Gazali ve İbni Rüşd'ün"Nedensellik Konusundaki Bazı Görüşleri" Üzerine
Şakir KOCABAŞ
Hamid Muhammed el-Gazali (M. 1058-1111), "Te-hafüt el-Felasife" (Felsefecilerin Yıkımı) isimli kitabını M. 1095 yılında tamamladı. İbni Rüşd (M. 1126-1198) bu önemli kitaba eleştiri olarak M. 1180 yılında tamamladığı "Tehafüt el Tehafüt" kitabını yazdı. Gazali Klasik dönem doğu İslâm dünyasının en büyük düşünürlerinden biri. İbn Rüşd ise Batı İslâm dünyasının en büyük düşünürlerinden. Her iki düşünürün içinde yaşadıkları toplumların kültürel ve siyasî ortamları birbirinden farklı. Gazali, Büyük Selçuklu Devleti'nin hükümran olduğu bir dönemde yaşadı. Bu dönemde müslümanlar arasında İslâm birliğini tehdit eden iç politik gruplaşmalar olduğu gibi bazıları sapmaya kadar varan düşünce farklılıkları da ortaya çıkmıştı. (Gazali bunları "El-Munkiz" isimli kitabında ele almıştır). Bunlar arasında müs-lümanların Eski Yunan kültür ve düşüncesinin eserlerini ortaya çıkarması ve bunları İslâm kültürü ve düşüncesi içinde değerlendirmeleri sırasında ortaya çıkan bazı felsefi görüş ayrılıkları da bulunuyordu. Gazali "Tehafüt el-Felasife" kitabını müslümanlar arasında yayılmakta olan bazı hatalı görüşleri yıkmak ve tashih etmek maksadıyla yazmıştır. Gazali bunu yaparken çoğu zaman felsefe ile uğraşanları bir sınıfta toplayıp bunları toptan bir eleştiriye tabi tutmuştur.
İbn Rüşd ise Batı İslâm dünyasının yani Endülüs'ün siyasî çalkantılara sahne olduğu ve bölünmelere başladığı bir devirde yaşamıştır. Bu devirde müslümanlar yahudilerden ve hıristiyanlardan bilim, felsefe ve sanatta üstündüler. Fakat tek tük de olsa, özellikle bazı yahudi bilginleri (meselâ İbn Rüşd'ün çağdaşı olan Maimonides) bilim ve felsefe varlıklarını hissettirmeye başlamışlardı. Matematik ve fizik bilimlerle felsefenin henüz tam olarak birbirinden ayrılmamış olduğu bu devirde İbn Rüşd, Gazali'nin felsefecilere toptan bir eleştiride bulunmasına karşı çıkıyordu. İbn Rüşd'ün ilim kavramı mantık, matematik, fizik, astronomi ve felsefeyi de kapsıyordu. Felsefe bu ilimlerden kolayca ayrılamadığına göre, felsefecilere yöneltilen genel bir eleştiri dolaylı olarak bu ilimleri de hedef almış oluyordu. İşte İbn Rüşd, Gazali'nin "Tehafüt el-Felasife" kitabına kar şılık "Tehafüt el-Tehafüt" kitabını yazdı ve kitabında Gazali'nin görüşlerini birer birer eleştirdi. Biz burada bu kitaptan sadece nedensellikle ilgili olan 17 sayfalık bölümün ilk 5 sayfası üzerinde bâzı açıklama ve değerlendirmelerde bulunmak istiyoruz1.
Gazali diyor:"Bize göre, genel olarak sebep ve netice olduklarına inanılan şeyler arasındaki bağıntı zorunlu bir bağıntı değildir; bu her iki şeyden biri kendi bireyselliğine sahip olup biri diğerinin yerine geçemez ve birinin varlığı veya yokluğu, tasdiki veya reddi diğerinin varlığından veya yokluğundan, tasdikinden veya reddinden çıkarımlanamaz. Meselâ susuzluğun giderilmiş olması su içmiş olmayı, karın tokluğu yemek yemiş olmayı gerektirmez. Yanma olayı ateşle teması, aydınlık olayı güneşin doğuşunu, başın kesilmesi ölümü, hastalıktan iyileşme ilaç alınmış olmasını, ishal olmak müshil almış olmayı gerektirmez ve bu tıpta, astronomide ve diğer bilim ve sanatlardaki ampirik bağıntılar için de böyledir. Çün- kü bunlar arasındaki bağıntılar Allah'ın, kudretiyle bunları önceden bir sıra içinde birbirini izleyecek şekilde yaratmış olmasına dayanır, yoksa bunların kendi başına zorunlu olduğundan ve değiştirilmez olduğundan değil. Bilakis, yemek yemeden tokluk halini, baş kesilmeden ölüm halini, ve baş kesilmesine rağmen hayatın devam etmesi halini (ilh) yaratmak Allah'ın kudreti içerisindedir. Bu bütün bağıntılar için böyledir. Fakat filozoflar bu durumu inkâr ederler ve bunun mümkün olmadığını söylerler. Bu sayısız bağıntıların hepsini tetkik etmemiz çok uzun sürer, bu yüzden de biz tek bir örneği, pamuğun ateş değmesiyle yanması olayını ele alacağız. Biz, her ne kadar filozoflar bu ihtimali inkâr etseler de, yanma meydana getirmeden pamuğa ateşin temasının mümkün olduğunu ve pamuğun hiç ateş değmeden kül haline gelebileceğini söylüyoruz. Bu meselenin tartışması üç nokta üzerinde toplanıyor.
