THE HAYDİ AVRUPAYA
Mir Mahmur Rıza
Bizim Avrupa maceramızın ta 2. Mahmut zamanında başladığı söylenir. O gün bu gündür Avrupalı olmak için var gücümüzle çırpınmışız.
Cumhuriyete kadar bütün hesaplarımız Avrupa denen gavur eline girmek için yapılmış. Giyimimizden yemeğimize, şapkamızdan medeni kanunumuza kadar her bir haltımızı Avrupa'ya endeksli düzenlemişiz.
Daha 2. Mahmut zamanında sarıkları değiştirip fes giyilmesi emir buyurulmuş . Bizim toplumda zaten Avrupalı olmak için dünden hazır ya verilen emri harfiyen yerine getirmeye çalışmış. Fakat bazıları bu fesi anlayamadığından dolayı fesin üstüne bir de sarık sarmışar. Bu değişim kolay değil eski alışkanlıkları bırakmak zor oluyor yani. Dediklerine göre bizim şimdiki imamlarımızın, başındaki, hani Diyanet İşleri Başkanımız da takıyor ya, işte o fes sarık karışımı kavuklar o zamanki kargaşanın eseriymiş.
Cumhuriyete gelinmesiyle birlikte Avrupalı'laşma maceramız daha bir hızlanmış. Her bir şeyimizin özenle oradan getirilmesine çalışılmış. Kanunlarımız İsviçre'den, Almanya'dan getirilip uyarlanmış bizim memlekete. Giyim kuşamlarımız Fransa'dan taklit edilmiş, yemek kültürümüz daha bir değişmiş. Artık öyle Kuru fasulyeye ekmeği bandırıp soğanın cücüğü ile birlikle yemek yok. Şimdi krem şantili rosto yiyeceksiniz. Kırmızı et sevmezseniz beşamel soslu tavuk füme alın. Kırmızı etle beyaz şarap, tavukla beyaz şampanya makbul olur. Öyle yemeğin yanında hoşaf içme, ayran lıkırdatma cahilliğini bırakmak lazımdır.
Sağolsun toplumumuz anlayış göstermiş söylenenleri yapmaya çalışmışlar. Yapmak lazım geldiğini bizzat Atatürk söylememiş miydi? Muasır medeniyet seviyesine başka türlü ulaşmanın yolu yoktur nitekim. Bazen şapkalar ters takılsa da, .smokinin altına şalvar giyilse de, şampanyayı öskürük şurubu zannedip çocuğa içirilse de alışıyorduk bu Avrupalı'laşmaya. Bizim toplum biraz yavaş ilerlese de azimli olduğu belliydi.
Son yıllarda ise başımıza bir Avrupa Topluluğu meselesi çıkardılar. Güya Avrupalı olmamızın tek yolu bu topluluğa giımemizmiş. Eyvallah, ona da girerdik lakin nasıl olduğunu pek çıkaramadık. Eskiden olsa Viyana kapılarından girilirdi bilirdik de şimdi o muhitleri pek çıkaramıyor-duk. Uzmanlarımızı gönderdik nasıl olurmuş bu giriş meselesi öğrensinler diye. Araştırdılar geldiler. Gelmez olaydılar. Ellerinde bir uzun liste, bunları yapmazsak oraya giremezmişiz. Sanki evleniyoruz da kız tarafı istek listesi vermiş. Umutlarımızı hiçbir zaman yitirmedik. Zaten sevgili basınımız ha bire pompalayıp duruyordu bu izdivacı "ve bizim memleket yöneticileri de kara sevdaya kapılmıştı.
Dediler bu izdivacın gerçekleşmesi için her konuda istaıkstiklerinizi yükseltmeniz lazımdın Öyle azbuz bir şey değil bizim istatistikler, barajlarda su yükseltmeye benzemezdi. Oturdular düşündüler eğer bu izdivaç olacaksa bunlara katlanmak lazımdır dedi büyüklerimiz. Eh bizim gibi cahillere de bir .şey demek düşmez "hayıriısıysa olsun"" dedik.
