beyaz kuğu
  Ruhculuga Gore Kur'an ogretisi 1
 

Kur’an-ı Kerim
Sadi Çaycı

Kur’an bir ikazdır. Dileyen onu düşünür, öğüt alır.

(Müdessir,74/54-55).

Kur’an Nedir?

Ayetlere göre Kur’an, insanlara bir açıklama Allah’dan korkanlara yol gösterme ve öğüttür.
(Al-i İmran, 3/138).

Kur’an insanlara bir tebliğdir, insanlar bununla uyarılsınlar, Allah’ın yalnız tek tanrı olduğunu bilsinler ve sağduyu sahipleri öğüt alsınlar, diye gönderilmiştir.
(İbrahim,14/52)

Görüldüğü gibi Kur’an inananlara yönelik bir tebligattır. Bir tebligatın ise kime yapılıyorsa, onun dilinde olması gerekir. Bu nedenle ilk hedef olarak Arap toplumu seçildiğinden, Kur’ân da doğal olarak Arapça dilinde indirilmiştir.

Zira her peygamber yalnız kendi kavminin diliyle gönderilmiştir ki onlara emredildikleri şeyleri açıklasın(İbrahim, 14/4).

Kur’an öncelikle Arap toplumunun düşünüp anlaması için Arapça açıklanmıştır.(Zuhruf, 43/3).

Nitekim bir başka ayette de, “biz Kur’anı senin diline kolaylaştırdık ki, düşünüp öğüt alsınlar.” Denmektedir(Duhan,44/58).

Bazı çevrelerce taktim edilmek istendiği gibi, Arapça, “Rabca” yani “Tanrı Dili” değildir. Kur’an’da “onlar Kur’an’ı düşünüp tefekkür etmezler mi? Yoksa kalpleri kilitli midir?” diye sorulmaktadır.(Muhammet, 47/24).

Yani Allah Kur’anı kendi söyleyip kendi dinlemek için indirmemiştir. Amaç herkesin onu kendi dilinde ve düşünerek okuyup öğüt ve bilgi alarak kendisini yükseltmeye çalışmasıdır. Bu kutsal eseri kendi ulusal toplumlarına en doğru şekilde aktarmak ise o ulusun din bilimcilerinin en birinci görevidir. Bugün bu alanda Türk toplumunun oldukça şanslı bir düzeyde bulunduğu söylenebilir. Ne var ki Arapça aslında daha da önce, bir Türk inananının onun Türkçesini iyice anlayıp içine sindirmeye çalışmasının gerekliliği yeterince vurgulanamamıştır. Elbette onun aslını bilip anlayarak okumak idealdir. Ama kimse bunu herkesten bekleyemez. Bu itibarla çoğunluk dikkate alınarak, herkesin Kur’ân’ın önce anlamını öğrenmeye çalışmasına önem vermek zorunludur.

Kur’an’ın Arapça Okunmasının Asıl Önemi
ve Amacı Nedir?

Kur’an’ın aslının Arapça olarak muhafaza edilmesi ve ibadet dili olarak da Arapçanın esas alınmasının başlıca faydası, zamanla aslının unutulması ve dağılması ve daha önce Tevrat ve İncil’in başına gelenlerin, Ku’ran’ın da başına gelmesinin önlenmesi olmuş;

“O Kur’an’ı biz indirdik, biz. Ve onun koruyucusu da elbette biziz.” Ayetinin hükmü, bu suretle gerçekleştirilmiştir.(Hicr,15/9)

Kur’an’ın Arapça okunmasının diğer dillerde okunmasından farkı daha başka açılardan da önem taşımaktadır.

Bir ayette “biz bu Kur’an’ı bir dağa indirseydik, Allah’ın korkusundan onu, baş eğmiş parça parça olmuş görürdün. Bu misalleri düşünsünler diye insanlara veriyoruz.” Denmektedir (Haşr, 59/21).

Bu ifadeden mucize niteliğine ilişkin olarak, Kur’an ayetlerinin bilgiden başka mahiyetini tam bilmediğimiz bir cins kozmik enerji ile de yüklü olduğu anlaşılmaktadır.

Tekrarlanan kutsal mesajlar, bilgiden başka belli yönetici mekanizmalara etkide de bulunan, enerji yüklü “kutsal şifreler” niteliği de taşımaktadır.

İlk İnen Kur’an Ayetleri Hangileridir?
Nasıl İndirilmiştir?

Hz. Muhammed’e il vahiy, M.S. 610’da, Mekke yakınlarındaki Hira Mağarasında bulunduğu sırada gelmiştir.

Gelen melek(Cebrail), Hz. Muhammed’e “Oku…” demiş o da “ben okumak bilmem” cevabını vermiş, o zaman melek onu sıkıştırmış yine “oku” demiş, Hz. Muhammet “okumak bilmem” diyince melek kendisini tekrar sıkıştırmış; ilk ayetler bu suretle indirilmiştir:

“Yaratan Rabbinin adıyla oku! O insanı alaktan yarattı, oku rabbin en büyük kerem sahibidir. O insana kalemle yazmayı öğretti. Hayır, Rab binin bu kadar iyiliğine rağmen yine insan azar. Kendini zengin gördüğü için, dönüş Rabbinedir…”(Alak,96/1-8)

Kur’an’daki İlgi Çekici Ayetlerden
Örnekler Verir misiniz?

Son yıllarda Kur’a’ın Hz. Muhammet tarafından uydurulmuş olmadığını, onun çağında ve onun tarafından bilinmesi mümkün olmayan bilgileri içerdiğini göstermek amacıyla, birçok değerli bilimsel seriler yazılmıştır. Bu denemeler burada aynı konular tekrar edilmeyecektir:
Şimdi bazı ayetleri birlikte inceleyelim:

- “Ey arz suyunu yut ve ey gök tut… Denildi su azaldı iş bitirildi. Gemi Cudi’ye oturdu. Haksızlık yapan kavim yok olsun denildi.”(Hud,11/44)

- “O, sizi çalkalanmasın diye yeryüzüne büyük dağlar yoklunuzu bulmanız için de yollar ve nehirler koydu.”(Nahl,16/15)

- “Geceyi gündüzü, güneşi ayı yaratan odur. Bunların her biri bir yörüngede yüzmektedir.”(Enbiya,12/33)

- “Bu dünyada kör olan ahrette de kördür. Ve yolunu daha fazla şaşırmıştır.”(İsra,17/72)

- “Sizden hiçbiriniz istisna edilmeksizin cehenneme uğrayacaktır. Bu Rabbinin katında kesinleşmiş bir hükümdür. Sonra ittika edenleri ondan kurtaracağız.”(Meryem19/71-72)

İlk ayet Hz. Nuh, Tufan ve Hz. Nuh’un gemisi ile ilgilidir. Zaman zaman basında Ağrı Dağında Nuh’un gemisinin aranması ile ilgili haberlere rastlarız. Genellikle Hıristiyan olan yabancı araştırmacılar gelir. Ağrı Dağında Nuh’un gemisini arar, bulamaz ve dönerler. Oysa ayette açıkça Hz. Nuh’un gemisinin Cudi Dağına oturduğu açıklanmaktadır.İkinci ayet dağların süs olmadığına işaret ederek, asıl işlevini bildirmektedir. Büyük ve uygun yerlere yerleştirilmiş dağlar olmasa, dünya karalarının nasıl dengeyi kaybedeceği anlatılmaktadır.

Sonraki ayetler güneşin ve ayın “yüzmekte” olduğunu belirtmektedir. “Yüzmek” tabiri önem taşımaktadır.  Bugün uzayın boş olmadığı belli bir yoğunlukta hidrojen atomları ile dolu olduğu belirtilmektedir. Bu şartlar altında çok büyük bir kütlenin, çok büyük bir hızla ve bu ortamda hareket ettiğini düşünelim. Bu kütle ancak bir su kayakçısı yahut bir uçak gibi belli bir hız ve doğrultuda dengesini koruyacak ve hareketinin de en iyi “yüzmek” tabiri ile anlatmak mümkün olacaktır.

Dördüncü gruptaki ayetler, bu dünyanın boş ve anlamsız olmadığını, kendi geleceği insanın bu dünyada öğrenmesi gerekli çok şey olduğunu, eğer bu dünyada bir kör gibi yaşarsa, gelecekteki hayatında daha da kör olacağını bildirmektedir.
Son gruplardaki ayetlerde de,  yine insan hayatıyla ilgili olarak insanlardan hiç birinin kötü günler geçirmeden, sıkıntıya uğramadan daha yüksek hayat planlarına ulaşamayacağına değinilmektedir.

Kur’an Hükümlerinin Kıyamete Kadar Geçerli
Olacağı Ne demektir?