Birincisi, muarızlarımız diyor ki, yanma olayının etkeni yalnızca ateştir; bu ihtiyari değil tabii bir etkendir ve bu etkiyi alacak bir cisimle temas haline getirildiğinde tabiatında olan şeyden kaçamaz. Biz bunu reddediyof ve diyoruz ki: Yanma olayının etkeni Allah'tır ve bunu pamukta siyahlık ve parçalanma meydana getirerek yaratır. Pamukta yanmayı meydana getiren ve onu kül haline getiren Allah olup bunu ya vasıtasız olarak ya da melekleri vasıtasıyla gerçekleştirir. Çünkü ateş ölüdür ve bir harekete sahip değildir. Bunun etken olduğunun kanıtı nedir? Gerçekten de filozofların, ateşle temasta yanma olayının gözlenmesinden başka bir kanıtı yoktur. Fakat bu gözlem sadece iki eşzamanlı olayın varlığını kanıtlamaktadır, sebepliliği (nedenselliği) değil. Gerçekte ise Allah'tan başka bir sebep yoktur. Çünkü istisnasız olarak kabul edilmektedir ki ruhun hayvanlarda hareket eden ve algılayan kısımlarla birleşmesi meninin tabiatının sıcaklığından, soğukluğundan, yaşlığından veya kuruluğundan ortaya çıkmaz. Baba, ne meniyi rahime veren ve embriyo meydana getiren bir etkendir, ne de bu embriyoya hayat, görme ve işitme ve diğer fakülteleri veren etkendir. Aynı fakültelerin babada da bulunduğu herkesçe bilinen bir şey olmakla birlikte, bu fakültelerin onun vasıtısıy-la var olduğunu kimse söylemiyor. Hayır, bunların varlığı doğrudan doğruya veya bunlardan sorumlu melekler vasıtasıyla İlk Etken tarafından meydana getirilmektedir. Bir yaratıcıya inanan filozoflar da bunu böyle kabul etmektedirler. Ne var ki bizim ihtilaf içinde olduğumuz filozoflar da bunlardır.
Gösterdik ki, bir arada vuku bulma, sebepliliği gerektirmez. Bunu bir misalle daha da açıklığa kavuşturacağız. Farzedin gözleri perdeli, doğuştan kör bir adam var. Bu adam insanların gece ve gündüz farklılığı hakkındaki sözlerinden hiç birşey duymamış ve bilmiyor olsun. Bunun bir gün gündüz vakti gözlerinden perdenin giderilmiş olduğunu düşünelim. Görünen şeyleri görmeye başlasın. O zaman bu adam şüphesiz görünen cisimlerin şekilleriyle gözünde algılanmasına gerçekte göz kapaklarını açmasının sebep olduğunu sanacaktır ve görmesi sağlıklı bir şekilde devam ettiği ve bir engel olmadığı ve cisimler de önünde bulunduğu sürece görmeye devam edeceğinden hiç şüphe etmeyecek, göremeyeceğini hiç düşünemeyecek ve bu durum güneşin batmasına ve havanın kararmasına kadar devam edecektir. İşte o zaman o cisimlerin şekillerini onun görme duyusuna nakşeden şeyin güneş ışığı olduğunu anlayacaktır. Şimdi muarızlarımızın, varlık prensipleri içinde bir arada meydana gelen olayların vukuuna sebep olan etkenlerin bulunduğuna inanmaları için bu cisimlerin sabit olduğundan, bulundukları yerden kaybolmadıklarından ve hareket ederek gözden uzaklaştır-madıklarından başka ne kanıtları olabilir? Çünkü eğer bunlar kaybolsa veya gözden uzaklaşsalardı bu farklılığı görebilmemiz gerekirdi ve ozaman da algılarımızın gerisinde bir sebepliliğin bulunduğunu anlardık. Bu konuda filozofların kendilerinin vardıkları sonuçlar açısından bir anlaşmazlık yok.
