Nur-ı Muhammedî Veya Hakikat-i Muhammedîye Teorisi
Mustafa AKMAN
Dinî-tasavvufî edebiyatımızda Peygamber'in cismanî hayatından ayrı bir varlığından daha bahsedilmektedir. Buna göre Allah'tan başka hiçbir şey yokken ilk defa hakîkat-i Muhammediye var olmuş, bütün yaratıklar bu hakikatten ve onun için yaratılmıştır. Nitekim felsefî metinlerde ilk akıl, küllî akıl, küllî ruh gibi kavramlar tasavvuf erbabınca Kelime ve Hakikat-ı Muhammediye tabiriyle karşılanmaya başlanmıştır. Bu çerçeveden olmak üzere tasavvufta tenezzülât-ı seb'a ve hazarât-ı hamse diye ifade edilen tecelli safhalarının ikincisi Hakikat-ı Muhammediye olarak bilinir.
Hakikat-ı Muhammedîye veya Nur-ı Muhammedî, Allah'ın ilk defa ve ilk varlık olarak Muhammed'i kendi nurundan yaratması demektir. Geniş halk kitlelerinin, tasavvuf kültürünün de etkisiyle bu görüşü benimsediği görülmektedir. Bu felsefeye göre ilk yaratılan varlık Muhammed'dir. Âdem değildir. Hatta dünya bile O’nun yüzü suyu hürmetine yaratılmış ve her şey ondan yaratılmıştır. Diğer varlıklar derece derece Peygamber'in varlığının bir parçasından oluşmuştur.
Hıristiyanlara özgü İsa (a) inancından etkilenerek ortaya çıkan ve Muhyiddin İbn’ul-Arabî (561/1165–638/1240) başta olmak üzere birçok sûfî tarafından ortaya atılan ve geliştirilen Hakikat-ı Muhammedî ve/ya Nur- Muhammedî inancı, kısaca şöyle de ifade edilebilir:
Vücûd-ı mutlak’ın taayyün ettiği ilk mertebeye (taayyün-i evvel) ‘hakîkat-i Muhammedî’ adı verilir. Vücûd-ı mutlak açısından bakıldığında bu mertebe var oluşun başlangıcıdır. Mevcûdat açısından bakıldığında ise gerçek ‘yaratma’ fiili, vücûd-ı mutlakın, hakîkat-i Muhammedî mertebesine tenezzülünden sonra olmuş ve her şey ondan yaratılmıştır. Buna göre Peygamberin altmış üç senelik zamanla sınırlı cismanî hayatından ayrı bir varlığı daha mevcuttur ve Allah’tan başka hiçbir şey yokken ilk defa hakikat-i Muhammedî var olmuş, bütün yaratıklar da bu hakikatten ve onun için yaratılmıştır. Âlemin var olma sebebi, maddesi ve gayesi bu hakikattir. Resûl-i Ekrem’in ruhu ve nuru bütün insanlardan, peygamberlerden, hatta meleklerden önce var olduğundan Peygamber insanlığın manevi babasıdır. Muhyiddin İbn’ul-Arabî’ye göre hakikat-i Muhammedîye nur olması bakımından âlemi yaratma ilkesi ve onun aslıdır. Varlık şeklinde zahir olan ilahî tecellinin ilk mertebesidir.
Diğer bir açıdan esas menşeinin Yeni Eflatunculuk’taki ‘logos’ veya İskenderiyeli Aziz Clemens’in (ö.215) peygamberlik konusundaki görüşlerine dayandığı ve önce Şii muhitine oradan da tasavvufa geçtiği bilinen bu anlayışın, Kur’an’ın şekillendirdiği peygamber tasavvuru ile uyuşmadığı ortadadır. Buralardan devşirilerek tesis edilen bu felsefeyi, en önemli temsilcisi Muhyiddin b. Arabî’nin (ö.638/1240) yanında, değişik ifadelerle Zünnun el-Mısri (ö.245/859), Abdullah b. Selh et-Tüsteri (ö.283/896), Hüseyin b. Hallac (ö.309/992), Abdülkerim el-Cili (ö.820/1417), Celaleddin-i Rumi (ö.672/1273), Kastalani (ö.923/1517) ve Azîz Mahmud Hüdâyî (ö.1038/1628)'de görmekteyiz.
