| 
             Zamanımızda  ehemmiyetle üzerinde durulan önemli meselelerden biri de, demokrasinin  İslâmiyetle bağdaşıp bağdaşmadığı meselesidir.  
            Evvela,  demokrasiyi ele alacağız. Şöyle ki; demokrasi, kendi anayapısını teşkil  eden esaslarına ters düşmeyen her şekle ve anlayışlara açık bir  sistemdir. Yani halk çoğunluğunun tercih ettiği sistem ve anlayışa göre  şekillenir. Halk çoğunluğunun tercihi değiştikçe esaslarını muhafaza  etmek şartiyle o da değişir.  
            Nazariyatta bilinen bu mütehavvil demokrasi, tatbikatta görülen demokrasiden maalesef farklıdır. Nazariyattaki demokrasi, halk egemenliğini gerçekleştiren,  
            
                - 
                
hür seçim,  
                 
                - 
                
hukukun hakimiyeti,  
                 
                - 
                
kanun karşısında müsavat,  
                 
                - 
                
din ve vicdan hürriyetleri,  
                 
                - 
                
fikir, kelam ve neşir hürriyetleri  
                 
             
            gibi temel yapıya dayanır ki bu esaslar demokrasinin anayapısıdır ve değişemez ve değiştirilemez.  
            Bu yazıda daha çok demokrasinin asliyetinden bahsedilecektir. 
            Tatbikatta ise, çok kere kitablarda kalan demokrasi esaslarının zıtları hükmeder. Dolambaçlı yollarla demokrasi adına ideolojik ve şahsî garazların mücadelesi, cemiyet ve siyaseti çıkmazlara sokar. 
            Mezkür  demokrasinin en çok dikkat çeken bir hususiyeti vahye, yani dine  dayanmak veya dayanmamak mecburiyetinin olmamasıdır. Evet, demokrasi  mücerred asliyetiyle renksizdir. Yani, tatbikat öncesinde (esaslarının  dışında) hususiyetler taşımaz. 
            Halbuki  İslâmiyet siyasi iktidar sahibi değilken de prensip ve itikadî  cihetiyle vahye dayanan inancı esas alır. İslâm, vahyin tebliğini ve  hâkimiyetini yani bütün kainata hâkim olan Allah’ın gönderdiği ahkâmın,  beşerin şahsî ve İçtimaî hayatına hükmetmesini ve tebliğ yoluyla bu  hâkimiyete zemin hazırlanmasını ister. 
            
            Demokratik  iktidar ise, vahyi esas almayan bir topluluğa dayanıyorsa, kendini  iktidara getiren bu topluluğu temsil ederek dine dayanmaz. Zira  demokrasinin temel prensiplerinden biri halk hakimiyetidir.  
            Eğer  cemiyette çoğunluk olarak vahyi esas alan yani dine bağlı bir topluluk  mevcutsa, iktidar da bu topluluğun temsilcisi olarak dine dayanan bir  iktidar olur. 
            Bediüzzaman Hazretleri bu hususu hatırlatır mânâda diyor ki: 
             
            «Madem  ki meşrutiyette hâkimiyet millettedir. Mevcudiyet-i milleti göstermek  lâzımdır. Milletimiz de yalnız İslâmiyet'tir. Zira Arab, Türk, Kürd,  Arnavut, Çerkez ve Lazların en kuvvetli ve hakikatlı revabıt ve  milliyetleri, İslâmiyet'ten başka bir şey değildir.» (Hutbe-i Şamiye sh: 93) 
            İşte  Bediüzzaman Hazretleri bu ifadesiyle bir cemiyetin ekseriyeti  müslümansa, İslâm iktidarının yani, İslâm Cumhuriyetinin hâkimiyeti,  kaçınılmaz bir netice olacağını hatırlatır. 
            Tatbikatta  görülen demokrasi adı altındaki siyasî iktidarlar, imkân buldukça  antidemokratik ve dolambaçlı yollara başvurarak ve hür rejimin  esaslarını ihlal ederek, muhalefet partilerine ve bilhassa İslâmiyete ve  müslümanlara tasallut ederler. Maalesef ki bu tasallut, asrın siyaset  dünyasında bir nev’i maharet addedilir olmuştur. 
            Oysa İslâm iktidarı, tecavüz etmeyen gayr-ı müslim bir topluluğa dahi tasallut etmez, sadece tebliğde bulunur. Çünkü  tebliğ, hür rejimlerin reddedemeyeceği en meşru bir yoldur. Hür  rejimlerde fikir ve söz hürriyetine ve tebliğe engel olunamaz. Aksi  halde hür rejimin en mühim esaslarından olan din, vicdan, fikir ,söz ve  neşir hürriyetleri çiğnenmiş olur. 
            Şu halde hür rejimin temel prensiplerinden birisi olan çoğunluk hakimiyeti prensibi,  bir İslâm cemiyetinde halkın kendisini Allah’ın emirlerine uygun olarak  idare etmek istemesi şeklinde ortaya çıkar. Bunun aksini düşünmek  tenakuz olur. Çünkü İslâmiyete bağlı bir milletin, bilerek, Allah’ın  insan hayatındaki hakimiyetinin tahakkukunu sağlayan kanunların ilgasını  isteyeceği düşünülemez. 
            Şu halde İslâm cemiyetinde demokrasi, bir İslâm Cumhuriyeti olarak ortaya çıkar. 
            Yoksa millet çoğunluğunu teşkil eden müslüman  halkın, bilgi yetersizliğini istismar ederek girişilen aldatıcı  propagandalarla, dolambaçlı ve maksatlı yapılan seçim sistemleriyle ve  aşırı müstebit bir dogmatizm mânâsını taşıyan bir kısım prensiplere  peşinen uyma mecburiyeti getiren kayıtlar yoluyla iktidar  olmak, emsalsiz bir antidemokratik hareket olur. Bu yollarla ele  geçirilen iktidar da gayr-ı meşru olup vahşet mânâsını taşır. 
            