Gerçek filozoflar bu yüzden bu olayların, cisimle birbirine temas ettiğinde veya genel konumlarında değişikler olduğunda meydana gelmesinin eşyaya form veren bir melek veya meleklerden kaynaklandığım genel olarak kabul etmişlerdir. Hatta bunlar, görünen formların gözde şekillenmesinin de bu form verici meleklerden kaynaklandığını, ve güneşin doğmasının, gözbebeğinin çalışmasının ve görünen cisimlerin var olmasının da maddenin bu formları almasını sağlamada sadece birer hazırlık ve düzenlemeden ibaret olduğunu söylemişlerdir ve bu teoriyi de bütün olaylara uygulamışlardır, bu da ateşin yanmanın etkeni olduğunu, ekmeğin tokluk sağladığını, ilacın hastalık tedavisinin etkeni olduğunu (ilh) söyleyenlerin iddialarını çürütmektir!'2
İbn Rüşd diyor:"Algılanan şeylerde gözlemlenen etkin sebeplerin varlığını inkâr etmek safsatadır ve bunu savunan kimse de ya aklında bildiği şeyi diliyle inkâr etmekte veya bu konuda kuru bir şüpheciliğin aşırı etkisinde kalmaktadır. Çünkü bu inkâr eden kimse her fiilin bir etkeni olması gerektiğini artık kavrayamıyor demektir. Bu sebeplerin bunlardan neşet eden etkileri kendi başlarına icra etmeye yeterli olup olmadıkları veya bu etkilerini tamamlamaları için ayrı veya bir arada bir dış sebebe gerek olup olmadığı meselesi açık olmayıp daha çok araştırma ve tahkikat gerektirmektedir. Eğer kelamcılar, sebepleri bilinmeyen etkilerin de yar olması yüzünden birbirini etkilediği görülebilen etkin sebeplerin de varlığı hakkında şüphede iseler, bu mantıksız bir şüphedir. Sebepleri algılanamayan şeyler henüz bilinmemektedir ve özellikle de bu yüzden araştırılmaları gerekir. Sebepleri algılanamayan herhangi bir şeyin tabiatı halen bilinemiyor demek olduğuna ve bunun araştırılması gerektiğine göre, bundan çıkan zorunlu sonuç: Bilinemiyor olmayan şeylerin algılanan sebepleri vardır. Kelamcılar gibi akıl yürüten bir kimse bilinenle bilinmeyen arasındaki farkı ayıramaz.
Daha da ötesi, yalnız onun anlaşılması eşyanın anlaşılmasına yeterli olan esas sebep hakkında ke-lamcıların söylediklerine ne demeli? Çünkü aşikardır ki nesneler, bunların herbirinin hususi işlevini belirleyen ve onların vasıtasıyla cisimlerin sıfat ve isimlerinin birbirinden ayrıldığı vasıf ve özelliklere sahiptir. Eğer bir şeyin kendine has tabiatı bulunma-saydı onun özel bir ismi ve tanımı da olmazdı, ve her-şey bir tek cisim olurdu -hatta bir cisim tek cismin özel bir etkinliği veya özel bir eylemsizliği olup olmadığı bile sorulabilirdi. Eğer bu cismin bir özelliği olsa o zaman da bu özel tabiatlardan ileri gelen özel etkinlikler olurdu, yok eğer hiç bir etkinliği olmasa, o zaman da bu bir cisim bile olmazdı. Eğer bir oluşun da tabiatı inkâr edilecek olursa, varlığın tabiatı inkâr edilmiş olur ve bu inkârın sonucu da hiçliğe götürür.
Ayrıca, acaba bütün şeylerden neşet eden etkiler bu etkinlikleri tabiatında bulunduran ve bunları gösteren cisimler için mutlak olarak zorunlu mudur, yoksa bunlar sadece bir kısım durumlarda veya sadece bazı durumlarda mı gösterilmektedir? Bu da araştırılması gereken bir konudur. Çünkü iki cisim arasında, sonsuz sayıda etkinlik veya eylemsizlik mümkün olmasına rağmen bir etkinlik veya eylemsizlik vuku bulur, ve çoğu zaman da bir özelliğin diğerini engellediği de olur. Bu yüzden de ateşin hassas bir cisim yanma getirildiğinde etki edeceği mutlak veya kesin değildir. Şüphesiz, hassas cisim ile birlikte ateşin etkisini engelleyecek bir özelliğe sahip olan bir şeyin olması imkansız değildir. Talk ve benzeri şeyler buna örnek olarak verilebilir. Fakat bundan ateşin, ismini ve tarifini koruduğu sürece yakma gücüne sahip olduğunu inkâr etmek gerekmez.
