|
|
|
Modernlesme ve Islamlasma |
|
|
Modernleşme ve İslâmlaşma
MÜMTAZ'ER TÜRKÖNE
Roma împaratorluğu'nun yıkılışından bu yana, Batılı ve Doğulu toplumların tarihi, iki farklı mecrada gelişti. Taassub Dönemi veya Karanlık Çağlar adı verilen dönem (Avrupa merkezli tarihçiliğin bütün dünyaya teşmil etmesine rağmen) sadece Batı tarihinin bir dönemiydi. İslâm Medeni-yeti'nin parlak dönemleri, Batı'nın cehalet ve kargaşa içinde yaşadığı tarih kesiti ile çakışır. 16. asırda yaşayan bir müslüman, Batı'ya küçümseme, hatta iğrenme ile bakardı. Farklı yaşanan tarihlerin, Modern çağlardan önceki son safhası, büyük ölçüde Osmanlı Devleti'nden ibarettir. Osmanlılar, kurdukları büyük imparatorlukla, haklı bir üstünlük duygusuna sahiptiler. Kendilerini, âlemin efendisi olarak görmekteydiler. Klasik dönemde Osmanlı topraklarını gezen batılı seyyahlar, müşahede ettikleri bu güçlü duyguyu aktarırlar. Bu dönemde, doğuş sürecinde olan Batı'da, bu duyguyu sarsacak dinî, siyasi hatta ekonomik bir güç bulunmamaktadır. XVI. asır ortalarına kadar, Hıristiyan Avrupa'nın asıl gövdesi olan Katolik dünyası, Kanuni'nin gücü karşısında yokol-ma tehlikesiyle karşı karşıya idi. Askerî tutumlarına bakarak, Osmanlıların da bu yokoluşu mukadder gördükleri anlaşılabilir.
Modernlik ve Modernleşme:
Kökleri Rönesans'da bulunan yepyeni bir vakıa, 18. asırdan itibaren dünyanın merkezini Batı'ya kaydırdı. Bu vakıaya modernlik (modernite) adını veriyoruz. Modern Batı'nın kurulmasıyla birlikte, Avrupa dışında kalan toplumların girdiği tarih süreci, Avrupa'nın doğrudan veya dolaylı etkileri altında şekillendi. Avrupa'nın dünyanın merkezinde belirleyici ve sürükleyici bir güç olarak yerini almasıyla Batı dışı toplumlarda gözlenen değişmeye de modernleşme adını veriyoruz.
Batı bir kere modern evrenini oluşturduktan sonra, Doğulu toplumların modernleşmesi, modernliğin geçtiği evreleri yaşayarak olmamıştır. Doğu toplumlannın yaşadıkları süreç, herşeyden önce Modern Avrupa'nın köşe başlarını tuttuğu, sömürü ağını kurduğu, siyasî ve kültürel hegemonyasını pekiştirdiği bir dünyada sıkıntılı ve sancılı bir süreç olmuştur. Modernleşme, Batı dışı toplumların, kendilerine ait olmayan bir tarihi yaşamaya başlamalarıdır.
Modernleşen toplumların yaşadıkları macera da, birbirinin aynı olmamıştır. Tarihî tecrübeleri, Ba-tı'dan gelen etkilerin kanalları, gücü; siyasî coğrafyaları bu macerayı her toplum için farklı hale getirmiştir. islâm toplumlarının modernleşmesi, diğer toplumların modernleşmesine göre birbirine benzerlik gösterir, ama hiç bir zaman özdeş değildir. Bugün yaşayan farklı Islâmî kültürler, farklı karakter ve yapılar büyük ölçüde modernleşme süreçlerindeki farklılığının ürünüdür.
Türk modernleşmesi adını verebileceğimiz, bizim yaşadığımız modernleşme sürecini, diğer müslüman toplumlardan ayıran temel fark, hiç bir yerde benzeri görülmediği şekilde, bizde modernleşmenin hayatî bir mesele haline gelmesidir. Osmanlı toplumu için modernleşmek, bir hayat-memat meselesi idi; Osmanlı devleti, bir devlet olarak yaşayabilmek için modernleşmek zorundaydı. Türk modernleşmesinin kendine has bir seyir izlemesi ve değişik alanlarda ifrata düşmesinin sebebi budur. Bu zarureti ve sonuçlarını askerî alanda girişilen modernleşme hamleleriyle tasvir edebiliriz.