Evvela çok cahildik okuma yazma oranlarımızı yükseltmemiz lazım diye okuma yazma seferberliği başlattık. Analarımız babalarımız taşındılar okula. Bu işi hecele-ye heceleye sökeceklerdi. Akşamları televizyonda da takip ediyordular kursları. Gariban Mehmed dayının "öğretmenim"" deyişine çok güldüler ama o yine de bu zıkkım dili söylemeye azimliydi. Sonunda paşalarımızın gayretiyle okuma yazma oranımızın yükseldiği açıklandı. O gün çocuklar gibi şen olduk, artık biz de kültürlü memleketlerdendik.
Eh Avrupalı olma öyle okumayı sökünce olmuyordu, mesela modern aletler kullanmamız lazımdı. Gümrükler indi mal göründü. Boyuna elektronik eşyalar gelmeye başladı. Bu arada Avrupalı olmanın gereğinden olan ne tür bir halt varsa gelsin dediler. Arabalarımız, buzdolaplarımız, fırınlarımız, çamaşır makinalarımız. televizyonlarımız, kedi köpek mamalarımız, anlayacağınız bu Avrupa'nın yediği, içtiği, giydiği ve kullandığı bütün herşeyi getirttik. Her ne kadar kullanmakta biraz zorlan-dıysak da bu iş şakaya gelmezdi, başarmalıydık. Fırınların kümes yapılması, televizyonların elektrik olmadığından dolayı sehpa yapılması, köpek mamalarının ise öylen yemeğinde yenmesi gibi küçük aksaklıklar bu önemli izdivaca engel değildi. Arabaların atlarla çekilmesi ise takılınmaması gereken bir ayrıntıydı.
Eşyalarımız tamamdı şimdi sıra ekonomik göstergelerdeydi. Birileri Avrupa"dan gelip göstergelerin nasıl olacağını gösterdi. Anladık ki ihracat denen naneyi yapmamız lazım. .'ANAP'lılaı imdadımıza yetişil. Bu ihracatın birde-"hayalisi" olurmuş ondan yapalım dediler. Eh Avrupalı olalım da bu ihracatın hayali olup olmaması önemli değildi. Nasıl olsa bu gavurları ikna edecektik. Birden ihracat patlamaları oldu. Milletçe bu havayi fişek patlamasına benzeyen ihracat patlamalarını alkışlıyorduk. Çünkü ha bire ekonomik, göstergeler yükseliyordu Bu da .Avrupa ila izdivaç demek ti. Bazen bu hayali ihracatın kokusu çıksa da, boyuna mal sattığımız halde cebimize fazla bir şey girmese de muassır medeniyete ulaşmamıza az kalmıştı. Sabır.
Ekonomi de tamamsa başka ne vardı ki. Daha ne yoktu ki demek daha doğru olacaktı. Ehliyet sahihi olanlarımız mesela fazla olması gerekiyormuş. Ya sabır diye buna da tamam dedik. Ehliyet verilmesi teşvik edildi. Hatta bazan "Lütfen ehliyet alın çok iyi bir şeydir. Canım arabanız olmasa da alın bir tane ileride lazım olur. Hem Avrupayla birleşince arabalar çok ucuzlaşacakmış" diye de anonslar yapıldı. Bir ara direksiyonun yerini gösteren herkese ehliyet veriş oılardı.
Sonra kültürel aı.iklanmız başlamalıydı. Milletimiz tek vücut kültürlü olmanın yollarını arıyordu. İlk önce kitap okuma oranımızı yükselttik Kilo kilo kitap aldık. Gazetelerimiz habire Ansiklopedi verdiler. .Allah razı olsun verenlerden, her ne kadar birbirinin aynısını, bazıları eksik falansa da yine de "elinde ansiklopedi bulundurma oranımızı'" tavana vurdurduk. Şükür bu günleri gösterene.
Ku rtulus s a v a s ı n d ak i n e benzer bir moıivasNoıda gidiyordu toplumumuz. Tek sücııı gavret etliyorduk. Dukülenler, arkadan toplaya toplaya bu .■Tupaya gireceklii.. Bazen do'jiidap. bir l'erv;ıl '.LikseriiLİ; "De haydi gurban Avrupalı olmadığ mı daha?" Sabır, metanet, dirayet ve sükunet tavsiye edenlerin bini bir paraydı. Sağolsun basınımız Avrupalı olmamızın artık "farzı ayın" olduğuna, milleti ikna için az uğraşmadı.