Dahası, aşikardır ki bütün olayların dört sebebi vardır, etki, form, madde ve gaye. Bunlar etkilerin varlığı için zorunludurlar. Bu özellikle etkinin bir cüzü (parçası) olan sebepler için, yani filozoflar tarafından madde, kelamcılar tarafından şart ve esas diye adlandırılan şey ve filozofların form, kelamcı-ların ruhi vasıf dedikleri şeyler için böyledir. Kelamcılar şarta tâbi olan şeyler için gerekli olan şartların varlığını kabul etmektedirler. Mesela hayatın ilim için şart olduğunu söylemeleri gibi. Kelamcılar aynı şe1 kilde, eşyanın gerçekliğini ve tanımlamaları ve bunların varlığın var oluşu için zorunlu olduğunu da kabul etmişlerdir ve bu yüzden de görünen ve görünmeyen varlığı aynı çerçevede mülahaza etmişlerdir. Ayrıca bir şeyin cevherinin neticeleri hakkında da bu düşünce tarzını takip etmişlerdir. Mesela 'işaret' hakkında, âlemdeki nizamın bunu meydana getiren etkenin akıl sahibi olduğuna işaret ettiğini ve âlemin belli bir düzen içersinde bulunmasının bunu meydana getiren etkenin bu âlemi bildiğini söylemektedirler. Zeka eşyanın sebepleriyle birlikte algılanmasından başka birşey değildir, ve bununla da o diğer zihin fakültelerinden ayrılmaktadır, ve sebepleri inkâr edenin zekayı da inkâr etmesi gerekir. Mantık, sebep ve neticelerin varlığını gerekli kılıyor. Bu neticelerin (etkilerin) bilinmesi de ancak bunların sebeplerinin bilinmesi ile tamamlanabilir. Sebebin inkârı bilginin inkârı demektir ve bilginin inkârı da bu dünyada hiçbirşey gerçekten bilinemez ve bilindiği iddia edilen şeyler de birer görüşten başka birşey değildir ve ispat ve tanımlama diye birşey yoktur ve tanımlamaları meydana getiren gerekli sıfat ve özellikler boştur demektir. Bilginin her bir cüzünü inkâr eden kimse kabul etmeli ki bu kendi söyledikleri de zorunlu bilgi değildir.
Zorunlu bilgilerin varlığı yanında zorunlu olmayan bilgilerin de varlığını kabul edenlere gelince; bu bilgileri insanlar kendi yetersiz delilleri üzerine kurup sonra onu zorunlu bilgi olmadığı halde böyle sayar ki filozoflar bunu inkâr etmezler. Eğer bu bilgiye 'âdet' diyecek olurlarsa bu terim kabul edilebilir, bundan başka 'âdet' kelimsesiyle, etkenin âdeti demeyi mi, yoksa var olan şeylerin âdeti mi, yoksa bu şeyler hakkında bizim hüküm verme âdetimizi mi kasdediyorlar, bundan ne anladıklarını bilmiyorum. Ancak Allah'ın âdeti olması imkansızdır, çünkü âdet etkenin kazandığı bir gelenektir ve bundan, davranışında sık tekrarlanmalar olur, halbuki Allah Kur'arî-ı Kerimde şöyle diyor: 'Allah'ın sünnetinde bir değişiklik göremezsin'. 3Eğer var olan şeylerin âdeti demek istiyorlarsa, âdet ancak canlı varlıklarda olur, eğer başka şeylerde de var ise buna tabiat denir ve bir şeyin, kendisini zorunlu olarak veya arızi olarak tayin eden bir tabiatı olması mümkün değildir. Eğer bizim şeyler (nesneler) hakkında hüküm verme âdetimizi kastediyorlarsa, böyle bir âdet, kendi tabiatı tarafından tayin edilen ve zekanın bunun vasıtasıyla zeka olduğu ruhun bir faaliyetinden başka birşey değildir. Felsefeciler böyle bir âdetin varlığını inkâr etmiyorlar. Fakat 'âdet' terimi bulanık bir terim olup analiz edildiğinde sadece, falanca çoğu zaman böyle davranır anlamında: 'Falanca şöyle şöyle davranmak âdetindedir| sözündeki gibi hipotetik bir faaliyet anlamına gelir. Eğer Gazali'nin bu dedikleri doğru olsaydı, herşey yalnızca varsaymakla gerçekleşirdi, ve âlemde onu var eden etkenin hikmet sahibi olduğunu çıkarımlayabileceğimiz bir hikmet olmazdı.
Daha önce de dediğimiz gibi, şüphesiz bu var olanlar birbirlerinin sebebi olurlar ve birbirleri vasıtasıyla etki ederler ve kendi başlarına kendi etkilerini meydana getiremezler ve fakat kendi etkileri için şart olan bir dış etkene muhtaçtırlar. Bu sadece onların etkileri için değil, varlıkları için de gereklidir. Bununla beraber, bu etkenin veya etkenlerin cevheri hakkında filozoflar bir açıdan hemfikir olup diğer bir açıdan ayrılık içindedirler. Şunda hemfikirdirler ki İlk Etken maddesel değildir ve onun etkisi varlığın ve varlıkların etkilerinin şartıdır, ve onların etkenlerinin etkisi bu varlıklara bu etkenin bir taşıyıcısının aracılığı ile erişir, ki bu; bu varlıklardan farklıdır ve bazı filozoflara göre de bu gök küresinin kendisinden başka birşey değildir, diğerleri ise bunun bu küreden başka maddesel olmayan diğer bir varlık olduğunu söylerler ve buna "form verici" derler.
