir felaketle yerin dibine geçirmesi.
2) Kendilerine hiç düşünmedikleri bir yönden azap gelmesi.
3) Yeryüzünde dolaşıp dururken canlarının alınması.
4) Azar azar güçlerinin ellerinden alınıp ortadan kaldırılmaları.
Haksız yere Allah’ın Elçilerini öldürenler veya onları zorla yurtlarından çıkartanlar da bu yasalar çerçevesinde helak edilmişlerdir (bakınız İsra 17/76-77). İnsanlar arasında haksız yere insafı emredenleri öldürenler de bu yasalar çerçevesinde cezalandırılır:
“Allah’ın ayetlerini inkar edenler, haksız yere peygamberleri öldürenler ve insanlar arasında insafı emredenleri öldürenler yok mu, onları acı bir azab ile müjdele!” (Al-i İmran 3/21)
Şeytan’a bağlı olanları (= şeyatin) Allah’a (c.c.) karşı dostlar edinenleri bekleyen sonuç da aşağıdaki ayetlerde ifade edilmektedir:
“O [Allah] bir topluluğa hidayet verdi, bir topluluğa da sapıklık hakk oldu; çünkü onlar Şeytan’ın takipçilerini (= şeyatin) Allah’a karşı dost edindiler ve kendilerinin doğru yolda olduklarını hesap ettiler (= yahsebune entüm mühtedun).” (A’raf 7/30)
“Biz, onlara birtakım arkadaşlar [şeyatin] sardırdık (= kayyedna lehüm kurenae); bunlar önlerinde ve arkalarında ne varsa onlara süslü gösterdiler; kendilerinden önce gelip geçmiş olan cin ve insan ümmetlerine vaki söz onlara da hakk oldu; onlar hep hüsranda idi.” (Fussilet 41/25)
Bu son ayetteki “kendilerinden önce gelip geçmiş cin ve insan ümmetlerine vaki söz onlara da hakk oldu” ifadesinin, daha önce uygulanmış olan bu yasalara işaret ettiği anlaşılmaktadır.
Buraya kadar anlattıklarımız Allah’ın (c.c.), insanlar ve insan toplulukları tarafından sınırları aşıldığı takdirde dünyada mutlaka cezalandırılacakları ile ilgili yasalarıdır. Yukarıda sorduğumuz son soruya dönecek olursak: Bu cezalandırmanın nasıl gerçekleşeceği önceden tahmin edilebilir mi?
Sünnetullah’ın hangi “tabiat olayı” veya “fiziksel olay” ile ve nasıl yerine getirileceğini bilmek mümkün değildir. Ancak böyle bir felaketi hazırlayan sınır şartlar Kur’an ayetlerinde bildirildiğine göre, bu şartların gerçekleşip gerçekleşmediği, içinde yaşanılan toplumun davranışları yakından gözlemlenerek anlaşılabilir.
Allah’ın (c.c.) geçmiş bazı ulusları nasıl cezalandırdığına dair Kur’an’da birçok ayet bulunmaktadır ki bunlardan bazıları günümüzün şartlarıyla da ilgili görünmektedir:
“Nice kent var ki Rablerinin ve O’nun elçilerinin emrinden çıktılar (= ‘atet an emri rabbiha), biz de onları çetin bir hesaba çektik (= hasebnaha hisaben şedida), ve onları görülmemiş şekilde cezalandırdık.” (Talak 65/8)
“Biz bir ülkeyi (= karye) helak etmeyi murad ettiğimizde onun varlıklılarına emrederiz (= emerna mutrefiha). [Buna rağmen] orada sapkınlık yaparlar (= fe feseku), böylece ona söz hakk olur, Biz de orayı darmadağın ederiz.” (İsra 17/16)
“Biz onlara zulmetmiyorduk, fakat onlar kendi kendilerine zulmediyorlardı. Rabbinin emri geldiği zaman (= lemma cae emru rabbike), Allah’tan başka çağırdıkları tanrıları, kendilerinden hiçbir şeyi savamadıkları gibi onların ziyanlarını arttırmaktan başka da bir işe yaramadı.” (Hud 11/101)
Bu ayetlerden başka son olarak, gelecekte neler olacağına dair şu ayet son derece dikkat çekicidir:
“Hiçbir kent yoktur ki Kıyamet Günü’nde önce Biz onu helak etmeyelim, veya şiddetli bir azap ile azaplandırmayalım; bu Kitap’ta yazılıdır (= ve in min karyetin illa nahnu mühliküüha kable yevm-il kıyameti ev muazzibuuha azaben şediyda, kane zalike fil kitabi mestuura)” İsra 17/58
Bu ayetlerin bildirdiği gerçekler ortaya çıkmadan önce bunları karşılamaya nasıl hazırlanmak gerekiyorsa öyle hazırlanmak düşünen, akleden ve ibret alan insanların bundan sonraki görevi olacaktır.
Sonuç
Kur’an’daki birçok ayet, Allah’ın (c.c.), göklerin ve yerin Yaratıcısı ve Gerçek Yöneticisi olduğunu bildirmektedir. O, herşeyi yani bütün yarattıklarını bir bilgi ile kuşatmış ve çevrelemiştir. Göklerde ve yerde hiçbir şey O’ndan gizli kalmaz. Allah (c.c.), göklere yaratılışla birlikte yüklediği emr ve vaz ettiği mizan çerçevesinde oluşan “tabiat olayı” veya “fiziksel olay” dediğimiz olayları, gene emri ile dilediği gibi yönlendirebilir. Dilediği kullarını onunla cezalandırır, ve dilediklerinden de onun yıkıcı etkisini uzaklaştırır. Allah (c.c.), Kur’an’da “sünnetullah” adı ile anılan yasaları ile, insan topluluklarını ve ülkeleri hangi şartlarda toplu cezalara çarptırdığını bildirmektedir. Bu yasalar, göklere yaratılışla birlikte vaz edilmiş olan “mizan” ile de yakından ilgilidir. Bu yasaların sınır şartları iyi bilindiği takdirde bunların hangi şartlarda uygulanacakları da tahmin edilebilir, ancak (Allah’ın bildirdiği müstesna) tam olarak ne zaman ve nasıl uygulanacakları bilinemez. İnsanlar toplumlar olarak, göklerde ve yerde meydana gelen olayları en mükemmel şekilde araştırmalı ve gerçeği bütünüyle anlamaya çalışmalıdır. Bu araştırmayı tam yapabildikleri ve insafı terketmedikleri zaman Allah’ın (c.c.) kudretini daha iyi takdir edecekler, Kur’an’da tekrar tekrar yazıldığı üzere ahiret hayatının dünya hayatından çok daha üstün olduğunu idrak edecekler ve buna göre hayatlarına daha iyi bir yön verebileceklerdir. Her şeyin en doğrusunu Allah (c.c.) bilir. Vesselam.
Notlar
1 Kur’anda “gökler ve yer” olarak ifade edilen aleme biz belki yanlış olarak “evren” veya “kainat” diyoruz, ki bu kelimelerin yerinde olup olmadığı araştırılmalıdır. İngilizce literatürdeki “universe” kelimesinin yerinde olmadığı David Deutsch gibi “çoklu evren” (= multiverse) düşüncesindeki bazı fizikçiler tarafından tartışılmaktadır. Kur’an’da “gökler ve yer” ifadesinin kullanılması, “yer”in, yani dünya gezegeninin, insanı ve milyonlarca değişik türden canlıyı üzerinde taşıması ve uzayda çok özel bir yeri olmasındandır diye düşünülebilir. Dünya gezegeninin bu özel durumu son yıllarda birçok teorik fizikçi ve kozmoloji bilgininin merak konusu olmaktadır. (Bakınız: Ref. 7–b).
2 Bu ayetteki “yenzuru fi” ifadesi hem gözlemi hem teorik düşünceyi ifade etmektedir ki Klasik Devir müslüman düşünürleri tarafından kullanılan “nazariye” (= teori) terimi bu kelime kökünden türetilmiştir.
3 Kur’an’da “emr” kelimesi üzerine yaptığımız ayrıntılı bir çalışma için bakınız:
– Kocabaş, Ş. “İslam’da Bilginin Temelleri”. İz Yayıncılık, Istanbul, 1997.
4 Kur’an’da emr kelimesi bunlardan başka çerçevelerde de geçmektedir. Tafsilatlı bilgi için Ref. 3’e bakınız.
5 Şunu belirtmemiz gerekir ki, “emr” kelimesi Kur’an’da “birincil emr” ve “ikincil emr” diye sınıflandırılmamıştır. Biz bu terimleri sadece bu kelimenin Kitap’taki iki farklı kullanımını belirtmek için böyle isimlendirdik. Fakat böyle bir ayırımın yerinde olduğu, Kur’an’da emr kelimesinin aldığı zamirlerden kolayca anlaşılabilir. Bizim “birincil emr” olarak isimlendirdiğimiz kullanım ayetlerde üçüncü tekil şahıs zamiri ile “O’nun emri” şeklinde, “ikincil emr” dediğimiz kullanım ise “Allah’ın emri”, “emrimiz”, veya sadece “emr” kelimesiyle ifade edilmektedir.
6 Bu emrin, göklerin adeta bir “işletim sistemi”, veya fizik-öncesi bir evrene yüklenen bir çeşit “yazılım” olup olmadığı, üzerinde ciddi olarak düşünülmeye değer bir konudur.
7 Bakınız:
a – Davies, P. (1992). “The Mind of God”. Touchstone Books, New York.
b – Barrow, J.D. & Tipler, F. (1996). “The Anthropic Cosmological Principle.” Oxford University Press, Oxford.
8 “Enformasyon fiziği” için bakınız: Stonier, T. (1990). Information and the internal structure of the universe. London: Springer-Verlag..
9 Fizikte evrendeki maddi varlığın temel unsurları olarak kabul edilen bazı elementer parçaçıkların sakınım kuralları denilen simetri prensipleri çerçevesinde bozunma veya indirgenmelerden korunmuş olması dikkat çekicidir. Örnek olarak, nötronların aksine, gene maddi varlığı meydana getiren atomların yapı taşlarından olan protonların daha küçük parçaçıklara (mezonlara ve leptonlara) indirgenmeden süresiz veya çok uzun süre kalabilmesini gösterebiliriz. Proton ve nötronlarla ilgili “baryon sakınımı” adı verilen simetri prensibi etkili olmasaydı atomik yapıların, ve dolayısıyla da canlı hatta cansız varlıkların oluşması mümkün olmazdı.
10 Bu konu ile ilgili daha tafsilatlı açıklamalar için Ref. 3’e bakınız.
11 Buna rağmen biz, bu yönde sürekli çalışmanın gerektiğine inanıyoruz, çünkü ancak bilgi sahipleri bu tür bilginin sınırlarını bilebilirler, ve Allah’ın kudretini daha gerçekçi olarak takdir edebilirler. Ayrıca şu ayeti de unutmamak gerekiyor: “…De ki: Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu? …” (Zümer 39/9)
Şakir Kocabaş
* Emr ve Sünnetullah kavramları dikkate alınmalı..(maveranehir)
paylaş
Paylaş
araştırmalar-tenkidler, kuran kavramları kategorisinde yayınlandı
Yorum yapın
Etiketler: Allah, emir, emr, evren, fiziksel olaylar, göklerdeki nizam, gerçek yöneten, helak, kavimlerin helakı, kuran kavramları, melik, melikul hak, Saat, sunnetullah, tabiat olayları, tabiat olayı, yönetici, şakir kocabaş
Sözde Evrenselicilerin Tefsir Usûlü ile Başörtüsü Konusu
Eki 30
Posted by maveranehir
Sözde Evrenselicilerin Tefsir Usûlü ile Başörtüsü Konusu
İnsanlığın düşmanı olan İblis, çıplaklığı teşvik ederek bizi cennetten çıkarmak ister. Bu yüzden tesettür ilk insan toplumundan bu yana ilahi bir hüküm olarak kendilerini Allah’a adayan müminlerin -erkek, kadın- riayet ettikleri bir tevhid eylemidir. Şeytanın sapkınlığı körükleme konularından birinin de “insanı örtüsünden soymak” olduğunu ilahi vahyin beyanlarından öğreniyoruz:
“Ey Ademoğulları! Tıpkı atalarınızın cennetten çıkarılmalarına yol açtığı gibi, Şeytan’ın sizi de ayartmasına izin vermeyin. Çıplaklıklarının farkına varsınlar diye onları örtülerinden yoksun bırakmıştı o. Muhakkak ki, o ve avânesi, onları hiç fark edemeyeceği yerde ve biçimde sizi (de) pusuda bekliyor…” [1]
“Başörtüsünü tesettürün bütünlüğünden koparma çabası: Şeytan’ın insanı hakikatten soyma idealine hizmet edeceğini düşündüğümüz bu modern tefsir, Kur’an’da başörtüsünün, saçları kapatmayı gerektiren bir farz olmadığını iddia etmektir.