            1- Halk çoğunluğunun hakimiyetini sağlayan âdil ve serbest seçim, 
            2- Fert veya zümre hakimiyetini kaldıran hukuk devleti olma prensibi, 
            3- Fikir  ve söz hürriyeti, yani düşünce ve inancını tebliğ, tedris ve neşir  hürriyetleri; zira söz ve yazı ile ifade edilemeyen insanın inanç ve  düşünceleri için hürriyet ve serbestlik kaidesinin varlığından bahsetmek  gereksiz ve mantıksızdır, 
            4- Din ve vicdan hürriyetleri gibi esaslardır. 
            Bu esaslarla beraber; insanlığın lâzımı olan aile müessesesi ve iktisadi hayatın temeli olan hür teşebbüs ve mülkiyet hakkı prensipleri de medeniyet dünyasında değişmez esaslardan olmalıdır. 
            Bu  esasları İslâmiyet en mükemmel şekliyle 1400 sene önce getirmiş  olduğunu insaflı Avrupa fikir adamları dahi itiraf etmişlerdir. 
            Ezcümle,«Külliyet-ül Hukuk Kongresi»nin cem'iyetinde, bütün hukukiyyunun toplandığı o kongrede 1927 senesinde onun reisi feylesof üstad Shebol demiş ki: 
            «Ben  itikad ediyorum ki: Muhammed'in misli, yani sîretinde, tarzında bir  adam şimdiki yeni âleme reis olsa, hükmetse; bu yeni âlemin müşkilâtını  halledip, bu yeni karmakarışık âlemde müsalemet-i umumiyeye ve saadet-i  hayatın husulüne sebeb olacak. Evet, bu yeni âlemin müsalemet ve  saadet-i hayatiyeye ne kadar şedid ihtiyacı var olduğunu herkes anlar! »  (Mektubat sh: 215) 
            «Bugünkü  medenî cem'iyetler, Kur'anın yüksek hakikatlerini, yüksek terakki ve  medeniyet düsturlarını tatbik edebilecek seviyeye henüz  erişememişlerdir. Bu büyük hakikatı meşhur İngiliz mütefekkiri Bernard  Shaw şöyle ifade etmişti: 
            «Demokrasiyi en ileri götüren millet İngilizlerdir. Bunun daha ötesi Müslümanlıktır.» (Nur Çeşmesi sh: 184) 
            
