BATI DÜNYASINDA İSLAM İMAJI
Kadir Canatan
Soğuk Savaş sonrası dönemde İslam, Batı dünyasında "yeni" bir düşman olarak tanımlanmaya başlamıştır. Bunun izlerini bizzat Batı dünyasında yaşayan müslüman azınlıklara yönelik yabancı düşmanlığı ve ırkçı saldırılarda da, Batılı güçlerin yeni savunma stratejileri ve diplomatik ilişkilerinde de görmekteyiz. "Anti-İsla-mizm" şeklinde adlandırabileceğimiz bu yeni olgu, yirminci yüzyılın sonuna geldiğimiz şu günlerde birden bire ortaya çıkmış türedi bir imaj değildir. Tarih boyunca Batı Hristiyan-lık dünyasında îslam imgesi olumsuz bir çizgide seyrederek gelmiştir. Bu demek değildir ki, İslam imgesinde hiç kayma ya da değişme olmamıştır. Tam tersine Batı'nın gelişme aşamalarını işaretleyen tarihin belirleyici anlarında, İslam imajı çeşitli renkler almıştır: fakat imajdaki kesin olumsuzluk (yani düşman imajı) hep süregelmiştir.
Yedinci ve sekizinci yüzyıllardan itibaren oluşmaya başlayan İslam imajı savaş ve fetih gibi uluslararası ilişkilerin gergin olduğu koşullar altında biçimlenmeye başladı. Bu yüzyıllarda İslam orduları, Bizans İmparatorluğunun Suriye'deki eyaletlerini, Kutsal Topraklan ve Mısır'ı fethettiler ve Kuzey Afrika, Sicilya ve İspanya'ya doğru yayılmaya başladılar. Bu fetihler sadece siyasal ve askersel bir yayılma değildi. Bunu aynı zamanda geniş ölçekli İslamlaşma süreci de izledi. Bu şekilde İslam'ın ilk yayılış dönemlerinde Hristiyanlık ile İslam arasındaki ilişki biçimi, karşı tarafı savunma konumuna itti. Şam, Bağdat ve Kurduba gibi merkezlerde hristiyan teologlar, İslam'a yönelik geçişleri durdurmak ve kendi konumlarını ayakta tutabilmek için yeni dine karşı tezler üretmeye başladılar. İşte bu erken hristiyanlık teolojisinin çizdiği İslam imajı, çağlar boyu sürecek olan olumsuz İslam imajına damgasını vurmuştur.
Hristiyanlığa göre Hz. İsa'nın gelişiyle Tanrısal vahiy süreci tamamlanmıştı. Bu durumda yeni bir peygamber (Hz. Muhammed) ve yeni bir dinin (İslam) gelmesi düşünülemezdi. Bu nedenle hristiyan teologlar şöyle bir tez geliştir-diler: İslam şeytanın bir oyunudur. Kendisi de peygamberi de "sahte"dir. Tanrı şeytan yoluyla, hristiyanları deniyor ve isyankarları cezalandırıyor. Hatta bu tez ilginç bir komplo teorosine dayandırılıyordu. Buna göre islam, Hristiyan-lık'tan ve görevinden tardedi-len bir papazın intikam almak üzere Arap yarımadasına gitmesi ve kendi bildiklerini Hristiyanlığa karşı geliştirilecek yeni bir dinin inşası için kullandı. İslam'ın peygamberi Muhammed, eski kutsal metinleri ve bilgileri gizlice bu papazdan öğrendi. Nitekim Hristiyanlık ve İslam arasındaki benzerlikler buradan kaynaklanmaktadır. Sözkonu-su papaz, Hristiyanlık dünyasını içten çökertebilmek için bu yola başvurmuştu.
Bu teoriye göre İslam, Hristiyanlık'tan çıkartılmış uydurma bir mezheptir. Bu mezhebin amacı, Hristiyanlık dünyasını çökertmek ve insanlığı saptırmaktır. İslam'ın şeytani karakteri, özellikle cinsel ahlak anlayışında yatıyordu. Çok kadınla evlilik ve hazza dayalı cinsel ilişkilere müsaade edilmesi bunun en açık kanıtlarıydı, üstelik bizzat bu konuda Muhammed, izleyicilerine örneklik ediyordu. Eski Hristiyan teolojide İslam'a yüklenen bir başka özellikte şiddet öğesidir. Buna göre Hristiyanlık sevgi ve şefkat dini, İslam ise şiddet ve kılıç diniydi. Nitekim İslam ilk izleyicilerini kılıçla dine sokmuş ve daha sonrada kılıç yoluyla yayılmıştır.
İslam'a karşı yazılan ilk kitaplar ve el yazmaları çoğunlukla Yunanca ve Latince dilinde yazılıyordu. Böylece müslümanların bunları okuması ve bunlara karşı cevaplar üretmesi mümkün olmuyordu. Yazılan eserlerde çoğu kez yazarın kimliğide gizleniyordu. Arapça yazılan eserlerde ise daha barışçıl ve ılımlı bir dil kullanılıyor ve özellikle İslam'ın Tevhid inancına karşı Teslis (üçleme) inancı savunuluyordu. Ancak bu Arapça metinler, İslam imajının şekillenmesinde fazla etkili olmamıştır.