Hallâc'ta, bütün varlıkların kendisinden feyezan ettiği ilk yaratılan en parlak nur olarak ifade edilen Nûr-ı Muhammedi, İbn Arabi'de evrenin idaresinde tasarruf yetkisi bulunan İnsan-ı Kâmil ve velilerde tahakkuk eden Hakîkat-i Muhammedi şeklini almıştır.
İbn’ul-Arabî’nin yanında, Rabbani’de (971/1563–1034/1625) de aynı felsefe mevcuttur. Rabbanî, Mektubat adlı kitabında, yaşadığı coğrafya olan Hindistan’da yerleşik çeşitli dinî düşüncelerle İslam’ın, ilgi kurduğu kavramlarını sentezleyerek Hakikat-i Muhammedîye anlayışını ileri derecede yayıp savunan biridir.
Zengin bir ilham kaynağı olan Nûr-ı Muhammedî mefhumuna eserlerinde yer veren mutasavvıflardan biri de Azîz Mahmud Hüdâyî'dir. Onun sözlerinden anlaşılan o ki, ilk yaratılan şey, hakikî âdem ve hakikî insan olan hakikat'ul-Muhammediyedir. Buna göre Nûr-ı Muhammediye'ye, ilk tecelli olmasından dolayı ‘taayyun-i evvel’, sevgi tarzında tecelli etmesinden dolayı da ‘taayyun-ı hubbi’ adı verilmektedir. Muhammedî ruh ile nurun bütün insanlardan, peygamber ve meleklerden önce var olduğunu beyan eden Hüdâyî de, Peygamber'i insanlığın manevi babası ve enbiyanın imamı kabul etmektedir. Hüdâyî'ye göre, rûhânî ve cismânî âlemin mertebeleri, Resulullah'ın (s) şerefli vücudunun ortaya çıkışına kadar devam etmiştir. Allah, Resulullah'ın (s) zuhuruyla âlemleri tamamladı ve âlemlerin yaratılmasındaki gaye ortaya çıkmış oldu. Bu sebepten dolayı da vücudu, diğer peygamberlerin sonuna bırakıldı.
Bu anlayışa göre Muhammed (s) bir beşer olarak insan-ı kâmilin en güzel örneğidir. Hakikat-i Muhammediye anlayışı içinde bir beşerin alabildiğine yüceltilmesi, tasavvufta insana verilen değerin bir tezahürü sayılır. Dolayısıyla kemale doğru yol almak isteyenler için Hakikat-i Muhammediye, ulaşılması arzu edilen bir idealdir. Bu manada Azîz Mahmud Hüdâyî, beyitlerinde, Tanrı'nın kendi kudretini kâmil insan aynasından seyrettiğine, ayna hükmündeki kâmil insandan Tanrısal zâtın göründüğüne ve eşyadan örtü kaldırılınca Tanrısal birliğin ortaya çıktığına telmihte bulunmaktadır. O insan-ı kâmili varlığın sırrı kabul ettikten sonra bizleri insanı incitmemeye davet etmekte ve kâmil kişiye ait bir kalbin Kâbe’den eşref olduğunu söylemektedir.
Azîz Mahmud Hüdâyî de diğer mutasavvıflar gibi, Nûr-ı Muhammedî düşüncesini benimseyen sûfîlerdendir. Nitekim o, benimsediği vahdet-i vücûd neşvesinin girift konularını anlaşılır bir üslupla aydınlatmaya çalışmıştır.
Sufilere göre Allah, kendisiyle birlikte hiçbir şey yok iken kendi zatını, kendinin dışındaki varlıklarda görmeyi istedi ve âlemi yarattı. İbn Arabî de, âlemin yaratılışının; dış hakikatlerde tecelli etmek için, Allah'ın zatına olan sevgisi sebebiyle gerçekleştiğini söylemiş ve Ben gizli bir hazine idim, bilinmemi istedim; bilinmem için mahlûkatı yarattım, şeklinde söylenen ve mutasavvıflar arasında yaygın olan söz ile delil getirme yoluna gitmiştir. Peygamber'e (s) ait oluşu hakkında 'keşfen sahih' dediği bu hadise göre, yaratılışın sırrı, Allah'ın zatına olan bilinme ve tezahür etme aşkına bağlanmaktadır.