            Yukarıda  bahsedilen prensipler ve hürriyetlerin şekil ve hudutlarının tayininde  beşerî ve semavî ölçülere göre farklılıklar vardır. 
            Bu farklılığın en ciddi ciheti şudur ki: Prensip ve kanunlar,  hak ve adaleti, iyiyi ve faydalıyı koruyan; batılı, zulmü, şer ve  zararı durduran mahiyette olmaları umumî bir kaidedir. Fakat iyinin ve  kötünün tayininde semavî ve beşerî nokta-i nazar ve kıstaslardan hangisi  tercih edilecek? 
            Bu hususta, demokrasiye göre, cemiyet dine bağlı değilse beşerî anlayış, cemiyet dindar ise, semavî kıstaslar hükmedecektir. 
            Mesela  bir İslâm cemiyetinde İslâm hukuku; milli ahlakı bozan ve manevî hukuka  ve değerlere zarar veren durumları önler. Sosyal hayatın tesiri inkâr  edilemez. Mesela açık saçık gezmek hürriyeti isteyen bir kadın, bu  haliyle müslümanların manevî hayatına ve en kudsî varlığı olan uhrevi  saadetine zarar verip manevî hayatına ve hukukuna tecavüz ediyor. Hatta  böyle serbestlikler, bir İslâm cemiyetinin bozulmasına, hatta anarşiye  kadar yol açabilir. 
            Beşerî  nokta-i nazar ise, böyle manevî zararın varlığını düşünmüyor. O halde  müslüman ekseriyetine istinaden kurulan bir İslâm devletinde, bu ve buna  benzer manevî zararların önlenmesi lazımdır. 
            Evet, İslâmî şeair tatbik edilip bu şeaire zıd olan bid’atlar önlenmelidir. 
            Bediüzzaman  Hazretleri ilk kurulan Cumhuriyet Meclisine hitaben yazdığı ve  mebuslara ve kumandanlara dağıttığı on maddelik beyannamesinde bu hususu  ehemmiyetle nazara veren ifadelerinden bazıları aynen şöyledir: 
            «Âlem-i  İslâmı mesrur ettiniz. Muhabbet ve teveccühünü kazandınız; lâkin o  teveccüh ve muhabbetin idamesi, şeair-i İslâmiyeyi iltizam ile olur.  Zira müslümanlar, İslâmiyet hasebiyle sizi severler.» (Tarihçe-i Hayat  sh: 139) 
            «Madem  Şarkı intibaha getirdiniz.. fıtratına muvafık bir cereyan veriniz.  Yoksa sa'yiniz ya hebaen-mensurâ gider veya sathî kalır.» (Tarihçe-i  Hayat sh: 140) 
            «İslâmiyet,  metanetini ve salâbetini sünnet ve cemaatle muhafaza eylediği bir  zamanda, lâubaliyane, Avrupa medeniyet-i habisesinden süzülen bir  cereyan-ı bid'akârâne sinesinde yer tutamaz. Demek Âlem-i İslâm içinde  mühim ve inkılâbvari bir iş görmek; İslâmiyetin desatirine inkıyad ile  olabilir; başka olamaz, hem olmamış, olmuş ise çabuk ölüp sönmüş.»  (Tarihçe-i Hayat sh: 141) 
            «Şu  meclisin şahsiyet-i maneviyesi, sahip olduğu kuvvet cihetiyle, manâ-yı  saltanatı deruhde etmiştir. Eğer şeair-i İslâmiyeyi bizzat imtisâl etmek  ve ettirmekle manâ-yı hilâfeti dahi vekâleten deruhde etmezse, hayat  için dört şeye muhtaç; fakat an'ane-i müstemirre ile günde lâakal beş  defa dine muhtaç olan, şu fıtratı bozulmayan ve lehviyat-ı medeniye ile  ihtiyacat-ı ruhiyesini unutmayan milletin hâcât-ı diniyesini Meclis  tatmin etmezse; bilmecburiye, mânâ-yı hilâfeti tamamen kabul ettiğiniz  isme ve resme ve lâfza verecek; ve o mânâyı idame etmek için, kuvveti  dahi verecek. Halbuki Meclis elinde bulunmayan ve Meclis tarikiyle  olmayan öyle bir kuvvet, inşikak-ı asâya sebebiyet verecektir. İnşikak-ı  asâ ise, وَاعْتَصِمُوا بِحَبْلِ اللَّهِ جَمِيعًا (3/103) Âyetine zıddır.» (Tarihçe-i Hayat sh: 142) 
            «Bilirsiniz  ki; ebedî düşmanlarınız ve zıdlarınız ve hasımlarınız, İslâmın şeâirini  tahrip ediyorlar. Öyle ise zarurî vazifeniz, şeairi ihya ve muhafaza  etmektir. 
            Yoksa  şuursuz olarak, şuurlu düşmana yardımdır. Şeairde tehavün, za'f-ı  milliyeti gösterir. Za'f ise, düşmanı tevkif etmez, teşçi eder.» (Tarihçe-i Hayat sh: 142) 
            Yukarıda anlatılan millî ahlak ve vicdanı bozan yaşayış şekline yapılan bu  şer’i müdahale, halk ekseriyetine dayanan hür rejiminde icabıdır. Her  iki tarafın isteğini icra etmek mümkün değildir. Bu gibi meselelerde  azınlığın isteğini yapmak, ekseriyetin hakkını ve iradesini ilga etmek  demektir. Bu da İslâm’a zıt olduğu gibi aynı zamanda antidemokratiktir. 
            Bir  cemiyet içinde azınlıkta olanlar, başkalarına zarar vermeyecekleri  sahalarda serbest olabilirler, gayr-ı müslimler, başkasına zarar  vermeyen ve vicdan hürriyeti içinde yerini alan fikir ve inançlarında  serbest ve hürdürler. Bir müslüman azınlığın da gayr-ı müslim bir  devlete aynı hak ve hürriyetleri vardır. Yukarıda bahsi geçen uygulamayı  hür rejime aykırı görmek, ekseriyete rağmen azınlığı hâkim kılmayı  istemek demektir. 
            Hür  rejim esaslarına dayanan bir devlet bünyesinde görevli bir devlet  adamı, resmî sıfatıyla millet içindeki fikrî ve dinî cemaatlara karşı  bîtaraftır. Çünkü devlet, milletin bilâtefrik idare merciidir. Devlet  adamı, devlet adamı sıfatıyla bîtaraf kalır ve fikren muhalif olduğu  taraflara da âdil muamele etmesi gerekir. Devlet adamı, vazife  makamında, eğer ideolojisi hesabına tarafgirane hareket ederse, devletin  itibarına zarar verir ve umumi huzurun bozulmasına ve milli, bünyede  gruplaşmaları tahrik ederek tefrikaya yol açar. 
            Bir  memleketin kendi içtimaî hayatındaki müşterek ve umumi ihtiyaçlarını,  iktisadî şartları içinde temin ve icrası için teşkil ettiği hukukî ve  idarî teşkilatı olan devletin sahibi, devleti kuran millettir. Devlet  memuru ve âmirleri, hakkın ve halkın hâdimleri ve maaşlı işçileri  mânasındadır. Bir hadiste buyurulduğu gibi: 
            «سَيِّدُ الْقَوْمِ خَادِمُهُمْ(*) hakikatıyla, memuriyet bir hizmetkârlıktır; bir hâkimiyet ve benlik için tahakküm âleti değil. 
            Bu zamanda terbiye-i İslâmiyenin noksaniyetiyle ve ubudiyetin za'fiyetiyle benlik, enaniyet kuvvet bulmuş. Memuriyeti  hizmetkârlıktan çıkarıp, bir hâkimiyet ve müstebidane bir mertebe  tarzına getirdiğinden; abdestsiz, kıblesiz namaz kılmak gibi, adalet  adalet olmaz, esasıyla da bozulur ve hukuk-u ibad da zîr ü zeber olur. Hukuk-u  ibad, hukukullah hükmüne geçemiyor ki, hak olabilsin; belki nefsanî  haksızlıklara vesile olur.» (Emirdağ Lâhikası-ll sh: 173) 
            (*) el-Mağribî, Câmiu’ş-Şeml, 1:450, Hadis no: 1668; el Aclûnî, Keşfü’l-Hafâ, 2:463 
            İşte  bu hakikat-ı hadisiyeye aykırı olarak ve enaniyetin hâkimiyeti  zevkiyle, bir kısım devlet adamları, milletin şahsî hayatına, kıyafetine  hatta düşünce ve itikadına kadar müdahale etmek istemeleri,  antidemokratik olduğu gibi devletin müdahale sahasını da hayli  genişletmiştir. 
            Halbuki  devletin müdahale sahası, ciddî bir ihtiyaç olmadıkça  genişletilmemelidir. Çünkü genişlerse, ferd hürriyetlerine müdahalesi  artar ve böylece devlet, memuru olduğu milleti rahatsız eder. Halbuki  devletin sahibi millettir.  
            Devletin dahildeki vazife sahası; askerî  teşkilat, adalet müesseseleri, devlet gelirlerine ve gelir kaynaklarına  bakmak ve hastane, yol, muhaberat ve fakirlere yardım hizmetleri gibi  vazifeler çerçevesine kalır ve lüzumu kadar vazife yüklenir. Yoksa  devlet bürokrat durumuna ve giderek aşırı devletçiliğe kayar ve  devletin sahibi olan milletin üstünde mütehakkim bir kadro olarak ortaya  çıkar. Bilhassa harb veya ihtilal hâdiselerinin neticesinde «istibdadat-ı askeriye» ve bir nev’i askerî saltanat şekline döner. 
            