Geleneksel anlayışa göre Kur’an Hükümleri, en küçük noktasına virgülüne ve harfine kadar sonsuza değin yürürlüktedir. Hiç kimse hiçbir noktasına dokunamaz, değiştiremez. Herhangi bir konuda, günün şartlarına ve açıkça ortaya konan bilimsel verilerine uygun bir fikir yürütme çabasında bulunulduğu anda, özellikle şu ayet hemen öne sürülüverir:

“Kitabı sana O indirdi. Onun bazı ayetleri muhkemdir, bunlar kitabın anasıdır. Diğerleri de birbirine benzer. Kalplerinde eğrilik olanlar, fitne çıkarmak kendilerine göre yorumlamak için onun benzer ayetlerinin ardına düşerler. Oysa onun tevilini Allah’tan başka kimse bilmez. İlimde ileri gidenler Ona “inandık hepsi Rabbimiz katındandır” derler. Aklıselim sahiplerinden başkaları düşünüp anlamaz.(Al’i İmran, 3/7)

Kur’an’ın birçok ayetlerinde düşünmek, muhakeme etmek bilgiyi arttırmak övülür ve teşvik edilir.İnanan bir insan esasen Kur’an’ın doğruluğunu kabul etmiş bir kişidir.O halde iki bin yıl sonra da olsa, amaç yalnızca ilk bilgileri aynen, en ufak bir noktasını dahi değiştirmeden ve teslim edilen bilgiyi, bilgi bayrağını bir adım daha ileri götürmeden aynen tekrarlamak, sadece onu olduğu gibi desteklemek ve doğru olduğuna yeni bir delil bulmaktan ibaret olursa, düşünmenin bilimin ve bilginin, hatta hayatın ne anlamı kalır acaba?Muhkem ayet ne demektir? Muhkem olmayan ayet ne demektir? Öncelikle bu kavramları açıklıkla ve samimiyetle ortaya konması gerekir. Hatta bu ayırım dahi bence yeterli olmayabilir.

Şimdi kısaca bunu izah etmeye çalışacağım.

A - Bir kısım ayetler imanla doğrudan ilgilidir. Allah’ın varlığına ve birliğine, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, din gününe ve hayatın ölümden sonra sürdüğüne inanmak… gibi. Bu ayetlerdeki hükümler, Tevrat’ta da, İncil’de de Kur’an’da da aynen geçerlidir. Bunlara muhkem ayetler diyebiliriz. Bu ayetlerine aksine düşünmek ve kabul etmek mümkün değildir. Ancak oluşturdukları öğreti ile ilgili bilgi ve hükümler, her alanda olduğu gibi değiştirilmesi gereken ve geliştirilmesi mümkün bulunan hususlardır.

B - bir kısım ayetler, belli alanlarda belli idealleri temsil etmektedir. Örneğin çok tartışılan faiz konusu, kur’ân’daki faizsiz ekonomik düzen; ekonomik hayata herkesin fikir, ya da beden işçisi olarak fiilen kişisel emek ve çalışmasıyla, alın teriyle katılması, kimsenin yattığı yerden ve başkasının sırtından geçinmemesi amacına yönelik bir ideali anlatmaktadır. Bunun aynen uygulanmaması, kıyametin kopmasını gerektirmemektedir. Her toplum ,kendi özel şartlarına göre, bu amaca ne kadar uygun bir ekonomik sistem oluşturabilmiş ise, bu alanda o kadar başarı sağlamış olacaktır. Devlet alanında belli ekonomik öğreti çerçevesinde, ekonominin bu gün ulaştığı boyutlarda, kişisel teşebbüs tasarruf, sermaye, yatırım, faiz, kar-zarar esaslarına dayalı halkın vicdanında kabul görmüş bir ekonomik düzen gereksiz derecede, şekli düşüncelerle üzerinde fırtına koparılacak bir önemde mesele haline getirilmemelidir.

C - bir kısım ayetler ise kesinlikle belli bir zaman mekan ve toplumsal şartlarla sınırlıdır: köle düzeni, cariye düzeni, giyim, fitre, zekat ve sadaka… gibi. Müslüman olmak, Arap olmak, Araplaşmak, ya da onlara her şeyiyle benzemek anlamına gelmez. Batılılaşmanın batının aynen her şeyini taklit etmek anlamına gelmeyeceği gibi. Oysa bugün dikkat ediniz pek çok dün adamımız, konuşmalarında dahi Türkçenin asıl aksanını yitirmişlerdir. Arap aksanı ile Türkçe konuşmaktadır.

Bu diyelim ki çok değerli kamu hukuku uzmanı olan bir Türk bilim adamının, bu ihtisası sebebiyle Amerikan-İngiliz aksanı ile Türkçe konuşmasına benzemektedir. Giyim- kuşkusuz belli ölçüler ve asgari ilkeler dâhilinde- ırka, coğrafi bölgeye ve iklim şartlarına göre her toplumda mutlaka farklı ve özel şartlara uygun olmak zorundadır. Dünyanın neresinde olursa olsun, her Müslüman erkeğim mutlaka entari giymesi gerekmemektedir. Keza fitre, zekât ve sadaka konusu ele alalım. Bunlar elbette toplumsal yardımlaşma, sosyal adalet ve mümkün olan en geniş ölçüde maddi eşitlik teminine yönelik uygulama araçlarıdır.

Ancak günümüzün gelişmiş sosyal devlet anlayışı, bu araçlarla sağlanmak istenen hususları, bir devletin en temel görevleri arasına sokmuştur ve devlet, bu açıdan çok daha etkin ve örgütlü çalışma imkânlarına sahiptir. İstisnasız her yurttaşın, her özel ve tüzel kişinin ve kurumun vergi, resim, harç v.b. mali yükümlülüklerini yerine getirmesi halinde, artık başka araçların gereği kalır mı? Öte yandan bir yandan vergisini gerçek kazancına uygun olarak ödemediği halde, sadece dinsel mali ibadetlerini -ve büyük bir ihtimalle onu bile tamamen ve olması gereken oranda değil- yerine getiren inançlı kişi, acaba ne derece doğru yolda sayılacaktır?

Irk, milliyet, ve din farklılıkları doğaldır ve aksi düşünülemez. Nitekim çeşitli ayetlerde, insanların tek ümmet olamayacağı ve bunun için çalışmaması açıkça belirtilmektedir. (örn.Hud,11/118, Yunus, 10/99).

Şu halde dünyadaki tüm inananların, hangi zaman ve hangi mekanda olursa olsunlar, temel ilkeler dışında bütün konularda tek örnek dil, gelenek, giyim, örtünme, ekonomik düzen, siyasal düşünce… Vb. içinde olmaları beklenmemelidir. Nitekim bugün aynı ırka ve aynı dine mensup, gelenekleri ve konuştukları dil aynı olan Arap ülkelerinin bile, değer yargılarını her alanda paylaşmadıkları açıkça görülmektedir.

Buraya kadar Kur’an hakkında giriş mahiyetinde bilgiler ortaya koymaya çalıştım şimdi Kur’an hükümlerinin ebediliği konusu ile de ilgisini dikkate alarak, vahiy açısından Kur’an’dan sonraki durumu ele alacağım.

( Ruhçuluğa Göre Kur'an Öğretisi - Sadi Çaycı )

Kur’an dan sonra Vahiy
ve Ruhçuluk

Sadi Çaycı

Biz daha iyisini veya benzerini getirmedikçe, bir ayetin hükmünü yürürlükten kaldırmaz veya onu unutturamayız.

( Bakara, 2/106 )

Vahiy, Kur’an’dan Sonra Son Bulmuş mudur?

Hayır insanlık ilahi yardıma ve bilgiye her devirde muhtaç olmuştur ve gelecek her devirde de bu ihtiyacı sürecektir. Esasen ilahi yardım sonsuzdur. Aksi halde ilah bilginin de Hz. Muhammed’in vefatı ile sona erdiğini, insanlık için verilecek başka bilgi bulunmadığını ve kalmadığını kabul etmek gerekecektir. Oysa ilahi tebligatın tamamlanmadığı, Hz. Muhammet’le ilgili şu olaydan dahi anlaşılabilir:

“Nebiy-i Mükerrem S.A.V.’in son hastalığında ağrısı iştidad edince, ‘yazı yazacak bir şey getiriniz. Size öyle bir kitap yazdırayım ki, ondan sonra hiç dalalette kalmayasınız.’buyurdu. Ömer R.A. ‘ nebiyy-i Ekrem S.A.V.’in hastalığı ağırlaştı. Elimizde ise Allahu Telanın kitabı vardır. O bize yeter.’ Dedi. Bunun üzerine oradaki sahabe beyninde ihtilaf çıktı. Sözleri birbirine karıştı. Resulullah S.A.V. de, ‘yanımdan savulun benim yanında niza olmaz’ buyurdu.”