İşte bu vahdet düşüncesinin bir devamı olarak görebileceğimiz Hakîkat-i Muhammediye nazariyesine sözlerinde ilk yer veren sufi Zü'n-Nûn-ı Mısrî (ö.245/859) olmuştur. Çünkü ‘yaratılanların aslı Muhammed'in nurudur’ sözü ona aittir. Zü'n-Nûn'un öğrencisi Tusterî (ö.283/896) vasıtasıyla, öğrencisi İbn Salim'in kurduğu Sâlimiye ekolünün temel ilkelerinden biri de en-Nur’ul-Muhammedî’dir. Yine, nazariyeyi kapsamlı bir şekilde ele alıp sûfi çevrelerde yaygınlaştıran Hallâc'ta (ö.309/922) da en-Nur’ul-Muhammedî şeklinde bir terime rastlanır. Ona göre Muhammed’in (s) biri bütün varlıkların var olmasından önce var olan nuru, diğeri peygamber insan olarak dünyaya gelen beşerî olmak üzere iki sureti vardır.
İbn Arabi'deki (561/1165–638/1240) Hakîkat-i Muhammediye ve daha önceki haliyle Hallâc'ın Nûr-ı Muhammedi görüşleri Mevlânâ'yla (ö.672/1273) ayrı bir veçhe daha kazanmıştır. Mevlânâ'ya kadar geçen süreçte, Nûr-ı Muhammedi'nin, bütün varlıkların kaynağı ve ezelî bir nur olduğu; Hakîkat-i Muhammediye görüşünün olgunlaşmasıyla insanın bütün evrenin özü ve her zaman devam ede gelen ilmî ve amelî yüksekliğin kaynağı olduğu ifade edilirken, onunla birlikte insanın, Yüce Zât'ın maşuku olduğu söylenmiştir. Böylece kendisinden önceki Allah'a âşık olmak anlamındaki ilâhî aşkı Hakîkat-i Muhammediye nazariyesiyle birleştirerek Allah'ın kendisine âşık olduğu zat manasındaki mâşuk-ı ilâhî kavramını geliştiren Mevlana ile Hakîkat-i Muhammediye görüşü de farklı bir evreye girmiştir.
Aslında bu tasavvufçular, ilk yaratılan varlık hakkında kendi aralarında bir birlik içinde değildirler. Kimisi ilk yaratılanın Peygamber'in nuru, kimisi aklı, kimisi de onun ruhu olduğunu ifade etmişlerdir. Ne var ki yaratılan ilk varlığın ne olduğuyla alakalı Kur'an-ı Kerim'de ve sahih hadislerde hiçbir açıklama yoktur. Oysa bu gaybî bir konudur ve ancak nasla bilinebilirdir. Bu yaklaşımın aksine naslarda Muhammed'in de insanlara doğru yolu gösteren diğer peygamberler gibi bir beşer peygamber olduğunu öğreniyoruz.
Hakîkat-i Muhammediye nazariyesinin ortaya çıkışı Peygamber'e isnad edilen bir kısım hadislere dayandırılmaktadır. Bu durumda, bahsi geçen hadislerin rivayet ilimleri açısından değerlendirmesini yapmak gerekmektedir. Mevzu sözler ve bazı zayıf hadisler dışında, sahih rivayetlerin hiçbirinde Allah'ın kendi nurundan Peygamber'in (s) nurunu, o nurdan da peyderpey diğer varlıkları yarattığı şeklinde bir düşünceyi ortaya koyan herhangi bir ifadeye rastlanmamaktadır. İlim adamlarından bazıları, bu gibi sözlerin, yabancı kaynaklı felsefî görüşler olan Neo-Platonizm ve Gnostisizm nazariyelerinin bir takım mutasavvıflar tarafından hadis haline getirilmiş şekilleri olduğunu belirtmişlerdir.