“Kur’an’daki İslam” kitabında Öztürk, bu konuda şöyle demektedir:
“Hiçbir tartışmaya imkan bırakmayan nokta, göğsün tamamen kapatılmasıdır. Saçların bütünüyle görünmeyecek şekilde, kapatılmasını emreden bir ifade yoktur. Cenabı Hak bunu kulunun tercihine bırakmıştır. Her Müslüman bunu, yaşadığı iklim şartlarına ve toplum örfüne göre kendisi belirler. Ve başörtüsünü ona göre seçer.” [2]
Bu iddiaya göre başörtüsü ile “saçların kapatılması” farz değildir. Bu sözde evrenselci yönteme göre Kur’an’ı anlama çabası içinde olanlar, Nur Suresi 31. ayette “saç” kelimesi geçmemesinden cesaret alarak, humr/başörtüsü kelimesini modern bir aksesuar olan fulara indirgemeye çalışmaktadırlar.
Tarihselcilik yönteminin “evrimci/ilerlemeci tarih anlayışı”nı kendine mezhep edinenler de, “modern paradigma” ile zıt düşen başka ayetler için benzer nesh etme çabası içinde olabilmektedirler. Öyleyse iki usulün de -tarihselciliğin de sözde evrenselciliğin de- aynı kapıya çıktığını, birbirlerini tersten okuduklarını söyleyebiliriz.
Kur’an’ın ilk muhataplarını ve Peygamberimizin şahitliğini önemsemeyen, Kur’an’ı egemenlerin hatırı, memnuniyeti ve hoşnutluğu için kendi uydurduğu yalanlara, bir süre sonra kendisi de inanarak, bugüne kadar insan ve cin şeytanları tarafından tahrif edilemeyen kitabımızın muhkem ve mubîn ilkelerini bozmaya kalkışan evrensel ulusçularla karşı uyanık olmak zorundayız.
Tarih üstücü bakış açısı, Nur Suresi (24), 31. ayet bağlamında konuşacak olursak, ayetin ilk muhataplarının “Medineli Müslüman” hanımlar değil de, çağdaş şehirlerde artık üzerlerinde çıkaracak hiçbir kıyafeti kalmamış kadınlar olduğunu iddia etmektedir. Oysa bu ayetin tarihsel muhatapları, kapitalizmin bir pazar metası haline dönüştürdüğü metropollerin kadınları değildir. Onlar saçlarını örtmekte olan, başlarında bir örtü bulunan, fakat bu konuda muhkem bir ilahi hüküm olmadığı için tesettürün ölçülerini henüz tam olarak kavrayamamış olan iffetli kadınlardır.
Söz konusu olan ayet, tamamen yepyeni, türedi bir hüküm değil, tevhid dini İslam’ın evvelki müntesipleri olan Hanifler, Yahudiler ve Hristiyanlarca zaten uygulanmakta olan tesettür hükmüne, çerçeve getirmektedir; boyutlarını tahkim etmiştir. Kur’an ile var olan örf teşmil edilmiş, baştaki örtü süs yerlerini, sîneyi-bağırı da kapsayacak şekilde ilahi kelam tarafından pekiştirilmiştir. Bu pekiştirmenin formu Rasulullah’ın işaretleri ve kabulü ile pratize edilmiş ve mütevatir bir uygulamayla günümüze kadar gelmiştir. [3]
Malumu i’lam etmeye, bilineni yeniden bıktırırcasına tekrar etmeye- gerek yoktur. Başörtüsü ayetinin ilk muhatabı olan kadınlarda zaten bir örtü vardır, ancak gerdanlarda ve göğüslerde, boyun altında, kulakların kapatılması konusunda ciddi bir sorumluluk bilinci oluşmuş bulunmamaktadır. İşte ayetin üzerinde durduğu ‘Yakalarınızın üzerine vurun/salın!’ vurgusu, bu uygulamadaki aksaklıkları gidermeyi, hükmü kıyamete kadar sürecek bir yenilemeye tabi tutmayı gaye edinmektedir. Diğer yandan tesettürün ana ilkeleri olan “humr, cilbab ve süslerin gösterilmemesi” hükmü, “takva elbisesini kuşanmanın önceliği” ne ilişkin hükümle de, Rabbimiz tarafından ahlâkî temellerine kavuşturulmuştur.
Bu durumda evrenselci bakış açısının sahipleri, başörtüsü ayetinin tek tek tesettür kapsamına girecek uzuvları -saç v.b.- sayıp dökmesini beklemektedir. Haksızlık etmeyelim zaman zaman Öztürk’ün mütevatir sünneti önemsediğine dair ifadelere de eserlerinde rastlamaktayız. Hoş rüzgarın estiği yöne doğru hareket eden yazar, eğer yeni baskılarında görüşlerini değiştirmezse, Nur Suresi, 31. ayetin içinde geçen Hımar’ın, Mütevatir Sünnet’in verilerine göre Peygamberimiz tarafından “başörtüsü” olarak anlaşıldığını belirtmektedir ve şöyle demektedir:
“Nur süresindeki emir ise başörtüsünü kapsamına alır.” [4]
Fakat aynı zamanda saçların örtülmesini dinin değil, örfün kabulü olarak niteleyen Y. N. Öztürk, -yıllardır başörtüsünü bahane ederek zulüm uygulayan tarafa değil, kinini mağdur olanlara yönelterek-bu durumun tesettürü fesat üniformasına dönüştürdüğünü iddia etmektedir:
“Örtme-açılma çekişmelerinde olay böyle başlayıp ve sergilenen haksızlıklar ifrat noktaya vardığı için bir kanat, kamu alanına girerek karşı bir haksızlığın doğmasına zemin oluşturulmuştur. Bu karşı haksızlığın en kötü yanı, “tesettür” adı altında, Arap örf ve zevklerini İslamileştirmesi ve din içinde bir kargaşa yaratması olmuştur. Dinin emri ile, örfün emri ile örfün kabulleri içice girmiştir. Ve “tesettür” adı altında bir tür “fesat üniforması” yaratılmıştır.” [5]
Bir çok yerde Araplar’ı aşağılamayı marifet sayan Öztürk başörtüsü konsusunda Libya’nın diktatör lideri Albay Muammer Kaddafi’ye “Kadınların başörtmeleri Kur’an’ın tüm zamanlar için geçerli kıldığı bir emir değildir” dediği için methiyeler dizmektedir. [6] Burada belirmekte fayda vardır; aslında Kaddafi’nin ifadeleri tarihselcileri doğrular niteliktedir. Oysa Kur’an’ı şu an nazil olan bir kitap gibi tahayyül eden Öztürk’ün bu argümanı kullanması, bir pragmatizm örneği olmasının yanında, onun evrenselcilik iddiasının da havada kalan bir iddia olduğunu açıkça göstermektedir.
Bağcıyı nasıl döveceğini düşünmekten gözleri kararmış olan başörtüsü düşmanları için hidayet talep etmekten başka yapacak bir şeyimiz yoktur. Fakat onların uzmanlığına(!) güvenerek, günah bataklığına sürüklenebilecekler için birkaç söz daha söylemekte yarar görüyoruz.
Ayette saç anlamına gelebilecek her hangi bir kelime bulunmamaktadır. Doğrudur; fakat ‘ yakalarınızın üzerine vurun!” emrinin insan vücudundaki yerinin de, boyna takılacak bir fuların, bele bağlanacak bir kuşağın asla gerçekleştiremeyeceği bir muhkemliği vardır.
Aslında bu muhkem ayet tarih boyunca bu derece fitne konusu olmamıştır. Çünkü muhkemdir. Şeytanların ayartılarına müsait olan, konusu aşkın ve deruni bir dünya olan, gayb ile ilgili yüksek teşbihler içeren müteşabih ayetler fitne konusu yapılabilmektedir.
Fakat [7] ayette kendilerine karşı uyarıldığımız “fitne çıkarma gayesindeki yarım gönüllü, kötü niyetli kimselerin çağdaş versiyonları muhkem bir ayeti önce müteşabih gibi idraklere sunmakta, sonra da fitne konusu haline getirmektedirler.
Tarihte başörtüsünü sorun haline getiren ilk evvela, Yahudi kabilelerinden Kaynukaoğulları’dır. Onlar çıkardıkları fitnenin bedelini, yerlerinden yurtlarından olarak ödemişlerdir. “Genç bir müslüman kadın bazı alımlarda bulunmak üzere Benûkaynuka çarşısındaki bir kuyumcu dükkanına girmişti. Buradaki yahudi delikanlılar ona laf atıp, örtüsünü açmasını alaylı bir biçimde söylediler. Pek tabii ki bu müslüman sahabi hanım bunu reddetmiştir. Ancak kuyumcu o devirde pek yaygın bir eşek şakası yaptı.” [8]
Çarşının yanında geçmekte olan erkek bir müslüman hanımın kaldığı duruma sebep olan kuyumcunun kafasını uçurmuştur. Bunun üzerine diğer yahudiler de o sahabiyi şehit etmişlerdir. Bu olay gerçekleşene kadar müslümanlarla barış içerisinde Yahudiler artık Medine’de bir daha rahat yüzü görememişlerdir.
Tarihte başörtüsüne uzanan ilk kirli elin sahibi olan Kaynukaoğlulları, bu nedenle Peygamberimiz tarafından -hicretten sonra yaptıkları vatandaşlık anlaşması’nın ilgili maddesine dayanarak- sürgün edildiler. Taberi, İbn-i Sa’d ve İbn-i Hişam’da geçtiğine göre, bu yahudi kabilesinin “silahları toplandıktan sonra Medine’den çıkmalarına izin verildi; Filistin’deki Ezriat şehrine kadar gidip yerleştiler,” [9]
Bugün onların çizgisini sürdürenler ise, kadını soyarak pazarın sıradan bir meta’ı haline getirmeye çalışan kapitalistler ve onların fetvacısı din bilgiçleridir. Kapitalizm, başörtüsünü açgözlü, istifçi, sınırsız büyümeci, kanaatsiz gelişiminin önünde bir engel olarak görmektedir. İnkar edecek değiliz, evet başörtüsü ilerlemeye karşı simgesel bir direniştir; kapitalist büyüme modelinin önünde bir engeldir.
Başında ve kalbinde örtü taşıyanlarda istenen düzeyde hiçbir zaman gerçekleşemeyecek idealler dikte eden, şükür nedir bilmeyen kapitalist büyüme modeli kafirdir/nankördür. Hiç doymaz, fare gibi istifledikçe istifler, hep daha fazlasına gözünü diker. Bu sonsuz büyüme ve gelişme arzusunun önünde barikat olarak gördüğü başörtüsü taşıyanlar, onun sınırsız reklam ve pazarlama sektörü için uygun elemanlar değildir.
Hristiyan kadınlar yüzyılın başında örtülerinden soyutlanmışlardır. [10] Egemenlerin örtüyü sadece kiliselere özgü hale getirme siyaseti, bu sebeple/makine devrimi ile başlayıp çılgınca bir üretimin pazarda yeterince müşteri bulma kaygısı nedeni iledir ve de tesadüfi değildir. Biz bu oyuna gelmemeliyiz. Çünkü hiçbir insan ve cin şeytanının tahrifine güç yetiremeyeceği muhkem bir kitap olan Kur’an’ın Rabbimiz tarafından tahkim edilmiş değerleri vardır, elimizde.
Başörtüsü konusu kapitalizmin pazar arayışlarına ket vurmak ve tüketim kültürünün ahlaki değerlerine aykırı bir duruşu bulunmak bakımından ilginç bir konudur. Dünya üzerinde insanlığın yönetilmesinde hakim paradigma durumunda olan laik tasavvurlar ve seküler telakkiler başörtüsü’ne mesafeli durmak konusunda yerlisiyle yabancısıyla, ulusçusuyla, globali-enternasyonali ile hem fikirdirler. Bu nedenle bu konu belki de Salih (a)’in devesine karşı takınılacak tutumla benzerlikler göstermektedir. Yani kurtulmayı ve helak ile cezalandırılmayı doğurabilecek bir tutum ve tavır.
İşte bu arka plandan dolayı günümüzde başörtüsü konusu Kur’an’a yaklaşımda, onu okuma ve yorumlamada turnusol kağıdı işlevi görmektedir. Tarihselcileri ve tarih üstücülerin konuya yaklaşımlarına baktığımızda bir ortaklıklarının bulunduğunu görmekteyiz. Farklı noktalardan hareket eden bu yorumlama yöntemlerinin verilerine baktığımızda, başörtüsünün bugün hâlen tıpkı namaz gibi bir ibadet ve inanç olduğuna ilişkin hiçbir sarih açıklamaya rastlayamadık. Tam tersine kuşku uyandırıcı, lafı eveleyip geveleyici, sözü döndürüp dolaştırıcı, kelimeleri yerlerinden kaydırmakla sonuçlanabilecek ifadelerle bol bol karşılaştık. [11]
Sözde evrenselciler sözün tabii bağlamını hesaba katmadan Kur’an’ın ilke ve davranış modellerini anlamaya kalktıklarında, onu hem gereksiz olarak genişleyen, hem de bazen keyfi olarak nesh edilen bir kitap haline getirmektedirler. Mesela, tesettürün ana unsurlarından biri olan başörtüsünü, kullandıkları bu yöntem nedeniyle Kur’an’i bir hakikat olmaktan çıkarmaya gayret etmektedirler.