Fakat burada yerimiz bu faraziyeleri tetkik etmeye uygun değil, ancak bunların en yüksek iddiaları şu; eğer bu gerçekleri öğrenmeyi arzu ediyorsanız o zaman onlara giden doğru yolu izleyiniz. Felsefecilerin zorunlu formların ve özellikle ruhun formlarının kaynağı hakkında ayrılığa düşmelerinin nedeni bunları, var olup bir müddet sonra kaybolan bütün tabii şeylerin sebepleri olan sıcak, soğuk, ıslak ve kuru ile bağıntılandıramamalarıdır. Halbuki materyalistler görünür bir sebebi olmayan herşe-yi sıcak, soğuk, ıslak ve kuruya bağladılar ve bu şeylerin, renklerin ve diğer arazın ortaya çıkması gibi, bu elemanların (sıcak, soğuk, ıslak ve kurunun) bazı karışımlarından ortaya çıktığını söylediler. Felsefeciler de bunların yanlışlığını ortaya koymaya çalıştı!'4
Bu bölümün değerlendirmesini yaparken bir şeyi devamlı aklımızda tutmamız gerekiyor. Bu, gerek Gazali ve gerekse İbn Rüşd'un birer müslüman düşünür oldukları. Her ikisinin de felsefî çalışmaları, müslümanlar arasında lisanın yerinde bir şekilde işleyişini temin etmeye yönelik.Dikkatimizi çeken hususlardan biri de Gazali'-nin ve İbn Rüşd'ün kendi çağlanndakinin sınırlarını çok aşan ve detaylı felsefî analizlerinde ortaya koydukları düşünce ve akıl yürütme gücü.
Bu bölümde ele alınan konu "nedensellik prensibi" (sebeplilik -causality) ve bunun lisan içindeki yeri ve önemi. Gazali'nin bu konudaki düşüncelerinde duyarlılığı "nedensellik prensibinin" lisan içinde genelleştirilerek kullanılmasından ortaya çıkacak olan gramatik sonuçlar ve lisanda meydana getireceği karışıklar üzerinde toplanıyor. O, bu "prensibin" teorik ve hipotetik ifadeler grameri ötesinde özellikle temel ve dinî ifade grameri içinde kullanılması ile ortaya çıkan felsefî (yani kavramsal) problemlere dikkatle parmağını basıyor. Yukarıda Gazali şöyle diyordu: "Bize göre, genel olarak sebep ve netice olduklarına inanılan şeyler arasındaki bağıntı zorunlu bir bağıntı değildir, bu iki şeyden her-biri kendi bireyselliğine sahip olup biri diğerinin yerine geçemez ve birinin varlığı veya yokluğu, tasdiki veya reddi diğerinin varlığından veya yokluğundan, tasdikinden veya reddinden çıkarımlanamaz" (Gazali'nin bu söyledikleri çok önemli). Burada Gazali haklı ve neden haklı olduğunu şöyle açıklayabiliriz: Nedensel gerektirme (causal implication) mantıksal gerektirme (logical implication) gibi değildir. Nedensel gerektirme matemetiksel değil teorik bir genellemeye dayanır ve mantıksal değil, psikolojik bir geçişimdir. Mantıksal gerektirme ve matematiksel genellemede neticenin mantıksal muhtevası öncüllerin mantıksal muhtevasından daha^ fazla olamaz, halbuki nedensel gerektirmede yapılan geçişimde neticenin mantıksal muhtevası öncüllerinkinden daima daha fazladır.
Bununla birlikte Gazali'nin analizinde eksik olduğunu sandığımız şey şu: Nedensellik problemi lisanda büyük ölçüde tek düze bir lisan anlayışından ortaya çıkıyor. Bu yüzden lisanın belli bir gramerinde bir takım çelişkiler ortaya çıkıyor diye nedensel yapıyı lisandan büsbütün çıkarıp atmak hem gereksiz, hem de hatalı. Çünkü lisan sadece temel ve dinî ifadelerle biçimsel ifadelerden ibaret olmayıp bir de onun temsil (representation) yoluyla açıklamalarda kullanımı var. Bu kullanım alanına bu gün "İfadelerin Gramatik Ayırımı" isimli kitabımızdaki sınıflandırmaya uygun olarak "teorik, hipotetik ve ampirik ifadeler kategorisi" diyoruz. Eski Yunan felsefesinde ifadeler arasında gelişmiş bir gramer sınıflandırması olmadığını biliyoruz. Fja^at gene de Aristo1 nun, ilimleri metot ve uygulama bakımından biribi-rinden ayırmasından böyle bir sınıflandırmanın başlangıç noktasına gelmiş olduğu kabul edilebilir. Yakın Çağ'da ifadeler E. Kant tarafından analitik ve sentetik olmak üzere iki genel sımfa ayrılmıştı. Witt-genstein dışında modern felsefede bu bakımdan en ileri nokta da R. Carnap'ı görüyoruz. Carnap üçlü bir sınıflandırmayı "Introduction to Symbolic Logic and its Applications" isimli kitabında bir şema ile birlikte veriyor. Rönesans sonrası ve modern felsefecilerin bu işe gerektiği önemi vermediklerini, daha doğrusu bu işin önemini takdir edemediklerini söyleyebiliriz.