            İslâm hukukunun mer’iyetten kaldırmak esasına dayanan lâiklikle, halk ekseriyetine istinad eden cumhuriyet;  büyük çoğunluğu müslüman olan bir milletin kuracağı devlet bünyesinde  cem’ olamaz, birbirini nakzeder. Zira lâikliğin benimsenmesiyle iman  birleşmiyor. Bu hüküm dinde kesindir. (İslâm Prensipleri Ansiklopedisi 2196. Parağrafına bakınız) 
            Demokrasinin temel prensiplerinden birisi olan halk hâkimiyeti;  bir İslâm cemiyetinde halkın kendisini Allah’ın emirlerine uygun olarak  idare edilmesini istemesi şeklinde ortaya çıkar. Bunun aksini düşünmek  tenakuz olur. Çünkü İslâmiyete bağlı bir milletin Allah’ın insan  hayatındaki, hâkimiyetinin tahakkukunu sağlayan kanunlarının ilgasını  isteyeceği düşünülemez.  
            Amma  dolambaçlı yollarla yani milletin saflıklarından istifade ederek veya  baskılar yoluyla müslüman çoğunluk, inancına aykırı bir yola  sürüklenebilir. 
            Bediüzzaman Hazretleri, Peygamberimizin hakkaniyet delillerini anlatan bahsin bir kısmında diyor ki: 
            «Evet  tehditlerle, korkularla, hilelerle efkâr-ı âmmeyi başka bir mecraya  çevirtmek mümkün olur. Fakat tesiri cüz'îdir, sathîdir, muvakkat olur.  Muhakeme-i akliyeyi az bir zamanda kapatabilir.  
            Amma  irşadıyla kalblerin derinliklerine kadar nüfuz etmek, hissiyatın en  incelerini heyecana getirmek, istidadların inkişafına yol açmak, ahlâk-ı  âliyeyi tesis ve alçak huyları imha ve izale etmek, cevher-i  insaniyetten perdeyi kaldırıp hakikatı teşhir etmek, hürriyet-i kelâma  serbestî vermek, ancak şua-i hakikattan muktebes hârikulâde bir  mu'cizedir.» (İşarat-ül İ’caz sh: 109) 
            Şu  halde hür rejimin, insaniyet ve medeniyetin taraftarı olanlar, zorba ve  şiddet yollarına girmezler. Medenî insanlar, halk çoğunluğunun tasvib  etmediği düşünce ve isteklerini zorba yoluyla kabul ettirmekten ve icra  etmekten çekinirler. Ancak söz anlamayan vahşiler müstesnadır. 
            
