Siyasal İslam’ın Türkiye macerası
Neo-liberalizmle birlikte sosyal devletin tasfiye süreci ister istemez alternatif sosyal adalet mekanizmalarının yaratılmasını gerekli kılmıştır. Bu bağlamda yerel yönetimler ve STK’lar ile birlikte meşru örgütlenmeler haline gelen cemaatler de neo-liberalizmin sosyal politika araçları olarak yeniden yapılandırılmaya çalışılmıştır. Modern anlamdaki sosyal politika mekanizmalarından tamamen farklı olsalar da, yoksul halk kitlelerine cemaatler aracılığıyla siyasal İslam’ın sağladığı -resmi ya da gayri-resmi- sosyal desteklerin neo-liberal karşı devrim sürecini bir anlamda meşrulaştırdığı söylenebilir.
Geçtiğimiz ay Başbakan Erdoğan “dindar bir gençlik yetiştirmek istiyoruz” diyerek malumu ilan ettiğinde, sadece iktidar sarhoşu olmuş siyasal İslamcı bir hükümetin en yetkili ağzı olarak toplumsal muhalefete göz dağı vermiyordu. Üstelik Başbakan’ın “dindar gençlik” demeci; sadece kendisinin, partisinin ya da temsilcisi olduğu siyasal İslam’ın bir özlemini de ifade etmiyordu. Bu demeç; Türkiye burjuvazisinin önümüzdeki dönemde nasıl bir toplumsal düzen inşa etmek istediğinin, inşaat esnasında hangi ideolojik harcı kullanacağının ve ulusal çapta oluşturulmak istenen bu biçimlenmenin hangi organik bağ ile küresel kapitalizme -ve tabii ki emperyalizme- bağlanacağının da kısa ama özlü bir ifadesiydi. Abarttığımız sanılmasın; zira siyasal İslam’ın güncellenmiş ideolojisiyle biçimlendirilmiş, şükretmekten isyan etmeye vakit bulamayan tebaalardan kurulu bir toplumsal yapıya hükmetmek ve o yapıyı emperyalist sitemin organik bir bileşeni haline getirmek için, “dindar gençlik” bir Tayyip Erdoğan fantezisi olmaktan öte, burjuvazi için bir zorunluluktur! İşte bu zorunluluğun anlaşılabilmesi içinse siyasal İslam’ın; emperyalizm, toplumsal düzen ve ideoloji bağlamlarında analiz edilmesi gerekir.
Türkiye’de siyasal İslam ve emperyalizm
“Siyasal İslam emperyalizmin kör müttefikidir” diyen Samir Amin’in tespitleriyle başlayalım: “Siyasal İslam … mücadelesini kültür alanı ile sınırlı tutar. Modern dünyaya ilişkin böyle bir vizyon, emperyalist metropollerle bağımlı çevreler arasındaki çelişkileri, toplumsal çatışmaları göz ardı eder; bunların yerine kültürler-arası savaşlara öncelik verir. Bu da emperyalizmin stratejisiyle uyum halindedir.” Anlaşılacağı üzere, Amin burada daha çok, yaşanan toplumsal çelişme ve çatışmaların algılanış biçimine odaklanmakta ve siyasal İslam’ın dinsel bir kültür çatışması üzerinden kurguladığı çatışma algısının tam da emperyalizmin “algılatmak istediği algı” olduğunun altını çizmektedir. Fakat siyasal İslam’ın emperyalizmle olan ilişkisi bununla sınırlı değildir. Tam aksine, tarihsel süreç içerisindeki yeri temel alınarak değerlendirildiği zaman, siyasal İslam’ın emperyalizmin sadece “kör müttefiki” değil, aynı zamanda “siper yoldaşı” da olduğu ortaya çıkacaktır. Eğer siyasal İslam bugün bütün Ortadoğu ülkelerinde önemli bir siyasi akım haline geldiyse, bu durum, emperyalizmin Soğuk Savaş döneminde uygulamaya koyduğu SSCB’yi çevreleme politikasıyla bire bir ilişkilidir. “Yeşil Kuşak Projesi” olarak da bilinen bu proje kapsamında, nüfusunun çoğunluğu müslüman olan ülkelerdeki anti-Sovyetik İslami akımlar emperyalizm tarafından ya açıktan desteklenmiş ya da bu akımların önünün açılması sağlanmıştır. Bu proje başarılı da olmuştur; fakat projenin esas başarısı SSCB’nin önünün kesilmesi değil, bir bütün olarak Ortadoğu ülkelerinin, emperyalizmin yönelimleriyle uyumlu olarak İslamcılaşması olmuştur. Bugün adına “ılımlı İslam” denilen emperyalizmin can simidinin temelleri daha o günlerden “Yeşil Kuşak Projesi” ile birlikte atılmıştır.