Onbirinci yüzyıla değin, İslam ve Hristiyanlığın karşılaştığı bölgelerde hristiyan din adamları İslam karşısında Hristiyanlığın üstünlüğünü kanıtlamaya çalışıyorlardı. Ancak onbirinci yüzyılın sonuna doğru bir değişme ve buna kaynaklık eden yeni bir gelişme oldu. Onbirinci ve on üçüncü yüzyıllar arasında bir Hristiyan karşı saldırısı (Haçlı seferleri) oldu ve bu, Kutsal Topraklar'da bir süre başarı sağladı. Burada bir Latin Kudüs Krallığı kuruldu. İspanya'da ise daha kalıcı ve kesin bir sonuç alındı. İspanya'daki son müslüman krallık 1492'de sona erdirildi. Hristiyanlık dünyasının bu politik ve askeri başarılarına rağmen, başka yörelerde müslü-manlar yine atak halindeydiler. Onbirinci yüzyılın sonuna doğru müslüman Selçuklular Anadolu'ya girdiler ve daha sonra Osmanlılar, Bizans İm-paratorluğu'nun başkentini fethederek kendine başkent yaptılar.
Hristiyanlarla müslüman-lar arasındaki ilişki, Ortaçağda sadece askeri bir ilişki değildi. Haçlı seferleriyle birlikte ticaret ve kültür alanlarında da alışverişler başladı. Bu şekilde Latin Katolik dünyası, İslam dünyası ve kültürüyle yoğun bir ilişkiye girdi. Müslümanlardan elde edilen yerlere Avrupa'h bilginler gitmeye ve orada İslam bilimlerini Arapça bilen hristiyanlar ve yahudiler yoluyla öğrenmeye başladılar. Bu alışveriş bir anlamda eski Yunan mirasını keşfetmek anlamına geliyordu. Arapça'dan çevrilen metinler çoğu kez tıp, matematik, astronomi ve felsefe gibi pratik kullanım değeri yüksek olan bilimlerdi. Bu kültürel etkileşim Avrupa'da "Onikinci Yüzyıl Rönesansı"na yol açmıştır.
Ortaçağ Hristiyanlık dünyası, kısmen Bizans kaynakları ve kısmende İspanya'daki müslümanlarla hristiyanlar arasındaki ilişkiler nedeniyle İslam hakkında bazı şeyler biliyorlardı, ancak bu bilinenler içinden çıkılmaz bir şekilde hatalarla dolu idi. Avrupalılar arasında İslam'ı bilimsel bir şekilde inceleme arzusu Haçlı Seferleri sırasında meydana geldi. İlk Kur'an çevirisi Latince olarak 12. yüzyılda yapıldı. Fakat bu çeviriler hiç bir zaman belirgin hata ve yanlışlıklardan arındırılamadı. İslam dünyasındaki yapılan çevirilere rağmen Ortaçağda İslam imajı düzeltilemedi. Zira sürekli savaş ortamı ve gerginlikler bunu engelliyordu. Bu dönemde İslam hakkında çizilen düşman imajı, Haçlı seferlerini ve buna eşlik eden şiddet olgusunu haklılaştır-maya yönelikti.
Batılı ünlü İslam araştırmacısı Prof. Dr. Montgomary Watt'ın belirttiğine göre Ortaçağda geçerli olan İslam imajı şu tezlere dayanıyordu.
1- İslam dini, batıl ve hakikatin zıddıdır;
2- İslam, şiddet ve kılıç dinidir;
3- İslam, şehvet ve nefse düşkünlüğü öğretiyor;
4- Muhammed, İsa'nın muhalifidir.
Ortaçağa hükmeden en büyük güç Kilise idi ve buna göre, "Kilise dışında hakikat ve kurtuluş imkansızdı. Hatta hakikati aramak bile küfürdü.
Doğmayı kabul etmek akıl için en emin yoldu." Bu nedenle Kilise'nin incil dışında bir Kitap, Hz. İsa dışında bir Peygamber ve Hristiyanlık dışında başka bir Din ya da hakikat kaynağı kabul etmesi düşünülemezdi. Nitekim Ortaçağın büyük hristiyan düşünürü St. Thomas Aquinas bile, bu düşünceden hareketle 13. yüzyıl boyunca İslam'ın batıl ve temelsiz bir din olduğunu kanıtlamak için uğraşıp durdu.
Haçlı savaşlarına katılanların kendi dinlerini "barış" dini, İslam'ı ise "kılıç ve şiddet" dini olarak görmelerini paradoksal olarak niteleyen Watt, bu imajın hakikatten çok uzak olduğunu, zira İslam'ın askeri faaliyetlerinin siyasi yayılma yönünde geliştiğine dikkati çekiyor ve hiç kimsenin İslam'a girmek için zorlanmadığını belirtiyor. Buna rağmen Ortaçağ hristiyanlığı-nın bu iddiaları aslında bir projeksiyondan başka bir şey değildir. Haçlılar döneminde müslümanlara atfedilen şiddet ve aşırı şehvet, aslında
Hristiyan Avrupa'da mevcuttu. "Bu yüzden, İslam'ın tahrif edilmiş imajı, Avrupalı bir insanın gölge tarafının projeksiyonu olarak telakki edilmelidir" (M. Watt, SH. 144).