            Bilindiği  gibi aristokrasi, ihtisas, dirayet ve liyakat gibi şartlara  dayandığından halkın reyine yer vermez. İktidarı, imtiyazlı azınlığın  hakkı olarak kabul eder. Buna karşılık demokrasi, halk ekseriyetine  dayanır. İslâmiyette ise, şer’î ahkâmla tayin edilmemiş sahalarda teşri’  için, havastan kurulan şura heyeti vasıtasıyla ihtisas, dirayet ve  ahlak cihetlerinden liyakatlı olan mebus namzetlerinin tesbiti yapılır.  Sonra bu şahısları milletin reyine arz eder. Seçilenler vazifeyi deruhte  eder. Böylece İslâm, kendine has ve ulvî meziyetleri yanında hem  aristokrasinin liyakat ve hem de demokrasinin halk iradesinin hâkimiyeti  gibi maslahatlı taraflarını da cem eder. Yani İslâm, hakkın  hakimiyetini esas aldıktan sonra ihtisas ve faziletin ve halkın hakkını  da verir. 
            İçtihat  yapmak salahiyetinde olmayan kişilerden müteşekkil bir heyet dinin  hükmetmediği saha olan mubahatta yani «entüm a’lemu biumuri dünyaküm«  (Sahih-i Müslim, 44. Kitab-ül Fezail 38. Bab) mânâsındaki hadislerin  mânâ çerçevesine giren umur-u dünya hakkında maslahatlara göre kanun  yapabilir. Fakat dinde hükme bağlanmış ve dinin teşri sahasına girip  müctehidlerin yeni içtihadını gerektiren meselelerde ictihad salahiyeti  bulunmayan bir heyet, maslahat anlayışıyla teşri yapamaz.  
            İkinci Meşrutiyet devresinde teşri’ organı hakkında Bediüzzaman’a sorulan bir sual ve cevabı, bu meseleye güzel bir örnektir. 
            «Sual: «Meclis-i Meb’usanda hıristiyanlar, yahudiler vardır. Onların reylerinin şeriatta ne kıymeti vardır: 
            Cevab: Evvela, meşverette  hüküm ekserindir. Ekseriyet ise müslümandır. Altmıştan fazla ulemadır.  Meb’us hürdür. Hiçbir te’sir altında olmamak gerektir. Demek hâkim  İslâmdır. 
            Saniyen:  Saati yapmakta veyahut makinayı işletmekte sanatkâr bir Hoço veya  Berham’ın reyi mu’teberdir. Şeriat reddetmediği gibi, Meclis-i  Meb’usan’daki mesalih-i siyasiye, menafi-i iktisadiye dahi ekseri bu  kabilden olduğundan reddetmemek lâzım gelir. Amma ahkâm ve hukuk ise zaten tebeddül etmez. Tatbikat ve tercihattır ki, meşverete ihtiyaç gösterir. 
            Meb’usların  vazifesi o ahkâm ve hukuku su-i istimal etmemek ve bazı kadı ve  müftülerin hilelerine meydan vermemek için, bazı kanunları yapmak,  etrafına sur etmektir. Aslın tebdiline gitmek olmaz. Gidilse intihardır.» (Asar-ı Bediiye sh: 417) 
            