Bütün İslam âlemi eski medeniyetlere ait dinî ve fikrî cereyanların bir şekilde etkisi altında kalmış olmakla beraber tasavvufta, genellikle Yunan felsefesinin ve özellikle de Neo-Platonizmin etkisi diğer unsurlardan daha kuvvetli olmuştur. Özellikle İslam coğrafyasının fetihlerle genişlemesi ve farklı din ve kültürlerdeki toplulukların Müslüman olmalarıyla birlikte ilmî ve fikrî sahada bu yeni kültürler karşısında yeni bir metod ve anlayış gelişmeye başlamıştır. Süryânilerin, Nasturîlerle Yakubîlerden öğrendikleri ve önce dillerine, daha sonra Arapçaya çevirdikleri felsefe bu sırada oldukça etkili olmuştur. Mutasavvıflar İskenderiye Ekolü adını verdikleri Plotinus felsefesinde ruhî zevklerini ve vecdlerini, batınî mükaşefelerini tatmin edecek bir kaynak bulmuşlardır. Bu yeni-eflatuncu mezhebe göre bütün varlıklar Allah'ın feyzinin eseridir ve O'nun ilk feyzi akl-ı evveldir. Bütün varlıklar var oluşlarını ondan alırlar. Diğer feyizler bu ilk akıldan sadır olur. İşte Hakîkat-i Muhammediye nazariyesi de, Helenistik Felsefedeki ‘varlıkların ilk varlıktan feyz yoluyla sudur ettikleri’ şeklindeki ‘sudur nazariyesi’ne oldukça benzemektedir. Felsefenin İslam dünyasında yaygınlaşıp düşünce olarak etkilemeye başlamasıyla filozofların ‘akl-ı evvel’, ‘akl-ı külli’ diye ifade ettikleri kavramlar, mutasavvıflar tarafından en-Nur’ul-Muhammedî, el-Hakîkat'ul-Muhammediye gibi ifadelerle dile getirilmiştir. Hallâc'ın sistematik bir biçimde ortaya attığı bu nazariye, Gnostik fikirlerin tasavvufa girişinin ilk örneklerinden sayılmaktadır (III/IX. Yüzyılın sonları). Nazariye daha sonraları İbn Arabî tarafından vahdet-i vücud düşüncesi içinde temel görüşlerden biri haline getirilmiştir (VII/XIII. Yüzyıl).
Gerçekten de İbn Arabî tarafından ortaya konulduğu şekliyle, ‘Kâmil İnsan (el-İnsân'ul-Kâmil)’ nazariyesi, Şia’nın ‘İmam’ prensibine oldukça benzemektedir. Bu nazariyeler, kaynak bakımından, Şiîlik ve tasavvufta var olan şekliyle, Hakîkat-ı Muhammediye'ye dayanmaktadır. Aynı şekilde, biraz farklı da olsa, Nûr-ı Muhammedî nazariyesi ve velayet silsilesi nazariyesi her iki sistemde de bulunmaktadır. Şia, bir peygamberden diğerine ve sonunda da Peygamber'den imamlara geçen ‘ilk nur’un varlığına inanır. Onlara göre, İlâhî bilgiyi elde etmek isteyen insanın, Peygamber'den sonra, İmam vasıtasıyla bu nura bağlanması gerekmektedir. Tasavvufta ise insanın, Peygamber'e kadar ulaşan velayet silsilesi ile bir kâmil insana akan berekete bağlı olması gerekir.
Başta hadis uleması ve Hanbelîler olmak üzere birçok âlim, Peygamberin bu şekilde anlaşılmasının O’nu ilahlaştırmak anlamına geleceğini söyleyerek bu inancı küfür ve şirk saymışlar, daha önceki ümmetlerin de peygamberleri konusundaki aşırılıkları sebebiyle sapıklığa düştüklerini söylemişlerdir.