Bir başka münasebetle Ebu Hüreyre de şöyle demiştir: “nebiyy-i Ekrem S.A.V’den iki kalp dolusu ilim belledim. Bunlardan birini size nisar ettim. Diğerine gelince onu meydana çıkaracak olsam, beynim şu boğazım kesilir.”

Keza Hz. Muhammet ‘hiç kimse yoktur ki, kalbinden tasdik ederek Allah’tan başka İlah olmadığına ve  Muhammed’in Resulullah olduğuna şahadet etsin de Allahu Teala onu cehennem ateşine haram etmesin. Ancak bunu halka söylemeyiniz. Çünkü sonra buna güvenirler’ demiştir.

Şu ayetleri de dikkatle inceleyiniz:

“Biz daha iyisini veya benzerini getirmedikçe, bir ayetin hükmünü yürürlükten kaldırmaz veya onu unutturamayız.”(Bakara,2/106).

“O yanlış yola sapanlar, kendilerine gelen Kur’an’ı inkâr ettiler. Halbuki o öyle eşsiz bir kitaptır ki, ne önünden ne de arkasından ona batıl gelemez”(Fussilet,41/41-42)

Görülüyor ki ilahi bilgi ve tebligat, Kur’an ile bitmemiştir. Hatta Kur’an dışında Hz. Muhammet tarafından yakınlarına yayılan bilgilerin dahi tamamı açıklanmamıştır. Ve bu bilgiler öyle bilgilerdir ki, sade inananlara açıklandığı takdirde, onlar arasında- anlaşılmamak ve değerlendirilmemek sebebiyle- tepki yaratacak mahiyettedir.  Bu nedenle toplum seviyesine uygun en katı, en kesin ve tartışılmaz mahiyette inanç ve disiplin kuralları(öğretisi) ilk inanlara benimsetilmiş; gelişme ise inananlar toplumunun tedrici gelişme ve yükselmesine bağlı olarak “dalgalanmaya” bırakılmıştır. Bilgi seviyeleri yükseldikçe, inananların kendi kendilerine sorular sorarak düşünmeleri, yeni ya da daha üst realiteye uygun bilgilere ulaşmaları yolu açık tutulmak istenmiştir.

Kur’an’da Allah kullarından dilediğine “benden başka hiçbir ilah yoktur. Benden korkun!” diye inzar eyleyiniz diye emri ile vahiy ile melekleri indirir” denmektedir.(Nahl,16/2) dikkat edilirse ayette geçmiş veya şimdiki zaman kullanılmamış, geniş zaman kullanılmıştır. Yani vahiy bu ayetten önce de sonra da söz konusudur.

Öte yandan Hz. Muhammet, “Salih bir kişi veya Saliha bir kadın tarafından görülen güzel rüya, nübüvvetin kırk altı cüz’ünden bir cüz’üdür.” Demiştir.İnsanların çoğu, halde ve gelecekteki durumlarını merak etmiş bu nedenle meşru olsun, gayri meşru olsun mümkün olan her yola başvurmuşlardır. İnananlar ise bu konuda Allah’ın yardımını ummuşlardır ve ummaktadırlar. Hz. Muhammed inananlara bunun da yolunu göstermiştir. Kendisinin Kur’an’dan bir sure öğretir gibi, büyük-küçük tüm işlerinde, inananlara “istihare” duasını uygulamasını yaptırdığı ve “sizin biriniz bir işe kalpten azmettiğinizde o kimse istihare niyetiyle nafile olarak iki rekât namaz kılsın. Namazdan sonra şöyle dua etsin:…”diye emir verdiği bildirilmektedir.

Bütün bu bilgilerden anlaşılmalıdır ki yeryüzünde insanlık var oldukça, ilahi rabıta ve rahmette ebediyen var olacaktır.

Bu konu bize vahiy/ilahi rabıta açısından bugünkü somut durumun ne olduğu sorusunu getirmektedir. Cevap ise İslam dininin kaynakları açısından ölüm, ölümden sonraki hayat, ruh ve ruhlarla konuşma, özetle ruhçuluk bahsinin incelenmesini gerekli kılmaktadır. Şu halde ölüm konusunda da önce, kısaca uyku konusuna değinmek uygun olacaktır.

Uykunun Mahiyeti ve İşlevi Nedir?

Şu ayetleri dikkatle inceleyiniz:

“Allah öldükleri sırada canlarını alır, ölmeyenleri de uykularında bedenlerinden alıp kendilerinden geçirir. Sonra ölümüne hükmettiğini yanında tutar, ötekileri de belli bir süreye kadar bedenlerine gönderir.”(Zümer,39/42)

“Odur ki geceleyin sizi öldürür gibi uyutur. Gündüzün ne işlediğinizi bilir. Sonra belirlenmiş bir süre tamamlansın diye gündüzün sizi diriltir.”(En’am, 6/60)

Kuşkusuz uyku ile ölüm arasındaki benzerlik dikkatinizi çekmiş olmalıdır. “can” ilahi emre uyarak bedenden ayrılmakta, uykudan tekrar geri dönmekte, ölümde ise geri dönüş söz konusu olmamaktadır. Bu ayetler ruhun bedende bulunmadığı yolundaki görüşleri ve bilgileri de doğrulamaktadır. Gerçekten uykuda olsun ölümde olsun bedeni terk eden ruh değil, ruhçulukta  “astral beden” olarak ifade edilen “can”dır.

“Ruh” “can” aracılığı ile bedene hâkim olmaktadır. “can” bu suretle uyku durumunda asıl makamına gitmekte, yabancısı olmadığımız protokol deyimi ile “olağan görüşmesini” yapıp adeta ruh ile bilgi alışverişinde bulunmakta,, gerekli emir ve talimatları alarak asıl görev yerine gelmektedir.

Ölüm ile uyku arasındaki fark, anlaşılacağı üzere beden ve can ilişkilerinin, birbirince tamamen ve kesin-sürekli olarak, ikincide ise kısmen ve geçici olarak kesilmesinden kaynaklanmaktadır. Her uyku aslında bir ölüm deneyi niteliğinde bulunmaktadır.

Ölüm Hakkında Hz. Muhammet Neler Söylemiştir?

Hz. Muhammed’in şu sözü bugün inananların gerçek İslam Öğretisinden ölüm konusunda ne kadar uzaklaşmış olduklarını göstermesi bakımından çok önemlidir:

“Kim ki ölüler için avuç içi ile yanaklarını, yüzünü döver ve yakalarını yırtar ve cahiliyet âdeti üzeri feryadı figan eylerse bu kimse bizim ehl-i sünnetimizden değildir.”

Hz. Muhammet erkeklere nazaran doğal olarak daha duygusal olan kadınlara ise şöyle seslenmektedir:

“Allah’a ve Ahiret gününe iman eden bir kadının zevcinden başka bir ölü için üç günden fazla yas tutması helal değildir. Lakin kadın zevcine karşı dört ay on gün teessürünü izar eder.”

İnananlar ölüme nasıl bakmalıdırlar? Hz. Muhammet bu konuda da şöyle demektedir:

“Herkim Allah’a kavuşup görmeğe muhabbet ederse, Allah da ona kavuşup görmesin sever. Herkim de Allah’a mülaki olmayı hoşlanmasa, Allah da ona mülaki olmayı hoşlanmaz. Ölüm sizin bildiğiniz gibi değil. Belki şöyledir: mümine ölüm hali gelince, Allah’ın o kulundan hoşnutluğu, Allah’ın ikram ve ihsanı müjdelenir. Bu müjde üzerine artık mümine, önünde ölüm gibi kendisini karşılayacak hallerden sevimli bir şey olamaz. O anda mümin Allah’a mülaki olmayı muhabbet eder; Allah da mümin kuluna mülakatı sever. Fakat fakir için öyle değildir. Ona ölüm hali hazır olduğunda, Allah’ın azabı ve ukubeti müjdelenir. O anda kâfire ölüm gibi hallerden çirkin bir hal olamaz. Bu suretle kâfir Allah’a mülaki olmayı fena görür; Allah da ona mülaki olmayı fena görür.”

Yine Hz. Muhammed’e göre “mümin kul kabrine konup onun ashap ve yaranı geri dönüp gittiklerindeki meyyit bunlar yürürken ayaklarının seslerini bile muhakkak işitir-ona iki melek gelir. Bunlar meyyiti oturturlar ve ona “ha şu Hz. Muhammet S.A.V. denilen kimse hakkındaki kanaatin nedir? Ne dersin? Diye sorarlar.”

Şu halde inanan insan için ölüm, gerçekte sanıldığının aksine, sevinçli bir olaydır. Belli bir ölçüde üzüntü elbette hoş görülebilir. Ancak en yakınının en sevilenin ölümünde bile yas sınırsız değildir.

İslam Kaynaklarında Ölümden Sonraki Hayat Hakkında
Başlıca Hangi Görüşlere Yer Verilmektedir?