            Allah’ın sonsuz ilminden gelen dindeki hükümler, sabit olup beşerî müdaheleleri kaldırmaz. Bediüzzaman Hazretleri diyor ki: 
            «Kur'anın  düsturları, kanunları, ezelden geldiğinden ebede gidecektir.  Medeniyetin kanunları gibi ihtiyar olup ölüme mahkûm değildir. Daima  gençtir, kuvvetlidir.»(Sözler sh: 408) 
            Evet,«Şeriat-ı  Garra Kelâm-ı Ezelî'den geldiğinden ebede gidecektir. Zira şecere-i  meyl-ül istikmal-i âlemin dalı olan insandaki meyl-üt terakkinin mahsul  ve semeresi olan istidadın telahuk-u efkârla hasıl olan netaicinin  teşerrüb ve tegaddi ile büyümesi nisbetinde, Şeriat-ı Garra aynen maddî  zîhayat gibi tevessü' ve intibak edeceğinden ezelden gelip ebede  gideceğine bürhan-ı bahirdir.» (Divan-ı Harb-i Örfî sh: 76) 
            Yani  beşer, fünün-ü müsbete denilen kâinat ilimlerinde, teknik keşfiyatta ve  fikrî inkişaflarda ne kadar ilerlerse ilerlesin, Kur’anın bitmez ince  mânâları, istikbale bakan işaretleri, cemiyet hayatının ahvaline bakan  ahkâm-ı ictihadiyesi, beşeriyet alemine gereken dersleri daima verecek  ve irşadatı yapacak ve gayelerini ve hedeflerini gösterecektir. 
            Evet,  Kur’anın mâna câmiiyeti küllîdir, bütün zaman ve mekânları kaplar. Zira  Kur’an, kâinatı yani, alem-i şehadet ve alem-i ebediyi hikmetlerine  göre yaratan zâtın, yarattığı kâinatı, bütün gaye ve hususiyetleriyle  anlatan kelâmıdır. 
            Onun  sözleri, kâinat hakikatlarına, olmuş ve olacak bütün hadisat ve vakiata  tamtamına mutabıktır ve mutabık olacak ve ebede doğru gidecektir. 
            Şeri’atı  inkâr etmek, kâinat hakikatlarını ve onda keşfolunan fıtrat  kanunlarını, yani müsbet fen ve ilimleri inkâr etmek manasını taşır.  Kâinatı, hikmetinin iktizası üzere yaratıp tanzim eden Zâtın gönderdiği  şeri’at, insanı fıtrat kanunlarına uygun istikamet ve selâmet yoluna  sevk eder.Şeri’atı, dinlemeyip muhalefet edenler ise, fıtrat kanunlarına ters düşerler. 
            Bu hakikatı en güzel tarif eden Bediüzzaman Hz., Muhammed (a.s.m.)’ın getirdiği şeri’at hakkında diyor ki: 
            «Öyle bir din ve şeriat göstermiştir ki; iki cihanın saadetini temin edecek desatiri câmi'dir.  Ve câmi' olmakla beraber, kâinatın hakaikını ve vezaifini ve Hâlık-ı  Kâinat'ın esmasını ve sıfâtını, kemal-i hakkaniyetle beyan etmiştir.  
            İşte  o İslâmiyet ve şeriat, öyle bir tarzda muhit ve mükemmeldir ve öyle bir  surette kâinatı kendiyle beraber tarif eder ki, onun mahiyetine dikkat  eden elbette anlar ki; o din, bu güzel kâinatı yapan zâtın, o kâinatı  kendiyle beraber tarif edecek bir beyannamesidir ve bir tarifesidir.  Nasıl ki bir sarayın ustası, o saraya münasib bir tarife yapar. Kendini  vasıflarıyla göstermek için, bir tarife kaleme alır; öyle de: Din ve  şeriat-ı Muhammediyede (A.S.M.) öyle bir ihata, bir ulviyet, bir  hakkaniyet görünüyor ki; kâinatı halk ve tedbir edenin kaleminden  çıktığını gösterir. Ve o kâinatı güzelce tanzim eden kim ise, şu dini  güzelce tanzim eden yine odur. Evet o nizam-ı ekmel, elbette bu nazm-ı  ecmeli ister.» (Mektubat sh: 193) 
            Evet,  Resul-u Ekrem (a.s.m) «İnsanların saadetini temin eden bir şeriat  tutmuştur ki, libasa benzemiyor; cild ve deri gibi yapışık olup,  istidad-ı beşerin inkişafı nisbetinde tevessü' ve inkişaf etmekle,  saadet-i dâreyni intac ve nev'-i beşerin ahvalini tanzim eder.  
            O şeriatın kanunları, kaideleri nereden gelmiş ve nereye kadar devam eder gider diye sorulduğu zaman, yine o şeriat, lisan-ı i'cazıyla cevaben diyecektir ki: Biz Kelâm-ı Ezelî'den ayrıldık, nev'-i beşerin fikriyle beraber ebede kadar devam edip gideceğiz. Fakat nev'-i beşer dünyadan kat'-ı alâka ettikten sonra, biz de sureten teklif  cihetiyle insanlardan ayrılacağız fakat maneviyatımız ve esrarımızla  nev'-i beşerin arkadaşlığına devam edip, onların ruhlarını  gıdalandırarak, onlara delil olmaktan ayrılmayacağız.»(İşarat-ül İ’caz sh: 114) 
            Evet, Muhammed (a.s.m.) «Küre-i zeminden daha büyük bir hakikatı omuzuna almış ve bütün nev'-i beşerin saadetine tekeffül eden bir şeriatı ki: o şeriat, fünun-u hakikiye ve ulûm-u İlahiyenin zübdesi  olarak istidad-ı beşerin nümüvvü derecesinde tevessü' edip iki âlemde  semere vererek ahval-i beşeri güya bir meclis-i vâhid, bir zaman-ı  vâhidin ehli gibi tanzim eden öyle bir adaleti tesis eder.  
            Eğer  o şeriatın nevamisinden sual edersen ki: Nereden geliyorsunuz? Ve  nereye gideceksiniz? Sana şöyle cevab verecekler ki: Biz kelâm-ı  ezelîden gelmişiz. Nev'-i beşerin selâmeti için ebedin yolunda refakat  için ebede gideceğiz. Şu dünya-yı fâniyeyi kestikten sonra, bizim surî  olan irtibatımız kesilirse de; daima maneviyatımız beşerin rehberi ve  gıda-yı ruhanîsidir.» (Muhakemat sh: 137) 
            İşte  yukarıdan buraya kadar kısmen naklolunan parçalarda tarif edilen İslâm  şeri’atı bütün beşeriyete hakikî istikameti göstermekte mümtazdır.  Nitekim Kur’an, (3:19, 73, 83, 85) (5:3) (39:3) gibi âyetler, mezkür  hakikatı nazara verir. Bu şeri’ata hakkıyla bağlı olan İslâm ümmetinin Kur’an (3:110) ve emsali âyetleriyle bütün insanlığa örnek bir ümmet olduğu bildiriliyor. Böyle bir millet İslâmın dışındaki milletleri örnek alamaz, onlarla anlayış ve yaşayış ortaklığına giremez.  
            