Peki geçmişteki adıyla “Yeşil Kuşak Projesi” bugünkü versiyonuyla da “ılımlı İslam” nasıl realize olur? Ilımlı İslam’ın toplumsallaşması ve örgütlü bir güç olarak siyaset arenasına çıkması için birbiriyle ilintili üç uğraktan geçtiğini söyleyebiliriz: Bunlardan birincisi, kabaca ifade edecek olursak, “anti anti-emperyalizm” yoluyla, Soğuk Savaş döneminden bu yana ABD emperyalizmi ile sorunları olan iktidar yapılarının dönüştürülmesi veya iktidar olmasala bile Ortadoğu ülkelerindeki anti-emperyalist akımlarla mücadele edilmesi; ikincisi, dönüşen ve ılımlı İslam adıyla anılan işbirlikçi yeni iktidar modellerinin kurulmasıyla Ortadoğu ülkelerinin küresel kapitalizm için sınırsız ve sorunsuz pazarlar haline gelmesi –ve tabii ki bu ülkelerdeki emekçilerin daha çok sömürülmesi için gerekli araçların yaratılması; üçüncüsü ise neo-liberal politikalar aracılığıyla birinci ve ikinci uğrakların kalıcılaşması ve derinleşmesidir. “Anti anti-emperyalizm” olarak yaşanan siyasi yönelim bölgedeki siyasal İslam’ın temel karakteridir.
Türkiye özelinde tartışmaya devam edersek, siyasal İslamcı akımların önemli ölçüde, anti-emperyalist akım ve eğilimlerin güçlenmesine karşı geliştiği ve yukarıda da belirttiğimiz üzere “anti anti-emperyalist” bir karakter taşıdığı görülecektir. Kurtuluş Savaşı sürecinde ve erken cumhuriyet döneminde irili ufaklı birçok dinci-gerici isyanın en azından objektif olarak emperyalizmin temel yönelimleriyle paralellik taşıdığı söylenebilir. Aynı şekilde, özellikle DP iktidarı döneminde emperyalizme daha da bağımlı hale gelen Türkiye’de, siyasal İslam’ın cemaatler ve tarikatlar aracılığıyla yeniden meşru bir akım haline geldiği de iddia edilebilir. Fakat siyasal İslam’ın DP gibi merkez sağ siyasetlerden göreli özerk bir konuma yükselip, şöven-milliyetçilerle birlikte ulusal çapta bir sokak gücü olarak tanımlayabilmesi için 1960’lara damgasını vuran anti-emperyalist gençlik hareketlerinin doğması beklenecektir. Bu yıllardan itibaren siyasal İslam, anti-emperyalist taleplerle sokağa çıkan, eylem yapan devrimci gençliğin karşısına dikilecek olan faşist güçlerin temel motivasyonlarından biri olmuş ve bu sırada da anti-komünizm siyasal İslam’ın temel referansı haline gelmiştir. Anti-emperyalist gençlik “6. Filo defol” eylemleri düzenlerken, ülkücü faşistlerin itici gücü haline gelen siyasal İslam’ın tercihi bu eylemlere saldırmak, yurtsever ve devrimci gençleri “kızıl komünist”, “vatan haini” ve “dinsiz” olarak kodlayarak itibarsızlaştırmaya çalışmak olmuştur. Bu yıllarda kurulan ya da daha önce kurulmuş olmakla birlikte 60’lı yıllardan itibaren tamamen “anti anti-emperyalizm”in etkisi altına giren; “Milli Türk Talebe Birliği”, “Komünizmle Mücadele Dernekleri” ve “İlim Yayma Cemiyeti” gibi dinci-gerici ve şöven-milliyetçi örgütlenmeler ise bugünün sağ kadrolarının veya kanaat önderlerinin o zamanki okulları olarak düşünülebilir. Abdullah Gül, Tayyip Erdoğan, Beşir Atalay, Ömer Dinçer gibi günümüz siyasetçileri Milli Türk Talebe Birliği’nin; çağımızın “kanaat önderi” Fethullah Gülen ise Komünizmle Mücadele Dernekleri’nin üyesiydiler.