Osmanlıların askerî alandaki mağlubiyetlerinin sebebi, askerî teknoloji alanındaki gerilikten kaynaklanmıyordu. Osmanlı ordularının zaafı özellikle askerî eğitim, disiplin ve yeni savaş taktikleri alanındaydı. Ağır muhasara topları, süvarisi ve piyadesi ile Osmanlı savaş makinası, yeni savaş düzeni karşısında etkisini kaybetmişti. Saf tutarak savaşan ve katı bir disiplin altında aldıkları komuta göre yer değiştiren düzenli birlikler, ferdî kahramanlık yerine takım çalışmasını gerektiriyordu. Yeni sistem, ateş gücü yüksek, düzenli bir askerî birliğin, saat düzeni içinde işlemesine dayanıyor
"Düzenli bir askerî birlik" ihtiyacı, bugün bize çözümü basit bir mesele gibi gelebilir. Osmanlıların, bu ihtiyacı kısa zamanda gördükleri ve tedbir almaya giriştikleri açıktır. Ama bu mesele o kadar büyük bir mesele idi ki, çözümü çok geniş kapsamlı bir modernleşme hamlesine bağlıydı. Osmanlı maliyesi zor durumdaydı; Avrupa'nın hem ham hem de mamul maddelerinin değeri yükselirken, Osmanlı parasının değeri düşüyordu. "Düzenli askerî birlik" her şeyden önce malî bir mesele idi. Mevcut savaş makinası, yeniçeriler Osmanlı siyasal kültürünün derinlerine kök salmış devasa bir kurumdu. Bu askerî yapıyı değiştirmek, buna dayalı menfaatleri ve oluşmuş sosyal dengeleri alt-üst etmek demekti. Bürokraside, idarî yapıda, yeni askerî sisteme uygun değişiklikler yapılması gerekiyordu. Özetlemeye çalıştığım bu tablo; gerekli görülen "Düzenli askerî birlik" ihtiyacının ne kadar geniş kapsamlı bir reform programını zarurî kıldığını gösterir. Son ve en önemli nokta askerî eğitim alanıdır. Batılı usûllere göre eğitim veren askerî okulların kurulması, kısa zamanda Osmanlı entelijensiyasını bir bütün olarak Batı kültürü ile aracısız karşı karşıya bıraktı. Askerî okullar, Batı kültürüne ulaşan en önemli aracı, Batı dillerini öğretiyorlar ve "fen" başlığıyla verdiği derslerle, farklı bir dünyanın kapılarını açıyorlardı
Modernleşmenin "hayatî" vasfı, Cumhuriyetin kurulmasına kadar devam etmiştir. Osmanlı ricalinin giriştiği reform hamleleri; başta müslim-gayri müslim eşitliğinin tesisi olmak üzere, laik kanunlaştırmalar, laik idarî düzenlemeler, eğitim alanındaki reformlar, batmakta olan "devlet gemisi"ni kurtarmak için girişilmiş çabalardı. Osmanlı tarihinin, Avrupa'ya yaslanarak yaşama siyasetinin getirdiği özel şartlarda düşünüldüğü zaman, bu çabalann hepsinin son derece zarurî ve tutarlı oldukları görülür. Laikliğin Türk toplumuna girdiği kanal da budur. Osmanlı modernleşme hamlelerinin ve şer'î hükümlerin çiğnenmesi anlamına gelen laik düzenlemelerin, ulema tarafından ciddî bir tepkiyle karşılanmaması, hatta tecviz edilmesi "hayatî" şartlarla açıklanabilir. Nitekim gayrimüslimlere eşitlik verilmesini, Şeyhülislâm "ızdırar" haliyle meşrulaştırmıştır.