            İnsanların  ekserisi nefsani temayüllere sahip oldukları cihetle, böyle bir  ekseriyeti temsil eden ve dine dayanmayan demokrasilerin içtimai  hayattaki neticelerinin müsbet olması ihtimali zayıftır. 
            Madem  demokrasi, halka uyar. Yani temel yapısının dışında kalan sahada halk  çoğunluğunun iradesi geçerlidir. Halkın ekseriyeti eğer sefih hayatı,  medenî hayat deyip benimsiyorsa, kuracağı idare sisteminde de sefahete  hürriyet hakkı verecek ve ona medenî hayat diyecektir. 
            Evet  demokrasi, manevî değerler ve hayat anlayışı gibi ideolojik sahalarda  mütehavvildir. Ancak temel yapısı sabittir ve o esaslara dokundurmaz. Bu  esaslar ise; Hür seçim, hukukun hâkimiyeti, kanun karşısında eşitlik, din ve vicdan, fikir, söz ve neşir hürriyetleri gibi değişmez esaslardır.  
            Siyasi  tarih araştırmacıları, demokrasinin en eski yurdu sayılan eski  Yunan’dan zamanımıza kadar cereyan eden hâdiseleri değerlendirince (her  seferinde muttarid ve kesin olmamakla beraber) umumiyet  itibariyle dine dayanmayan demokratik idarelerin peşini anarşinin takib  ettiğini, anarşinin de yerine kan ve diktatör idarelere bıraktığını  müşahede etmişlerdir. (Parkinson, L’evolution de la Pensée Politigue 1,22; 2,60,211) 
            Cemiyette  ekseriyetçe yaşanan hayat tarzı, çok defa cemiyetin çoğunluğuna tesir  eder ve aşılanır. Bu müessiriyet içtimaî (sosyolojik) bir kanundur. Eğer  cemiyetin hayat tarzı kısmen de olsa nefsani ise, daha çabuk yayılır. 
            Bediüzzaman Hazretleri ahirzaman fitnesine ait bir hadîsi izah ederken der ki: «Müştehiyat ise, nefisler tarafdar olduğundan çabuk sirayet eder.»(Şualar sh: 586) 
            Bozuk  cemiyetlerde fikir yoluyla yapılan müsbet telkin ve tebliğler,  azınlıkta kalan bazı iyi niyetliler için fayda sağlar, fakat mezkûr  kaide ve nokta-i nazara göre, sefih ve nefisperest bir cemiyette  ıslahtan daha çok ifsad ve anarşi artar. 
            Bu sebebledir ki, İslâm hukuku: «Def’-i mefasid celb-i menafiden evladır» kaidesini koymuşlardır. 
            Bu  hakikatı resmi makamlara ehemmiyetle bildiren ve cemiyette mimsiz  medeniyetin yaydığı bid’aları kaldırıp İslâmî şeairin ihyasına dikkat  çeken Bediüzzaman Hazretleri, beyanatının bir kısmında diyor ki: 
            «Evet  hürriyetçilerin ahlâk-ı içtimaiyede ve dinde ve seciye-i milliyede bir  derece lâübalilik göstermeleriyle, yirmi-otuz sene sonra dince, ahlâkça,  namusça şimdiki vaziyeti gösterdiği cihetinden; şimdiki vaziyette de, elli sene sonrabu dindar, namuskâr, kahraman seciyeli milletin nesl-i âtîsi, seciye-i diniye ve ahlâk-ı içtimaiye cihetinde,  ne şekle girecek elbette anlıyorsunuz. Bin seneden beri bu fedakâr  millet, bütün ruh u canıyla Kur'anın hizmetinde emsalsiz kahramanlık  gösterdikleri halde, elli sene sonra o parlak mazisini dehşetli lekedar belki mahvedecek bir kısım nesl-i âtînin  eline elbette Risale-i Nur gibi bir hakikatı verip, o dehşetli sukuttan  kurtarmak en büyük bir vazife-i milliye ve vataniye bildiğimizden; bu  zamanın insanlarını değil, o zamanın insanlarını düşünüyoruz.... 
            Evet  eski terbiye-i İslâmiyeyi alanların yüzde ellisi meydanda varken ve  an'anat-ı milliye ve İslâmiyeye karşı yüzde elli lâkaydlık gösterildiği  halde; elli sene sonra, yüzde doksanı nefs-i emmareye tâbi' olup  millet ve vatanı anarşiliğe sevketmek ihtimalinin düşünülmesi ve o  belaya karşı bir çare taharrisi, yirmi sene evvel beni siyasetten ve bu  asırdaki insanlarla uğraşmaktan kat'iyyen men'etti.» (Emirdağ Lahikası-l  sh: 21) 
            İşte  Bediüzzaman Hz. bu ikazlariyle 1996-1997 ve sonrasında milletin ve  siyasetin çıkmaza sürükleneceğini haber veriyor. Çünkü mezkür yazı  1946-1947’lerde yazıldığından, aynı yazıda dört defa tekrar edilen «50 sene sonra» kaydı 1996-1997 ve sonrasına parmak basar. 
            Görüldüğü gibi halkın nefsani temayülatına hürriyet hakkı veren demokrasilerde netice böyle vahim oluyor. 
            Bediüzzaman  Hazretleri, müslüman bir cemiyet hayatından dini ayırmanın helâkete  sebeb olacağını anlatan ve lâik anlayışa meyili olan Jön Türk’lere hitab  eden yarı manzum yazısında da diyor ki: 
            «Din ile Hayat Kabil-i Tefrik  
            Olduğunu Zannedenler Felâkete Sebebdirler 
            Şu jön-türkün hatası; bilmedi o bizdeki din hayatın esası. Millet ve İslâmiyet ayrı ayrı zannetti. 
            Medeniyet müstemir, müstevli vehmeyledi. Saadet-i hayatı içinde görüyordu. Şimdi zaman gösterdi, 
            Medeniyet sistemi (Haşiye) bozuktu, hem muzırdı; tecrübe-i kat'iyye bize bunu gösterdi. 
            Din hayatın hayatı, hem nuru, hem esası. İhya-yı din ile olur şu milletin ihyası. İslâm bunu anladı... 
            Başka  dinin aksine, dinimize temessük derecesi nisbeten milletin terakkisi.  İhmali nisbetinde idi milletin tedennisi. Tarihî bir hakikat, ondan  olmuş tenâsi...» (Sözler sh: 716) 
            (HAŞİYE) Tam bir işaret-i gaybiyedir. Sekeratta olan dinsiz zalim medeniyete bakıyor. 
            Bununla  beraber Bediüzzaman Hazretleri geleceğe ümitle bakar ve beşeriyetin  sulh-u umumi dairesinde bir saadetli hayata kavuşacağını da müjdeler. 
            Bediüzzaman Hazretleri bu müjdelerinin birinde şöyle der: 
            «Eski  zamanda İslâmiyet'in terakkisi, düşmanın taassubunu parçalamak ve  inadını kırmak ve tecavüzatını def'etmek, silâh ile kılınç ile olmuş.  İstikbalde silâh, kılınç yerine hakikî medeniyet ve maddî terakki ve hak  ve hakkaniyetin manevî kılınçları düşmanları mağlub edip dağıtacak.» (Hutbe-i Şamiye sh: 35) 
            «İnşâallah  istikbaldeki İslâmiyet'in kuvveti ile medeniyetin mehasini galebe  edecek, zemin yüzünü pisliklerden temizleyecek, sulh-u umumîyi de temin  edecek.» (Hutbe-i Şamiye sh: 36) 
            Mezkür  nakillerde görüldüğü üzere, Kur’an en yüksek medeniyeti, yani farklı  anlayışlara veya dinlere bağlı olup maddî ve manevî tecavüzkârlık  yapmayan milletlerin, sulh içinde yaşamalarını temin eden umumî  düsturları bünyesinde toplamıştır. 
            Bediüzzaman Hazretlerinin bir mahkeme müdafaasında bu hükmü teyid eden şu beyanları dikkat çekicidir: 
            «Malûmdur ki, her hükûmette muhalifler bulunur. Asayişe,  emniyete dokunmamak şartiyle, hiç kimse vicdaniyle, kalbiyle kabul  ettiği bir fikirden, bir metoddan dolayı mes'ul olmaz. Bu hukukî bir mütearifedir. 
            Dininde  çok mutaassıb ve cebbar bir hükûmet olan İngilizlerin yüz sene  hâkimiyetleri altında bulunan yüz milyondan ziyade Müslümanlar,  İngilizlerin küfür rejimlerini kabul etmeyip Kur'an ile reddettikleri  halde, İngiliz mahkemeleri, şimdiye kadar onlara o cihetten ilişmedi. 
            Burada  ve bütün İslâm hükûmetlerinde eskiden beri Yahudiler, Nasraniler tâbi  oldukları memleketin dinine, kudsî rejimine muhalif, zıd ve mu'teriz  bulundukları halde o hükûmetler hiçbir zaman kanunlarla onlara o  cihetten ilişmediler. 
            Hazret-i  Ömer, hilâfeti zamanında, âdi bir hıristiyan ile mahkemede birlikte  muhakeme olundular. Halbuki o hıristiyan, İslâm hükûmetinin mukaddes  rejimlerine, dinlerine, kanunlara muhalif iken, mahkemede, onun o hali  nazara alınmaması açıkça gösterir ki adalet müessesesi hiçbir cereyana kapılmaz, hiçbir tarafgirliğe kaymaz. Bu, din ve vicdan hürriyetinin bir ana umdesidir ki; komünist olmıyan Şarkta, Garbda, bütün dünya adalet müesseselerinde câri ve hâkimdir.» (Tarihçe-i Hayat sh: 651) 
            Bediüzzaman Hz. hürriyeti şöyle tarif eder: 
            «Hürriyet budur ki:  
            Kanun-u adalet ve te'dibden başka, hiç kimse kimseye tahakküm etmesin.  
            Herkesin hukuku mahfuz kalsın, herkes harekât-ı meşruasında şahane serbest olsun. 
            لاَيَجْعَلْ بَعْضُكُمْ بَعْضًا أَرْبَابًا مِنْ دُونِاللَّهِ 
            nehyinin sırrına mazhar olsun.» (Münazarat sh: 21) 
            «Rabıta-i iman ile Sultan-ı Kâinat'a hizmetkâr olan adam,  
            