Oysa sahabenin ve ondan sonraki tüm müslüman kuşakların aklına gelmeyen yeni bir yorum, ilahi mesajın içine sokuşturulmaya çalışılmaktadır. Yaşar Nuri Öztürk bu konuda yalnız değildir. Mesela cehennemin ateşini bile sembolik olarak yorumlayan, orayı zalimlerin cezalarını çekecekleri bir yer değil de, tedavi gördükten sonra çıkacakları bir rehabilitasyon merkezi olarak niteleyen Hüseyin Hatemi başörtüsüne de aynı muameleyi yapmaya kalkmıştır. O ve onun gibi diğer tarih üstücüler Kur’an’ın mahfuz lafzına modern yorumlar takdir etme cesaretini kendilerinde bulmalarına sebep olmaktadır. Hâtemî’nin bu bâtınîlik yöntemi ile modern bir sapmanın tipik örneğini Nur suresi 31. ayet üzerinde denemiştir. O, ayette “baş açma yasağının açıkça belirtilmediğini, başörtüsü ile ilgili bir serâhatin Kur’an’da bulunmadığını” [12] söyleyebilme cesaretini bize göre, söz konusu yöntemin verdiği rahatlıktan almaktadır.
Metne çağrışımlarla ve ön yargılarla yepyeni anlamlar giydirme çabası içinde olan geçmiş yüzyıllarda İslam dünyasında yaşamış Batınîler gibi sözde evrenselciler de Kur’an karşısındaki kendi indî konumlarını fazlası ile önemsemişlerdir. Oysa Kur’an metninin tek bir doğru anlamı olabilir; onun grameri ve fiili uygulaması olan Rasulullah’ın sünneti anlamı belirleyen, kısıtlayan, sınırlayan, tahkim eden bir işleve sahipken bu şekilde hareket etmek kabul edilecek bir tutum değildir.
Yorumun sınırlarını, gramerden de önce belirleyecek olan. Kur’an ahlaklıdır. Bu ahlakın temel ilkelerine riayet etmeden yapılan tefsir çabaları, son tahlilde yanlışlarla dolu olacaktır. Çünkü, tağutun adı ile yapılan her anlama ve gündeme getirme gayreti, “Allah’ın adı ile” başlanmayan her iş gibi, Kur’an’ın amacına değil, münafıkların fitne çıkarma sevdasına hizmet edecektir.
—-
[1] İnsanı hakikatsiz bırakmak isteyen şeytan müminleri dış şartlara karsı koruyan tüm örtülerden soymak istemektedir. Dış düşmana karşı mümin kadınların kendilerini koruduğu tesettüre ve başörtüye karşı açılmış savaş bu sebeple insanlık tarihi kadar eskidir. Daha özelde de Allah’a adanmışlıkta ve iffetli olmakta “tanınma illeti”nin tezahürü olan başörtüsünden mümin kadınları mahrum bırakmak “şeytani bir tuzak”tır. Bu tuzağa karşı uyanık olmaya çağıran bazı ayetler için bkz. Araf Sûresi: 7/22-23; Nur: 24/31; Ahzab: 33/59. Araf: 7/27
[2] Öztürk Yaşar Nuri, Kur’an’daki İslam, İstanbul, Aralık-1993, s. 615.
[3] Candan, Fatma – Koç, Hülya; Kur’an Çerçevesinde Kadın, Kasım 93, sayı: 33, s. 37-39.
[4] Öztürk Yaşar Nuri, a.g.e., s. 615.
[5] Öztürk Yaşar Nuri, Kur’an’daki İslam, 37. baskı, İstanbul, 2000, s. 617.
[6] Öztürk Yaşar Nuri, Kur’an’ı Anlamaya Doğru, İstanbul, 1990, s. 226.
[7] Ali İmran: 3/7.
[8] Hamidullah Muhammed, İslam Peygamberi, İstanbul, 1991, c: I. s: 576
[9] Hamidullah Muhammed, a.g.e., c: I. s. 578.
[10] Siyasal iktidarlarla kadınların örtüsü arasındaki bağı yetkin bir şekilde ortaya koyan bir çalışma için bkz. Aktaf Cihan, Kılık Kıyafet İktidar; İstanbul, 1989, s: 35
[11] Tarihselcilik yöntemiyle ve kadın bakış açısıyla Kur’an’ı yorumlamaktan yana açık bir tavır koyan H. Ş. Tuksal hanım bir röportajında başörtüsünü inancının gereğince taşıdığını söylemeye dili bir türlü varmamıştır: “Başörtüsü benim dindarlaşmamın bir sembolüdür; asla siyasal bir sembol olmamıştır. Ben dindarlaşmaya karar verdiğim gün örtünmeye de karar verdim. Yüzde 99′umuz için böyledir. Yani eski hassasiyetlerimizi kaybetmek. Halbu ki sîz tam da bu hassasiyetlerinizle kendi kimliğinizi alternatif bir kimlik olarak kurgulamasınız, ama sizden bunun sembolünü alıyorlar…” Çakır Ruşen, Direniş ve İtaat, Metis yay. İstanbul, 2000, Tuksal ile Röportaj; İslam ve Kadın: İtaatin Meşrulaştırılması, s. 38. Tarih üstücü bakış açısının simgesel ismi Y. N. Öztürk ise “Kur’an’daki İslam” kitabında, bu konuda şöyle demektedir: “Hiçbir tartışmaya imkan bırakmayan nokta, göğsün tamamen kapatılmasıdır. Saçların bütünüyle gorünmeyecek şekilde, kapatılmasını emreden bir ifade yoktur. Cenabı Hak bunu kulunun tercihine bırakmıştır. Her Müslüman bunu, yaşadığı iklim şartlarına ve toplum örfüne göre kendisi belirler. Ve başörtüsünü ona göre seçer” Öztürk Y. Nuri, Kur’an’daki İslam, İstanbul, 1993, s. 615.
[12] Hatemi Hüseyin, Kadının Çıkış Yolu İlahi Hikmette Kadın, III. Baskı İstanbul, s: 252, 263-264.
Fevzi Zülaloğlu, Temel Kaynağımız Kur’an, Ekin Yayınları: 159-165.
paylaş
Paylaş
anektodlar, araştırmalar-tenkidler kategorisinde yayınlandı
Yorum yapın
Etiketler: ahzab 59, araf 23, araf 27, başörtüsü, ekin yayınları, fevzi zulaloğlu, hüseyin hatemi, humur, hımar, kuranda başörtüsü, nur 31, saç, tarihselcilik, Temel Kaynağımız Kur’an, tesettür, tesettür ayetleri, yasar nuri öztürk
KURANI KERİMİN YAZILMASI
Eki 14
Posted by maveranehir
KURANI KERİMİN YAZILMASI
Peygamberimiz hayatta iken Kur’an-ı Kerim’in tamamı yazılmıştı.Ancak kendisi okuma yazma bilmediği için vahiylerin yazılması kâtipleri tarafından icra edilmişti. Kur’an’ın Hz. Muhammed (s.a.s.) döneminde yazıldığına dair Kur’an, hadis ve tarihten pek çok deliller vardır.Biz bu makalede, vahiylerin Mekke ve Medine döneminde iken yazdırılması, vahiylerin yazdırıldığına dair Kur’an, hadis ve tarihi kaynaklardan deliller. Peygamberimizin vahiyleri nasıl yazdırdığı, yazılan vahiylerin Mekke ve Medine’de ne şekilde muhafaza edildiği gibi konulan incelemeye çalıştık.
Giriş:
İslam ve Kur’an tarihinin en önemli meşelerinden birisi Hz. Peygamber (s.a.s.)’e vahyedilmiş olan Kur’an’ın yazıya geçirilmesi hadisesidir. Hz. Peygamber (s.a.s.) yazmayı bilmediğine göre,’ Kur’an’ın onun devrinde nasıl yazıya geçirildiği meselesi her zaman için merak konusu olmuştur. Biz, burada öncelikle Rasûlüllah’a indirilen Kur’an’ın ne zaman ve nasıl yazıya geçirildiğini, daha sonra farklı malzemeler üzerine yazılmış olan vahiy metinlerinin nasıl korunduğunu ve Mekke’den Medine’ye ne şekilde taşındığını ulaşabildiğimiz kaynaklardan elde ettiğimiz rivayetler ışığında değerlendirmeye çalışacağız.
1. Vahiylerin Yazılmaya Başlanması
Rasûlüllah (s.a.s.) zamanında Kur’an-ı Kerim’in ne zaman yazılmaya başlandığı meselesi, Kur’an tarihinin en temel sorunlanndan birisidir. Bu konuda bize ışık tutan ilk somut rivayet, Rasûlüllah’ın risâlet görevine başlamasının ardından, nübüvvetin V. yılında, Hz. Ömer’in kız kardeşinden ve eniştesinden istedikten sonra kendisine sunulan ve üzerinde vahiy yazılı olan Kur’an metinleridir. Hz. Ömer’in Müslüman olmasına da vesile olan bu dokümanlar, Kur’an’ın Mekke döneminin ilk yıllarından itibaren yazılmaya başladığını net bir şekilde ortaya koymaktadır. Kur’an’ın bu dönemde yazıldığını gösteren diğer bir kanıt ise, Hz. Peygamber’in hicretinden birkaç yıl önce vuku’ bulan Akabe Bîat’ında kendisi ile karşılaşan Zuraykoğullarından Rafi’ b. Mâlik ez-Zurakî’ye verdiği ve üzerinde Kur’an yazılı belgelerdir. Semhûdî (ö. 91 l/1505)’nin İbn Zebale’den naklettiğine göre Hz. Peygamber, Rafı’ b. Mâlik ez-Zurakî (ö. 32/652)’ ile Akabe’de” karşılaştığında ona, o güne kadar yani 10 yıllık süre zarfında nazil olan bütün vahiy metinlerini içine alan bir nüsha vermiştir.
Böylece Rafı’ Medine’de kendi mahallesinde inşa ettiği, islam’ın ilk mescidinde bu ayetleri etrafında toplanan insanlara okumaya başlamıştır. Benû Zuraykların Medine’deki bu mescidi îslam tarihinde içinde yüksek sesle Kur’an tilâvet edilen ilk mescit olmuştur.
Mekke’de Hz. Peygamber’e gelen vahiyleri yazan Abdullah b. Sa’d b. Ebî Sarh gibi kâtiplerin varlığı da Kur’an’ın o dönemde yazıldığını gösteren diğer bir dayanaktır. Vahiy kâtipleri hicretten önce kendilerine tevdi edilen görevlerini icra etmeye başlamışlardı. Kur’an, bu dönemde bize sadece sözlü olarak nakledilmeyip yazılı olarak da aktarılmıştır. Dönemi konu alan tarihî kaynaklar Mekke’de o sırada okuma-yazma bilenlerin bulunduğunu zikretmektedirler.Özellikle Varaka b. Nevfel gibi Ibrânîce ve yabancı dillerdeki diğer mukaddes kitapları okumayı bilenlerin yanında, İslam geldiğinde Mekke’de okur-yazar bir topluluk vardı. Bunlar Yahudi, Hıristiyan ve Fars kitaplarına da aşina olmuşlardı. Tarihçiler, Rasûlüllah’a vahiy nazil olduğunda Mekke’de, Kureyş’ten en az 17 kişinin okuma-yazma bildiğini belirtmişler ve bunlar arasında Müslümanlardan Ömer b. Hattâb, Ali b. Ebî Talip, Osman b. Affân, Ebû Ubeyde b. el-Cerrâh ve Talha’yı saymışlardır. Kur’an vahiylerinin Medine’ye hicretten önce Mekke’de yazıldığını gösteren delillerden birisi de, burada nazil olan Furkan suresinin 5. ayeti’” ile Vakıa suresinin “79.” ayetleridir.
Tüm bu delillere rağmen, bazı batılı yazarlar Hz. Ömer’in Müslüman olmasıyla ilgili rivayette kendisine sunulan yazılı belge konusuna şüpheli yaklaşırlar ve vahyin ilk defa yazı ile ne zaman tespit edilmeye başlandığı hususunun bilinmediğini zikrederler. Mesela, İtalyan tarihçi Leon Caetani, Hz. Ömer’in Müslüman olması olayında geçen ve kız kardeşi Fâtıma bint Hattâb’ın evinde bulunan Kur’an’a ait yazılı metinlerin varlığını inkar etmekte ve Mekke döneminde iken vahiylerin yazılmasına önem verilmediğini ve dolayısıyla burada vahiylerin yazılmadığını iddia etmektedir.” Fransız şarkiyatçısı Paul Casanova ve Manchester’li Mingana gibi vahiylerin yazılmasını çok daha ileri tarihe götüren bazı oryantalistlerin de var olduğunu burada belirtmemiz gerekir. Mesela Paul Casanova, Kur’an’m Emevî hükümdarı Abdulmelik’ten önce cem’ edilip resmen çoğaltılmasının gerçekleşmediğini söyleyen ilk kişidir. Casanova’ya göre bu iş, Abdulmelik’in zalim valisi el-Haccâc b. Yûsuf un insiyatifiyle yapılmıştır. Bu görüş, Alphonse Mingana tarafından “The Transmission of The Kur‘an”başlıklı makalesinde kabul edilip daha aynntılı biçimde temellendirilmiştir.
Bize göre Caetani, Casanova ve Mingana’nın görüşleri herhangi bir dayanağı olmayan iddialardan ibarettir. Çünkü vahiylerin daha Mekke dönemindeyken yazıldığını gösteren delillerden en önemlisinin Hz. Ömer’in Müslüman olmasına da vesilen olan yazılı belgeler olduğunu tarihi kaynakların pek çoğu doğrulamaktadır.