Onaltıncı ve onyedinci yüzyılda gerçekleşen Reformlar ve Aydınlanma Çağı'nda Batı'daki İslam imajı, bazı önemli klasik öğeleri yeni döneme taşırken, kısmi değişmeleri de beraberinde getirdi. Düşman imajı İspanya'da artarak devam etti. Zira burada engizisyon dolayısıyla müslü-manlar ve yahudiler inançlarından dolayı kovuşturuluyor, işkencelere maruz kalıyorlardı. Neticede müslümanlar 1609 yılında Kuzey Afrika'ya sürülmüşlerdir. Bu yüzyıllardaki Türk imajı da son derece olumsuzdu. Türkler hakkındaki bilgiler, geleneksel hristiyan önyargılar temeline dayanıyordu. Bugün bile Avrupa'da "Türk" kelimesi hala birilerini azarlamak ve kötülemek için kullanılıyorsa, bu sözkonusu dönemin bir armağanıdır.On beşinci yüzyılın ortalarından itibaren bildiri ve kitaplarda Türkler hakkında haber ve hikayeler yazılmaya başlanmıştı. Osmanlılar ve Türkler hakkında yazılan literatüre "Turcica" adı veriliyor ve bu eserler Türklerle en fazla ilişkisi olan Avusturya, Almanya, İtalya ve Fransa gibi ülkelerde yayınlanıyordu. Osmanlının siyasi ve askeri gü-cü Avrupa'da ilerledikçe olumsuz haberler ve bilgiler gittikçe genişleyerek yayılıyordu. Özellikle İstanbul'un fethinden sonra Türk kelimesi, korku ve nefret çağrışımı yapıyordu. Üstelik Avrupa'da "Türk" ve "İslam" kavramları sürekli olarak özdeş ve birbiriyle yer değiştirebilir bir şekilde kullanılıyordu. Avrupa Hristiyarlık dünyası bir taraftan Türkler hakkında negatif bir imaj yayarak halkı harekete geçirebiliyor, diğer taraf-tanda Roma kilisesinin hükümranlığı altında bütün hristiyanları birleştirmeyi amaçlıyordu.Kilise tarafından yazılan bildiri ve kitaplarda Türkler, hristiyanların baş düşmanı olarak gösteriliyor ve Osmanlı sultanları İsa aleyhtarı (an-tikrist) olarak damgalanıyordu. Bütün bu yayınlarda merkezi tema Türklerin barbarlığı idi. Türkler, suçsuz hristiyan-ları vahşice öldüren, etrafı ya-kıp-yıkan ve eline değerli ne geçerse onu çalan kimselerdi. Bu tür propagandaya dayalı haber ve işleme tarzı, elbette realiteden kopuktu. Gerçekte acımasız olan, savaş ve savaşın koşullarıydı. Zira bu koşullarda hristiyanlarda acımasızca davranıyorlardı.
Türk kelimesinin korku ve nefret yaratan çağrışımı yanında paradoksal olarak Türkler karşısında belli bir hayranlıkta sözkonusuydu. Osmanlı devletinde daha fazla inanç özgürlüğü olduğu ve Türklerin iyi ahlaki nitelikler taşıdığı söyleniyordu. Türk ahlakının özellikleri sadelik, sabır, cesaret, sadakat ve disiplindi. Hatta Avrupa'nın Türkler tarafından idare edilmesinin, hristiyan prensler tarafından idaresinden daha iyi olduğu ima ediliyordu. On altıncı yüzyılın ikinci yarısından itibaren bu imaj güçlenmeye başlamıştır. Hristiyan prensler, Osmanlının siyaset ve ticaretteki stratejik konumunu anladıktan sonra, onunla karşılaşma yerine karşılıklı çıkarlar temelinde işbirliği yapmayı uygun buluyorlardı. Böylece dini fanatizm yerini, ekonomik ve politik gerçekliğe bırakıyordu. Şimdi Avrupa'da daha nesnel bir bilgi akışı sağlanıyor ve özellikle diplomat, bilimadamı ve seyyahların anlatımıyla Osmanlı hakkında daha ayrıntılı ve objektif bilgiler edinilebiliyordu.
On altıncı yüzyılda Kanuni döneminde Osmanlı Devleti güç ve refahın doruk noktasına ulaşmıştı. Yine Viyana bu zaman diliminde kuşatılmıştı. Osmanlı Devleti'nin Avrupa içinde ilerleyişi, Batılıları Türklerin kökeni ve kısa zamanda böyle güçlü bir hale gelmelerinin sebebini araştırmaya şevketti. Türkler hakkında erken haberler ve bilgiler, Kutsal Bölgelere ziyarete giden hristiyan hacıların seyahat hikayeleri ve savaş sırasında esir alınmış kişilerin göz tanıklığına dayanıyordu. Bu haberler ve bilgiler hristiyan önyargılarla doluydu. Hristiyan hacılar, Türkleri "inançsız" ve hristiyanlığı yıkmaya susamış saldırganlar olarak niteliyorlardı. Savaş esirleride bunlardan farklı şeyler söylemiyordu.
Bir açıklamaya göre Türkler, doğudan gelen barbar bir kavimdi. Yıkıcılık ve barbarlığı onun güçlü olmasının temel nedeniydi. Öte yandan Türklerle Araplar arasında da bir fark görülmüyordu. İşin ilginç yanı başlangıçta Avrupalı gözünde her müslüman Araptı. Ne zaman ki Osmanlı İmparatorluğu dünya siyaset sahnesine çıktı, o zamanda her müslüman Türk olarak tanımlanmaya başladı. Gerçi bunda garipsenecek bir durum yoktur. Zira o dönemin temel özelliği dini kavramlarla düşünülüyor olmasıydı.
On altıncı yüzyılda Bizanslılar tarafından yazılmış iki tarihi çalışma dışında, Osmanlı tarihi hakkında kapsamlı bir tarih çalışması yoktur. Bu çalışmalarda zaten on beşinci yüzyılın ortalarında yazılmıştı. Osmanlı tarihiyle ilgili olarak ilk ciddi çalışma Alman kökenli Hans Levvenk-lau (1580) tarafından yapılmıştır. Hollandalı hümanist Desideri^s Erasmus (1467-1536) Türklerin ilerleyişini hristiyanların ahlaki çöküşüyle açıklıyordu. Ona göre Türkler, ahlaksız hristiyanlar için Tann'nın bir cezasıydı. Bu açıklama biçimine göre Türk tehlikesi (!) ancak ahlaki bir diriliş ve silahlı bir mücadeleyle geri tepilebilirdi.