Konuyla ilgili aşağıdaki özet bilgiyi(İhyau Ulumi’ddin, Haccet’ül İslam İmam Gazali, Bedir Yayınevi, İstanbul 1975, cilt:4)isimli eserden alınmıştır.

Buna göre: zevk ve elemi idrak eden ruhtur. Ruh ölmez. Bedenden ayrıldıktan sonraki azabı daha şiddetlidir. Şayet dünyaya bağlanışı ve serveti az idiyse, selamet bulur. Fazla idiyse azabı da o nispette çoğalmış olur.Ölü aklı başında dünyada olduğu gibi elem ve zevki idrak edecek durumdadır.

İnsan öldüğü vakit mülk ve şahadet âleminden, gayb ve melekût âlemine intikal eder. Artık baş gözü ile değil, basiret gözü ile görebilir. O göz her insanın kalbinde vardır. Fakat insanın şehvetleri ve dünya meşgaleleri ile onun üzerine kalın perde çekilir. Ve göremez bir hale gelir. İç cilalanıp parladığı vakit, ilerde olacak şeyler kalp gözünde görülür.

Rüya melekût âleminin en açık delillerindendir. Ne yazık ki insanlar kalbin ve âlemin diğer acayip hallerinden gafil oldukları gibi rüyanın garip hallerinden de gafildirler.

Amr b. Dinar’a göre “ölmüş olan herkes hayattakilerin ne yaptıklarını, hatta kendisini yıkayıp kefenlediklerini de bilir ve onlara bakar.”

Malik b. Enes R.A.ya göre” müminlerin ruhları istedikleri tarafda dolaşmak için serbesttirler”
Ubeyd b. Ümer. “mezardakiler haberleri araştırırlar. Yeni bir ölü geldiği vakit, ondan çeşitli haberler sorarlar” demiştir.

Görülüyor ki ölüm yalnız bir değişiklikten ibarettir. Cesetten ayrılan ruh, azapta veya nimette olmak üzere baki kalır. Azalar ruhun aletleridir. Ancak ruh aletsiz her şeyi bilir. Bunun için çeşitli zevk ve üzüntü ile karşılaşır. Müstakil olarak ruhun vasfı olan her şey, ruh bedenden ayrıldıktan sonra da devam eder. Ruh bilgi, sıkıntı, üzüntü ve neşe gibi şeyleri idrak eden kuvvettir. İnsanın hakikati ruhudur. Ölüm insanın başka bir âleme intikali ve dünyadaki varlıklardan ayrılmasıdır. Dünyada heves ünsiyet ederek zevklendiği şeyler var idiyse, ölümü ile onlardan ayrıldığı için, onların hasret ve elemini çeker. Malına mevkiine ve giydiği elbiseye varıncaya kadar…

Şayet yalnız Allah ile ünsiyet eder, onu zikirden zevk alırsa, ölümü ile nimeti çoğalır. Saadeti kemale erer. Çünkü ortadan bütün engeller kalkmış ve sevgilisi ile baş başa kalmıştır. Bunun yanında hayatta iken görmedikleri kendisine gösterilir. Aslında insanlar uykudadır. Öldükleri vakit uyanırlar denilmiştir. Dünya meşgalesi kesilince, bütün amelleri kendisine açıklanır. Günahına baktığı vakit onun hasreti kendisine öyle tesir eder ki, o hasretten kurtulmak için cehenneme atılmayı bile göze alır. O vakit kendisine “ bugün sana karşı iyi hesap görücü olarak kendi nefsin yeter” denir.(İsra,17/14)

Ecel Yani Bir İnsanın Ölüm Vakti Kesinlikle
Önceden Belli midir?

İslamiyet’te yanlış ya da noksan anlaşılan en belli başlı konulardan birisi de budur. Öyle ki kader konusunda olduğu gibi ölüm ve ecel konusunda da her şeyin Allah tarafından önceden kararlaştırıldığı ve bilindiği ve bu itibarla başa gelecek olan her olay gibi, ölüm vaktinin de belli ve değişmez olduğu ifade edilmektedir. Bir başka deyişle Allah en ufak ayrıntısına ve en ince sonuçlarına kadar bildiği, sonucu belli bir oyunu oynamaktadır. Bu bilgisini ispatlamak için de bizi yaratmış ve irade hürriyetinin sahibi varlık olarak yaşatmakta biz de hür eylemlerimizle onun bilgisinin doğrulunu kanıtlamakta, kendi kendimizin şahidi olmaktayız. Yaratanı ne kadar hafife alıştır bu…

Sonucu bildiği bir oyunu oynamak insana bile yakışmazken, Allah’a yakıştırılmaktadır. Ben esasen iyi isem, Allah benim iyi olduğumu bana da göstermek için beni yaşatmaktadır. Ben esasen kötü isem Allah benim kötü odlumu bana göstermek için beni yaşatmaktadır. Ne kadar basit bir anlayış! Sonra da bana mükâfat veya ceza verecektir. Yani yaradılışın amacı, yaratıları mükâfatlandırmak veya cezalandırmaktan ibarettir.
İrade hürriyeti sorunu açısından garip tablo yaratan bu konuya ileriki bölümlerde tekrar değineceğim.

Şimdi lütfen şu ayeti inceleyiniz:

“…bir dişinin gebe kalması ve doğurması hep onun bilgisiyledir. Bir canlıya ömür verilmesi de onun ömründen azaltılması da mutlaka bir kitapta yazılıdır. Şüphesiz bu Allah’a göre kolaydır.”(Fatır,35/14)

Görülüyor ki ecel sabit ve kesin değildir. Bir canlının ömrü doğumu sırasında ana hatlarıyla bellidir. Ancak sonradan çoğaltılabilir veya azaltılabilir. Bu Allah’a göre kolaydır. Ancak ömrün azaltılması veya çoğaltılması, rastgele ve keyfi değildir. O ölçü bir kitapta yazılıdır. Bütün bunlar Allah’ın bilgisiyle olmaktadır. Bu ibare başka konularda da önemli bir ilkeyi anlatmaktadır. Gerçekten bir işin bizzat Allah tarafından yapılması başka, bütün işlerin Allah’ın bilgisiyle olması, meydana gelmesi ya da icra edilmesi başkadır. İlerdeki konularda söz konusu olacak bu iki ilkeye ve her iki kavram arasındaki farka dikkat edilmelidir.

İntihar Neden Hoş Görülmemektedir?

Hz. Muhammet “dünyada ip ve emsali ile kendini boğan kimse, cehennemde kendini boğar. Ok bıçak gibi şeylerle kendini vuranda cehennemde kendini vurarak azap olunur…” demiştir.

İntiharın kişinin hiçbir sorununu kaldırmayacağı veya hafifletmeyeceği, bu suretle açıkça ifade edilmiştir. Belli bir okuldan mezun olmak görevini yüklenmiş kişinin, bir imtihanda kağıdını boş vererek salonu terk ettikten sonra tekrar aynı imtihana girmek ve kazanmak zorunda kalmayacağını sanması gibi, intihar eden kişinin de aslında büyük bir yanılgı içinde olduğu anlaşılmaktadır.

İntihar sınavdan kaçmaktır. Bir hayat planının boşa harcanmasıdır. İsraftır. Hayatın ve yaradılışın amacına aykırıdır. Çözüm değildir. Bu nedenle intihar hoş görülmemektedir. Esasen Allah’tan ümit kesmek, İslam dininde inananlar açısından yeri olmayan bir düşüncedir.

Ruhçuluk nedir?

Ruhçuluk ruhlarla iletişimin var olduğu gerçeğini deneysel olarak gösteren ve ruhların bildirdiği hakikatler üzerine evren, varlık ve tanrı hakkında bilgi açıklamada bulunan bir tekamül yoludur.

Ruh irade ve iktidarı sayesinde, uyum sağladığı alemlerin yasa ve icaplarına uyarak, bilgi ve tatbikat için her istediği zaman plan düzenleyerek bedenlenebilen, maksatlı ve etki sahibi, şuurlu bir varlıktır.

Ruhçuluk öğretisinin temelleri, şu kavram ve ilkelere dayanmaktadır:

a-) Spatyom, bedenden kesin olarak ayrılan ruhun intikal ettiği bir mekandır. Beden terk edildikten yani öldükten sonra spatyoma geçen varlık, bu mekanda tekamül derecesinin verdiği seyyaliyet imkanına göre bir seviyeyi işgal eder. Dünyamızın dışında kalan ve ölümden sonra varlıklara kapılarını açan bu alemde fizik dünyamıza oranla daha yüksek ve ince tertipteki maddelerden oluşmakla birlikte yine de, bir madde alemidir. Ruh dünyaya olduğu gibi oraya da ancak maddesel vasıtaları ile intikal eder.

b-) Enkarnasyon ruhun dünyaya gelmek üzere bir bedene ete bağlanması demektir. Ruh teşkil edeceği bedeni spatyomda iken tahayyül edip maddi aleme aksettirmekte ve ana rahmindeki cenine, bu tahayyülü resmetmeye çalışmaktadır.