Konumuz açısından oldukça önemli olan bu olay,” ilk kaynaklardan İbn İshâk (ö.151/768) ve îbn Hişâm (ö. 218/833)’ın “es-Sîre” adlı eserlerinde geniş bir şekilde ele alınmaktadır. Ancak biz burada, uzun bir şekilde anlatılan rivayetin sadece bizimle ilgili olan bölümlerini zikretmek istiyoruz.
Rivayete göre Hz. Ömer, Peygamberimizi ve bir kısım Müslümanı öldürmek üzere yola koyulur. Yolda Nuaym b. Abdillah ile karşılaşır. Ondan eniştesinin ve kız kardeşinin Müslüman olduğunu öğrenince yolunu değiştirir ve doğruca onların bulunduğu evin yolunu tutar. Kız kardeşinin kapısının önüne gelir ve Müslüman olduğu için ona eziyet etmek ister. O sırada Habbab b. Eret, Hz. Ömer’in kız kardeşinin evinde, ona “Tâhâ” ve “Küvvirat” surelerini okutmaktadır. Kız kardeşi onu görünce bir kötülük yapacağını anlar ve sayfayı saklar. Hz. Ömer kız kardeşine: “Söyle, ne okuyordun? Onu tekrar sana geri vereceğime dair söz veriyorum. Bu hususta herhangi bir müdahalede de bulunmayacağım” der. Kız kardeşi onun, sayfayı görme konusundaki ısrarı üzerine, kendisinden güvence alır ve sayfayı ona verir. Hz. Ömer sayfayı okumaya başlar, Tâhâ suresinin 16. ayetine” ve daha sonra Tekvir suresinin 14.ayetine” kadar okuduktan sonra Müslüman olur.’”
Hz. Ömer’in Müslüman olmasını sağlayan ve kendisine sunulan belgelerde hangi sure ve ayetlerin yer aldığı konusunda kaynaklarımızda farklı bilgilerle karşılaşılmaktadır.Yukarıda zikrettiğimiz rivayete göre, Hz. Ömer’e Müslüman olması esnasında sunulan sureler, Tâhâ suresinin “1-16. ayetleri” ve Tekvir suresinin” 1-14. ayetleridir.”
Bir başka rivayete göre de bu sahifelerde Hadid suresinin “ilk 7 ayeti yer almaktaydı.”Günümüz Kur’an araştırmacılarından İbrahim el-Ebyârî, “Tarihu’l-Kur’ân” adlı eserinde, Hz. Ömer’in kız kardeşinin evinde bir köşede yazılı olarak bulduğu sahifede Hadîd suresinin ilk ayetlerinin, yine aynı yerde bulduğu başka bir sahifede ise, Tâhâ suresinin ilk ayetlerinin yazılı olduğunu söyler. Zürkani’ye göre de bu üç surenin bir veya iki sayfada da yazılı olması muhtemeldir.” Hamîdullah ise, diğer rivayetleri de göz önüne alarak, birden fazla yazılı metin parçasının sunulmuş olabileceği ihtimali üzerinde durmaktadır. Bilindiği üzere, Tekvir ve Tâhâ sureleri Hz. Ömer’in İslam’a girişinden önce indirilmiştir.Hz. Ömer, Müslümanların Habeşistan’a hicretinden” sonra Muhammed (s.a.s.)’in peygamberlik görevine başlamasının V. yılında hicretten 8 yıl önce Müslüman olduğuna göre” Kur’an’ın yazıyla tespitinin bu dönemden önce başlamış olduğu muhakkaktır.
2. Vahiylerin Yazıldığını Gösteren Deliller
Konuyla ilgili İslamî literatür incelendiğinde, Kur’an’ın tamamının Hz. Peygamber döneminde yazıya geçirildiği çok net bir şekilde görülür. Biz burada, Kur’an’ın Hz. Peygamber döneminde yazıldığına dair, Kur’an’da ve hadislerde yer alan delilleri zikredip İslam Tarihi ve Ulûmu’l-Kur’an’la ilgili kaynakların konuya yaklaşımlarını irdelemek istiyoruz.
1. Kur’an’ın Hz. Peygamber döneminde yazıldığına dair Kur’an-ı Kerim’de yer alan delillerden bazıları şunlardır:
a. Kur’an’ın isimlerinden birisi olan ve “yazılmış, yazılan ve okunan” anlamlarına gelen” “el-Kitab” lafzı, bazı ayetlerde zikredilmektedir.” Ayetlerin bazısında ise “Kitap” ve “Kur’an” ismi birlikte geçmektedir. İslam literatüründe kitap denilince Kur’an, Kur’an denilince de kitap anlaşılır. Ancak her iki kelime dikkatli bir şekilde tetkik edilirse, aralarında bazı farklılıkların olduğu da görülür. Burada “Kitab”ın Kur’an’ı da içine alan daha kapsamlı bir kullanım alanına sahip olduğunu belirtmemiz gerekir. Kur’an’a, kitap ve suhuf denilmesinin sebebi onun yazılı olmasından ve kendisini meydana getiren yapraklarından dolayıdır. Burada üzerinde durulması gereken diğer bir husus da şudur: Biz, Kur’an’da geçen bütün kitap lafızlarının Kur’an manasına gelmediğini düşünüyoruz. Çünkü Kur’an bu adı daha henüz vahyin nüzulü tamamlanmadan kullanmaya başlamıştır.
Bu ayetlerde geçen kitap lafzıyla Kur’an’ın tamamının kast edilmiş olması mümkün olamaz. Kanaatimize göre Kur’an’da zikredilen kitap tabiriyle bazen Tevrat, bazen kitabın sahifeleri ve bazen de Kur’an anlaşılmalıdır.
b. Mekke’de inen ilk surelerden Kalem suresinin başında Allah Teâlâ “Kaleme ve yazdıklarına and olsun.”buyurmuştur. Ayrıca Kur’an, ilk inen beş ayetinden birinde “O ki kalemle (yazmayı) öğretti.” buyurarak kalemin ve yazının o dönemdeki önemine işaret etmiş olmaktadır.
c. Tûr suresinin başında yer alan bir ayette “And olsun Tûr Dağına ve yayılmış ince deri üzerine satır satır yazılmış Kitaba.”" buyurulmuştur. Ayette geçen “Tûr”,Süryânîce dağ anlamına gelir. Burada kitap ile kast edilen şey sahifelerdir.”" Bu sahifeler,Hz. Musa’ya verilen Tevrat da olabilir, Hz. Muhammed (s.a.s.)’e verilen Kur’anda. Çünkü Tevrat, Sina’daki bir dağda vahyedildiği gibi Kur’an da Mekke’deki Nur dağında vahyedilmeye başlamıştır.”‘
d. Abese suresinin başında “Hayır olmaz böyle şey, ayetlerimiz bir öğüttür. Dileyen ondan öğüt alır. Ayetler mukaddes sahifelere yazılmışlardır. O’nun katından seçkin ve sadık melekler vasıtasıyla indirilmektedir.”şeklinde geçen ayette, Kur’an’ın sahifelerde yazılı olduğu belirtilmektedir. Taberî’ye göre bu ayette, Levh-i Mahfuz’daki Kur’an’dan söz edilmektedir. Ancak ayette geçen yazıcılardan maksadın Kur’an’ın kâtipleri, kurrâsı ve melekler olabilme ihtimalinden de bahsedilmektedir.”
e. Kur’an’da müşriklerin şöyle bir itirazından söz edilmektedir: “Dediler ki: O evvelkilerin
masallarıdır, onu yazdırmıştır. Bunlar sabah akşam kendisine okunmaktadır”.Buna göre ayet ve sureler önce derleniyor ve sahifelere yazıldıktan sonra insanlara okunuyordu. Nitekim müşrikler de Kur’an’ı bu şekilde tanımlamışlardı. On1ar bu sözleriyle, “Peygamber Kur’an’ı, geçmiştekilerin kitaplarına ve efsanelerine bakarak derleyip yazdırmıştır.” demek istiyorlardı.’”
f. Vakıa suresi 77-79. ayetlerde “O, elbette değerli bir Kur’an’dır, korunmuş bir kitaptadır. Ki ona temizlerden başkası dokunamaz. buyurulmuştur.Ayette geçen kitabın, elimizdeki mushaf veya Levh-i Mahfuz’daki kitap olduğu belirtilmiştir. Taberî’ye göre kitap, semada Allah katında korunmuş olan Kur’an’dır. Ona ancak Allah’ın günahlardan arındırdığı kimseler dokunabilir ki bunlann gökteki melekler olduğu rivayet edilmektedir. Taberî, burada Mecusi, münafık ve müşriklerin de kastedilebileceğini aktarmakta ve bunun temizlenmeyle ilgili olabileceğini de ilave etmektedir.Ancak bazı çağdaş Kur’an tarihi araştırmacılarına göre burada elimizdeki mushaftan bahsedilmektedir. Çünkü son ayette “dokunma” tabiri geçmektedir. Buna göre dokunulacak olan Kur’an’ın bir şey üzerinde yazılı olması gerekir. Zira ne Levhi Mahfuz’daki aslına ne de hafızalardaki ezberlenmiş olan Kur’an’a “dokunma” diye bir şey söz konusu olamaz.”
g. İbn Hacer’e göre Beyyine suresinin ikinci ayeti de Kur’an’ın tamamının Hz.Peygamber döneminde yazıldığını göstermektedir. Bu ayette şöyle buyurulmaktadır:”Allah tarafından gönderilen ve tertemiz sahifeler,okuyan bir elçi…”.” Ayette geçen ‘suhuf” , yaprak anlamına gelen “sahife”kelimesinin çoğuludur.“Sahife”, üzerine yazı yazılan şeye denir. Ayette geçen “kütüb” ifadesiyle sahifelere yazılan ayetler” veya tertemiz sahifeler kastedilmektedir.Söz konusu ayetlere atıfta bulunan araştırmacılara göre bütün bu deliller, zımnen vahyin yazı ile tespit edilmesi gerektiğini bildirmekte ve Kur’an’ın nazil olmaya başlamasından itibaren yazılmış olduğunu açıkça göstermektedir. Buradan da anlıyoruz ki, Hz. Peygamber kendisine gelen vahyin yazılması hususunda titizlik göstermiş ve ayetler daha ilk dönemlerden itibaren yazılmaya başlanmıştır.”
2. Kur’an’ın Hz. Peygamber döneminde yazıldığına dair delillerden bir kısmı da hadis kaynaklarında geçen rivayetlerdir. Vahiyler nazil olmaya başladıktan sonra hem tilavet hem de kitabet yöntemiyle korunarak günümüze kadar gelmiştir. Bu konuda rivayet edilen hadisler oldukça çoktur. Biz konuyu daha derli toplu bir biçimde sunmak için bu hadisleri ravilerine göre ele alıp bunların genel bir değerlendirmesini yapacağız. Fakat bu olayları verirken Mekke ve Medine dönemi diye bir ayırıma gitmeyeceğiz.
1. Zeyd b. Sâbit’in rivayet ettiği hadisler:
a. “Resûlüllah’ın komşusu idim, kendisine vahiy geldiğinde beni çağırır ve gelen vahyi bana yazdırırdı”.
b. “Biz, Peygamber’in huzurunda/yanında Kur’an’ı ruk’alardan” telif ederdik”.Suyûti’nin nakline göre Beyhakî, buradaki teliften maksadın, dağınık olan Kur’an’ın ayet ve surelerini Hz. Peygamber’in işaretiyle onun emrettiği yere koymak olduğunu söyler. Zeyd b. Sâbit’in bu rivayetinde geçen telif etmek ibaresi, o dönemde Kur’an’ın farklı maddelere yazıldığını gösterir.
c. “Ben, Peygamber’e gelen vahiyleri yazardım. Peygamber’e vahiy geldiğinde onu farklı bir durum kaplar, ondan inci gibi şiddetli ter boşanırdı. Onun bu hali geçtiğinde elimde kürek kemiği vb. vahiy malzemesi ile onun huzuruna girer, onun söylediklerini yazardım. Bitirdiğimde vahyin ağırlığından dolayı dizlerim kırılacak gibi olurdu. Bundan dolayı ayaklarımın üzerinde bir daha hiç yürüyemeyeceğimi bile düşünürdüm.Ben yazmayı bitirdiğimde Peygamber ‘oku’ derdi. Ben de okurdum. Şayet bir hata varsa Peygamber onu düzeltir, sonra da bu metinleri halka verirdi”.
d. “Ebû Bekir haber gönderip beni çağırdı ve sen Resûlüllah’ın vahiylerini yazıyordun, Kur’an’ı araştır ve onu topla… dedi”.
Bu rivayetler, vahyin Medine döneminde iken de yazıldığının en açık delillerinden bazılarıdır. Zira Zeyd, Medine’de kâtiplik yaptığına göre onun bu vahiyleri yazması hadisesi Medine’de gerçekleşmiştir.
2. Ebû Hureyre’nin rivayet ettiği hadis:
“Benden Kur’an’dan başka bir şey yazmayın. Benden Kur’an’dan başka bir şey yazan onu imha etsin”.”Hz. Peygamber, Kur’an ile Kur’an’dan olmayan şeylerin karışmamasına özen gösteriyordu.”Sahabenin hadislerle Kur’an’ı karıştırabileceği endişesinden dolayı Mekke döneminin tamamında ve Medine döneminin ilk yıllannda bir süre hadislerin yazılmasına müsaade etmemiştir. Bu da, o dönemde Kur’an’ın yazıldığının göstergesidir.