Batılıların İslam düşmanı tutumları, hiç bir zaman onların Kur'an çevirisi yapmalarını engellememiştir. Fakat çeviriler hiç bir zaman başarılı olmamış ya da amacına ulaşmamıştır. İlk tam Kur'an çevirisi Latinceye 1530 yılında yapıldığı zaman Papa'nın emriyle yakılmaktan kurtulamamıştır. Kısa bir süre sonra 1543'de protestan Theodorus Bibliander, bir çok problemi aştıktan sonra bir 12. yüzyıl Kur'an çevirisini yayınlamayı başarmıştır. Ancak "zararlı yayın" kategorisine girdiği için kitabın girişine bir uyarı ve Kur'an'ı yanlışlayışıcı bir önsöz yazılarak yayınlanabil-miştir.
On altıncı yüzyılda yayınlanan Turcica'larda her zaman olumsuz bilgiler değil, bazen olumlu bilgilerde verilmiştir. Özellikle Osmanlı Dev-leti'ne seyahat eden elçiler, bilimadamları, sanatçılar ve konsoloslar daha güvenilir haberler yazmışlardır. Bu bilgiler daha olumlu bir Türk imajının oluşumunda önemli bir işlev görmüştür. Turci-ca'ların en önemli bölümleri, haberler ve bildirilerden oluşmaktadır. Bu bildiriler genellikle savaş, fetih ve anlaşmalar gibi siyasal ve askeri gelişmeleri işliyor ve ticari merkezler yoruyla bütün Avrupa'ya yayılıyordu. Bu haberlerin ulaştırılmasında aracı rolü tüccarlar oynuyordu. On altıncı yüzyılın başında iyi örgütlenmiş bir tarzda yayılan bu haberler salt bilgi kaynağı değil, propaganda ile de renklendirilmiş siyasi amaçlı haberlerdi. Nitekim bu kaynaklarda Osmanlı Devleti Hristiyanlığın amansız bir düşmanı olarak tanıtılıyor ve her bir fetih haberi "kara gün" ya da "vahşet" olarak niteleniyordu. Bunun tersine hristiyanların başarısı ise "kahramanlık" veya "unutulmaz bir destan" olarak tanımlanıyordu.
Turcica'lardaki hakim söylem Türklerin "vahşi barbar" ve hristiyanların "ezeli düşmanı" olduğu biçimindedir. Ancak Avrupalılar daha kötü bir durumu vurgulamak için bazen Türkleri diğerlerine karşı tercihe değer bir halk olarak nitelemişlerdir. Hollanda'da görüldüğü üzere, kato-liklerin hoşgörüsüzlüğünü ifade etmek üzere "Türkleri papaya tercih ederiz" (Liever Turks dan Paus" sözü Osmanlı hoşgörüsüne işaret ediyordu. Ancak bu değerlendirme "kötüler içinde daha az kötü" biçiminde yapılan bir değerlendirmedir.
Onyedinci yüzyıla girerken Hristiyan Batı dünyası ile İslam dünyası arasındaki bilgi alışverişini daha sağlıklı kılan bazı gelişmeler görüyoruz. Bu yüzyılda Arapça dili üzerine çalışmalar başladı. Özellikle Leiden üniversitesi'nde bilimsel bir gramer çalışmasına raslıyoruz. Yine bu yüzyılda genişleyen ulaşım ve iletişim olanakları ile birlikte artan ticari ve diplomatik ilişkiler daha reel bir İslam imajının oluşmasına katkıda bulundu. Askeri alandaki gelişmeler nedeniyle savaş ve cepheye ilişkin haberler azalıyor ve Osmanlı'nın askeri sahada gücünün zayıfladığına ilişkin bilgiler yer alıyordu.
Bu gelişmelere koşut olarak bildiriler yanında, gazetelerinde çıkmasıyla "Türk ha-berleri"nde de içeriksel olarak değişmeler görülüyordu. Ba-tı'da "Türk tehlikesi"nin ortadan kalktığına dair bir kanaat beliriyor ve dikkatler İstanbul'daki gelişmelere kayıyordu. Haberler daha az sansasyonel bir nitelikteydi. İstanbul'da saray entrikaları, yeniçeri isyanları ve padişahların cülusu gibi konular dikkatle izleniyordu. Ama bu olaylardan çıkarılan sonuçlar, daha çok Türklerin caniliğini kanıtlama doğrultusundaydı.
Türk tehlikesi onyedinci yüzyılda tümden ortadan kalkmıyor. Yüzyılın ilk yarısında gerileme belirtileri gösteren Osmanlı Devleti, bunu bir süre daha ertelemeyi başarıyor ve Türk ordusu 1663'de tekrar Avusturya'ya giriyor. Burada bazı şehirler fethedildiği gibi, Venediklilerden de son kolonileri olan Candida alınıyor. Bu şekilde ikinci bir kez daha beliren Türk tehlikesi Avrupa'da korku ve nefret yaratıyor. "Türk haberleri" 1683'de Viyana'nın ikinci kez kuşatılmasıyla doruk noktasına ulaşıyor. Ancak bu tarihten sonra peşpeşe gelen kayıplar, artık Osmanlı'nın gücünü kaybettiğini kesin olarak gösteriyordu.