1970’ler ise siyasal İslam’ın kendi partisini kurduğu ve kendini bir iktidar alternatifi olarak hazırladığı yıllar olmuştur. Necmettin Erbakan önderliğinde ve Nakşilerin etkili olduğu “Milli Görüş” hareketinin ilk siyasi partisi olan Milli Nizam Partisi’nin 1970’de kurulmasının ve kısa süren ömrünün ardından iki yıl sonra kurulan Milli Selamet Partisi ile birlikte, büyük güçler arenasına çıkan, koalisyonlara giren, hükümet eden, siyasal İslamcı bir parti de kurulmuş oluyordu. Programında, özellikle ekonomi politikaları alanında, anti-emperyalist iddialar barındırmakla birlikte, fiiliyatta anti-komünizm tarafından şekillenen pratiği MSP’yi de, kendisinden önceki siyasal İslamcı akımlar gibi, sıkı bir “anti anti-emperyalist” yapıyordu. 12 Eylül 1980 faşist askeri darbesi ile birlikte ise siyasal İslam için altın bir çağ başladı. Emperyalizme tam sadakat ilkesiyle örgütlenen darbeyle birlikte Türk-İslam sentezi devletin resmi ideolojisi haline getirildi. Her ne kadar Erbakan siyasi yasaklı, partisi kapalı olsa da, Kenan Evren meşhur anayasa mitinglerinde Kur’an’dan ayetler okuyor, din dersleri zorunlu hale getiriliyor, imam hatiplerin ve Kur’an kurslarının çığ gibi arttığı bir toplumsal-siyasal süreç devlet eliyle inşa ediliyordu. Söz konusu inşa süreci Turgut Özal’ın ANAP iktidarı buyunca sivilleşerek devam etmiş ve nihayetinde bugün emperyalizmin tam destek verdiği “AKP’nin devletleşmesi” olarak adlandırdığımız sürecin maddi zemini kurulmuştur. Şimdi de 1980 sonrasında önemli bir güç haline gelen başka bir siyasal İslamcı harekete, Fethullah Gülen’de cisimleşen “cemaat”e kısaca göz atalım. 1980 öncesinde sıradan bir İslamcı akım olan Fethullah Gülen cemaatinin bugün nasıl “devlet aygıtı” haline geldiği sorusuna çeşitli yanıtlar verilebilir; ancak bu sorulara verilecek tüm yanıtların, siyasal İslam’ın emperyalizmin “objektif işbirlikçi”si konumundan “subjektif işbirlikçi”si konumuna yükselmesiyle az ya da çok alakalı olduğunu peşinen belirtmek gerekir. Emperyalizmin siyasal İslam’a balans ayarı verdiği 28 Şubat süreciyle birlikte ABD’ye yerleşen Fethullah Gülen’in, cemaat liderliğinden toplumun bir kanaat önderine dönüşme süreci zirve noktasına ulaşmıştır. Bu noktada, siyasal İslam’a tek başına iktidar kapılarını açan siyasi çizginin ne olduğunu ve o çizginin tapusunun kimin elinde olduğunu hatırlamak gerekir. Unutmamak gerekir ki, Milli Görüş kendini emperyalizmin belirlediği o çizgiye göre yenilediği ölçüde bir iktidar alternatifi olabilmiş ve AKP ortaya çıkmıştır ve fakat Gülen Cemaati ise zaten o çizgi üzerinde doğmuş ve yükselmiştir. 28 Şubat sürecinin ardından Gülen Cemaati, 1999 Genel Seçimlerinde Milli Görüş’ün yeni partisi olan Fazilet Partisi’ni değil, Bülent Ecevit liderliğindeki Demokratik Sol Parti’yi desteklemiştir. Milli Görüş ancak yeterince ılımlılaştığında Gülen Cemaati’nin desteğini tekrar kazanabilmiştir. Siyasal İslam’ın bu yükselişinde ABD ile Gülen Cemaati’nin tercihlerinin her daim uyumlu olması ise oldukça dikkat çekicidir. Subjektif işbirlikçilikten kastımız da tam olarak budur.