Nitekim Peygamberimiz, zaman zaman kendisi hakkında aşırı gidilmemesi konusunda sahabeyi uyarmış, kendisinin de tıpkı onlar gibi bir beşer olduğunu vurgulamıştır. Bu konuda hadis kitaplarında çok sayıda hadis bulunmaktadır. Bunlardan bazıları şöyledir:
Hıristiyanların Meryem oğlu İsa’yı aşırı surette methettikleri gibi, sakın sizler de beni methederken aşırı gitmeyiniz. Şüphesiz ki, ben sadece bir kulum. Onun için bana sadece Allah’ın kulu ve resûlü deyiniz.
Sahabenin biri Peygamberimize ‘ya seyyidî / ey efendim, diye seslenmişti. Buna cevaben Peygamberimiz şöyle buyurmuştur: Ey insanlar! Allah’tan korkun. Sakın şeytan sizi aldatmasın. Ben Abdullah’ın oğlu Muhammed’im. Allah’ın kulu ve Resûlüyüm. Allah’a yemin ederim ki beni, Allah’ın bana verdiği makamın üstüne çıkarmanızı istemiyorum.
Şüphesiz ben de sizin gibi bir insanım. Zaman olur ki bana sizden iki hasım gelir de, biriniz haksızken diğerinden daha düzgün konuşmuş olabilir; ben de o düzgün sözleri doğru sanarak onun lehine hükmedebilirim. Binaenaleyh kimin lehine bir müslümanın hakkı ile hükmettimse, bilsin ki bu hak ateşten bir parçadır; ister onu alsın, ister bıraksın.
Allah’ım! Ben senden ahid alıyorum. Elbette sen bu ahdi bozmazsın. Ben ancak bir beşerim. Dolayısıyla hangi mü’mine eziyet eder, kötü söz söyler, lanet eder veya döversem bunu onun için bir kefaret kıl!
Ben de sizin gibi beşerim. Siz unuttuğunuz gibi, ben de unuturum. Bir şey unuttuğum zaman bana hatırlatınız.
Bu hadislerden de anlaşılacağı üzere Peygamberimiz kendinin bir beşer olduğunu unutmamaları ve kendisi hakkında aşırıya kaçmamaları yönünde sahabeye uyarılarda bulunmuştur. Çünkü O, bazı konularda olduğu gibi Peygamberlik konusunda da müslümanların ehl-i kitab’ı taklit etmelerinden endişe ediyordu.
Nitekim rivayete göre O (s) şöyle buyurmuştur:
Sizden öncekilerin izlerini, kuşkusuz karış karış takip edeceksiniz. Onlar bir kertenkele deliğine girseler, siz de arkalarından gideceksiniz. Dedik ki; Onlar Yahudiler ve Hıristiyanlar mı? Başka kim olabilir ki! dedi.
Ancak yukarıda İncil’den yapılan alıntı ve bazı insanların Peygamberimizi yüceltmek adına yapıp ettikleri, maalesef Peygamberimizin bu konudaki endişelerini haklı çıkarmıştır. Peygamberimizin her zaman ve her durumda insan olduğu, Allah’ın ancak bir kulu olup yalnız O’na kulluk ettiği açık olmasına rağmen, kimi çevreler O’nun hakkında aşırı gitmekte, kulluğa yakışmayan kimi nitelemelerde bulunmaktadırlar.
Yüce Allah, O’nun için de başkaları için de; şüphesiz sen de öleceksin, onlar da ölecekler. dediği halde kimileri, O’nu başka insanlardan ayırarak bedeni ve ruhu ile yaşadığı, insanlar arasında dolaştığı, rüyalarına girdiği veya toplantılarına katılarak kendileriyle konuştuğu, kendisi ile görüşüp hadis rivayetlerinin sahih olup olmadığını kendisinden sorup öğrendikleri, kabrinde diri olup kendisine yapılan seslenmeleri ve duaları işittiği gibi garip ve nevzuhur iddialarda bulunmuşlardır.