Avrupalıların Arap kökenli müslümanlarıda "Türk" olarak adlandırdıklarını daha önce belirtmiştik. Onyedinci yüzyılda Kuzey-Afrika bölgesindeki Türk (!) korsanların etkinlikleri, Avrupalı tüccar ve siyasi güçler iqin ciddi şikayet kaynağı idi. Bu korsanlar arasında Arap ve Berberiler yanında müslüman olmuş Hollandalı kaptanlar bile vardı. Deniz korsanları hakkında anlatılan hikayeler, bu yüzyılda geçerli olan Türk imajının olumsuz bir yönde gelişmesine etki etmiştir. Daha ilginç olan bir başka nokta da olumsuz Türk imajının Avrupalı ülkeler arasında birbirlerine projekte edilmesidir. Sözgelimi Hollandalılar kendilerine saldıran İspanyalılara karşı Türk imajının olumsuz niteliklerini yansıtmışlardır.
Onyedinci yüzyılın diğer kaynakları arasında, seyahatnameler de çok önemli bir bilgi kaynağı olmuştur. Osmanlı Devleti'ni gezen seyyahlar ve esir düşen kişiler, tecrübe ve gözlemlerini bel-geleştirmişlerdir. Onbeşinci yüzyılın ortasından onsekizin-ci yüzyılın sonuna kadar 600 kadar bu türden kitap yazılmıştır. Bir tahmine göre bunların sadece 200 kadarı onyedinci yüzyıla aittir.
Onyedinci yüzyıla damgasını vuran Reformlar ve Aydınlanma çağında, aydınlarında îslam imajı pek net değildi. Bu dönemde etkili olan yazarlardan Hollandalı bir teolog ve hukukçu olan Hugo de Groot hapiste kaldığı yıllarda yazdığı bir kitapta, bir taraftan hristiyanların birleşmesini savunurken diğer ta-raftanda kafirler, yahudiler ve müslümanlara karşı keskin eleştiriler yapıyordu. İslam hakkındaki kullandığı kaynaklar, eski ortaçağ kaynakları olduğu için doğal olarak eski imaja ait unsurları muhafaza ediyordu. Hollanda kökenli birbaşka kişi, profesör Adriaan Reland kalvenist biri olarak İslam'ın bilimsel bir şekilde incelenmesi gerektiğini açıklıyordu. Nitekim 1705 yılında yayınlanan "Muham-med'in Dini Hakkında" adlı eserinde batılı önyargıları eleştiriyor ve Arapça kaynaklara dayalı olarak daha tam bir İslam imajı çiziyordu. Çünkü kendisi hem doğu dillerini biliyor, hemde bir teolog olarak dinlerin kendine özgü yapılarını dikkate alıyordu. Ona göre dinlerin birbirlerine karşı olan saldırıları akılcılıktan ziyade duygusallıktan kaynaklanıyordu. Bir dinin mensubu başka bir din hakkında olumsuz imajlar çizerken,, aslında kendi karanlık boyutunu ona yansıtıyordu.
Her ne kadar profesör Reland, önyargılarla mücadele etmişse de niyeti meslektaşı Hugo de Groot'kinden farklı değildi. Zira ona göre, eğer İslam bilimsel olarak incelenirse bu şekilde daha kolay sa-vaşılabilir ve İncil müslüma-nar arasında daha etkin olarak yayılabilirdi. Nitekim o kendi kitabını, başkalarını bu yöne sevketmek için bir rehber olarak yazmıştır. Aydınlanmacı düşünürler genelde bütün dinler hakkında iyi şeyler düşünmüyorlardı. Ama onların İslam'a yönelik eleştirisi, bir başka anlam taşıyordu. Onlar İslam'a yönelik eleştirilerde bir taraftan eleştiriye en layık bir din olarak islam'ı birinci sırada gördükleri gibi, öte taraftan da İslam şahsında Hristiyanlığı yargılıyorlardı. Zira hristiyanlığa doğrudan saldırmak rizikolu bir işti. Bu dönemde hakim olan anlayışa göre dinler, fanatizm, ilerlemeye karşı ayakbağı ve gericilik demekti. Buna Voltaire'in çalışması iyi bir örnektir. Fransız düşünürü Voltaire "Muhammed veya fanatizm" adlı tiyatro çalışmasında dinsel fanatizm olgusunun psikolojik bir analizini yapmaktadır. O, İslam'ı seçerken içeriksel bir tartışmadan ziyade dinlerin genel olarak fanatizme yol açan özelliklerini irdelemeyi düşünmüştür. Voltaire'de kaynaklarını ortaçağdan alıyordu. Bu eserindeki dinlere yönelik eleştiri o kadar şiddetli idi ki, kilise bile buna dayanamayarak piyesin oynanmasını yasaklamıştır.
Onsekizinci yüzyılda "Türk tehlikesi" hemen hemen kesin olarak son buldu. Zira Rusya ve Avusturya'ya karşı elde edilen kısmi başarılara rağmen Osmanlı gerileme dönemine girmişti. Ancak Türk tehlikesi Kuzey Afrika kıyılarında aktüalitesini korudu. Buradaki gelişmelerle ilgili olarak bildiri, haber ve gazetelerde Türk barbarlığı ve korsanlığı sürekli olarak vurgulandı. Gerçekte buradaki deniz korsanları Türkler değil, Berberilerdi.