Sınıflar mücadelesi ve siyasal İslam
Siyasal İslam’ın iktidar sürecinde sınıflar mücadelesinin seyrine de ayrıca bakmak gerekecektir. “Siyasal İslam kimin çıkarlarını korur; emperyalizmin ve onun işbirlikçisi konumundaki yerli yönetici sınıfların mı; yoksa geniş müslüman kitlelerin mi?” Bu soruya verilecek yanıt elbette bellidir ancak yine de bazı hatırlatmalarda bulunmak gerekebilir; zira siyasal İslam’ın arkasına aldığı kitle desteğini kıymeti kendinden menkul bir “halkçılık”la açıklama gayreti içinde olanlar ve Türkiye’de “sosyalizm” ile “siyasal İslam”ın evliliğinden medet uman solcular vardır!
Türkiye’de siyasal İslam’ın ana kolu olan ılımlı İslam’ın, Türkiye’yi dikensiz gül bahçesine çevirmek isteyen neo-liberalizmin ideolojik-politik hegemonyasının bir parçası olduğu rahatlıkla söylenebilir. Çok açık bir şekilde ifade etmek gerekirse, siyasal İslam, neo-liberalizmin yarattığı yoksulluk ve sefalet koşullarını, kapitalizme halel getirmeksizin, hafiflettiği ölçüde iktidar adayı olabilmiştir. Yani siyasal İslam emekçiler için bir kurtuluş reçetesi olmaktan ziyade, emekçilerin içinde yaşadığı koşullara alışmalarını sağlayacak bir rehabilitasyon merkezidir. Bu rehabilitasyon merkezinin yöneticileri ise emperyalist merkezlerle tam uyum içinde, Türkiye’yi küresel pazarın bir parçası yapmak için çalışır, durur. Siyasal İslam emekçiler üzerinde hegemonik hale geldikçe, sınıfın direniş kültürünün yerini tebanın biat etme kültürü alır; “ekmeğine aşına göz koyan” patron, emekçinin gözünde ona “ekmek veren” bir hayırsever konumuna yükselebilir. Ne de olsa İslam’da sınıf kavgası yoktur! Böyle bir toplum tasavvurunun geniş müslüman kitlelerin çıkarına olmadı açıktır. Emperyalizmin lehine olan her şey gibi, siyasal İslam da halkların aleyhinedir!
Sonuç itibariyle bugün için siyasal İslam’ın arkasında geniş halk kitleleri varsa bu durum dikkatlice analiz edilmelidir. Öncelikle, siyasal İslam ile halk kitleleri arasında kurulan ilişkinin organik bir ilişki olup olmadığının analiz edilmesi zorunluluğudur ki, bu ilişkinin organik bir ilişki olmadığını, tam aksine karşılıklı pragmatist bir ilişki olduğunu belirtmek gerekir. Siyasal İslam kitlelerin çıkarı doğrultusunda hareket eden veya kitlelere karar alma mekanizmalarında söz hakkı tanıyan bir siyasi mekanizma yaratmaktan ziyade, kitlelerin içinde bulundukları durumu yaşanabilir kılan bir mekanizma yaratır. Bundan ötürü siyasal İslam, sadece sosyo-kültürel açıdan değil, sınıflar mücadelesindeki konumu itibariyle de kelimenin tam anlamıyla “gerici”dir. Bir örnekle bitirmek gerekirse, siyasal İslam toplumdaki yoksulluğu veya sefaleti azalttığı için güçlenmez; tersine, yoksulluk ve sefalet arttığı için meşruiyet zemini kazanır! Aynı şekilde, en azından Türkiye özelinde, kitlelerin siyasal İslam’a bakışı da fazlasıyla pragmatisttir. Yoksul halk kitleleri, kurtuluşun İslam’da olduğuna inandıklarından ya da “din devleti” peşinde koştuklarından dolayı değil; atomize olmuş yaşamlarını sürdürebilmek, düzene tutunabilmek adına siyasal İslam’a meylederler. Kitleler için düzeni değiştirmek tek umut olduğunda, kitlelerin bel bağlayacakları şeyin siyasal İslam olmayacağından emin olmak gerekir!
Neo-liberalizm ve siyasal İslam
Siyasal İslam ile neo-liberalizm arasındaki ilişki, siyasal İslam’ın emperyalizmle olan ilişkisinin dışında cereyan eden bir ilişki değildir. Aynı şekilde, neo-liberalizm ve siyasal İslam dediğimizde aslında kastettiğimiz siyasal İslam’ın sınıflar mücadelesindeki gerici konumundan başka bir şey de değildir. Ancak yine de Türkiye özelinde neo-liberalizme ayrıca değinmenin iki açıdan gerekli olduğu söylenebilir: Bunlardan birincisi, burjuvazinin neo-liberal dönemdeki tarihsel eğiliminin siyasal İslam’la sadece üst-yapısal düzeylerde değil, “dolaysız sınıf çıkarı” anlamında da örtüşmesi; ikincisi ise, neo-liberal karşı devrimin sosyal politika alanında yarattığı yıkımın yardımına siyasal İslam’ın koşmasıdır!