3. Süfyân’dan nakledilen hadis:
“Düşmanın eline geçer endişesiyle Peygamber, üzerinde Kur’an yazılı belgelerle düşman toprağına gitmemizi yasakladı”. Sahabenin bir harbe veya sefere çıkarken Kur’an yazılı metinleri beraberinde götürmemeleri, Hz. Peygamber’in onların düşmanın eline geçme korkusu nedeniyle düşman toprağına Kur’an’la gidilmesini yasaklamasından kaynaklanıyordu. Hz. Peygamber’in bu yasağından dolayı, Yemâme’de şehit olan kurrâ sahâbîler, Yemâme’ye Hz. Peygamber’in huzurunda yazılan bu metinleri götürmeyip evlerinde saklamışlardı.
Hz. Peygamber’in yazılı metinleri düşman toprağına götürmeyi yasaklaması da vahyin o dönemde yazıldığını gösterir.
4. İbn Abbas’ın rivayet ettiği hadisler:
“Peygamber‘e bir sure nazil olunca, o, bazı kâtiplerini çağırır ve şöyle derdi: Bu sureyi falan konunun bahsedildiği yere koyun”. Benzer bir rivayette, Hz. Peygamber’in kendine bir vahiy geldiğinde kâtiplerinden birini çağırdığı ve ona bir kelime bile olsa kendisine inen vahyi yazmasını emrettiği nakledilmektedir. Konuyla ilgili aktarılan bir rivayete göre Hz. Peygamber’in, Amr b. Hazm’a mektup ( el-kitap ) yazdırdığı ve bu mektubunda Kur’an’a ancak temiz olanların dokunabileceğini bildirdiği nakledilmektedir.” Bu rivayette geçen dokunma tabiri de sadece somut şeyler için kullanılır.Verdiğimiz bu rivayetlerden de açıkça anlaşılmaktadır ki, Hz. Peygamber’in çevresinde kâtipleri vardı ve onlar kendilerine söylenilenleri yazıyorlardı.Kur’an ve hadislerden ortaya koymaya çalıştığımız bu delillerden başka, Kur’an’ın o dönemde yazıldığına örnek teşkil ettiğini düşündüğümüz, Kur’an Tarihi ve îslam Tarihi kaynaklarından derlediğimiz diğer veriler şunlardır:
a. Daha önce zikredildiği üzere, Hz. Ömer’in Müslüman olması hadisesinde kız kardeşinin elinde bulunan sahifeler.”
b. Çağdaş Kur’an tarihi araştırmacılarından biri olan Ebyâıî, Hz. Peygamber vefat ettiğinde Kur’an’ın tümünün onu hıfzeden Müslümanların hafızasında olduğu gibi, farklı malzeme üzerine yazılmış olarak da mevcut olduğunu beyan etmektedir.”
c. Hz. Peygamber ve ashabının tüm gayreti Kur’an’ı bir araya toplamaya yoğunlaşmıştı.Suyûtî (ö. 911/1505), Hz. Peygamber’in vefat etmeden önce Kur’an’ın tümünün yazılı olduğunu ancak bunların bir mushafta veya belli bir yerde toplanmadığını aktarır. O dönemde ashaptan bazılannın elinde Kur’an’ın farklı farklı bölümlerinin mevcut olduğu da nakledilir.’” Ancak bazı sahâbîler tilâveti nesh olunan ayetleri ve “haber-i vahitle” sabit olan sözleri de özel nüshalarına yazmışlardı ki sonraki dönemlerde bu tutum, Kur’an’dan olmayan bazı metinlerin Kur’an’danmış gibi algılanmasına yol açmıştır.
d. Pek çok kaynakta geçen şu rivayet de o dönemde Kur’an’ın yazıldığım gösterir:”Kur’an’m cem’i üç mertebede gerçekleşmiştir. Bunlardan ilki, Hz. Peygamber’in huzurunda yapılan; ikincisi, Hz. Ebû Bekir’in huzurunda yapılan; üçüncüsü de Hz.Osman’ın huzurunda ayet ve surelerin yerlerini belirleme şeklinde yapılan cem’dir”.
Nüzul süreciyle birlikte Kur’an’ın yazımının tamamlanmış olduğunu Kur’an, hadis ve diğer kaynaklardan tespit etmek suretiyle ortaya koymaya çalışan âlimlerin görüşlerini sunmaya çalıştık. Ancak konuyla ilgili literatürde zikredilen bu delillerin hepsi değilse de bazıları Kur’an’ın Hz. Peygamber döneminde yazıldığının açık bir göstergesi olarak kabul edilebilir. Aktardığımız bu rivayetlerden de açıkça anlıyoruz ki Peygamberimiz, kendisine gelen vahyi sadece ezberlemek, tebliğ ve tebyin (açıklamak)etmekle kalmayıp aynı zamanda vahiy kâtiplerine de yazdırmıştır. Tabii ki Peygamberimiz kendisine gelen vahiyleri yazdırırken, düşünmüş olduğu hedeflerinin gerçekleşmesini de planlıyordu. Şimdi de vahiylerin hangi amaca binaen yazıldığı konusu üzerinde durulacaktır.
3. Vahiylerin Yazılmasının Gerekçeleri
Vahiylerin yazılmasıyla ilişkili olarak öncelikle sorulması gereken soru şudur:Acaba Hz. Peygamber vahiyleri hangi sebeplerden dolayı yazdırmaya başlamıştır?Burada, öncelikle Peygamberimizin kendisine gelen vahiyleri yazdırma gerekçesiyle ilgili olarak iki farklı bakış açısının olduğunu belirtmemiz gerekir:Bunlardan birincisine göre, Hz. Peygamber vahyi kendisine verilen ilâhî emirden dolayı yazdırmıştır. Yani vahyi yazdırmasını ona dolaylı olarak da olsa Allah emretmiştir.Buna gerekçe olarak da Alak ve Kalem surelerinin ilk ayetleri gösterilmektedir.
Mesela, Muhammed Hamîdullah, ilk inen vahiylerde beşerî ilimlerin tanınıp bilinmesinde bir vasıta olan ‘kalem’in övüldüğünü ve Hz. Peygamber’in, Kur’an’ın yazıyla tespit edilip muhafazasındaki gayret ve titizliğinin buradan kaynaklandığını açıklar. İkincisine göre ise, bu konuda Hz. Peygamber’e verilmiş herhangi bir emir ve talimat yoktur ve onun peygamberliği de bunu gerektirmez. Bu bakış açısına sahip olanlara göre, Hz. Peygamber vahyi şu iki sebepten dolayı yazdırmış olabilir:
1. Kendisine gelen vahyin korunması,
2. Müslümanların bu yöndeki taleplerinin gerçekleşmesi.
Burada, Müslümanlann söz konusu taleplerini şu gerekçelere dayandırmak mümkündür:
a. Kendilerine uygulanan baskılardan dolayı vahyin yazılmak suretiyle daha kolay korunacağını düşünmüş olmaları,
b. Özel mushaf sahibi olma arzuları,
c. İnen vahyin kenarlarına notlar almak suretiyle daha kolay anlaşılabileceğini tahmin etmeleri,
d. Komşu olduklan Ehl-i Kitab’ın ellerindeki kutsal metinlerden dolayı bu kültürle tanışık olmaları. Buradan da anlaşıldığına göre vahyin yazımı, salt olarak metnin muhafazasına yönelik olmayıp, Müslümanların ihtiyaç ve taleplerinden ortaya çıkan ve sahabenin icmaına dayanan doğal bir gelişmedir.Kanaatimize göre vahyin yazdırılması konusunda her ne kadar direkt olarak ilâhî bir talimat olmasa da, Hz. Peygamber içinde bulunduğu zamanın şartlarından dolayı ve ezberde olanın yazılarak daha iyi korunacağını düşündüğü için kendisine gelen vahiyleri yazdırmış olabilir.
4. Vahiylerin Yazdırılması
Peygamberimiz kendisine inen vahiyleri rivayetlerde belirtildiği üzere anında yazdırıyor muydu, yoksa yine bazı rivayetlerde geçtiği şekliyle nesh olunacak ve değiştirilecek ayetlerin sonuçlanması için bir süre bekliyor muydu? İlgili hadis rivayetlerine ve Kur’an tarihine dair yazılan eserlere baktığımızda bunların çoğunda, Hz.Peygamber’in kendisine gelen vahyi anında yazdırdığı ifade edilmektedir.Ne zaman Kur’an-ı Kerim’den bir parça vahyedilmiş olsa, Hz. Peygamber’in okur-yazar sahâbîlerinden birini çağırdığı, inen vahyi ona yazdırdığı ve yeni vahyin şimdiye kadar toplananların neresine konulacağını bildirdiği aktarılmaktadır.” Buhârî’de küçük farklılıklarla birkaç yerde geçen Bera’ b. Âzib’in naklettiği bir hadiste, Nisa suresinin 95. ayeti inince, Resûlüullah’ın Zeyd b. Sâbit’in çağrılmasını ve beraberinde levha,divit, kürek kemiği getirmesini emrettiği, Hz. Peygamber’in arkasında oturan ibn Ümmü Mektum’un gözleri görmediğinden dolayı kendi durumunun ne olacağını sorunca da ayetin “özür olmaksızın…” ifadesini içeren kısmının indiği kaydedilmektedir.”
Bu konudaki Cebrail’in vahyi getirip kalem kurumadan hemen ayrıldığı şeklindeki açıklamalar da unutulmamalıdır. Kanaatimizce, vahiyler hemen indiği anda değil de mümkün olan en kısa sürede yazdırılmış olmalıdır. Zira inen vahiylerin anında yaz(dır)ıldığını iddia edersek Hz.Peygamber ailesi ile beraber evde tek başına olduğunda, Miraç’ta Rabbi ile beraber bulunduğunda vb. durumlarda yani vahiy kâtiplerinin yanında olması mümkün olmayan zamanlarda kendisine gelen vahiyleri kime yazdırdığı sorusunun cevabını vermekte güçlük çekeceğimiz muhakkaktır.
5. Yazılan Vahiy Malzemelerinin Mekke ve Medine’de Muhafazası
Birbirinden farklı malzemelere yazılan ayetlerin Mekke ve Medine’de nerede muhafaza edildiği meselesi de Kur’an tarihinde aydınlatılması gereken önemli hususlardan birisidir. Kaynakları incelediğimizde, bu konuda Mekke ve Medine diye bir ayırıma gitmeyip, bunlardan bazısının Hz. Peygamber’in evinde muhafaza edildiğinin,bazısının da vahyi yazan kâtiplerce korunduğunun vurgulandığını görürüz.Burada ilk olarak her iki grubun da görüşlerini vermek, daha sonra ise kendi kanaatimizi belirtmek istiyoruz. Görebildiğimiz kadarıyla bu konudaki ilk ve tek bilgi kaynağı h. 243′te vefat etmiş olan Ebû Abdillah el-Hâris ibn Esed el-Muhâsibî’nin “Fehmu’s-Sunne” adlı eserinde yer alan rivayettir. Suyûtî’nin ve ondan naklen Zerkânî’nin de zikrettiği rivayet şu şekildedir: “Kur’an’ın yazılması, sonradan ortaya çıkan bir mesele değildir. Hz. Peygamber onun yazılmasını emretmişti. Fakat Kur’an deri, kürek kemiği, hurma yaprağı vs.üzerine dağınık bir vaziyette yazılmıştı. Hz. Ebû Bekir onun bir yerden başka bir yeretoplanmasını emretti. Bu, üzerine Kur’an yazılı olan varakların dağınık vaziyette Hz. Peygamber’in evinde bulunması anlamındadır. Hz. Ebû Bekir, herhangi bir parçası
kaybolmasın diye onları toplayıp bir iple bağladı”.Muhâsibî’nin sözlerinden direkt olarak bu vahiylerin Hz. Peygamber’in evinde muhafaza edildiği anlayışının ortaya çıkabileceği düşüncesinde değiliz. Biz, Muhâsibî’nin, Kur’an’ın toplanışı hadisesini zihninde canlandırdığını ve bunun nasıl olabileceği konusunda bir tahminde bulunduğunu düşünüyoruz. Çünkü o, Hz. Peygamber’in emriyle yazılan Kur’an’ın yazı malzemesinin dağınık vaziyetteki deri, hurma yaprakları vs. olduğunu belirttikten sonra, zihninde canlandırdığı yazı malzemesinin varak/kâğıt olduğunu beyan etmiştir. Onun ifadelerinden anlaşılan şudur: Hz. Peygamber hayatta iken kağıt, deri vs.’ye yazılmış olan Kur’an metinleri, toplu olarak bir yerde muhafaza edilmeyip farklı yerlerde korunmaktaydı. Hz. Ebû Bekir dağınık olan bu malzemenin toplanıp bir iple bağlanmasını ve bir mushaf haline getirilmesini değil, yazılarak bir yerde toplanmasını emretmişti.Yukarıdaki rivayetten ortaya çıkan sonuç böyle olmasına rağmen, Zerkeşî, Suyûtî,Zerkânî, Subhi Salih, Hamîdullah, Muhammed Saîd Yâsîn,Ramazân el-Bûti, Zencânî, Osman Keskioğlu, İzmirli İsmail Hakkı, Kummî, Rasûl Ca’feryân vb. âlimler vahyin Hz. Peygamber’in evinde muhafaza edildiğini iddia ederler ve bu iddialarına tek dayanak olarak da yukarıdaki rivayeti gösterirler.Bununla birlikte bazı âlimler yazılan bu vahiylerin Hz. Peygamber’in evinde değil de sahâbîler tarafından muhafaza edildiği görüşünü savunmaktadır. Bunlardan bazıları şunlardır:
Yukarıda geçtiği gibi Hamîdullah bazı eserlerinde bu dokümanların Hz. Peygamber’in evinde muhafaza edildiğini söylerken başka bir eserinde de bu metinlerin Hz.Peygamber’in evinde değil de, vahyi yazan kâtipler tarafından korunduğunu zikreder ve şöyle der: “Resmî vahiy kâtipleri tarafından kaydedilip nüshaları çıkarılan ayet metinleri, Rasûlüllah tarafından saklannuş olmayıp vahiyleri yazan kâtipler tarafından muhafaza edilmiş ve kopya edip bunlardan nüsha çıkarmak isteyen kimselerin bu arzularını yerine getirmelerine daima müsaade olunmuştur.