Avrupa ve Osmanlı devleti arasındaki güç ilişkilerinin değişmeye başlamasıyla birlikte Türklere ve Osmanlılara karşı bakış tarzı da değişti. Türk yaşam biçimi ve Osmanlı'nın egzotik yönlerine ilgi ve hayranlık artmaya başladı. Bu dönemde "atlı, savaşçı ve insafsız Türk" imajı giderayak yerini "yozlaşmış, şehvet düşkünü ve harem sahibi Türk" imajına bıraktı. İşte, doğu hakkındaki klasik anlayış bu şekilde doğmaya başladı. Binbir gece masalları yoluyla doğu dünyası hakkında akla gelen şeyler refah, gizem ve erotizmdi.
Türk yaşamına duyulan hayranlık çok geçmeden Fransız, İngiltere, Avusturya ve Almanya'da "Türk modasını doğurdu. Türk modası, cinsel çağrışımlarla dolu olduğu için sadece kalvenist ülkelerde fazla tutmadı. Sözgelimi Hollanda'da Türkler hakkındaki önyargılar hala canlıydı. Türkler hakkındaki genel yargı iki yönlüydü: Her ne kadar Türkler bazı olumlu özelliklere sahiplerse de, olumsuz özellikleri bu yönlere baskındı. Türkler hakkındaki bu imaj değişikliği, önemli ölçüde gezi, tarih ve antropoloji hakkındaki çalışmalardan kaynaklanıyordu. Sözgelimi İngiliz elçisi bayan Lady Mary Wortley Montagu, 1717 ve 1718 yıllarda İstanbul'da oturuyor ve Türklerin temizliği, kullanışlı giyimleri ve Türk kadının özgürlükleri hakkında mektuplar yazıyordu. Onun mektupları ölümünden sonra 1763'de yayınlanmış ve büyük bir sansasyona yol açmıştır. Çünkü Türkler hakkında söyledikleri, Avrupa'nın genel-geçer anlayışlarına ve kalıp yargılarına kesinlikle sığmıyordu.
Onyedinci yüzyılın ikinci yansında başlayan bilimsel çalışmalar, onsekizinci yüzyılda da devam etti. Ancak bu çalışmalar Türklerle sınırlı kalmadı, eski Yunan ve Roma dönemine ait kalıntılara da yöneldi. Gezginciler içinde önyargıları çok ciddi bir şekilde eleştiren kişiler bile vardı. Sözgelimi Hollandalı Dr. Pi-eter van Woensels, o zamanlarda Türkiye ve Rusya'ya yaptığı gezilerini yayınladı ve dönemin Hollandasında geçerli olan önyargıları çürüttü. Bu önyargılar arasında kölelik, poligami, despotizm ve barbarlık gibi temalar yer alıyordu.
Kolonyalizm döneminde, ortaçağ islam imajının yeniden canlandırıldığını görüyoruz. Bunun gerekçeleri hakkında Amsterdam üniversitesi Arap ve İslam Araştırmaları Enstitüsü öğretim görevlisi Rudolph Peters şöyle demektedir: "Ortaçağda gelişen bu İslam ve müslüman imajı, Avrupa emperyalizmi döneminde yeni bir canlılık ve enerji kazandı. Müslümanlar gerici, fanatik ve kavgacı tipler olarak gösterilerek, medeniyetin yayılmasına hizmet iddiası ile sömürgeci genişleme haklı gösterilmek istendi. Bu aynı zamanda, sömürgecilerin yerli halka karşı zor kullanmaları için bir bahane oluyordu" (Sh. 31). Gerçektende müslüman dünya ile hristiyan dünya arasındaki tarihsel ilişkilere şöyle kuşbakışı bir göz attığımız zaman olumsuz İslam imajının Batının kendi saldırılarına ve İslam dünyasında gerçekleştirdiği insanlık dışı eylemlere karşı meşru bir kılıf işlevi gördüğüne tanık oluyoruz. Saldırganlık ve imaj arasındaki etkileşim her zaman karşılıklıydı. Savaş ve genişleme anlarında, imaj olumsuzlaşıyor ve tekrar bu temelde saldırganlık haklılaştınlıyordu.
Sömürgecilik dönemindeki olumsuz İslam imajının bir başka boyutu, kıyaslamalı dinbilimleri, oryantalizm ve antropoloji gibi disiplinler tarafından sömürgeciliğe bilim-sel-teolojik bir temel kazandırılmış olmasıdır. Kıyaslamalı dinbilime göre, sadece hayvanlar ve bitkiler dünyasında değil, dinsel ve sosyal yaşamda da ilkellikten mükemmelliğe doğru bir evrim söz-konusuydu. Bu evrimci açıklama modelinde İslam, tarihin en gelişmiş dini olan Hristi-yanlığın yozlaşmış bir biçimiydi. Aynı temel misyonerlik içinde iyi bir dayanaktı. Artık hristiyan misyonerler müslümanlara "orjinal kaynaklara" dönmek konusunda yardımcı olabilirlerdi.
Bu dönemde İslam hakkında araştırmaların artması boşuna değildir. Sömürgecinin amacı, saf bilgi yoluyla bir gerçeği anlamak ya da kavramak değildi. Onun gözünde bilgi güç demekti; eğer İslam hakkında daha fazla bilgi sahibi olurlarsa, müslüman toplumu daha kolay denetleyecek ve ortaya çıkan isyanları daha kolay bastırabile-ceklerdi. Şu konuda artık kesin bir açıklık sağlanmıştır. Batı medeniyetinin modern düşünürleri, ortaçağın hristi-yanlık mirasını reddederlerken, sadece İslam hakkındaki imajına sahip çıkmışlardır. Özellikle de İslam'ın cihad doktrini çarpıtılarak müslümanlar, dinleri gereği sağa-sola savaş açan, kana susamış ve değişik dinlere karşı hiç bir hoşgörüsü olmayan fanatikler olarak presente edilmiştir.