Bir bedene bağlanmış olan insan, hayvan ve bitki ruhlarına “enkarne” denir.

c-) Reenkarnasyon tekamül etmekte olan bir varlığın, madde içinde deneyim ve görgüsünü arttırmak için çeşitli bedenler ve kimlikler içinde, sayısız defalar maddesel alemlerde doğmasıdır. Tekrar tekrar doğma tam bir ilahi yasadır. Varlığın esası özü olan ruh, çeşitli elbiseler giyiyormuş gibi, tekamülü boyunca muhtelif bedenlere bürünür. Varlık dünyaya her gelişinde, geçmiş hayatlarının toplu bir ürünü olan bir durumla karşılaşır. Bu toplu ürün varlığın kendi faaliyetlerinin bir sonucu olarak meydana gelmiştir.

d-) Karma yasası varlığın her yeni hayatında, geçmiş hayatlarının sonuçlarıyla karşılaşması ve bundan kaçınmamasıdır. İyi veya kötü yapılan bütün eylemler birbirleriyle ilgilidir. Kötü bir eylemde bulunmuşsak er veya geç bunun sonuçlarına katlanacağız. Sebep sonucu meydana getirmek zorundadır.

e-) Tekamül bir varlığın şuurlanması bilgilenmesidir

f-) Hiyerarşi, varlıklar arasında bilgi ve iradeden doğan tasarruf ve kudret mertebeleridir. Bilgi liyakat ve iradenin gelişmiş bulunduğu varlık kademeleri gelişmiş bulunanların üzerinde bir hakka görüp gözeticiliğe, sevk ve idareye sahiptirler. “el üstün el vardır. Arş-ı Alaya kadar” sözü ruhsal hiyerarşinin güzel bir ifadesidir.

g-)Ruhsal İdare Mekanizması(Yüce Topluluk/Kurul yahut Mele-i Ala), maddi ve ruhi alemleri, ilahi istek(murat) yönünde idare eder; tekamülün gerektirdiği düzen ve imkanları hazırlar; varlıkların eğitimini düzenler ve izler; maddi alemlerin oluşum ve düzenlerini, ruhsal lamelerle bir ahenk içinde tutar. Bu organ en küçük varlıktan en karmaşık sisteme kadar hepsinin hakikatine sahiptir. Kaadir-i Mutlak Allah’ın rahmetini alemlerde “hazır ve nazır” olan kudretini temsil eder. Bizi ve başka alemlerin varlıklarını görüp gözetir. Bütün bu işlerini Allah’ın ezeli emri ve izniyle yerine getirir. Her küre ve alemin bir yönetici organı vardır. Bütün bu yönetici organlar ayrıca bir hiyerarşi içinde yer alırlar.

h-)Mukadderat bir varlığın yönelmiş olduğu bir gelecek, kendine gösterilen bir son ve amaçtır. Mukadderat her ne meydana gelirse gelsin, akıl ve irade sahibi varlıklar, kaçınmak korunmak için ne yaparlarsa yapsınlar, vuku bulmaları engellenmeyecek olan, insan için bazı olayların saptanmış ve kararlaştırılmış olmasıdır. Mukadderat varlığın geçmişteki deneyimleri sonunda ulaştığı düzeyin liyakat nitelikleriyle, halen mevcut çabalarının isabet ve dereceleriyle, geleceğe ait niyet ve yönlerinin niceliğiyle, kısaca hür iradesinin getirdikleriyle ve kendisini her an görüp gözeten, her zamanı birlikte açıkça gören yönetici ve yardımcı organların ortaklığıyla oluşur.

i-)Talih insanın kendi arzusuyla meydana gelir. İstek büyük bir yapıcı kuvvettir. Yoluyla devam eden sebatla istenen şey gerçekleşir. Yalnız bir şeyin gerçekleşmesini isterken, daha önceden onun tersine olarak istenmiş şeylerin gerçekleşmesi icap edeceğini de unutmamak gerekir. Bazen bu yüzden birinci istek, ikinci isteğin gerçekleşmesine mani olur. “kötü talih” diye bir şey yoktur. İnsan ne ile karşılaşmış bulunuyorsa bu, o anda kendisine en lüzumlu en layık bir durumdur. Tekamülüne en uygun olan bir durumdur. Talihin yüzümüze gülmesi için, liyakatimizi arttırmaktan başka çaremiz yoktur.

j-) Liyakat tekamül düzeyini gösteren bir olgudur. Kişilerin liyakati toplumun liyakatini meydana getirir. Liyakat çabalı ve yerinde yapılan edimlerle, kozmik yasalara uygun yaşama sonucu oluşur. Liyakatin oluşmasında reenkarnasyon yoluyla elde edilen bilgi ve deney esastır. Kişi ve toplumun içine düştüğü iyi kötü durumlar, bir imtihan ve liyakat konusu oluştururlar.

k-)İmtihan tekamül yolunda ilerleyen bir varlığın içinde bulunduğu aşamanın bilgi ve davranışlarına uyum sağlaması, eksiklik ve hatalarını giderebilmesi için hayat olayları içinde karşılaştığı her türlü olaylar zinciridir. Yönetici ve yardımcı olaylar ve varlıklar, varlıkların yetişmelerini olgunlaşmalarını sağlamak amacıyla çok çeşitli olaylar hazırlarlar. Bu olayların verdiği tecrübe ve görgüden sonra yeni bir hak ve liyakat kazanacak olan varlığın bu durumunu sağlamak üzere, varlık kendi vicdanı bilgisi, duyuları, kanaat, inanç ve ahlak eğilimleri içinde serbest bırakılarak serbest ve hür bir irade ile sınırlanır. Yaşayış bütünüyle bir öğrenme ve öğrendiğini tatbik etme sürecidir ve bunun da yolu imtihanlardır.

Ruhçulukla ilgili bu bilgiler,(ansiklopedik metapsişik terimler sözlüğü, Ergün Arıkdal, Ruh ve madde yayınları, İstanbul 1984) isimli eserden derlenmiştir.Bu konuya bu kadar değindikten sonra şimdi günümüz inananları açısından çok hassas bir soruyu sormaya sıra gelmiş bulunuyor:

Ruhlarla Konuşmak Mümkün müdür?

Günümüzde hangi din adamına sorarsanız bu soruya karşılık olarak ilk alacağınız cevap, şu ayetten ibaret olacaktır:

“Sana ruhtan sorarlar. De ki: ruh Rabbimin emrindedir. Size ilimden pek az bir şey verilmiştir.”(İsra, 17/85)

Sorunuza ısrar ederseniz ikinci cevapları konuşulan ruh değil, cinler olduğunu vurgulamaktan ibaret, tartışmayı bu noktada noktalamayı amaçlayan bir ifade olacaktır.

Özetle ruhlarla ilgili herhangi bir konuda, herhangi bir şekilde araştırma yapmanız, bilgi sahibi olmanız mümkün değildir. Allah’ın isimleri, sıfatları, alemleri ve yaratıkları nasıl sevk ve idare ettiği ve benzeri birçok konularda oldukça ayrıntılı bilginiz olacak ciltlerle yorum da yapacaksınız, ama bir yaratıktan ibaret olması gereken ruh konusunda söz etmek haddiniz olmayacak.

Hadlerini bilmeden tamamen uygunsuz zamanda ve mekanda birkaç Yahudi’nin Hz. Muhammed’e kötü niyetle sordukları soruya cevap teşkil eden yukarıdaki ayete dayanarak konuyu orada bitirmek, bugünün müspet ilim zihniyetleriyle dolu çağdaş insanının ulaşmış olması gereken tekamül seviyesi bakımından akla ve mantığa uygun, gerçekçi ve doğru bir yaklaşım olur mu?

Oysa şu ayetler dahi açıkça ruhla konuşmanın mümkün olduğunu ve hatta ne amaçla bu yola başvurulacağını, daha Hz. Muhammet zamanında müjdelemektedir:

“Eğer Kur’an ile dağlar yürütülse veya onula yer yarılsa yahut ölüler konuşturulsa, onlar yine iman etmezler…”(Rad, 13/31)

“Biz onlara melekleri indirseydik, ölüler kendileriyle konuşsaydı ve her şeyi toplayıp karşılarına getirseydik, Allah dilemedikten sonra yine inanmazlardı. Fakat çokları bunu bilmezler.”(En’am,6/111)

Ölülerin konuşturulması yahut konuşması, ruhların insanlarla konuşmasından başka bir anlama gelebilir mi? Kesinlikle hayır. Ayetler ruhlarla konuşmanın asıl amacını da açıklıyor: inanmayanların inandırılması. Şu var ki tekamül yolunda hiçbir şey sebepsiz ve emeksiz insanın önüne konmamaktadır. Ölülerin konuşması veya konuşturulması yani ruhlarla konuşmak, daha da açık bir deyimle ruhçuluk, ilahi rahmet ve rehberliğin, doru ve kısa yolu bulmaları amacıyla insanlığa sunduğu sonsuz ipuçlarından birisi ve günümüz koşullarına en uygun olanıdır. Ama Allah dilemedikçe ( yani asıl anlamıyla insan kendi hür iradesi ve çabası ile ilahi irade yasalarına uyum yoluna girmedikçe) ruhçuluk yoluyla sağlanan hiçbir bilgi ve delilin durup dururken bir insanı kurtuluşa erdirmesi mümkün değildir.

(hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, İbn Kesir, Çevirenler: Dr. Bekir Karlıağa, Dr. Bedrettin Çetiner, Çağrı yayınları, İstanbul 1983) isimli eserin birinci cildinde (s.212, “spiritizma”) biri hayatta diğeri ölmüş olan iki kişi arasında fikir ve duygu aktarılmasının, yani ruhlarla konuşmanın mümkün olduğu; bu olayların şuur dışı ruhsal faaliyetin eseri olmadığının da kanıtlandığı belirtilmektedir.

(Gizli İlimler Hazinesi Mustafa İloğlu, birinci kitap İstanbul) isimli eserde,(s. 172-173) üç ihlas ve bir Fatiha suresi okunmak suretiyle, isteğe göre ruh çağrılarak konuşulmasının yöntemi anlatılmaktadır.

Son olarak İslam dininde uygulaması yapılan “talkın” işlemini ele alalım. Bir cenaze mezara gömüldükten sonra görevli hoca mezarın başında ölüye Arap dilinde bir takım telkinlerde bulunmaktadır. Diyelim ki “a” dünya isimli varlık, memleketinden binlerce kilometre uzakta öldü cenazesini memleketine getirilerek, İslam dini usullerine göre gömüldü. Talkın işleminin mantıklı sayılabilmesi için, bu “a” isimli varlığın bedeninden ayrıldıktan sonra binlerce kilometrelik yol boyunca nakledilen bedenini izleyecek, göme töreninde-belki de ölümünden günler yahut aylar sonra- hazır bulunacak ve diyelim ki, kendisi bedenli iken hiç Arapça bilmeyen bir kişi idi, kendisine yöneltilen Arapça telkin ve hitabı hem duyacak ve hem de anlayıp değerlendirebilecek bir şuurluluk ve uyanıklılık içinde bulunmakta olduğunu kabul etmemiz zorunludur. Ki bedeninden yeni ayrılmış bir varlığın en küçük bir şaşkınlık içinde olduğu bir dönemdir bu. Bütün bu olguları tartışmadan kabul edeceğiz.

Ancak bu irtibatı tek yön ile sınırlandıracağız. Olacak şey midir? Her ölü bizim mesajlarımızı duyabiliyor, ancak biz hepimiz onun mesajlarını alabilecek hassasiyeti gösteremiyorsak o kabiliyetimiz yoksa- ki bu dünya hayatının, mahiyetine ve amacına son derece uygun bulunmaktadır-, onlarla hiçbir şekilde irtibat kurulamayacağını mı kabul etmemiz gerekir? T.R.T FM dalga bandından her gün muntazam yayın yapmaktadır.

Bu yayını her alıcı cihazın alması mümkün müdür? Ve özellikle de gerekli midir? Kuşkusuz hayır. Bu örnekte olduğu gibi irtibatın sağlanması, öncelikle bir ihtiyaca ve bir takım teknik koşullara ve liyakate bağlıdır. Nasıl ki din aslında başlı başına bir amaç değil ise, ruhlarla konuşmak veya ruhçuluk da amaç değildir. Bir insan dinsel öğretiye bir başka insan ruhçuluk öğretisine yatkın olabilir. Bir üçüncüsü bunların bütünlüğünün idraki içinde olabilir. Önemli olan tüm bu kanallardan elde edilen bilgi ve tecrübeleri tekamül yolunda, araç olarak, sıçrama tahtası olarak kullanabilme liyakatini ve çabasını gösterebilmektir.

( Ruhçuluğa Göre Kur'an Öğretisi - Sadi Çaycı )

Allah

Sadi Çaycı

O kendisinden başka Tanrı olmayan, hükümran, çok kutsal, esenlik veren, güvenlik veren, görüp gözeten güçlü, buyruğunu her şeye geçiren, ulu olan Allah’tır. Allah putperestlerin koştukları eşlerden münezzehtir. O var eden, gül yaratan, yarattıklarına şekil veren, en güzel adlar kendisinin olan Allah’tır. Göklerde ve yerde olanlar O’nu tespih ederler. O güçlüdür, hakimdir.

(Haşr, 59/22-24)

Kur’an’da Allah Hakkında Ne Gibi Bilgiler
Verilmiştir?

Aşağıdaki ayetler genellikle Allah’ı en güzel şekilde anlatan ayetler olarak kabul edilmektedir:

“Allah ondan başka Tanrı olmayan, kendisini uyuklama ve uyku tutmayan, diri her an yaratıklarını gözetip durandır. Göklerde olan ve yerde olan ancak Onundur. Onun izni olmadan katında şefaat edecek olan kimdir? Onların işlediklerini ve işleyeceklerini bilir. Dilediğinden başka ilminden hiçbir şeyi kavrayamazlar. Hükümranlığı gökleri ve yer kaplamıştır. Onların gözetilmesi Ona ağır gelmez. O yücedir, büyüktür.”(Bakara2/255, özel adıyla Ayet-el Kürsi)

“O kendisinden başka Tanrı olmayan, hükümran çok kutsal, esenlik veren, güvenlik veren, görüp gözeten güçlü, buyruğunu her şeye geçiren, ulu olan Allah’tır. Allah putperestlerin koştukları eşlerden münezzehtir. O var eden gül yaratan, yarattıklarına şekil veren, en güzel adlar kendisinin olan Allah’tır. Göklerde ve yerde olanlar o’nu tespih ederler. O güçlüdür, hakimdir.”(Haşir, 59/22-24)

“Göklerde ve yerde olanlar Allah’ı tespih ederler. O güçlüdür, hakimdir. Göklerin ve yerin hükümranlığı Onundur. Diriltir, öldürür. O her şeye kadirdir. O her şeyden öncedir. Kendisinden sonra hiçbir şeyin kalmayacağı sondur, varlığı aşikardır. Gerçek mahiyeti insan için gizlidir. O her şeyi bilir. Gökleri ve yeri altı günde yaratan, sonra arşa hükmeden yere gireni ve ondan çıkanı, gökten ineni ve oraya yükseleni bilen o’dur. Nerede olursanız olun o sizinle beraberdir. Allah yaptıklarınızı görür. Göklerin ve yerin hükümranlığı Onundur. Bütün işler Allah’a döndürülür.”(Hadid, 57/1-5)

“Allah melekler ve adaleti yerine getiren ilim sahipleri, ondan başka tanrı olmadığına şahitlik etmişlerdir. Ondan başka tanrı yoktur. O güçlüdür, hakimdir.”(Al-i İmran,3/18)

“O göklerin ve yerin yaratıcısıdır. Bir şeyi yaratmak istedi mi ona sadece “ol” der o da hemen oluverir.”(Bakara, 2/117)

Görüldüğü gibi ayetlerde Allah son derece edebi bir üslupla ve biz insanların anlayabileceği kavram ve tanımlamalarla anlatılmaktadır. Ancak şurası unutulmamalıdır ki, varlığı aşikar olan Allah’ın gerçek mahiyeti insan için gizlidir. Nasıl olmasın ki biz daha kendimizi bile anlayamamış ve değerlendirememiş iken, bildiğimiz ve bilmediğimizi, gördüğümüz ve görmediğimiz her şeyi yoktan var edeni anlamaya Onun hakkında geçerli bilgi yahut fikir sahibi olmaya kalkışabilelim. Bilgimiz ne kadar artarsa artsın Onun gerçek mahiyetinden ve varlığından o kadar daha uzaklaştığımızı ifade edebilmekten başka söyleyecek sözümüz olmayacağını kabul etmemiz gerekecektir.

Gerçekten yukarıda nakledilen ayetler, ancak dünya insanlığının realitesi açısından geçerlilik taşıyan anlatımları kapsamaktadır. Allah yarattıklarına has nitelik ve kavramlarla ifade edilmiştir. Bunun mümkün olup olmayacağına biraz sonra değineceğim. Ancak ondan önce yine sonra tekrar ele alacağım bir konu açısından zihinlerde şimdiden bazı düşünceleri başlatmak için şunu ifade etmek isterim ki ayetlerde göze çarpan temel özellik, Allah’ın övgüsüyle dolu olmalarıdır.