Neo-liberalizmin Türkiye sermaye sınıfının kompozisyonunda yarattığı değişiklik siyasal İslam’ın önünü açan en önemli yapısal değişikliklerden biridir. Sermayenin son otuz yıl içindeki dönüşüm tarihine bakacak olursak şöyle bir süreçten bahsetmek mümkün gözükmektedir: Neo-liberalizmle birlikte ithal ikameciliğe dayanan ulusal kalkınma stratejilerinin yerine ihracata yönelik büyüme modelleri benimsendi, ağır sanayi hamleleri ve bunu gerektiren büyük kitlesel üretim merkezleri ekonominin ana motifleri olmaktan çıkarıldı ve küçük işletmeler ile bunların dayandığı hafif imalat sanayi önem kazanmaya başladı. İronik bir ifadeyle, Türkiye özelinde kapitalizm sanki geriye gidiyor; ticaret burjuvazisi sanayi burjuvazisinden tarihi intikamını alıyor gibiydi! Tabii ki bu süreç, Türkiye burjuvazisinin artık hiç cefa çekmeden sefa sürmek isteğinin neo-liberal düzendeki karşılığından başka bir şey değildi. Öteden beri küçük ve orta boy işletmelere dayanan yeşil sermayenin lehine gelişen bu süreç siyasal İslam ile kapitalizmin tarihsel eğiliminin kesişim noktasının ta kendisiydi.
Neo-liberalizmin sosyal politika alanında yarattığı yıkım, ya da sınıfsal ifadesiyle sermayenin emekçi sınıfların kazanımlarına yönelik saldırısı da siyasal İslam’ın önünü açan bir diğer yapısal dönüşüme tekabül ediyordu. Neo-liberalizmle birlikte sosyal devletin tasfiye süreci ister istemez alternatif sosyal adalet mekanizmalarının yaratılmasını gerekli kılmıştır. Bu bağlamda yerel yönetimler ve STK’lar ile birlikte meşru örgütlenmeler haline gelen cemaatler de neo-liberalizmin sosyal politika araçları olarak yeniden yapılandırılmaya çalışılmıştır. Modern anlamdaki sosyal politika mekanizmalarından tamamen farklı olsalar da, yoksul halk kitlelerine cemaatler aracılığıyla siyasal İslam’ın sağladığı -resmi ya da gayri-resmi- sosyal desteklerin neo-liberal karşı devrim sürecini bir anlamda meşrulaştırdığı söylenebilir. Siyasal İslam ile kapitalizm arasındaki ilişkinin temeli olmasa da; unutulmamalıdır ki, belediyeler ve cemaatlerin başını çektiği sosyal yardım projeleri AKP hükümetinin başat sosyal politikalarıdır!
Siyasal İslam ve toplumsal düzen
Peki; emperyalizmin bölgesel çıkarları doğrultusunda inşa edilen, sınıflar mücadelesine burjuvazi lehine açıktan müdahale eden ve neo-liberalizmle birlikte kurumsallaşma düzeyi artan siyasal İslam’ın topluma sunacağı düzen nedir? Bu soru önemlidir; zira bir toplumsal düzen tasavvurunun ne kadar bağımsız paramatrelere sahip olduğu, o tasavvurunun siyasetini yapan öznelerin ne ölçüde bağımsız olduğuna sıkı sıkıya bağlıdır. Şöyle ki; özne, düzen içi toplumsal güçlerden bağımsız bir güce tekabül etmediği sürece, önereceği düzen de mevcut düzenden radikal bir kopuşu bünyesinde barındıramaz. Akıllarda tutulması gereken birinci husus budur. Diğer husus ise önerilen düzenin insanlığın tarihsel gelişim süreci içerisinde nereye oturduğuyla ilgilidir. Bir başka deyişle, tasavvur edilen toplumsal düzen tarihin tekerini hangi yöne doğru çevirmeyi önermektedir, ona bakmak gerekir.