Modern İslambilimin kurucularından biri olan Hollandalı Snouck Hurgronje, bir bilima-damı olarak İslam hakkındaki araştırmalarını derinleştirir-ken, sömürgeci yönetimin danışmanlarından biri olarak ta Hollanda'nın Üzak-Doğu ve Asya politikalarına önemli ölçüde yön vermiştir. Kendisi bir ara müslüman kılığında Mekke'ye kadar giderek, Kabe ve kutsal yöreler hakkında bir kitap bile yazmıştır. Yine O, Endonezya adalarında dolaşırken ve yaşarken hep bir müslüman olarak hareket etmiştir.
Batı kökenli oryantalizmde zanlı bir kimlikten asla kurtulamamıştır. Oryantalizmin temel paradigması Doğu ve Batı arasında uzlaşmaz karşıtlığı göstermektir. Buna göre Batı dünyası dinamik, yenilikçi, açık, hoşgörülü ve girişimci; İslam dünyası ise eski geleneklere kapanmış, statik, fanatik, pasif ve gelişmeye karşı bir dünyadır.
Batı sosyolojisinin kurucularından Max Weber, ondo-kuzuncu yüzyılda Batı'da İslam hakkında geçerli olan yanlış bilgiler nedeniyle, İslam'ın hazcı ve şehvet düşkünü bir din olduğunu sanıyordu. Bu düşünce, İslam hukukunda erkeklerin zevklerini sınırsız bir biçimde tatminine yönelik bazı kuralların varlığından çıkarılıyordu. İslam'a göre erkek dört kadınla evlenebilir ve sayısız cariyeler alabilirdi. Yine istediği zaman kadını boşama hakkına da sahipti. Bu şüphesiz ki, realitenin aşırı derecede abartılmış ve çarpıtılmış bir imajıydı. İlginç olan şu ki, Ruud Pe-ters'ın da belirttiği gibi, şimdilerde tam tersine İslam'ın cinsel konularda çok sınırlayıcı olduğu vurgulanmaktadır. Bu da gösteriyor ki, Batı'da egemen olan İslam imajı, İslam toplumlarındaki değişmelerden ziyade Batılı toplumlardaki gelişmelerin etkisiyle değişmektedir.
Ondokuzuncu yüzyılda İslam imajının kötüleşmesinin bir başka nedeni, Yunan isyanında (1821) Avrupalıların onların tarafında yer almalarıdır. Bu dönemde Osmanlı "hasta adam" olarak niteleniyor ve Doğu Meselesi, yani Osmanlı'nın sömürgeci güçler tarafından paylaşılması gündeme geliyordu.
Sömürgecilik sonrası dönemde, Osmanlı merkezli yaklaşımlar nedeniyle; uzun süre Batı edebiyatında uzun elbiseli, elinde parıldayan palası ile Muhammed'in dinine girmeyi reddeden her kafiri boğazlamaya hazır Ortaçağ'ın "Korkunç Türk" imajı yerini, savaş kıyafetiyle, omuzunda kalaşnifoku olan, masum Yahudi ve Hristiyan kadın ve çocukları bile gözünü kırpmadan katletmeye hazır "Arap terörist" imajı almıştır. (R.Pe-ters, Sh. 30).
İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra İslam dünyası ile Batılı güçler arasında oluşan yeni politik, ekonomik ve toplumsal ilişkiler İslam imajında kaymalara yol açtı. Ancak eski düşman imajı, seküler bir forum kazanarak daha geniş toplum katmanlarına yayıldı. Bu yeni gelişmelerde Batı'nın İslam'la olan ilişkilerinde kurduğu yol ve kanallar önemli oranda bilgi akışının ve etkileşiminde niteliğini belirlemiştir. Sözkonusu kanallardan ilki, Batıcı aydın ve diğer elit kesimlerdir. Bunların İslam imajı sömürgecilerin imajından pek farklı olmadığı ve hatta onlardan apartma olduğu için bunlar yoluyla bilgilenen Batılılar, sürekli olarak önyargılarının pekiştirildiğini görüyorlar. İkinci bir kanal, Avrupa'ya işgücü göçü çerçevesinde giden müslüman işçilerdir. Bunlarda Avrupa'da İslam'ı olumlu bir şekilde ifade ve temsilden uzak düşmektedirler. Çoğunun kırsal kesimden ve iyi bir eğitimden Avrupa'ya gitmiş olmaları, büyük bir handikap oluşturmaktadır. Bunların temsil ettikleri "Halk İslam'ı" da önyargıların pekiştirilmesine yol açmaktadır.
Avrupa'da yaşayan müslüman azınlıklar, yabancı bir kültür ortamında asimile olmamak için kendi içlerine kapanık ve toplumdan yalıtlanmış bir yaşam tarzı kurmuşlardır. Yerleşik toplumla aralarında var olan sınıfsal-toplumsal ve kültürel mesafe, önyargıların oluştuğu verimli bir zemin olarak işlev görmektedir. Sözgelimi Türklerin çoğu düşük nitelikli, ağır ve pis işlerde çalıştıkları için "Pis Türk" imajı canlılık kazanmaktadır. Kadınlar, toplumdan soyutlanmış bir şekilde eve kapandıkları için yine İslam'ın kadını eve kapadığı yolundaki önyargılar teyid edilmiş olmaktadır.