Şimdi şunu düşününüz: son derece başarılı üstün bir devlet adamının bütün niteliklerini taşıdığı olaylar içinde fiilen ispat da etmiş bir devlet başkanı, her vesile ile yurttaşlarına hitap ederken, aslında doğruyu söylemekle birlikte, kendi kendini övmektedir. Acaba bu davranış biçimi o devlet adamına yakışır mı? Söyledikleri yüzde yüz olsa bile yakışır mı? Yoksa normal olan o devlet adamının niteliklerini, icraatını değerini tam olmasa bilen üst derecede bilen alt kademe yöneticilerinin ve daha alt seviyedeki yönetim kademelerine ve vatandaşlara açıklamaları anlatmaları mı daha yakışık alan bir davranış biçimi olur? Kuşkusuz sonuncu hal tercihe değer. Şimdi aynı hususu ayetler Allah’ın övülmesi açısından düşününüz.

Allah'ın bizzat Allah tarafından övülmesine yer var mıdır? Böyle bir kabul Allah’a yakıştırılabilir mi? Şu halde ayetlerdeki anlatım genellikle sanıldığı gibi, bizzat Allah’ın sözleri olabilir mi? Yoksa bu sözler ona nazaran çok daha alt düzeylerde, fakat biz insanın realitesine göre de çok üst düzeyde yahut realitede onun adına görev yapmakta olan bir yönetici organa mı ait olmak gerekir?

Şimdi tekrar Allah hakkındaki incelememize devam edelim.

Allah, Yaratıklara Has Kavram Ve Niteliklerle
Anlatılabilir mi?

Hayır. Zira:

“Göklerin ve yerin Rabbi, Arşın Rabbi, onların nitelendirmelerinden yücedir, münezzehtir.”(Zuhruf, 43/82)

“Rabbin, onların taktıkları sıfatlardan münezzehtir”(Saffat, 37/180)

“Allah bütün alemlerden müstağnidir”(Ankebut, 29/6)

“Onun bilgisi her şeyi kuşatmıştır.”(Taha, 20/98)

“Allah’ın ilmi ile her şeyi kuşatmış bulunduğunu bilesiniz”(Talak, 65/12)

Kur’an’ın bir çok ayetlerinde zaman ve mekan sınırlarına dayalı birçok fiilin sahibi olarak Allah zikredilir. Bu doğrusur. Ancak amaç her varlığın halin ve fiilin gerçek yaratıcısı olan Allah’ın, her şeyin asıl sahibi ve faili olduğunu unutulmamasını temindir. Daha önceki dinlerde aksine uygulamalar, yanlış anlamalara insanlar eliyle birden çok tanrılar yaratılmasına, sonuçta Allah’a ortak koşulmasına yol açmıştır.

Oysa bugünkü insanlıktan ne kadar önemli bir mevkide, ne kadar geniş hak ve yetkilerle sonsuz yükselme yolu ile ve bu oranda da daha alt düzeydeki varlıklar seviyelerine uygun sevk ve idare yükümlülüğü ile çevrili ve yükümlü bulunduklarını anlamaları, ama bu arada ne olduklarını unutmamaları, tanrılık iddiasına yol açacak yanlış değerlendirme ve düşüncelerden kaçınmaları, her şeyin asıl yaratıcısı sebebi, dayanağı ve sahibinin mutlak olarak Allah olduğu gerçeğini bir an bile hatırdan çıkarmamalar istenmekte ve beklenmektedir.

Bildiğimiz ve bilmediğimiz her şey Allah’ın ilmi ile mevcuttur. Bu ilim günümüzde doğa yasaları olarak ifade edilmektedir. Bizler yaratıklar olarak asla ve asla, bizzat Allah ile muhatap olma durumunda değiliz. Yükselme derecemize göre, sadece onun ilminin tezahürleri ile muhatap bulunmaktayız. Geçmişimiz şimdiki halimiz ve geleceğimiz, Allah tarafından İlahi İrade Yasaları ile kuşatılmıştır. Bu yasalarla uyum sağladığımız oranda yükselmekte, liyakat kazanmakta, İlahi İrade Yasalarından istifade, dolayısıyla onlara tasarruf yetkisine sahip olabilmekteyiz. Bir çok ayette geçen “…Allah dilerse..” şeklindeki ibare çoğu zaman sanıldığı gibi Allah’ın keyfi davranışı değil, varlığın İlahi İrade Yasası/Yasaları ile uyum sağlamsı şartını ifade etmektedir. Özetle İlahi İrade Yasaları, Allah’ın emirleridir. Bunlara uyulursa belli, uyulmasa yine belli fakat farklı sonuçlar elde edilir denmek istenmektedir.

İnsan Allah’ı Görebilir mi?

Hayır, bunu düşünmek esasen mümkün bile değildir. Bir yaratığın mutlak yaratan olan Allah’ı görebileceğini kabul etmek, ikisinin aynı seviye, özellik ve şartlarda olmasını gerektirir ki, bu anlayabildiğimiz ve ulaşabildiğimiz Allah anlayışıyla da bağdaştırılamaz. Şu ayetler de bu konuda böyle düşünmek gerektiğini doğrulamaktadır:

“Musa tayin ettiğimiz vakitte bizimle buluşmaya gelip de Rabbi onunla konuşunca, ‘Rabbim bana kendini göster sana bakayım’ dedi. Rabbi buyurdu ki’ sen beni göremesin fakat dağa bak, eğer o yerinde durursa sen de beni göreceksin’. Rabbi dağa tecelli eylediğinde, onu paramparça ediverdi. Musa yıldırım çarpmış gibi yere düştü. Kendine geldiğinde, ‘sen yücesin, sana tövbe ettim ben inananların ilkiyim’ dedi.”(Araf,7/143)

Bu ayette “Rabb” olarak geçen varlık, aslında Allah olmayıp, Musa’nın görüp gözetilmesinden sorumlu olan bir yüce plan yahut varlıktır. zira saman ve mekana bağlı haller söz konusudur. Ancak bir bedenli varlık olarak Musa, o zaman ve mekandaki Allah anlayışı ve realitesi gereği, Allah ile bizzat konuşmakta olduğunu sanmıştır. Değil Allah’ı bu yüce varlığı dahi görmesi mümkün olmamıştır. Zira bu varlık öylesine güçlü bir enerji ile yüklüdür ki, tecellisine dağ dayanamamış, paramparça olmuştur. Şimdi bir başka ayete göz atalım:

“Gözler onu görmez, o gözleri görür. O latif, her şeyi haber alandır.”(En’am, 6/103)

Hz. Aişe  “ her kim Muhammed S.A.V. uyanık olarak baş gözü ile Rabbini gördü sanırsa, en büyük yalan irtikap etmiş olur…” demiştir.

Bütün bu bilgiler karşısında yine Hz. Muhammed’e atfedilen “Şu Ay’ı nasıl rüyetinden hiç biriniz mahrum olmaksızın görüyorsanız, Rabbiniz Teala ve Tekaddes Hazretlerini de öylece göreceksiniz”  sözünü ihtiyatla karşılamak gerekmektedir. Bu söz ya hatalı nakledilmiş ya bizim şu anda değerlendiremediğimiz bir başka amaç yada anlamda söylenmiş yahut ve daha makul olarak da o zamanda ve mekanda muhatabı olan topluluğun realitesine uygun olarak onların sonsuza uzanan bireysel tekamül süreçlerinin belli bir aşamasında, yükselmiş varlıklar olarak görüp gözetenleri olan varlık anlamındaki “Rableri” ile karşılaşacakları müjdelenmek istenmiş olmalıdır.

( Ruhçuluğa Göre Kur'an Öğretisi - Sadi Çaycı )

Yüce Topluluk

Sadi Çaycı

Biz ancak Rab'binin emriyle ineriz. Önümüzde arkamızda ve bunlar arasında
olan her şey O'na aittir.

(Meryem, 19/64)

Kur’an’da En Çok Rastlanılan Hitap Şekillerinden
Örnekler Verir misiniz?