Türkiye’deki siyasal İslam’ın ana kolunun siyasi ve ideolojik açıdan kusursuz bir burjuva karaktere sahip olduğunu daha önce söylemiştik. 1960’lı ve 70’li yılardaki Milli Görüş’ün sosyal ve ekonomik programına bakıldığında devrin kapitalist yönelimi olan ithal ikamecilikle bire bir örtüştüğü rahatlıkla farkedilecektir. Muhaddesatçı ve maneviyatçı sosyo-kültürel açılımları ve reel politikada uyguladığı kusursuz anti-komünizmi bir yana; ağır sanayi tapınmacılığından popülist tarım sübvansiyonlarına, Milli Görüş, düzenin merkez sağ partileriyle hatta zamanın CHP’siyle bile uyum içinde çalışabilecek bir sosyo-ekonomik programa sahipti. Bu nedenledir ki CHP ile kurduğu koalisyon bozulur bozulmaz Milliyetçi Cephe hükümetlerinde kendisine yer bulan MSP bir kan uyuşmazlığı yaşamamış, düzene de yaşatmamıştı. 1980 sonrası süreci anlayabilmek içinse, Erbakan’ın ve partisi Refah Partisi’nin yükselişi sırasında halkın gözüne sokulurcasına propagandası yapılan “adil düzen”in gerçekte nasıl bir düzen olduğuna kısaca değinmek faydalı olacaktır. Faydalı olacaktır; çünkü her şeyden önce “adil düzen”e göz atıldığında neo-liberalizmle son derece uyumlu bir ekonomik program ortaya çıkacak ve dahası Erbakan’a nasip olmayan mutlak iktidarın neden Erdoğan’ın kısmeti olduğu anlaşılacaktır. “Adil düzen”in nasıl bir düzen olduğunun halka anlatılmaya çalışıldığı tanıtım broşüründe; adil düzenin, özelleştirmeden yana, devletçi olmayan, dış borçları tıkır tıkır ödeyen, ihracat patlaması yapan ve hızlı sanayileşmeden yana olan bir iktisadi düzen olduğu herhangi bir tartışmaya mahal vermeyecek netlikte anlatılmaktadır. Tabii ki, her iddia gibi “adil düzen” de ne “kapitalist ne de komünist” olduğunu savlamakta ve fakat kapitalizmin hatta neo-liberal kapitalizmin temel iktisadi prensiplerini aynen sahiplenmektedir. Böyle bir “anti-kapitalizm”in burjuvazi için bulunmaz nimet olduğunu kim inkar edebilir? Bugün AKP iktidarının iktisadi açıdan başka bir ekonomik programı uyguladığını kim söyleyebilir? Evet “adil düzen”in neden yana taraf olduğu ya da neye karşı olduğu, siyasal İslam’ın entelektüel kapasitesi oldukça sınırlı olan kalemleri tarafından ifade edilmiş ve faiz düşmalığından ibaret bir anti-kapitalist dille yazılmış olabilir. Erdoğan ise bu açıdan şanslıdır; Kemal Derviş gibi emperyalizmin iktisatçılarının hazırladığı ve cefası Ecevit tarafından çekilmiş olan ekonomik program onun eline verilmiş; ayrıca Erdoğan’ın yardımına zengin iktisadi donanımlarıyla liberal entellektüeller koşmuşlar ve neo-liberalizmi meşhur milli görüş gömleğinden kurtarmışlardır!
İktisadi zemini “adil düzen” tarafından şekillenen toplumsal düzenin sosyo-kültürel alandaki yansımaları neler olacaktır? İkinci soru budur; zira siyasal İslam’ın -eğer varsa- kendi özgünlüğünü uygulayabileceği yegane alan sosyo-kültürel alandır. Çelik gibi katı iktisadi kuralların kusursuz bir şekilde işleyebilmesi için o kuralların uygulanabilirliğine halel getirmeyecek esneklikte sosyal ve kültürel bir çerçeveye ihtiyaç vardır ki; “%99’u müslüman olan bir ülke” için siyasal İslam, bu anlamda, mükemmel bir yardımcıdır. İslam peygamberi Muhammed’in ticaret ve zenginlik ile ilgili verdiği söylevler hatırlandığında, mülkiyetin ne kadar helal bir edinim olduğu düşünüldüğünde kapitalizmin Türkiye’deki önemli bir moral-motivasyonu da sağlanmış olur.