Yetmişli yılların ortalarından itibaren ortaya çıkan İslam dünyasındaki uyanış hareketleri ve İslam Devrimi olgusu, Batı'nın İslam hakkındaki korkularını yeniden gündeme getirmiştir. Her ne kadar bugün Batı'da "Bilgi Toplumuma girdiğimiz noktasında sürekli saptamalar yapılıyorsa da, İslam dünyası hakkında Batılıların bilgi düzeyi çok gerilerde seyretmektedir. Son 30-40 yıldan bu yana aralarında önemli oranlarda müslümanların yaşadığı dikkate alınırsa, Batının islam'ı ve müslümanları hala tanıyamamış olması anlaşılır bir durum değildir. İran İslam Devrimi'nden sonra yayınlanan kitapların sadece isimlerine bile bir göz gezdirmek onların İslam imajı hakkında kesim bilgiler verecek niteliktedir: Militan İslam, İslam'ın Kılıcı, İslam Tehdit Ediyor, İslam'ın Canlanışı, İslam Fundamen-talizmi vs.
İslam dünyasında gelişen her bir olay karşısında Batı'nın paniğe kapılması dikkat çekici bir durumdur. Başörtüsü olayları, Rüştü olayı, Körfez Savaş» ve benzer olaylarda Batılı medya, islam'a saldırmak için yeteri kadar malzeme bulmuşlardır. Almanya başta olmak üzere bütün Avrupa ülkelerinde başgösteren ırkçı şiddet olayları ve yabancı düşmanlığı ise, artık imajın ve fikrin eylem planına geçtiğine dair somut göstergelerdir. Bugün antisemitizmin yerini ciddi bir anti-islam almaktadır, üstelik Batılı güçler, bunu Yeni Dünya Düzeni'nde bir strateji olarak ortaya koymaktadırlar. İrkçı ve hristiyan fundamentalistler, yerleşik rejimlerin bu tutumlarından güç alarak her gün bir Türk'ün evini yakmakta ve müslümanları sınır dışı edebilmek için bir korku ve güvensizlik ortamı yaratmaktadırlar.
Avrupa'da son yıllarda yapılan kamuoyu araştırmaları, müslümanlara yönelik düşmanlığın çok geniş toplum katmanlarında bir virüs gibi hızla yayıldığını göstermektedir. Fransa'da 1989 yılında yapılan bir araştırma Fransız halkının İslam ile ilgili çağrışımlarında "şiddet", "kadına baskı", "geri kalmışlık" ve benzer öğelerin kuvvetle yaşadığını tespit etmiştir. Doksanlı yılların başında Hollanda'da yapılan bir araştırmada ise, Hollanda halkının yüzde 70'e yakınının "İslam'ın göreceli büyümesinden" endişe duydukları belirlenmiştir. Oysa Avrupa'da müslümanların azınlık konumunda olduğu açık bir şekilde bilinmektedir. Demek ki, İslam'a yönelik korkular, reel olmaktan ziyade kurgusaldır. Bu kurgusal imaj oluşumu tümüyle med-yatiktir. Bu araştırmada, ankete katılanların yüzde 70'nin müslüman kişilerle tanışıklıkları olmaması bizi "İnsan bilmediğinin düşmanıdır" sonucuna götürmektedir.
Bu tür araştırmaları çoğaltmak mümkündür. Nitekim Amerika ye diğer Batı ülkelerinde de İslam aleyhine bir nefret ve düşmanlığın ge- liştiğine dair oldukça bol veriler sağlanmıştır. Albert Ho-urani, Avrupa'nın İslam konusunda ilk bin küsur yıl boyunca bir "bilinçsizlik durumu" yaşadığını belirtiyor. Bununla onun ne kastettiği pek açık değildir, ama bana göre şu kesindir ki Avrupa, İslam hakkında bu bilgi çağında bile hala "bilgisizlik durumu" yaşıyor; bilenlerde bilmeyenlere anlatmamakta direniyorlar. İslam hakkındaki bu genel ve yaygın bilgisizlik, sadece dini merkezlerin değil siyasal ve ideolojik merkezlerinde işine yaramaktadır. Ama ikibin yıllarına doğru ilerlediğimiz şu günlerde, İslama dayalı siyasal ve kültürel hareketler, bütün yoksaymalar ve karalamalara rağmen, kendi özgü-cüne dayanarak "ilerlemek-te"dir. Ve umuyorum ki İslam, ilk kez içine girmeye hazırlandığımız bu yeni dünyada, kendini bütün yönleriyle ifade etme imkanına kavuşacaktır.
KAYNAKLAR:
Alman Kültüründe Türk İmgesi I, Doç. Dr. Onur Bilge Kula, Gündoğan Yayınları, Ankara 1992.
Batı Düşüncesinde İslam, Albert Hourani, Çev: Celal A.Kanat, Sarmal Yayınevi, İstanbul 1994.
islam ve Sömürgecilik, Modern Zamanlarda Cihad Öğretisi, Çev: Süleyman Gündüz, Sunuş ve Notlar: Ali Bulaç, Nehir Yayınları, İstanbul 1989.
İslam Avrupa'da, Prof. Dr. VV.Montgomary Watt, Çev: Doç. Dr. Hulusi Yavuz, Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Yayınları, İstanbull 989.
Kalvenizm, VVeber ve İslam Fundamentalizmi, Ruud Peters, Çev: Kadir Cana-tan. Bilgi ve Hikmet, Üç Aylık Kültür ve Araştırma Dergisi, Güz-1993/4, İz Yayıncılık, istanbul 1993.
Sprekend över de islam en de moderne tijd, Prof. Dr. P.S. Van Koningsveld, Pro-metheus Teleac, Ut-recht/Amsterdam 1993.
Topkapı & Turkomanie, Turks-Nederlandse ontmoetin-gen sinds 1600, Red: Hans Theunissen et al., Amsterdam 1989.