Muhammed Salim Muhaysin de, bu konuda Hamîdullah’ın görüşünü savunarak şöyle der: “Hz. Peygamber döneminde bu malzemeler dağınık halde farklı sahâbîlerin ellerinde bulunmaktaydı. Yani Kur’an’ın hepsi yazılı bir şekilde belirli bir yerde muhafaza edilir değildi”.Derveze de, bunlarla aynı kanaati paylaştığını beyan eder ve Kur’an’ın dağınık parçalar halinde bazı Müslümanların yanında özel gayretlerle korunduğunu söyler.
Zâhid el-Kevserî de, bu metinlerin Sahâbî’nin evinde muhafaza edildiğini açıklar ve “Kur’an Hz. Peygamber zamanında yazılmış; Rasûlün huzurunda yazılan bu parçaları sahâbîler evlerinde saklamışlardır.” der.Buradan anlıyoruz ki, bu metinlerin hepsi değil sadece bir kısmı Hz. Peygamber’in evinde, bir kısmı da vahiy yazan kâtipler tarafından muhafaza edilmiştir. Zira hepsi Hz. Peygamber’in evinde muhafaza edilseydi, pek çok hafızın şehit olduğu Yemâme Savaşı’ndan sonra Hz. Ömer’in Kur’an’ın kaybolacağı konusunda endişeye kapılmasına ve bu konuda Hz. Ebû Bekir’e müracaat etmesine gerek kalmazdı. Ayrıca Kur’an’ın cem edilmesi için Hz. Ebû Bekir’in oluşturduğu komisyonun bu metinleri dikkate almayıp, sahabeden Kur’an ayetlerini toplamaya teşebbüs etmeleri nasıl mümkün olurdu? Diğer taraftan Hz. Ebû Bekir döneminde Kur’an’ı cem etmekle görevlendirilen Zeyd b. Sâbit’in, Hz. Peygamber’in bu tür bir miras bıraktığından bahsettiğini ulaşabildiğimiz kaynakların hiçbirinde görmedik. Belki de Hz. Peygamber için yazılan nüsha Hz. Peygamber’in evinde, sahâbînin ve vahiy kâtiplerinin kendileri için yazdıkları nüshalar da onlann kendi evlerinde muhafaza ediliyordu. Ancak daha önce değinildiği üzere bakabildiğimiz kaynaklarda metinlerin iki nüsha yazıldığına dair herhangi bir bilgi yer almamaktadır.Meselenin ayrıntıları hakkında kaynaklarda güvenilir bir bilgi yer almadığı için,yazılı vahiy metinlerinin Peygamberimizin evinde muhafaza edildiğini söyleyenlerin tek dayanağı Muhâsibî’nin söz konusu rivayetidir. Sahâbîlerin evinde muhafaza edildiğini söyleyenlerin ise hiçbir dayanağı yoktur. Bu açıdan biz de, Hz. Peygamber’in kendisine gelen vahiyleri yazdırdıktan sonra bunların büyük bir kısmını kendi evinde muhafaza ettiği kanaatindeyiz. Bununla beraber sahabenin kendileri için yazmış oldukları vahiy metinlerini kendi evlerinde muhafaza ettiklerini düşünüyoruz. Çünkü sahabe kendileri için oldukça önemli olan o dokümanları titiz bir şekilde korumuş olmalıdır.
Burada konuyla ilgili olan diğer bir mesele de bu malzemenin Mekke’den Medine’ye nasıl aktarıldığı konusudur. Kaynaklarda yer alan bir rivayete göre, Mekke’de bulunan bu malzeme Medine’ye I. ve 11. Akabe Bey’atleri esnasında gelenlere verilmek suretiyle nakledilmiştir. Makalemizin başlangıcında da zikrettiğimiz üzere Semhûdî’nin naklettiği bir rivayete göre, Zuraykoğullarından Rafı’ b. Mâlik ez-Zurakî Akabe’de Hz. Peygamber ile karşılaşır. Peygamberimiz de ona 10 sene süresince nazil olan bütün ayet metinlerini içine alan bir belge verir, böylece Rafı’ Medine’de kendi mahallesinde inşa ettiği, içerisinde Kur’an okunan islam’ın ilk mescidinde bu ayetleri etrafında toplananlara okumuştur. Ancak bu yazı malzemesinin taşınması kolay olan bez, deri vs. olduğu dikkate alınırsa, hicret esnasında her sahabenin kendi malzemesini kolaylıkla taşımış olması da muhtemeldir. Mekke’de yazılan bu belgeler Hz. Peygamber (s.a.s.)’in hicretinden önce I. ve II. Akabe Bey’atlerinde kendisine
bağlılık yemini etmeye gelenlere verilmek suretiyle ve daha sonra da şahsi gayretlerle Medine’ye aktarılmaya çalışılmıştır.
Sonuç:
Kur’an, insanlığın elinde bulunan en sağlam kutsal metindir. Bu güvenilirliğin sağlanmasındaki en önemli unsur, Kur’an’ın kitabet ve tilavet yöntemiyle korunarak günümüze kadar ulaşmış olmasıdır. Bu açıdan bakıldığında, yeryüzünde Müslümanlar kadar inancını Kur’an gibi sağlam bir kaynağa dayandıran başka bir millet yoktur.
Efendimiz ve ashabı, vahyi gelecek nesillere ulaştırmak için ayetlerin yazılmasına son derece özen göstermiştir. Peygamberimiz vahyi tebliğ ve tebyin etmekle kalmamış, aynı zamanda bunları vahiy kâtiplerine yazdırmıştır. Hatta O, Kur’an’la karışabilme ihtimalinden dolayı belli bir süre hadislerin yazılmasını dahi yasaklamıştır.Vahyin yazılmasının sistematik hale gelmesi ve kurumsallaşması ancak Medine döneminde gerçekleşebilmiştir. Bu, Mekke döneminde iken vahiylerin yazılmadığı anlamına gelmez. Zira vahyin Mekke döneminde iken de yazıldığına dair Kur’an, sünnet ve tslam tarihi kaynaklarında yer alan pek çok delil vardır. Tüm bu delillere rağmen batılı bazı araştırmacıların ellerinde herhangi bir delil olmadan Mekke döneminde vahiylerin yazılmadığını söylemeleri oldukça manidar bir durumdur. Vahyin yazdırılması konusunda Kur’an’da direkt olarak ilâhî bir talimatın varlığından
söz etmek oldukça zor gözükmektedir. Ancak bu hususta herhangi bir emir ve talimat olmasa da, Peygamberimiz içinde bulunduğu sosyal ve kültürel şartların bir gereği olarak ezberde olanın yazılmak suretiyle daha iyi korunacağını düşündüğü için vahiylerin yazılmasını gerekli görmüştür.
Nebi (s.a.s.) kendisine indirilen Kur’an’ı iner inmez yazdırmaya gayret etmiştir.Ancak buna imkân bulamadığı bazı durumlarda ise mümkün olan en kısa zamanda vahiyleri yazdırma yoluna gitmiştir.Peygamberimiz tarafından vahiy kâtiplerine yazdırılan bu Kur’an metinleri veya kendilerine ait bir nüsha oluşturmak için sahabenin yazdığı özel Mushaflar, bunları yazan sahabe tarafından muhafaza edilmiş olabileceği gibi bunların bir kısmı Peygamberimizin evinde de korunmuş olabilir. Ancak ne Mekke ne de Medine döneminde bunların muhafaza edildiğini gösteren resmî bir arşivden söz etmek mümkün gözükmemektedir.Yazılan bu Kur’an metinlerinin bir kısmı Akabe Bey’atlerine gelenlere verilmek suretiyle, bir kısmı ise hicret esnasında Medine’ye gidenler vasıtasıyla Mekke’den Medine’ye taşınmış olabilir.
Ziya Şen
DIYANET ÎLMI DERGÎ
CıLT:46 • SAYı: 1 • OCAK – ŞUBAT – MART 2010
paylaş
Paylaş
araştırmalar-tenkidler, kuran hakkında kategorisinde yayınlandı
Yorum yapın
Etiketler: diyanet ilmi dergi, kuran, kuran-ı kerim, KURANI KERİMİN YAZILMASI, kuranın toplanması, mushaf, peygamberimiz, vahiy, vahiy katipleri, vahyin yazılması, zeyd bin sabit, ziya şen
ZÜLKARNEYN’İN KİMLİĞİ
Eyl 28
Posted by maveranehir
ZÜLKARNEYN’İN KİMLİĞİ
(Kehf, 83.ayet izahı..)
“(Ey peygamber!) Bir de sana Zülkarneyn hakkında soru soruyorlar. De ki: ‘Size ondan bir anı okuyacağım. Biz onu yeryüzünde kudret sahibi kıldık ve kendisine her konuda (amacına ulaşabileceği) bir yol verdik.’”[1]
Bu soruyla gayba ilişkin soruların sonuncusuna gelmiş bulunuyoruz. Zülkarneyn’in kimliğine ilişkin bu soru, ilk etapta gaybi bir soru olarak görülmeyebilir. Nitekim Zülkarneyn geçmişte yaşamış tarihsel bir kişiliktir. Fakat tarihin derinliklerinde kalmış olan nice olay ve eserler daha sonra yaşayanlar için birer gayb durumundadır. Bunları izafî gayb kategorisinde ele alabileceğimiz gibi, bir daha bilinmesi insan için hiçbir zaman söz konusu değilse bunlar mutlak gayb kategorisinde bile değerlendirebilir. Biraz sonra göreceğimiz gibi bu soruyu Hz. Peygamber’e soranlar da, onun normal koşullar altında cevaplandırması mümkün olmayan bu soruyu, onun gayb bilgisine ne kadar sahip olduğunu anlamak ve bu şekilde test etmek üzere yöneltmişlerdir.
Zülkarneyn hakkında sorulan bu soru, Kehf suresinde geçmektedir. “Kehf sözlükte “büyük ve geniş mağara” anlamına gelir Bu surede, Zülkarneyn kıssası dışında iki önemli kıssa daha anlatılmaktadır. Sure, “Ashab-ı Kehf kıssasıyla başladığından bu adı almıştır. Bundan sonra “Hz. Musa ve Hızır” hakkında bir kıssa anlatılır. Son olarak ise Zülkarneyn olayı gelir. Sadece Zülkarneyn kıssasının başında “Sana soruyorlar. De ki:” kalıbının bulunması, bunun toplumsal bir talep üzerine geldiğin göstermektedir. Diğerleri toplumsal bir talep olmaksızın gelmiştir. Nitekim Ashab-ı Kehf kıssasının başında yer alan bir ifade de bu görüşü desteklemektedir: “Yoksa sen Kehf ve Rakim sahiplerinin bizim şaşılacak ayetlerimizden bir ayet olduğunu mu sandın?”[2]
Tüm bu ilginç kıssaların yer aldığı Kehf suresi, Mekke döneminin üçüncü aşamasında gelmiştir. Bu aşamada Müslümanlar ile müşrikler arasındaki ilişkiler kaba güç kullanmayı gerektirecek kadar bozulmuştur. İkinci aşamadaki alay ve tehditler, işkence, ekonomik baskı ve kaba kuvvete yerini bırakmıştır. Öyle ki Müslümanların bir kısmı ilk hicret yurdu olan Habeşistan’a göç etmeye başlamışlardır. Geride kalanlar ise muhasara altına alınmıştır. Fakat bu surede anlatılan kıssalar, henüz göç olmadan Müslümanlara psikolojik destek vermek üzere gelmişe benzemektedir. Özellikle Ashab-ı Kehf (Mağarada Uyuyanlar) hikâyesi, geçmişte inananlara nasıl baskılar yapıldığına bir örnek olarak alıntılanmaktadır.