Siyasal İslam’ın geleneksel köklerinde bulunan “kadın-erkek eşitsizliği” ise modern kapitalizmin ihtiyaçları doğrultusunda yeniden şekillendiğinde sosyo-kültürel alanda önemli bir sonuç daha ortaya çıkar. Fazla kuramsal, pratikten yoksun bir akıl yürütme ile piyasa toplumunun kadını aile alanının dışarısına çıkarıp iktisadi yaşamın içine soktuğu düşünülebilir. Hatta bu akıl yürütme tamamen yanlış da değildir; ancak pratik bu şekilde işlemez. Neo-liberalizmin günümüzdeki işleyiş biçimi kadını piyasa toplumu içerisindeki özgür birey olmaktan alıkoyar. Kadın piyasa toplumunun içine girmiştir bir defa bundan geri dönüş olmayacaktır; ancak kadın emeğinin sosyo-kültürel anlamda siyasal İslam tarafından baskılanması, kadın emeğinin piyasadan çekilmesiyle değil, ucuz emek gücü olarak istihdam edilmesiyle sonuçlanacaktır ki, bu durum neo-liberal kapitalizm için son derece işlevseldir. Sonuç itibariyle; siyasal İslam’ın hem neo-liberal karşı devrim sürecinde edindiği aktif rol; hem de kadın-erkek eşitsizliğini iktisadi düzlemde yeniden üretmesi anlamında tarihin çarkını geriye doğru çevirdiği rahatlıkla dillendirilebilir.
Son olarak, siyasal İslam’ın ulusal sorun üzerindeki etkilerinden bahsetmek gerekecektir. Bilindiği üzere, siyasal İslam’ın Türkiye’deki ulusal soruna –yani Kürt sorununa- sosyo-kültürel düzeyde bulduğu tek çözüm yolu ümmet temelinde sağlanacak bir birliktir. 1980’lerden sonra devletin Kürt illerinde oluşan ulusal bilinci köreltmek ve asimilasyon sürecini hızlandırmak için siyasal İslam’ı etkin olarak kullandığı bilinmektedir. Devletin bu eğiliminin, siyasal İslam’ın AKP ve Gülen cemaati ile birlikte devletleştiği yaşadığımız süreçte de devam ettiği rahatlıkla söylenebilir. Ulusal kimliklerin ümmet kimliği ile törpülenmesi, bir asrı aşan uluslaşma sürecinin tersine döndürülmeye çalışılmasından başka bir şey değildir. Görüleceği üzere, tarihin çarkı yine geriye doğru çevrilmektedir!
Siyasal İslam ve ideoloji
Aydınlanma devriminin en önemli kazanımlarından biri hiç kuşkusuz egemenliğin gökyüzünden yeryüzüne indirilmesidir. Her ne kadar burjuva iktidarlar tarihsel anlamdaki ilericiliklerini kaybettikten sonra dinsel referansları yeniden kullanmaya başlayıp devlet iktidarının organik bileşeni haline getirdilerse de, bu durum aydınlanma süreci ile birlikte dinsel otoritenin dünyevi iktidarında tarihi bir kırılma yaşanmadığı anlamına da gelmez.
Siyasal İslam’ın kurucu ideoloji haline gelmesi ise egemenliğin yeniden gökyüzüne çıkması, insan aklı ve pratiğinin kurucu ve yaratıcı özelliklerinin sosyo-kültürel düzeyde yadsınması demektir. Siyasal İslam’ın etkin olduğu burjuva toplumsal düzeninde iktidar yine burjuvazinindir ama burjuvazi meşruiyetini insan aklından değil, o aklın yaratıcısı olan tanrıdan alır. Burjuva devrimleri öncesinde aracısız olarak tanrının olan egemenlik, ironik bir şekilde, bu sefer burjuvazinin karşı-devrimleriyle birlikte, insan aklı dolayımıyla tanrıya geri döner!