"İslâm"ın Modernleşmesi:
Modernleşme tek yanlı bir süreç değildir; yani her alanıyla Ba-tı'ya doğru akan bir süreç değildir. Modernleşme ile Modernliği birbirinden ayırmamızın sebebi de budur. Batı'dan gelen modern araçlar, kurumlar ve düşünceler çoğu zaman geleneksel ve yerli kurumlara, düşüncelere yeni bir atılım gücü kazandırırlar. 19. yüzyılda, modernleşmenin girmesi ile müslüman toplumlarda îslâmiyetin kazandığı güçlü konum, başka faktörlerin yanında modernleşmenin ürünüdür. Modernleşmenin yol açtığı canlanmanın ilk alanı, matbaanın yaygınlaşması ve mektepler yoluyla İslâm kültürünün yeni bir atılım gücü kazanmasıdır.
19. yüzyılın başlarında matbaacılık alanındaki gelişmeler, doğrudan tslâmî kültürde bir canlanmaya yol açmıştır. 1860'h yıllara gelene kadar matbaanın bastığı, Batı'dan tercüme tek bir kitap bile yoktur. Basılan kitapların tamamı Doğu ve islâm klasikleridir. Bu dönemde bir çok Arapça ve Farsça klasik eser tercüme edilerek matbaa yoluyla çoğaltılmış; böylelikle ilk defa tslâmî kaynaklar geniş bir okuyucu kesimine ulaşmıştır. Bu kitapların basılmasını zorlayan bir faktör de eğitimin yaygınlaşmasıdır. Modern mekteplerin ders kitabı ihtiyacını karşılamak için klasik eserlere müracaat edilmiş, böylelikle klasik îslâmî bilgiler ilk defa medrese dışına taşarak, ulemanın tekelinden çıkmıştır. Matbaanın ve mekteplerin oluşturduğu atmosferden daha önemlisi, yine 1860'lı yıllarda gazetenin fikir ve kültür hayatının başat unsuru haline gelmesidir. Gazetenin îslâmî kültüre getirdiği canlılığın devasa boyutlara ulaştığına işaret etmekle yetiniyoruz.
Modern iletişimin kapsayı-cılığı ile müslümanlar küçülen dünyada kendi kimliklerini aramaya girişince, müracaat ettikleri tek kapı islâmiyet olmuştur. Modern iletişim, milletin doğuşunu zorlamaktadır. Müslüman toplumlar, modernleşmenin kendi sosyal ve siyasal yapılarını tahrip ettiğini gördükçe ve Batı ile eşitsiz bir ilişkinin tarafı oldukça bu kimlik ihtiyacı acili-yet kazanmış ve soruların cevabı Islâmiyette bulunmuştur. Modern milletin karşılığı olarak müslüman toplumlarda gelişen milliyetçilik, münhasıran islâm milliyetçiliği olmuştur, islâm milleti fikri, klasik "ümmet" fikrine göndermede bulunmasına rağmen modern zamanların ortaya çıkarttığı bir fikirdir.
Müslümanlar, Batı'nın ezici üstünlüğü ile karşı karşıya kaldıkları zaman; askerî, siyasî, ekonomik ve kültürel alanda kendilerini geri bir konumda gördükleri zaman, islâmiyet onlara güçlü bir mevzi kazandırmıştır. Bu mevzi, Islâmiyetin ekmel din olduğu inancıdır. Müslümanlar kendilerini sadece ve sadece bu alanda güçlü hissetmişler ve Batı'nın ilerleyişine ancak bu alanda karşı koyabilmişlerdir. Batı'nın ilerleyişi karşısında, diğer dünya dinlerinin müslümanlar kadar dirençli olamaması, bu mevzinin önemini gösterir
Modernleşmenin yol açtığı önemli bir canlanma alanı, müslümanların, Batılı kurumların etkisiyle içine düştükleri meşruiyet krizi ve bu krizle yaygın îslâmî uygulamaları sorgulamaya başlamalarıdır. "Halkın rızası"na dayalı Batılı demokratik kurumlar, müslüman aydınların ufkunda bir emsal olarak belirince, müslümanlar, kendi siyasal sistemlerinin meşruiyetini sorgulamaya giriştiler, ilk anda, çarpıcı bir şekilde geleneklerle ve fiilî durumlarla karışmış ve mutlakiyetçi bir monarşiye dönüşmüş siyasal sistemlerinin, îslâmî olmadığını farkettiler. Peşinden, bu hakkıyla istifade eden müslümanlar özellikle entel-lektüel alanlarda giriştikleri olağanüstü çabalarla, bu düşkün dönemi, siyasî ve askerî alanlarda karşılaştıkları mağlubiyetlere rağmen başarıyla atlatmışlardır.