Sağolsun paşalarımız dci öbür cenahtan el attılar izdivacımıza. Bir yandan artık uslandıklarını darbe marbe yapmayacaklarını söylüyorlar bir yandan da ordunun modernizasyonunu yapıyorlardı. Ne anlama geliyordu pek çıkara-mıyorduk ama modem bir şey olduğu belliydi. Birden bizim askerler bir garip yürümeye başladılar. Hepsinde böyle bir garip hava vardı.
Sonradan öğrendik ki askerlerin kıyafetleri değişmiş, daha bir modem oluyor diye Amerikanvari üniformalar getirmişler. Askerlere de bu kıyafete uygun yürüyün demişler, havalı yürüyüşün hikmeti oymuş.
Bu kıyafet modasına polislerimiz de uydular. Ne hikmetse onlar da Amerikan modasını tercih ettiler. Eh aklın yolu birdir derler aynı kıyafetin seçiminin hikmeti bu olsa gerek, yoksa Amerikan özentisi falan yoktu ortada. Ayrıca toplumsal olaylarla fazla uğraştıkları için, insan hakları, vatandaşlık hakları, nezaket dersleri falan gördüler. Trafik polislerimiz artık arabalarındaki megafondan "ulan kırmızı murat, kör-müsün lan, kırmızı ışıkta niye geçiyorsun" gibi kaba laflar etmeyeceklerdi. Şimdi Avrupalı polisler gibi nazik ve kibar olacaklardı. Lütfenli, rica ederimli, teşekkür ederimli konuşmalar oluyor artık arabalarda. Her ne kadar "değerli yayalar, lütfen kırmızı ışıkta geçmeyin laaan" gibi kaçaklar olsa da alışkanlıklarımızı bırakmak kolay olmuyor demiştik.
Bir de isimlerimiz biraz antipatikmiş onlara bir çözüm bulmamız lazımmış dediler. Avrupalı'nın ilk gördüğü yerlerden. Havaalanlarından başladık isim değiştirmeye. Esenboğa ismi kızıldcrili şeflerini andırıyor diye "Atatürk"e çevirdik. Batıdaki bütün mağazalarımızın isimleri Avrupalılaşti. Bazen ismin ilk hecesi ingilizce ikinci hecesi Türkçe olan markalar bile konuyordu. Artık çarşılarımız mağazalarımız bir başka olmuştu. Öyle büyük mağazalarımız vardı ki Avrupalılar bile şaşırıyordu. Bu isim değiştirmede biraz fazla ileri gitmiştik galiba. Uçaktan inipte şehre gelen bütün turistler hemen geri dönüyorlardı. Meğer adamlar "bizi kandırdınız, biz İstanbul'a gidiyorduk, siz bizi Avrupa'ya getirdiniz". Demek ki iyi yolda gidiyorduk. Bazen gözü açıklar doğulu hemşehrilerimizi sizi Alamanya'ya "götürüyorum" diye getirip, Nişantaşı'na bırakıyorlarmış ama bunlar ayrıntıydı.
İsim değiştirmeye iyi alışmıştık. Hikmetini bir türlü anlayamadık. Doğudaki bütün köy, mezra isimleri de değiştirildi. Turistlerin oralara pek gittiği yoktu ama galiba ne olur ne olmazdı diye tedbir almıştı büyüklerimiz. Tabi vatandaşlarımızın isimleri de içler açışıydı. Söylenişi bile insana garabet çöktüren isimleri ne yapıp yapıp artık koydurtmamalıy-dık. Nüfus memurlarına bir tebligat gönderilip, artık Mur-taza, Ebuzer, Reşo, Rüknet-tin, Haççe gibi isimleri koymayıp bunun yerine Cansın, Tuçe, Çisil, Toni gibi isimleri koymaya çalışın diye tembih-de bulunuldu. Doğuda bunun pek işlemediği hatta bir iki nüfus memurunun, "bize küfür ediyorsun" diye hakkın rahmetine kavuşturulduğu olduysa da memleketin genelinde bu iş oluyordu.