O kadar ki yukarıda tanımı verilen hakikat-ı Muhammedîye inancının gerçek bir yansıması olarak bazı sûfîler daha da ileri giderek: Muhammed’dir cemal-i Hakk’a mir’at (ayna), Muhammed’den göründü kendi bizzat” diyerek Allah Teâlâ’nın Muhammed’in (s) bedeninden bizlere göründüğü hezeyanında bulunmuşlardır. Bu söylemin bir diğer versiyonu ise şöyle dile getirilmiştir:
Ahmed’de gizlenen, ‘Hû’dur. Sufiler bunu ifade etmek için perde-i mîm deyişine sıklıkla başvurur ve ‘Ahmed’deki mim perdesini kaldır da bir bak, ardında kim duruyor!’ derler. Arapçadaki ‘Ahmed’ kelimesinin yazılışındaki mim harfi kaldırılırsa, geriye ‘Ahad’ kalır.
İlk bakışta Peygamberimizin Allah’la bir tutulduğu izlenimini veren bu ifadelere daha dikkatli bakıldığında, durumun zannedilenden daha vahim olduğu görülmektedir. Zira Ahad (أحد) ile Ahmed (أحمد) kelimeleri arasında farklı olarak bir mîm (م) harfi vardır. Bu şu demektir: Mahiyet itibariyle ‘Ahmed (Peygamberimiz)’ hâşâ ‘Ahad’ (Allah)’tan bir adım öndedir!
Bu felsefeye sahip birçok sufî metin gibi risale-i nur külliyatında da geçen ‘Ahad Ahmed’dir’, ‘Ahad Allah’tır’ sözünün tabii sonucu, ‘Allah Ahmed’dir yani Muhammed’tir’ olmaktadır. Nitekim bu düşünceyi işaret etmek üzere
"Ahad Ahmed’dir, kim mim eder fark, Bütün âlem o mîm içre olur gark." şeklinde bir şiir terennüm ederler.
Bunun Hıristiyanların, ‘Allah, Meryem oğlu Mesih’tir’ tezleriyle aynı anlama geldiği açıktır. Bu felsefeye göre, Ahad ile Ahmed arasında farklı olarak sadece Ahmet kelimesindeki mim harfi vardır. Bu fark ise sadece yazılıştadır ve Ahmed’in lehinedir. Çünkü onlara göre bütün âlem o mimin içindedir! Bu safsatanın İslam tasavvurundaki Allah ve peygamber inancı ile hiç örtüşmediği izahtan varestedir. Oysa Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır:
Muhammed, başka değil, sadece bir elçidir; ondan önce de nice elçiler gelmiştir.
Fesubhanallah! Ben beşer peygamberden başka bir şey miyim?
De ki Allah’ın dilemesi dışında ben kendime bile bir fayda ve zarar verecek durumda değilim.
De ki: ‘Ben başka değil, tıpkı sizin gibi bir insanım. Bana; Tanrınızın bir tek tanrı olduğu bildiriliyor. Artık ona karşı dürüst olun ve ondan bağış dileyin.
De ki, ben de tıpkı sizin gibi bir beşerim. Bana, ilahınızın bir tek ilah olduğu bildiriliyor. Artık kim Rabbine kavuşmayı umuyorsa hemen iyi bir iş yapsın ve Rabbine ibadette kimseyi ortak etmesin.
De ki: ‘Benim size ne zarar vermeye gücüm yeter, ne de sizi olgunlaştırmaya. De ki: ‘Beni Allah’ın azabından hiç kimse kurtaramaz. Ben ondan başka bir sığınak da bulamam. Benimkisi yalnız Allah’tan olanı, O’nun gönderdiklerini tebliğdir, o kadar.
Biz seni şahit, müjdeci, uyarıcı; Allah’ın izniyle O’na çağıran, etrafını aydınlatan bir kandil olarak gönderdik.
Ey Resûl! Rabb’inden sana indirileni tebliğ et. Eğer bunu yapmazsan O’nun elçiliğini yapmamış olursun.
Kendisine bu tarz bir hitapta bulunulan O Elçiye aynı zamanda şu direktifler de verilmiştir:
Sana ölüm gelinceye kadar Rabbine ibadet et.
De ki, ben de tıpkı sizin gibi bir insanım. Bana, tanrınızın bir tek tanrı olduğu vahyediliyor.