Lisanda bir ifadenin anlamının lisanın kullanımından bağımsız olamayacağını ilk söyleyenlerden biri Aristo. Bu prensip daha sonra îbn Rüşd tarafından da dikkatle gözleniyor ve onun felsefî çalışmalarında uygulamasını buluyor. Daha sonra günümüze kadarki felsefeciler içinde bunun önemini kavramış olan felsefeci olarak Wittgenstein'ı görüyoruz. Hatta denilebilir ki Wittgestein'in ikinci dönem felsefe çalışmaları bu prensibin ekseni etrafında dönmektedir.
Felsefenin gereği ve önemi şu durumlarda ortaya çıkıyor:
1. Lisanda yeni kavramlar ortaya çıktığında,
2. Yeni araştırma alanlarının genel lisan içerisindeki yerinin tesbiti söz konusu olduğunda,
3. Ötedenberi kullanılmakta olan kavramların kullanış yerlerinin zaman içinde değişikliğe uğraması durumunda.
Tek cümle ile felsefe; lisanın fonksiyonunu tam olarak görmediği yer ve zamanlarda gereklidir.
Gazali, karşı çıktığı felsefecilerin bazan yaptıkları gibi, nedensel yapıyı temel ve dinî ifadeler grameri içinde kullanıyor. Tehafut el-Tehafut'den alınan bölümde onun etken ve sebep kavramlarını gramer ayırımı yapmadan tek ve aynı gramer (dinî gramer) içinde anladığını ve kullandığını görüyoruz. Şöyleki:
"... genel olarak sebep ve netice olduklarına inanılan şeyler arasındaki bağıntı zorunlu bir bağıntı değildir.""... muarızlarımız diyor ki, yanma olayının etkeni yalnızca ateştir; bu ihtiyari değil tabii bir etkendir ve bu etkiyi alacak bir cisimle temas haline getirildiğinde tabiatında olan şeyden kaçamaz...""Yanma olayının etkeni Allah'tır!' "Gerçekte ise Allah'tan başka bir sebep yoktur!' "... bunların varlığı doğrudan doğruya veya bunlardan sorumlu melekler vasıtasıyla İlk Etken tarafından meydana getirilmektedir!'
Görüldüğü gibi Gazali kendi ifaledelerinde sebep ve etken terimlerini dinî bir gramer içinde kullanıyor. Öte yandan, diğer insanların ve özellikle Gazali'nin hedef aldığı "filozofların" bu terimleri her zaman dinî bir gramer içinde kullandıklarını söyleyemeyiz. Yukarıdaki; "... muarızlarımız diyor ki" diye başlayan cümlede "etken" terimi hipotetik bir terim olarak kullanılmakta. Fakat buradaki "yalnızca ateştir" sözündeki "yalnızca" kelimesi bu ifadeyi hipotetik gramerin dışına kaydırıyor. Bu yüzden de bu ifadenin tamamen hipotetik bir ifade olarak alınıp alınamayacağı, bu "yalnızca" kelimesi ile ne denilmek istendiğine bağlı.
İbn Rüşd'ün Gazali'ye itirazı, Gazali'nin "sebep" ve "etken" terimlerini tamamiyle dinî bir gramer içinde anlıyor olmasından ileri geliyor. İbn Rüşd ile Gazali arasında, olayları ve eşyayı her ne şekilde olursa olsun Allah'ın yaratmış ve yaratmakta olduğu noktasında hiç bir ihtilaf yok. Anlaşmazlık aslında bu terimlerin (yani "etken" ve "sebep" terimlerinin) temel ve dinî gramer dışında kullanılmalarının anlamlı olup olmadığında ve eğer anlamlı ise ne anlama geldiğinde. Buradan da şunu söyleyebiliriz ki, îbn Rüşd "sebep" ve "etken" terimlerini Gazalinin anladığı gibi anlamıyordu. Biz de bunları bu günkü bilgimiz çerçevesinde ne Gazali, ne de îbn Rüşd gibi anlamakta değiliz.
Şimdi biliyoruz ki, nedensellik bir prensip değil, teorik, hipotetik ve ampirik açıklamalarda kullandığımız bir yapı örneği. (Bu itibarla nedensel yapıya sahip bir ifade için; "Şu ifade nedensel bir ifadedir)' demek anlamlıdır). Lisanın bu kategorisinde bugün buna benzer başka yapı örnekleri de kullanıyoruz. Bunlar: probabilistik yapı, relativistik yapı ve belirsizlik yapısı. İnsanlar gelecekte daha başka yapı örneklerini de teorik, hipotetik ve ampirik açıklamalarında kullanacaklar. Dikkat edilmesi gereken husus, bu yapı örneklerini temel ve dinî gramer içinde kullanmaya kalkmanın anlamsız olduğudur. Bu durum göz önüne alındığında şu tip ifadelerin temel ve dinî ifade gramerinde anlamsız olduğu anlaşılacaktır:
-Allah'ın kainatı yaratmasının bir sebebi var dır. (Nedensel yapı).