                - 
                
başkasına  tezellül ile tenezzül etmeye ve başkasının tahakküm ve istibdadı altına  girmeye, o adamın izzet ve şehamet-i imaniyesi bırakmadığı gibi;  
                 
                - 
                
başkasının hürriyet ve hukukuna tecavüz etmeyi dahi o adamın şefkat-i imaniyesi bırakmaz.  
                 
             
            Evet  bir padişahın doğru bir hizmetkârı, bir çobanın tahakkümüne tenezzül  etmez. Bir bîçareye tahakküme dahi, o hizmetkâr tenezzül etmez.  
            Demek iman ne kadar mükemmel olursa, o derece hürriyet parlar. İşte Asr-ı Saadet...» (Münazarat sh: 23) 
            «İmandan gelen hürriyet-i şer'iye, iki esası emreder: 
            Yani: İman bunu iktiza ediyor ki;  
            
            Allah'a  hakikî abd olan, başkalara abd olamaz. Birbirinizi -Allah'tan başka-  kendinize Rab yapmayınız!... Yani Allah'ı tanımayan; her şeye, herkese  nisbetine göre bir rububiyet tevehhüm eder, başına musallat eder.»  (Hutbe-i Şamiye sh: 61) 
            
            Çok  az bir miktar nakledilen mezkûr parçalardan anlaşılıyor ki; İslâmiyetin  getirdiği hakiki hürriyet, insanlığı huzura kavuşturacak ve ona yakışır  hakiki kemalatı kazandıracaktır. Hem İslâmiyet vahşi olmayan bütün  milletleri umumi bir sulh dairesinde yaşatabilecektir. 
             
             
             
            Kaynak: 
            http://www.ittihad.com.tr/index.php?option=com_content&task=view&id=131&Itemid=30 
             
             |