Zülkarneyn ile ilgili anlatılan hikâye başka bir amaç taşımaktadır. Zülkarneyn aslında Arapların zihnini meşgul eden bir konu değildir. Rivayetlere göre bu konudaki soru, müşriklerin Medine’de yaşayan Yahudi hahamlara danıştıktan sonra sormuş oldukları bir sorudur. Rivayete göre müşrikler Hz. Peygambere karşı zorlu sorular sormak ve onu zor durumda bırakmak üzere Medine’ye iki kişilik bir heyet göndermişlerdir. Heyet, Hz. Peygamber’in özelliklerini anlattıktan sonra Yahudi hahamlardan bilgi almışlardır. Hahamlar ise “Ona üç soru sorunuz, eğer cevap verirse peygamberdir; veremezse değildir” şeklinde bir soru paketiyle onları geri göndermişlerdir. Bu sorular şunlardan ibaretti: 1- Mağarada uyuyanlar kimlerdir? 2- Zülkarneyn hakkında ne biliyorsun? 3- Hızır’ın gerçek hikâyesi nedir? Eğer bu rivayet doğru kabul edilirse o zaman Kehf suresinde geçen üç kıssanın da müşriklerin talebi üzerine geldiği kabul edilebilir. Fakat biraz önce de söylediğimiz gibi Kur’an’daki anlatım tarzı, Zülkarneyn kıssası hariç diğerleri hakkında bize bu izlenimi vermemektedir.
Yorumcular Zülkarneyn’in kim olduğu konusunda görüş farklılığına düşmüşlerdir. Kur’an, olayı yer ve zaman vermeden anlatıyor. Kur’an’daki tüm kıssaların ortak noktası budur. Çünkü Kur’an’ın kıssa anlatmaktan maksadı, tarihi bilgiler vermek ya da tarihin herhangi bir olayına ve kesitine ışık tutmak değildir. Bu kıssalar, Kur’an’ın yerleştirmek istediği inanç ve mesajlarda sadece malzeme olarak kullanılmaktadır.
Kur’an’da üç yerde geçen Zülkarneyn, kelime olarak sahip, malik manasına gelen “zu” ile, boynuz, perçem, tepe, zaman, güneş kursunun kenarı, seyyid, reis, sağnak, muasır, küçük dağ, nesil gibi farklı anlamlara gelen “karn” kelimesinden gelen “karnayn”dan teşekkül etmekte ve anlamı da bu ikinci kelime ile kastedilen şeye göre değişmektedir. Bütün bunların yanında Kur’an’daki kullanılışı dikkate alınırsa, vaktiyle arzın şark ve garbına hakim olmuş cihangir anlamına geldiği görülür. Zülkarneyn’in kim olduğu ve ne zaman yaşadığı hakkında zamanla farklı görüşler ileri sürülmüştür (İslâm Ansiklopedisi, 1.997: 13/650). Geleneksel yorumcuların çoğunluğu Zükarneyn’in genellikle Büyük İskender olduğu konusunda ortak bir fikre sahiptirler, fakat çağdaş bazı yorumcular bu görüşü çeşitli açılardan tartışmaya açmışlardır. Mevdûdî’ye göre Kur’an’da anlatılan Zülkarneyn’in özellikleri Büyük İskender’le uyuşmamaktadır. Onun yerine ileri sürülen İran İmparatoru Kisra Haris’in (Hüsrev veya Sayrıs) Zülkarneyn’in profiline daha fazla uyduğuna kanaat getirmektedir (1986: 3/174-175).
Grek kralı İskender’in putperest olduğuna dikkat çeken Seyyid Kutup, Zülkarneyn’in kesinlikle o olmadığını vurgulamaktadır. Mevdûdî’den farklı olarak Seyyid Kutup bir başka tarihsel kişiliği alternatif olarak öne sürmektedir. Büyük astronomi bilgini Ebu Reyhan El-Biruni’nin bir eserine atıfta bulunarak bu kişinin Himyer krallarından İfrikaş oğlu Ebu Bekir olabileceğine dikkat çeker. Çünkü geleneğe göre isimlerinin başına mutlaka “Zi” eki getirirlerdi. Ona bu adın verilmesine sebep, güneşin iki ucuna varmış olmasıdır (9/462). Yani Zülkarneyn dünyanın doğu ve batısında ulaşılabilen en son sınıra varmış ve bu ülkeleri fethetmiştir. Ancak Seyyid Kutup da bu konuda kesin bir şey söylenemeyeceğini ve Kur’an kıssalarının kendi maksatlarına uygun olarak alınması gerektiği hususunda ısrar eder. Zira ona göre tarihi araştırmalarla, ne Kur’an test edilebilir ne de geçmişin derinliklerinde kalmış olan olaylar ve kişiler aydınlatılabilir. Tarih ilmi yeni doğmuş bir bilim dalıdır ve bunun imkanlarıyla artık bizim için gayb hükmünde olan meseleler çözümlenemez.
Muhammed Esed, kadim Orta Doğu kültüründe “boynuz” imajının taşıdığı kudret ve iktidar çağrışımlarına atıfta bulunarak, Zülkarneyn’in tarihi ve menkıbevi bir şahsiyet olmaktan ziyade temsili bir anlam ifade ettiğini söylemektedir. Buna göre Zülkarneyn, “İki Boynuzlu Adam” anlamında iki güç ve iktidar kaynağını, yani, hükümdar kudreti ve itibarını ve Allah’a inanmanın kazandırdığı manevi/ruhani gücü ifade etmektedir (1996: C.2. 602). Zülkarneyn’e yönelik bu tür bir yaklaşım biçimi, onu tarihsel bir kişilik olmaktan çıkarıyor ve evrensel bir anlama kavuşturuyor. Şüphesiz ki bu yorum, Kur’an’ın tarihselliği ve evrenselliği açısından önemli bir noktadır.
Kur’an, müşriklerin sorusuna binaen Zülkarneyn’in kişiliği ve yaptığı işler hakkında genel bir görünüm sunmaktadır. O, doğuya, batıya ve kuzeye doğru fetihler yapmış kudretli bir fatihti. Doğu’dan geldikleri sanılan Ye’cüc ve Me’cuc halkına karşı büyük bir duvar inşa etmiş ve adını tarihe bu duvarla kazdırmış bir kişiydi. Bu halk, rivayetlere göre Tatarlar, Moğollar, Hunlar ya da İskitler’dir. Çin duvarlarıyla bu duvarın alakası bulunmamaktadır. Ayrıca o, Allah’a inanan ve adil bir kral olmalıdır. Tüm bu özellikler, onu tarihteki diğer emsallerinden farklı ve daha büyük kılmış olmalıdır. Tüm büyük tarihi şahsiyetler gibi Zülkarneyn de halk arasında abartıla abartıla efsanevi bir kişilik haline getirilmiştir. Bu efsane, Hz. Peygamber döneminde de -özellikle Ehl-i Kitap arasında- yaşıyordu. Bu nedenle Hz. Peygamber’e bu soru sorulmuş olmalıdır.
Bu sorudan ve bu soruya verilen cevaptan çıkarılması gereken sonuç şudur: Zülkarneyn, tarihsel bir kişilik olmakla birlikte neticede sembolleşmiş bir kişiliktir. Onun şahsında, yeryüzünde fetihler yapan, ama bu fetihleri yaparken ün ve şöhret kazanmak için değil, zayıf halkları baskı ve zulümlerden kurtarmak için yapan adil bir yönetici simgeleştirilmektedir. Tarihsel bağlamına yerleştirildiğinde Mekke aristokratları başta olmak üzere tüm yöneticilere bir mesaj verilmektedir. Dolayısıyla bu mesaj tüm zamanlara verilmiş bir mesajdır, ister soruya bu yönüyle bakalım, isterse bu soruyu, bizim için artık gayb haline gelmiş olan tarihsel gerçekleri aydınlatmak amacıyla aktarılan bir hikâye olarak bakalım, bu soru ve içerdiği cevaplar tarihi aşmaktadır. Daha doğru bir deyimle tarihsel bir olaydan evrensel bir ilke çıkarsanmaktadır. İşin tarihi dekoru, günümüzde işlevsel değildir. Zaten Kur’an, işin tarihi yönüyle ilgilenmemektedir. Zülkarneyn’in Büyük İskender mi, yoksa bir başkası mı olduğu önemli değildir. Nitekim Kur’an, ne bu kıssada ne de diğerlerinde özel yer, tarih ve kişi adları vermeden konuşmaktadır. Öyleyse Kur’an’ın anlattığı kıssalar hakkında, modern anlamda bir tarihçilik yapmak bize yeni bir bilgi kazandırmaz. Bizim için önemli olan bu kıssaların ana fikri ve verdiği evrensel, zaman ve mekanı aşan derslerdir. Konuya bu perspektiften baktığımız zaman Kur’an’ın somut tarihsel olaylarda bile bize nasıl zamanı aşan mesajlar ve ilkeler verdiğini görebiliriz.
Muhammed Esed’in yaptığı yorum da konuyu evrensel bir çerçevede ele almamızı mümkün kılacak niteliktedir. Buna göre iktidarın iki yüzü vardır. Bir yüzü güç ve kudreti temsil etmektedir. Güç ve kudret, tek başına iktidara meşruiyet kazandırmaz. Hatta tek başına güç ve kudret yanlış kullanıldığı zaman iktidar, baskı ve despotizme dönüşür. İktidarı, manipülasyon ve istismardan kurtaracak ve ona meşruiyet sağlayacak olan şey, iktidarın manevi yönüdür. Yani iktidar, ancak adalet ve hukukla meşruiyet kazanır. Bu anlamda Zülkarneyn, meşru otoritenin simgeleşmiş bir ifade biçimi olup, insanlık buna her zaman ihtiyaç duymaktadır.[3]
[1] Kehf: 18/83.
[2] Kehf: 18/9.
[3] Kadir Canatan, Kur’an’da Hz. Peygambere Sorulan 13 Soru, Beyan Yayınları, İstanbul, 2005: 55-60.
paylaş
Paylaş
anektodlar, araştırmalar-tenkidler, kitabımızdan ayetler kategorisinde yayınlandı
Yorum yapın
Etiketler: beyan yayınları, kadir canatan, kehf 83, kehf sures, Kur’an’da Hz. Peygambere Sorulan 13 Soru, peygambere sorulan sorular, ZÜLKARNEYN’İN KİMLİĞİ, zulkarneyn
Kur’an’a deist itirazlar
Eyl 23
Posted by maveranehir
Kur’an’a deist itirazlar (1)
Bundan bir süre önce Taraf yazarı Ayşe Hür, Kur’an’ın tevatüren bugüne kadar bize gelen ‘metni’nin sıhhati konusunda kuşku uyandırıcı iki yazı yazıp “birden fazla Kur’an” olduğunu iddia etti (28 Ağustos-4 Eylül 2011). Konu haklı olarak çeşitli tartışmalara yol açtı. Değerli yazarımız Ali Ünal, Zaman’da güzel bir cevap yazdı (31 Ağustos). Çok sayıda okuyucum benden de konuyla ilgilenmemi talep ediyor.
Belirtmek gerekir ki, yazara cevap verme niyetim yok. Çünkü bir konunun esasıyla ilgili fahiş bilgi yanlışlığı (maddi hata) yapılıyorsa ve bu vahim hataya rağmen yazar hâlâ yazmaya devam ediyorsa alınacak muhatap yoktur. Söylediklerimin havada kalan ‘suçlamalar’ sınıfında ele alınmaması için sadece iki maddi hatayı zikretmekle yetineceğim, o da “vahy kâtipleri”yle ilgili olacaktır.
Kendinden emin bir üslupla “vahy kâtipleri”nin etnik ve dinî kökeni ve sayısıyla ilgili bir uzlaşma olmadığını belirten yazar “İslami kaynaklarda adı en çok tekrarlananlar” olarak şu isimleri sıralamaktadır: “Yunanlı Bel’am, Yaiş, Yemenli Cebr, Yessar, Addas, İman, İranlı Selman, Yahudi Bahura, Verka, Abdullah ibn Selam”.
Bu listede tanıdık iki isim var sadece: Selman-ı Farisi ve Abdullah ibn Selam. Diğerleri ne kaynaklarda geçer ne isimlerini duymuş bir Allah’ın kulu var. Hz. Musa zamanı Mısırı’nda yaşamış bulunan Bel’am’ı, Efendimiz’i küçük çocukken Şam tarafında görmüş Rahip Bahira’yı; Yemenli Cebr, Addas, İman, Verka diye bilinmedik kavram ve isimleri ‘vahy kâtipliği’ne kaydeden bir yazar ciddiye alınır mı? Olsa olsa, bu ardı arkası gelmeyen itirazın nereden kaynaklandığı meselesi üzerinde durulur. Biz de öyle yapacağız.
Yazarın ikinci vahim maddi hatası “kıraat farkı”nı “farklı Kur’anlar”ı çağrıştıracak şekilde ele almasıdır. Kıraat farkı İslami literatürde çok meşhurdur (Bkz. Sıracaddin Öztoprak, Kur’an Kıraati -Kıraat-i aşere-, Beyan Y. İst.) Kıraat farkı hem tefsire, hem fıkhi içtihatlara hem İslam’ın irfan mirasına büyük zenginlik katmıştır. Ancak farklı kıraatlar, İslam inancının ve İslami hükümlerin esasıyla ilgili temel hiçbir farklılık getirmemiştir. Bu da İslam vahyinin mucizevi özelliklerinden biridir. Çünkü bizzat Hz. Peygamber (sas) “Kur’an yedi harf üzere inmiştir” (Müsned, I, 24) buyurmuştur ki, sonraları icma ile temel alınan Kureyş lehçesidir. Burada kıraat (vecih) farkını iki düzeyde düşünmek lazım: Biri farklı tefsir ve içtihatları mümkün kılan kıraat farkı, diğeri lehçe (ağız) farkıdır. Vahyin esasını -itikat, ibadet, ahlak, muamelat ve ukubat- hiçbir şekilde etkilemeyen kıraat farkı İslami mirasın zenginliğidir; lehçe farkı ise ağız farkıdır. Mesela Urfalıların “sana-bana”ya “siye-biye”; Trakyalıların “hayat”a “h” harfini hazfedip “ayat”, “helal”e “elal”; Karadenizlilerin “Dursun”a “Tursun”; Egelilerin “Bakayım”a “Bakem” veya “Dükkân”a “Dukkan”; Mısırlıların “kalb”e “elb”, “cemal”e “gemal” demeleri gibi. Kureyş lehçesi, Türkçede “İstanbul -hatta Kadıköy- Türkçesi”ne tekabül eder. Doğru telaffuz İstanbul Türkçesidir. Ermenistan seferinden sonra telaffuz farkının tehlikelere yol açacağına karar verildiğinde, Kur’an’ın Kureyş lehçesiyle yazılmasına karar verildi ki, bu lehçe üzerine Sünni, Şii, Zeydi, Zahiri, İbadi bütün İslam mezhepleri ve bilginleri icma etmiş bulunmaktadır.