-Büyük bir ihtimalle kainatı Allah yaratmış tır. (Probabilistik-istatistiksel yapı).
-Müslümanlara göre Allah her şeyi görür ve bilir. (Relativistik yapı).
Bu gün birçok durumlarda aynı olguları değişik yapı örneklerikullanarak temsil edebiliyor veya açıklayabiliyoruz. Bu da bir bakıma şu demektir ki nedensellik olayların veya eşyanın bir özelliği değildir. (Aslında bunu bu şekilde ifade etmek hatalı). Bu bakımdan Gazali'ye, "... bize göre, genel olarak sebep ve netice olduklarına inanılan şeyler arasındaki bağıntı zorunlu bir bağıntı değildir,..!' sözünde hak vermemiz gerekiyor. Şu anlamda ki, kullandığımız yapı örnekleri (nedensel yapı, jgrobabilistik yapı, relativistik yapı ve belirsizlik yapısı) eşya ve olaylara yapışık birer olay veya özellik değil, lisanda olayları açıklamada kullandığımız gramatik araçlardır.
Gazali'nin, gözleri doğuştan perdeli kör bir adam misalinde söylediği şeyler bu hikayenin ilk safhasında da, ikinci safhasında da nedenselliğin bu açıklamalarda yerinde kullanıldığını gösteriyor. Yani bu adamın, görmesini göz kapaklarının açılmasına ve kapanmasına bağlaması da aslında büsbütün geçersiz bir açıklama değil. Gazali de, "İşte o zaman o cisimlerin şekillerini onun görme duyusuna nakşeden şeyin güneş ışığı olduğunu anlayacaktır!' sözüyle gene nedensel bir şema içinde bir açıklama yapmış oluyor. Fakat bu açıklama teorik, hipotetik ve ampirik ifadeler grameri içinde olduğundan Gazali'nin yukarıda alıntı olarak verdiğimiz cümlelerinde söyledikleri ile çelişki sayılmaması gerekir. Hatta Gazali'nin kendisi bile bunda bir çelişki olmadığını kabul etmeseydi; "... cisimlerin şekillerini onun görme duyusuna nakşeden şeyin güneş ışığı olduğunu anlayacaktır" demezdi.
İbn Rüşd'ün söylediklerine gelince: Onun: "Algılanan şeylerde gözlemlenen etkin sebeplerin varlığım inkâr etmek safsatadır? sözüyle "etkin sebepler" terimini hipotetik bir kavram olarak kullandığını kabul etmemiz gerekiyor. Fakat bunu bu şekilde ifade etmesi hatalı. "... etkin sebeplerin varlığı..! ifadesin-deki "varlık" terimi birçok felsefî probleme yol açan çokanlamlı yani değişik gramerlerde dikkatsizce kullanılabilen bir terim.
Birinci ve üçüncü paragraflarda İbn Rüşd "etken" ve "sebep" terimlerini hipotetik bir gramer içinde, kullanıyor. İkinci pragrafta ise bunları formel bir gramer içinde anladığını görüyoruz. O zamana kadar (hatta 19. yüzyıla kadar) lisanın teorik,, hipotetik ve ampirik grameri içinde kullanılan tek açıklama yapısı nedensellik yapısı idi. îbn Rüşd, nedensellik yapısı kullanılmadan eşya ve olaylar hakkında teorik, hipotetik ve ampirik bilgilere ulaşılamayacağını,ya-ni bu bilgilerin elde edilemeyeceğini iyi teşhis ediyor ve bunu açıkça belirtiyor. Burada söylediği şu söz çok önemli: "Bilinemiyor olan şeylerin algılanan sebepleri vardır. Kelamcılar gibi akıl yürüten bir kimse bilinenle bilinmeyen arasındaki farkı ayıramaz!'