"Ehh artık di haydi Avrupa'ya" lafları yine yükseldi. Hepbir ağızan sabırlar, az-kaldılar, sırt sıvazlamalar gırla gitti. Şimdi ne kadar sanatsal ve estetik olduğumuzu ispatlamaya gelmişti. Yani Dananın kuyruğu kopmak üzereydi. Habire festivaller düzenlenmeye başlandı. Festivaller öyle Kiraz, Karpuz, Kavun festivaline benzemiyordu. Adam gibi festivallerdi işte. Mesela İstanbul Vakfı Senfoni ve Flormani hayranlarını düşünerek boyuna klasik mü-zük ziyafeti verdiriyordu. Hem de Avrupa'nın en ünlü orkestarlanna. Mozart'ı, Bah'ı, Vivaldi'yi, Shopen'i şöyle doya doya dinledik. Kulaklarımızın pası silindi. En ünlü müzikalleri de bu festivallerde izledik ayrıca. Şu ünlü "Saraydan Kız Ka-.çırma" müzikaline yeni zenginlerden Muhittin Bey "sevaptır, biz de yardım edelim" diye silahlı adamlarıyla birlikte gelmişti neyseki zar zor ikna ettiler, bu kız kaçırma bizimkilere benzemez diye.
Müzikte dev adımlara devam ediyorduk son gazla. Allah'tan Ahmet San diye bir becerikli oğlan vardı. Bu gariban koşturup koşturup bütün mega starları memlekete getirdi. Madonna'dan, Michael Jakson'a, Latoya Jakson'dan Sting'e bilumum ünlü popçular İnönü Stadyumunda endamı beyan ettiler. İşte o zaman Türk gençlerinin de Avrupalı'1ar kadar çılgın olduğu, kendini yırttığını ispatladık.
Hele bir Pavorotti geldi ki esas şovumuzu o zaman yaptık. Adamın poposuna göre tuvalet ayarlayarak sanata ne kadar önem verdiğimizi ispatladık. Pavorotti'yi dinleyen seçkinlerimiz ne kadar etkilendiklerini, duygulandıklarını hatta ağladıklarını söyleyerek sanattan maksimum düzeyde anladığımızı da beyan ettik Avrupalılara.
Müzikte tamam, sıra modada. En hakiki manken Cindy Crawford memlekete gelip mal beyanında bulundu. Hem de ne beyan. Bütün Türk erkeklerimiz mayo defilesinde hop oturup hop kalktılar. Aslında onun estetik yürüyüşüne ve sanatını mükemmel icrasına saygıydı bu kalkış, yoksa başka bir art niyetleri yoklu sanatsal erkeklerimizin.
Her bir halt yaptık vesselam. Artık Doğudan "The haydi Avrupa'ya" diye İngiliz aksanıyla sözler yükseliyordu. İnanılmaz bu değişime bütün disc jokeylerimiz Amerikan aksanlanyla katkıda bulundular. Mobil telefonlar, çağrı cihazları ve en sonunda cep telefonlarımızla modernliğin son perdesini oynadık. İşler tamamdı.
95'in ocağında gümrük birliği ile izdivaca Bismillah diyecektik. Son bir atak olarak uydumuzu da gönderdik uzaya. Daha da yapacak bir halt kalmamıştı. Avrupa topluluğu diye diye "No Enlemce" demez mi? Yani gire-mezmişiz bu Avrupa'ya. Şimdi sorun neymiş? Yok "İnsan Haklarıymış."
Bu sefer dümdüz küfretmenin tam zamanıydı ama güzel sarışın Başbakanımız Paris'e gidip müthiş güzelliğini göstere göstere tamam bunu da kabul ediyoruz. Ama şunu da söylüyoruz eğer bizi Avrupa'ya almazsanız nah şuraya yazıyorum Radikal İslamcılar memleketi teslim alacaklar ona göre" dedi de Avrupalılar biraz yumuşadı. Yumuşayınca da vatandaşlarımız yatıştı. Acilen İnsan Hakları Bakanlığı kuruldu. Her ne kadar içi boşsa da kuruldu işte. Fakat bu Azimet de az yoz değildi. Gelenlere ders mers venneye kalkınca Amerikalı misafirlerimizi kızdırdı. Başbakanımız sağolsun Azimet'in kulağını çekti de herif sustu.
Bütün memleket harala gürele bu Avrupa'ya girmek için ikinci kurtuluş savaşını başlatmıştı. Bütün özverileriyle çalıştılar çabaladılar fedakarlıkta bulundular. Fakat bu izdivaçda Avrupa fazla naz yapınca aşıklar usandılar. Bu sene de hatta iki bin yılına kadar bizi bu Avrupa'ya almayacakları anlaşılınca Doğudan gür bir ses yükseldi: "The hassttirin lo"a
NEHİR MART;95