Buna rağmen lehçe farkı eğer iddia edildiği seviyelerde önemli ise bu iddia sahiplerinin bize iki konuda tatmin edici itirazlarda bulunmaları gerekir:
a) Kıraat farkı “birden fazla Kur’an”a mesnet teşkil ediyorsa, bu kıraat farklarının ne gibi temel farklılıklara yol açtıklarını bize somut olarak göstermeleri gerekir. Mesela kıraat farkı, farklı itikadlara, farklı hükümlere mi yol açıyor? Bize hiç değilse bir iki örnek göstermeleri icap eder.
b- Yemame ve Ermenistan seferinden sonra toplanan Kur’an’da eksik veya fazlalıklar varsa, -şaz rivayetler, “kıyle” hükmündeki söylentiler, gulat-ı Şia fırkaları dışında- bunlar da somut olarak ortaya konulmalı.
Belirtmek gerekir ki bu iş üzerinde vargücüyle çalışan Hıristiyan ve oryantalist dünyada henüz böyle bir çalışma yapılmadı.
Kur’an’a deist itirazlar (2)
Geçen yazıda “kıraat farkı”nın dilbilimcilerin, tefsircilerin ve müçtehitlerin Arapçaya mahsus i’rabla ilgili görüş farkından ve Arapçanın değişik lehçe/ağızlarla konuşulmasından kaynaklanıp bunun dinin inanç, amel ve hükümleriyle ilgili herhangi bir değişikliğe mesnet teşkil etmediğine değinmiştik. Bugün zaruretler dolayısıyla “Kur’an’ın toplanması (cem-i Kur’an)” konusunu ele alacağız.
İlk defa H. 12. yılda Yemame Savaşı’yla Kur’an bir araya toplatılmak istendiğinde toplama işi sadece Kur’an’ı ezbere bilenlerin hafızaları esas alınarak yapılmadı. Savaşa katılan 13 bin askerden üç bini Kur’an hafızı idi. Ezberlerinden yararlanmak amacıyla hafızlar cepheden geri çekildiklerinde yolda uğradıkları bir baskında 700′ü şehid düşmüş, geriye 2300 hafız kalmıştı ki bunlar Medine’ye sağ salim varmayı başarmıştı. Bunlardan başka gerek Suyuti’nin (Suyuti, İtkan fi Ulumi’l-Kur’an, 1, 124) ve gerekse Suphi es-Salih’in de açıkça belirttiği gibi (Suphi es-Salih, Kur’an İlimleri, çev. S. Said Şimşek, ty. Konya, s. 56) güvenilir rivayetlerle tam 23 kişi Kur’an hafızı olarak isimleriyle anılmaktadır. 23 kişiyle birlikte 2300 hafızın ismini tek tek yazmak takdir olunur ki herhangi bir kaynağı “kütük defteri”ne çevirir, buna gerek yoktur.
“Kur’an sahabenin hafızasında kalmasın, yazılı metin haline getirilsin” düşüncesiyle Hz. Ebubekir (ra) zamanında toplanan mushafa alınacak her ayet için asgari iki şahit ve ayetin yazılı olması şartı aranmıştır. Suyuti, Hz. Ebubekir’in Hz. Peygamber’in (sas) evinde Kur’an sahifelerini bulduğunu ve bunların bir iple ciltlenmiş olduğunu söylediğini yazar. (Suyuti, age, 1, 73) Bu iki olay, başından beri Kur’an’ın çeşitli nesneler üzerinde yazılı olduğunu göstermektedir. Toplama esnasında iki şahitle gelen her ayet hafızlarca doğrulanmış, bu konuda görüş ayrılığı olmamıştır. (Suphi es-Salih, s. 63) Böylece ilk tam nüsha teşekkül etmiş, önce Hz. Ebubekir’de kalmış, sonra Hz. Ömer (ra) ve ondan sonra kızı Hz. Hafsa’ya (r.anha) intikal etmiştir. Kaldı ki Hz. Peygamber ve ashap her namazda Kur’an’ı Fatiha’dan sonra okur (zamme-i sure) bu yönde Hz. Peygamber tarafından sürekli teşvik yapılırdı. (Daha geniş bilgi için bkz. Hasan Elik, Kur’an’ın Korunmuşluğu Üzerine, s. 68 vd., İst.-2008) Abdullah b. Ömer, Hz. Peygamber’in sahabeler arasında sistemli bir hıfzetme kampanyası yürüttüğünü anlatır. Veda hutbesinde Hz. Peygamber’in yaklaşık 120 bin kişiye hitap ettiği düşünülürse, daha o zaman kaç bin kişinin Kur’an’ı ezberlediği ve namazda okuduğu kolayca tahmin edilebilir.
H. 25′te Ermenistan fethedilirken İslam askerleri arasında çıkan tartışma, “farklı Kur’an”lara değil; okuyuş, lehçe ve şive farkına işaret eder. Hz. Osman (ra) bu farklılıktan doğan sakıncaları bertaraf etmek üzere, yine Zeyd b. Sabit başkanlığında 12 kişilik bir heyet teşkil etti. Yine ilke olarak sureler yazılı olarak toplandı ve hafızlarca doğrulandı. Tevbe Suresi’nin son iki ayetinin tek kişinin tanıklığıyla sadece Huzeyme’de bulunduğu doğrudur. Ancak hafızlar bunlara itiraz etmediği gibi, yıllar önce bizzat Hz. Peygamber’in Huzeyme’yi iki şahit yerine kabul ettiğini herkes biliyordu. Kaldı ki, Hz. Osman zamanında toplanan mushafla daha önce Hz. Ebubekir zamanında toplanan ve Hz. Hafsa’da bulunan mushafla-toplamadan sonra alınıp mukayese edildiğinde, iki nüshanın tam tamına birbirlerine uygun olduğu görüldü. (Prof. Muhammed Hamidullah, Kur’an-ı Kerim Tarihi, çev. M. Mutlu, 1965, İst, s. 48; Ahmet Cevdet Paşa- A. Muhammed ed Dabba, Kur’an Tarihi ve Kur’an Okumanın Edepleri, Trc. A. Osman Yüksel, İst.-1989, s. 25 vd.)
Bu mukayeseden sonra Hz. Osman, Haf-sa’nın nüshasını kendisine iade etti ve Kur’an’ı yedi adet istinsah ederek Maveraünnehir’den Yemen’e kadar belli başlı İslam merkezlerine gönderdi, birisini de kendisinde alıkoydu. (Belazuri, Fütuhu-l Buldan s. 48) Hz. Osman’ın bu ikinci toplamaya başlamadan önce Hafsa’nın nüshasını aldığı iddia edilir, doğru değildir, ikinci toplamanın sonunda Hafsa’dan nüsha alınıp mukayeseye gidilmiştir.
Kur’an’a deist itirazlar (3)
Suyuti, Hz. Osman’ın lehçe farkını ortadan kaldıran resmî nüshaya uymayan parçaların (mushaflar değil) yakılmasını emrettiğini yazar.
Hz. Osman’ın yapmak istediği, Kureyş lehçesini yazılı hale getirmekti. (Taberi, Tefsir 1, 21) Yoksa iddia edildiği gibi “iki resmî nüsha” veya “farklı Kur’anlar”dan birini seçip diğerlerini yakmak değildir, böyle bir şey hiç olmamıştır.
Kuşkusuz marjinal sapkın fırkalar, oryantalistler ve deistler dışında, elimizde mevcut Kur’an ile o günkü Kur’an arasında fark olduğunu iddia eden çıkmamıştır. Bu konuda Sünni ve Şiiler arasında hiçbir görüş ayrılığı yok. Bütün Şii alimleri de Sünni kaynaklarla aynı bilgileri verir ve görüşleri teyid eder. (Bkz. Allame M.H. Tabatabai, İslam’da Kur’an, çev. A. Erdinç, İst.-1988, s. 130 vd.) Yüz yıllardan beri İran ve başka Şii merkezlerde basılan Kur’an nüshaları bizimkilerle aynıdır. Harici-İbadilerin de takip ettiği Sünni ve Şiilerin elindekiyle aynıdır. (Bkz. ‘Osman Taha hattıyla’ Resm-i Osmani-Kur’an-ı Kerim, Umman, 1419-1998 baskısı.)
Ancak ilk zamanlarda bazı insanlar ellerindeki Kur’an parçacıklarını okurken sahife kenarlarına ya Hz. Peygamber’den konuyla ilgili rivayet edilen hadisleri veya kendi tefsirlerini not olarak yazmışlardı. Zaman zaman bu notları metinle karıştıranlar olsa bile, resmî nüshalar her zaman orijinal metni korumaya yetmiştir. Nasıl bugün hatalı hat veya yanlış dizgiyle piyasaya çıkma ihtimaline karşı Diyanet denetleyici rol oynuyorsa, bunun gibi ‘resmî nüshalar’ da tarihte böylesine önemli rol oynamıştır. Bütün bunlar bir arada düşünüldüğünde ve nesilden nesile özenle aktarılan resmî baskılar dikkatle incelendiğinde Kur’an’ın lafzında en ufak bir değişikliğin olmadığı kesin olarak görülür. (M. Hamidullah, Age., s. 55)
Zihinleri bulandıran “farklı Kur’an’lar” iddiası ustaca “nüzul sırasına göre düzenlenmiş sure sıralaması”na dayandırılır. Bu surelerin nüzulüne (hangi sure ne zaman ve hangi sureden önce veya sonra indiği) ilişkin basit ve içerikle ilgili olmayan bir farklılıktır. Surelerin sıra veya yer değiştirmesi Kur’an’da eksiklik-fazlalık veya farklılık doğurmaz, daha uzmanca bir okumayla bize Kur’an’ın tedrici toplumsal değişimde takip ettiği yol haritası hakkında bilgi verir. Üç farklı iniş sırası (Hz. Osman, İbn Abbas ve Cafer es-Sadık) için bkz. Ali Bulaç, Kur’an-ı Kerim’in Türkçe Anlamı, 2011, İstanbul.
Mervan’ın Hz. Hafsa’nın nüshasını yaktırdığı iddiasına gelince. Bunun tarihen kesin olarak vuku bulduğundan emin değiliz. Olmuşsa bile bu olay asıl özgün nüshanın yok olduğu anlamına gelmez. Çünkü Hz. Osman zamanında bu nüsha ile mukayese yapılmış ve ikisi arasında herhangi bir farklılık tespit edilememiştir. Muaviye zamanında yine okuyuş farkına yol açar düşüncesiyle ayetlerin noktalandığı biliniyor. Bu bilgiye yer veren kaynaklar Mervan’ın kendi ağzıyla, noktalanmış mushafları noktasız olan Hafsa nüshasıyla ihtilaflara sebep olur düşüncesiyle o nüshayı yaktırdığını söyler. (S. Es-Salih, Age. s. 631) En çok üzerinde durulan fark, Tevbe Suresi’nin son iki ayetidir (9/128-129); bu iki ayet de Kur’an-ı Kerim’in diğer ayetlerince birkaç yerde desteklenmektedir. Ayetlerin lafız ve üsluplarına dikkatle bakıldığında form açısından hadis, sahabe kavli, kelam-ı kibar, şiir, menkıbe vb. beşeri metinlerden tamamen ayrı olup Kur’an nazmının bütün özelliklerini taşımaktadırlar.
Abdullah İbn Mesud’un son iki sureyi (113-114) Kur’an’dan saymadığı yolunda bazı rivayetler var. Bunlar kesinlik kazanmamış söylentilerin malumat -”bu meyanda iddialar da var, haberiniz olsun”- cinsinden kitaplara dercedilmesinden ibarettir, “recm” ile ilgili sure, keçinin yazılı metin yemesi vb. yalan yanlış söylentiler de böyledir. İbn Mes’ud’a isnat edilen haberler doğru olsa bile, bu onun bu konuda yanıldığını veya sadece bu iki sure başındaki “kul (De ki:)” ifadenin onu yanılttığını gösterir. Tek bir kişinin özel kanaati ne derece tutarlı ve kabule şayan görülebilir ki? Daha geniş bilgi için bkz. (Mevdudi, Tefhimü’l-Kur’an, 1988 baskısı, İst., 7, 310. vd.)
Alıntı-Kaynak
Ali Bulaç
http://maveranehir.wordpress.com/category/arastirmalar-tenkidler/
ALLAH’IN TABİAT OLAYLARINI YÖNLENDİRMESİ *