İdeoloji insan aklına değil; tanrıya referans vererek meşrulaştırıldığında ise kutsal kitaplar, siyasal İslam söz konusu olduğunda Kur’an, anayasalaşır. Bir “şeriat devleti”nin kurulması anlamında değil, ama ideolojinin dönüşümü ve toplumsal yaşama nüfuz etmesi anlamında bu böyledir. Örneklerle somutlamak gerekirse, Sibel Üresin’in, Tayyip Erdoğan’ın, Fethullah Gülen’in hatta ve hatta Hüseyin Üzmez’in demeçlerine bakılabilir. Burjuva toplumunun ideolojisi siyasal İslam’ın etkisinde öylesine keskinleşir ki, insan aklı tarafından sorgulanamaz hale gelir. Eski bir feminist entelektüel olduğu iddia edilen bir “aydın” çıkıp erkekler için çok eşliliği savunduğunda, hatta kendi kocasına evlenmesi için ikinci bir eş bulduğunu söylediğinde karşılacağı en radikal eleştiri “aşırıya kaçmak” olur. Gördüğü tepkiler onun demeçlerinin manşetlerden inmesine yol açmaz; tam aksine her aşırı demecinde daha da meşrulaşır. İnsan aklı –ki burada bahsedilen her şeye kadir soyut bir akıl değil, toplumsal insanın tarihsel belleğinde somutlanan akıldır- referansını kutsal kitaptan ya da peygamber sünnetinden alan bu görüş karşısında dumura uğrar, aklın eleştirisi dönüştürücü değil, düzenleyici olur. Üresin’in aşırılıkları eleştirildiğinde, ortaya modern toplumla uyumlu siyasal İslam’ın kutsal kitap referanslı bir uygulaması çıkacaktır ki, egemenliğin tekrar gökyüzüne çıkmasının dolaysız sonucudur bu. Bu dolaysız sonuç; Tayyip Erdoğan’ın “kadınla erkek eşit olamaz” diye demeç verdiğinde, Hüseyin Üzmez bir kız çocuğunu “koruması altına” aldığında veya Fethullah Gülen kendi “çözüm”leri dışında hareket eden Kürtler için “onların altlarını üstlerine getir, birliklerini boz, evlerine ateş sal, köklerini kurut ve işlerini bitir” diye beddua ettiğinde, her defasından yeniden ve yeniden üretilir.
“Din ve vicdan özgürlüğü” ise siyasal İslam’ın istismarına en açık konulardan biridir. Genellikle siyasal İslamcı bir perspektiften dile getirilen, eksikliğinden yakınılan şey din özgürlüğüdür. Vicdan özgürlüğü ise retorikten ibarettir. Üstelik din özgürlüğü, bireyin dinini yaşaması olarak zikredilen liberal anlamdaki soyut özgürlükten ziyade, dinsel düşüncenin toplumsal yapı içerisindeki özgürlüğü ile ilgilidir. Bir başka deyişle, kişinin inancını yaşayıp yaşamaması ya da ibadetini yapıp yapmaması, o kişinin dinsel yönelimini belirleyen yapının –siyasal İslam’ın- kurumsallaşması için talep edilen bir özgürlüktür. Söz gelimi siyasal İslam’ın din özgürlüğünden anladığı, bir kişinin Fethullah Gülen’in yazdığı kitapları özgürce okuyabilmesi değil, o kitapların okuyucuya ulaşma kanallarının serbestleşmesi ve o kişiyi etkileme özgürlüğünün tanınmasıdır. Bu nedenle siyasal İslam’da din özgürlüğü, kişinin değil dinin özgürlüğüdür.
Yukarıda neo-liberal kapitalizmin AKP’nin ekonomik programına sunduğu enteletüel katkıdan bahsetmiştik. Aynı katkının hatta daha fazlasının ideoloji açısından da söz konusu olduğunu belirtmekte bir sakınca yoktur; zira siyasal İslam’ın Türkiye’de kurduğu ideolojik hegemonyaya bakıldığında bunun sadece kutsal kitaplardan alıntılanan cümlelerle pek mümkün olamayacağı görülür. Siyasal İslam’ın düşünsel anlamda modernize edilmesi ve kavramsallaştırma düzeyinin zenginleştirilmesi bir asrı aşkın bir süredir İslamcı entelijansiyadan çok liberaller tarafından yürütülmektedir. Batı’daki gelişmelerin aksine siyasetteki belirleyici rolün sivil toplumdaki sınıf mücadelelerinde değil devletteki bürokratik otoriter kadrolar ile onun karşısındaki sivil toplum arasındaki mücadelede arayan savlardan tutunuz da, İslamcı akımların merkezdeki despotik devlet aygıtına karşı savaşan demokrasi güçleri arasında sayılması gerektiği iddiasına; tarikat ve cemaatleri çoğulcu demokrasilerin “normal” bileşenleri olarak gören yaklaşımlardan, pozitivizme ve materyalizme karşı açılan kuramsal savaşla dinsel düşüncenin bilimsel açıdan meşrulaşmasının önünü açan metodolojik hamlelere kadar pek çok örneği bulunan katkıların siyasal İslam’ı ideolojik açıdan rahatlattığı söylenebilir.
Kaynak:
http://www.yarinlar.net/sayi-35-mart-2012/siyasal-islam-in-turkiye-macerasi.html