De ki: Ben peygamberlerin ilki değilim; benim ve sizin başınıza gelecekleri bilmem; ben ancak bana vahyolunana uyarım; ben sadece apaçık bir uyarıcıyım.
De ki: Doğrusu ben (kendi başıma) size ne zarar verme ne de fayda sağlama gücüne sahibim. De ki: Gerçekten (bana bir kötülük dilerse) Allah’a karşı beni kimse himaye edemez, O’ndan başka sığınacak kimse de bulamam. Benimkisi yalnız Allah’tan olanı, O’nun gönderdiklerini tebliğdir o kadar.
De ki: Ben size, Allah’ın hazineleri benim yanımdadır, demiyorum. Ben gaybı da bilmem. Size, ben bir meleğim de demiyorum. Ben, sadece bana vahyolunana uyarım. De ki: Kör ile gören hiç bir olur mu? Hiç düşünmez misiniz?
De ki: Ben kendim için bile Allah dilemedikçe hiçbir şeye kadir değilim: Ne fayda sağlayabilirim, ne de gelecek bir zararı uzaklaştırabilirim. Şayet gaybı bilseydim elbette çok mal mülk elde ederdim, bana hiç fenalık da dokunmazdı. Ama ben iman edecek kimseler için sadece bir uyarıcı ve bir müjdeleyiciyim.
Bu âyetlere rağmen bir başka sûfi ise şunları söyleyebilmiştir:
Allah, Muhammed’deki her hakikati kendi isim ve sıfatlarının hakikatinden yaratmıştır. Muhammed’in nefsini de kendi nefsinden yaratmıştır. Bir şeyin nefsi, kendisidir.
Bu alıntılardan anlaşılacağı üzere biz burada Hıristiyanlığın İsa’nın ulûhiyeti inancıyla örtüşen bir yaklaşımla karşı karşıyayız. Değilse ‘Allah, Muhammed’in nefsini kendi nefsinden yaratmıştır’ ile ‘bir şeyin nefsi kendisidir’ cümlesi birleştirilirse ne anlam ifade eder? Gerçekten de, tipik bir Hıristiyanlaşma örneği oluşturmakta değil midir?
Öte yandan alıntılanan bu tür ifadelerin Allah’ın kulu ve elçisi olan beşer peygamber tasavvuru ile uzaktan yakından ilgisinin olmadığını anlamak için insanın bir parça olsun ‘akletmesi gerekir’ demesi lazımken, bu inanç sahipleri tarafından buna da engel olunarak şöyle denilmektedir: “Bunun böyle olduğunu idrak etmek doğrusu pek güçtür, çünkü bu meydanda akıllar kesmez olur.”
Oysaki Allah Teâlâ aklını kullanmayanlar hakkında şöyle buyurmaktadır:
Allah aklını kullanmayanların üstüne pislik yığar.
Bir tarafta aklı kullanmaya azami derecede teşvik eden ve akletmeyenleri pisliğe bulaşacakları yönünde sakındıran Allah’ın âyetleri, diğer tarafta “bu meydanda akıllar kesmez” diyerek aklı devre dışı bırakan zihniyet.
Bir de İslam’ın öğretilerine aykırı bir iş yahut bir durum söz konusu olduğunda Muhammed’in karşısına nasıl çıkarız, O’nun yüzüne nasıl bakarız, O’na nasıl hesap veririz? diyenlere de rastlanmaktadır. Bunlara verilecek cevap şudur:
Muhammed aleyhisselam, peygamberlik görevini yapmış ve Ebu Bekir’in ‘Kim Muhammed’e tapmışsa, Muhammed ölmüştür.’ dediği gibi, ölmüştür. İnsanlar onun huzuruna değil, Allah’ın huzuruna çıkacaklar ve yaptıklarının hesabını O’na değil, Allah’a vereceklerdir. Ceza veya mükâfatlarını O değil, Allah verecektir. Mevcut Hıristiyanlıkta hemen her şey İsa’dan istendiği ve onun her şeyi yapması beklendiği gibi, Muhammed insanları yargılamayacak, kendi inisiyatifi ile şefaat dağıtmayacak, insanları iyi ve kötü diye tasnif etmeyecek, şu veya bu şeylerden veya yerlerden kurtarmayacaktır.