Modernleşme ve Yeniden İslâmlaşma:
îmam Şafiî'nin "icmaMnın imkânına itiraz ederken ileri sürdüğü gerekçelerden biri şudur: "Memleketlerin birbirinden ayrı oluşu ve fakihlerin birbiriyle buluşamayışı." îmam Şafiî haklı olarak, yaşadığı yüzyılda büyümüş olan İslâm coğrafyasında, fakihlerin birbirinden habersiz farklı içtihadlarda bulunabileceğini, bu farklı içtihadların ümmetin inanç ve itikad bütünlüğünü bozabileceğini, bu yüzden icma-ın imkansız olduğunu söylemektedir. Bu gerekçenin, bugün hükmü kalmamıştır. Modern zamanların ürünü olan yenilikler, itikad ve amelle bütünleşmiş Klasik islâm'ın bir çok hükmü üzerinde, yeni çözümleri zorlamaktadır. Kıymetli madenlere dayalı para sisteminin, itibarî değere sahip kağıt para sistemine yerini bırakması ile, Faiz'in yapısal bir değişikliğe uğraması gibi. Bunlardan en çarpıcı olanı, modern zamanların (modern zamanların iletişiminin ürünü olan millet fikrinin ve bu fikre dayalı millî hakimiyet tezinin) "halk hakimiyeti" prensibine dayalı temsilî demokrasinin, 19- yüzyıldan geriye gidildiği zaman ne Doğu'da ne Batı'da karşılıklarının bulun maması ve müslümanların bu sorunsal karşısında yeni çözümler üretmek zorunda olmalarıdır.-
Yeniden islâmlaşma olgusu, bugün modernleşmenin negatif süreçleri ile yakından bağlantılıdır. Hayatın bütün alanlarında büyük iddialarla meydana çıkan modernlik, 'Batı'da farklı bir şekilde kendini gösterdiği gibi) modernleşen toplumlarda, bir çok sahada başarısız kalmış, doğurduğu sosyal ihtiyaçları karşılayamamıştır. Modernleşmenin yarattığı ama dolduramadığı boşluk, modernleşmenin karşılayamadığı insanî ihtiyaçlar, bugün islâmiyet tarafından doldurulmaktadır. Modern hayatın karmaşası, insanın artan ihtiyaçları, Islâmiyetin nüfuz edebildiği geniş bir alan açmaktadır.
Bu olgunun Islâmiyeti totelleştiren, ideolojiye dönüştüren islamcılıkla bağlantısı doğrudan değil, dolaylıdır. Batılı ideolojiler gibi, tslâmi-yete her sorunun cevabının bulunduğu bir ideoloji gözüyle bakan, Islâmiyetten eylem planı çıkartan islamcılar, paradoksal şekilde islâmlaşmanın uzağına düşmektedir. Var olduğu varsayılan cevapların çoğu mevcut birikimde yoktur. Islâ-miyet, modernleşmenin açtığı boşluğu potansiyel olarak doldurmaktadır, ancak modernleşme ile ortaya çıkan insani ve sosyal ihtiyaçların potansiyel cevapları yeni cevaplar olacak ve müslüman aydınlar tarafından üretilecektir.
Müslümanların bugün sahip oldukları idrak, farkında olsunlar veya olmasınlar 150 yıldır yaşanan modernleşmenin belirlediği varlık biçiminin ürünüdür. Geliştirdikleri veya geliştirecekleri cevaplar da bu varlık biçiminin ürünü olacaktır.
Alıntı, KAYNAK
BİLGİ VE HİKMET, KIŞ/1993-1
s.71-73
|
|
|
|
|
|