Bilindiği gibi ve yukarıda da belirttiğimiz gibi teorik bilgilerimizin gelişmesinde ilk önce kullanılan açıklama yapısı nedensel yapı. Diğer yapılar (pro-babilistik, relativistik yapılar ve belirsizlik yapısı) ancak son iki yüzyılda teorik bilimlerde kulllanılmaya başlandı. İbn Rüşd'ün bir hukukçu (kendisi Kurtu-ba'da kadılık yapmıştır), mantıkçı, matematikçi ve felsefeci olması yanında aynı zamanda hipotetik ve teorik bilimlere de (özellikle tıb ve astronomi) vakıf olduğu da göz önüne alındığında o dönemde "etken" ve "sebep" gibi teorik ve hipotetik terimleri kullanmadan teorik bilimlerde araştırma yapılamıyacağı-nı çok iyi kavramış olduğunu söyleyebiliriz. îbn Rüşd'ün bu terimlerle ilgili cümlelerinde araştırılması gerekir..!' sözünü ısrarla tekrarladığını hatırlayalım). Dikkat edilirse Gazali'nin bu konu etrafında söyledikleri hipotetik ve teorik bilimsel araştırmaların metotlu bir şekilde yürütülmesine yol açacak gramatik imkânları sağlamıyor. Halbuki, başlangıçta da belirttiğimiz gibi, İbn Rüşd'ün ilim anlayışında Kuran, hadis, tefsir gibi temel ilimler yanında mantık ve matematiğin, astronomi ve diğer fiziksel bilgilerin ve hikmet anlayışında mantık ve felsefenin önemli bir yeri vardı. Hatta îbn Rüşd, Kur'an ayetlerinden tabiat, kainat ve yaratılışla ilgili olanların yerinde bir şekilde yorumlanabilmelerinin ancak bu bilimlerin iyi bilinmesi sayesinde mümkün olabileceğini söylüyordu.5
îbn Rüşd'ün düşünceleri Avrupa'yı 13. miladi yüzyıldan Rönesans sonlarına kadar uzun bir süre etkiledik Onun düşüncelerinin etkisini kısmen Des-cartes'in "Metot Üzerine Düşünceler" kitabında bile görmek mümkündür.7 Avrupa'da sanayi devriminin temeli Descartes ile atılmıştır diyebiliriz. Descar-tes Eski Yunanlıların Eski Mısırlılardan alıp geliştirdiği geometri ile müslümanların geliştirmiş olduğu cebiri birleştirerek analitik geometriyi, yani cebirsel geometriyi kurmuştur. Bu da daha sonra sanayi devriminde çok önemli bir matematiksel yeri olan fonksiyonlar matematiği ve yüksek matematiğin gelişmesine yol açmıştır. Endülüs'te geliştirilen ve uygulanan deneysel metot nedensel yapı ile birlikte, analitik geometrinin sağladığı koordinat sistemi (kartezyen koordinat sistemi) içinde uygulandığında astronomik ve fiziksel ve buna bağlı olarak kimyasal ve diğer teorik bilimsel araştırmalar matematiksel bir açıklık kazandı. Bu da bu konulardaki teorik bilgilerin hızla gelişmesini sağladı. Fakat bu konu ayrı bir konu olup "ayrıca araştırılması" gerekiyor.
Tekrar İbn Rüşd'ün ikinci pragrafta söylediklerine dönelim. Burada da İbn Rüşd "sebep" ve "etken" fikrini kullanmadan cisimler arasında isimlendirme ve hatta ayırım bile yapılamayacağını söylüyor: "Eğer bir şeyin kendine has bir tabiatı bulun-masaydı onun kendine has bir ismi ve tanımı da ol-mazdıj' diyor ki, bunda da ona hak vermemek mümkün değil. Belki de biz, (küçükken bize öğretilenlerin dışında) yeni karşılaştığımız bir cismi isimlendirirken veya tanırken önce onu ampirik olarak nedensel bir şema içinde öğreniyor^ ve onu tanırken de genel bilgimiz içinde sınıflandırıyoruz. O cismi iyice tanıdıktan sonra da genel bilgimiz içinde o cisim hakkındaki sınıflama bilgimiz hipotetik veya ampirik olmaktan çıkıp formel (biçimsel) bir bilgi haline dönüşüyor. Mesela, "Televizyon görüntü veren bir aygıttır1,' sözünde televizyonun görüntü veren bir aygıt olduğu konusundaki bilgimiz artık ampirik veya hipotetik değil, formel bir bilgi haline yani bir tanımlamaya dönüşmüş oluyor. "Tehafüt el-Tehafüt"ün nedensellikle ilgili bu bölümü hakkındaki incelememiz burada son buluyor. Her şeyin en doğrusunu ancak Allah bilir.
--------------------
4 Tahafut al-Tahafut, s. 318-321.
5 Bkz. Averroes. On the Harmony of Religion and Philosophy.
Tr. by G.F. Hourani. Londra: Luzac, 1976.
6 Referans 1'de verilen 'Tahafut al-Tahafut" kitabının giriş
kısmında eseri İngilizce'ye çeviren S. Van Den Bergh'in tak
diminde XIII. sayfada söylediği söz şu: "İbn Rüşd'ün Orta
Çağ ve Rönesans boyunca Avrupa düşüncesine etkisi çok
büyük olmuştur."
7 Descartes, R. Discourse on Method and the Meditations.
Penguin Books, 1968.
3 Bkz: 1 Tahafut al-Tahafut, Arapça'dan İngilizce'ye çeviren Simon Van den Bergh. Umdra: Luzac, 1978. s. 316-333.2 a.g.e. s. 316-318.Kurttn-ı Kerim, 35/43.