Allah’ın bizlere öğrettiği sahih ve her türlü aşırılıktan uzak ‘beşer peygamber’ tasavvurunu anlamak için yine O’nun (c) sözlerine başvurmak gerekmektedir. Çünkü kendi yarattığı ve peygamber olarak gönderdiği kişileri O’ndan daha iyi tanıyan ve tanıtan hiç kimse olamaz:
Seni başka değil, âlemlere bir rahmet olmak için elçi gönderdik.
Bu âyette Allah Teâlâ Peygamberimizin bir beşer/insan olarak yaratılışını değil, risaletini/elçiliğini ön plana çıkarmaktadır. Yani âyette ‘biz seni âlemlere rahmet olmak için yarattık’ yerine ‘seni âlemlere rahmet olmak için Resûl/elçi gönderdik’ buyrulmaktadır. Görüldüğü gibi bu iki cümle birbirinden tamamen farklı manalar taşımaktadır. Buna göre âlemlere rahmet olan; O’nun yaratılışı değil; peygamberliğidir. Bu da Peygamberimizin şahsından ziyade risaletinin ön planda tutulması gerektiğini göstermektedir.
Buna göre biz, “yüzü suyu hürmetine kâinatın yaratıldığı ve kendisinde Allah’ın tecelli ettiğine” inanılan insanüstü bir peygambere değil; tıpkı bizim gibi bir beşer olan ve bu yüzden bize örnek (usve-i hasene) gösterilen, melek olmayan, gaybı bilmeyen, yeri geldiğinde Rabbinden azar işiten, –tıpkı bizim gibi– işlediği günahları için tevbe-i istiğfar etmesi istenen ama bütün bunların yanında büyük bir ahlak sahibi olan, risaleti açısından âlemlere rahmet olarak gönderilen ve her yeri bu risalet ışığıyla aydınlatan beşer peygambere iman etmekle mükellefiz.
Kaldı ki bir kişinin mü’min olabilmesi için öncelikle Allah’tan başka hiçbir ilah olmadığına ve Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem’in O’nun kulu ve resûlü/elçisi olduğuna şahitlik etmesi gerekir.
Şahitlik, tanıklık demektir. Tanıklık ise olayı hiçbir şüpheye yer vermeksizin görmek anlamına gelmektedir. Bu yüzden ‘ben mü’minim’ diyen herkesin, Peygamberimizin Allah’ın Resûllüğünden önce herkes gibi bir kul (abd) olduğuna tanıklık etmesi yani bunu gözüyle görmüş gibi kesin bir şekilde bilmesi ve inanması gerekir. Onun her şeyden önce bir kul olması ise, aşırı yüceltmeci, beşer üstü bir peygamber tasavvuruna İslam düşüncesinde yer olmadığını gösterir.
Peygamberimiz Muhammed’in beşer vasfı, bir gerçeğin yarısıdır. O, Allah’ın kulu ve elçisidir. Dolayısıyla O’nun beşerliği kulluğuna, peygamberliği de resûllüğüne tekabül eder. O, örnek kişiliğiyle, adaletiyle, şefkatiyle bir insan olarak yine herkesten, hepimizden üstündür. İşte onun bize örnek gösterilmesinin bir sebebi de budur. Bunu bir kenara bırakarak O’nu beşer üstü bir varlık gibi görmek ve/ya göstermek, sebebi ne olursa olsun ilk başta Resûlullah’a haksızlıktır, O’nun örnekliğini yok etmektir. Bu yüzden her Müslüman bütün davranışlarında olması gerektiği gibi bu konuda da dengeli ve dikkatli olmalı, Resûlullah’ı Allah’ın tanıttığı şekilde tanımalı ve her durumda onu örnek alarak yaşamaya çalışmalıdır.
-------------------
KAYNAK:
http://www.kuranihayat.com/content/nur-%C4%B1-muhammed%C3%AE-veya-hakikat-i-muhammed%C3%AEye-teorisi-mustafa-akman