Kur’an’daki sureler ve ayetlerinde en çok “biz” şeklinde birinci çoğul şahıs ağzından hitaplar yer almaktadır. Şu örnekleri inceleyiniz:

“ Alemlerin Rabbi Allah’a hamdolsun. O Rahmandır. Rahimdir. Din gününün sahibidir. Ancak sana kulluk eder, ancak senden yardım isteriz. Bizi doğru yola ilet. Nimet verdiğin kimselerin yoluna. Kendilerine gazap edilmiş olanların ve sapmışların yoluna değil.”(Fatiha,1/1-7)

Okuduğunuz sure Kur’an’ın anası, esası ve özü en önemli suresi olarak kabul edilmektedir. Gerçekten de böyledir. Ama surenin asıl anlam ve önemi hakkında belki de pek az inanan objektif bir değerlendirme yapmayı düşünmüştür. Mesele daha sonraki bölümlerde ele alacağım gibi, Kur’an’ın gerçekten bizzat Allah’ın sözü olup olmadığı konusu ile yakından ilgilidir. Bu konuda şunu belirteyim ki, ilk ayette konuşan varlık yahut da “biz” olarak konuşan varlık grubu, Allah’a hamdetmekte, sonraki ayetlerde de dua ve dilekte bulunmaktadır. Bu anlatım özelliği “biz” olarak konuşan varlıklar topluluğu ile Allah’ın ayrı ayrı anlamlarda kullanıldığını, en açık ve ince bir şekilde ortaya koymaktadır. Bu ayrılığa okunan bütün ayetlerde dikkat etmek gerekir. Şimdi diğer ayet örneklerine devam edelim:

“Doğrusu biz Kur’an’ı Kadir gecesinde indirmişizdir.”(Kadir, 97/1)

“İşte bunlar Allah’ın ayetleridir. Bunları sana gerçek olarak okuyoruz. Allah alemlere zulmetmek istemez”(Al-i İmran, 3/108)

“Bunlar Allah’ın ayetleridir. Bunları sana gerçek olarak okuyoruz. Elbette sen gönderilen elçilerdensin. İşte biz o elçilerden kimini kiminden üstün kıldık.”(Bakara,2/252-253)

Ayetlerde:

a-) Allah, b-) Biz c-) Kur’an ve Ayetleri olmak üzere üç ayrı kavram geçmektedir.

Geleneksel İslam öğretisinde Kur’an doğrudan doğruya Allah’ın sözü olarak kabul olunduğu için, hiç düşünülmeden bir çok ayetlerde geçen “biz” terimi ile de Allah’ın kendisini ifade ettiği yani bu şekilde konuşanın bizzat Allah olduğu sonucuna varılmaktadır. Vahiy sırasında meleklerle birlikte olduğu için yahut doğu uluslarına has tevazu ibaresi olarak kendisinden “biz” diye bahsettiği ve benzer gerekçelerle konuya açıklanma getirilmek istenmektedir. Oysa en basit bir inceleme dahi birçok ayetlerde “biz” olarak kokuşan varlıklar grubu yahut sözcü varlık ile Allah’ın aynı varlıklar yahut kavramlar olmadığını göstermeye yeterlidir. Biz olarak konuşan varlık aynı ayette ayrıca Allah’tan bahsetmekte, onun emirlerini aktarmaktadır. Keza Kur’an’ın ana suresi olan Fatiha suresinin başında, bazı ayetlerde olduğu gibi “de ki:” yahut benzeri bir giriş bulunmadığına göre burada biz olarak konuşan varlığın kendi kendine hamdettiği, kendi kendine dileklerde bulunduğu, kendi kendisinden kendisini doru yola iletmesini istediği gibi mantıksız sonuçlar çıkarılması gerekecektir.

Yine tevazu sebebiyle kendisini biz olarak ifade ettiği kabul olunan Allah’ın Bakara 2/255, Kürsi ayetinde olduğu gibi birçok ayetlerde kendi kendisini övmesi, O’na asla yakıştırılamayacak bir husustur. Allah'ı övmek bizzat ona değil, bize nazaran bizimle kıyaslanmayacak kadar daha derinden değerlendirebilen, ancak yüce varlıklar topluluğuna yakıştırılabilir.

Kur’an’da İnsanlara Biz Diye Hitap Eden Varlıkların
Mahiyeti Nedir?

Aşağıdaki ayetlerin incelenmesinden de anlaşılacağı üzere, insanlar Cebrail’inde üyesi bulunduğu, Kur’an’da kendilerini biz olarak tanıtan, Allah’ın izni ve emri doğrultusunda hareket eden ve tasarruflarda bulunan bire yüce topluluk(mele-i ala) tarafından sevk ve idare edilmektedirler.
Şimdi şu ayetleri inceleyiniz ve kararı kendiniz veriniz:

“Allah’ın boyası ile boyan. Allah’ın boyasından daha güzel boyası olan kimdir? BİZ ANCAK ONA KULLUK EDERİZ”(Bakara, 2/138)

“Biz ancak Rabbinin emriyle ineriz. Önümüzde arkamızda ve bunlar arasında olan her şey ona aittir.”(Meryem, 19/64)

“BİZİM İÇİMİZDEN HERKESİN BELLİ BİR MAKAMI VARDIR biz o saf saf dizilenler biz. Biziz o tespih edenler biz.”(Saffat, 37/164-166)

“Biz bir şeyin olmasını istediğimiz zaman, söyleyeceğimiz söz sadece ol dememizdir, derhal oluverir”(Nahl,16/40)

“İnsan başıboş bırakılacağını mı sanır?”(Kıyamet, 75/36)

“Hiçbir can yoktur ki, başında bir yaptığı işleri gözetleyip muhafaza edici olmasın”(Tarık, 86/4)

Açıkça görülüyor ki insanları sevk ve idare eden yüce varlıklarda Allah’ın kulları görevli varlıklarıdır. Asla tanrı değildirler. Belli makamları vardır.Allah’ın emri ve izni doğrultusunda tasarruflarda bulunurlar. Ne gibi tasarruflarda bulundukları, çeşitli ayetlerde açıklanmıştır:

“O kullarının üstünde tek hakimdir. Size koruyucu melekler gönderir; nihayet birinize ölüm gelince elçilerimiz onun canını alırlar; onlar bu hususta hiç geri kalmazlar.”(En’am 6/61)

“Onların her birini önünden ve arkasından izleyen melekler vardır; onu Allah’ın emriyle korurlar”(Rad,13/11)

“… üzerinizde, yaptıklarınızı zapt edici melekler vardır.”(İnfitar, 82/10)

İnsanların sevk ve idaresinden sorumlu olan bu yüce topluluğun gerektiğinde fiilen müdahalede bulunabilecek askerleri, yani ordusu dahi vardır:

“Kesif bulutlarda Allah’ın azabının ve azap meleklerinin gelmesini ve işlerinin bitirilmesini mi beklerler?”(Bakara, 2/210)

“İyi bilsinler ki BİZ melekleri ancak hak ile indiririz. O zamanda kendilerine asla göz açtırılmaz, derhal işleri bitirilir, mahvolup giderler.”(Hicr, 15/8)

“Göklerin ve yerin askerleri Allah’ındır.”(Fetih, 48/4-7)

Hz. Muhammed ‘melekler bulutlara inerlerde gökte kaza ve hükmolunan istikbale ait bazı şeyleri kendi aralarında görüşürler.’ Demiştir. Bir konunun görüşülmesi demek, o konunun kesinlikle sonuca bağlanmamış, yani daha önceden kararlaştırılmamış olması demektir. Öyle olmalı ki meleklerin toplanarak o konu üzerinde görüşme yapmalarının bir anlamı olabilsin. Şu halde değil yüce topluluk onların ajanları durumunda olan melekler bile iradesiz varlıklar yani otomatlar değillerdir. Esasen öyle düşünmek bugünkü insanlığın haiz olduğu irade hürriyetinin genişliği karşısında bile mantıksız olurdu. Bir başka deyişle ilkokul öğrencisine daha fazla yetki ve hareket serbestliği verip ilk okulun öğretmenini her açıdan kısıtlılık altında tutmak gibi bir tablo ortaya çıkardı.

Bütün bunlar ilk nazarda tuhaf görülebilir. Bütün sorun bugünkü inananların çoğunluğunun, sonuçta Allah ile yaratıklarını karşılaştırma ve adeta yarıştırma sonucunu doğuran neticede birçok konuyu karanlıkta bırakan, bugün için artık ilkel sayılması gereken bir Yaradan kavramı ile sınırlandırılmış düşünce ve inançlardan kaynaklanmaktadır.

Şurası öncelikle bilinmelidir ki kendimizi anlamaktan aciz o9lan bizler, bildiğimiz ve bilmediğimiz bütün alemleri ve yaratıkları yoktan var eden, mutlak kudret sahibi ancak var ve bir olduğunu söyleyebileceğimiz Allah hakkında gerçekten geçerli hiçbir bilgi ve anlayışa sahip olamayız. Allah’ın gerçek mahiyetler, nitelikleri, tasarrufları, yaratması ve benzeri hiç bir konuda, hiç bir surette kendimizi yetkili ve yeterli göremeyiz. Her şeyden önce dil ve anlatım güçlükleri ile sınırlıyız. örneğin yaratma kelimesini hem Allah hem de liyakat sahibi varlıklar açısından bir arada kullanmak zorunda kalıyoruz.

Oysa aslında yoktan var etme anlamındaki gerçek yaratma ancak ve ancak Allah’a izafe edilebilir. Yaratıkların yaptığı ise esasında yaratma değil yapma- bulma- çıkarma mahiyetindedir. Bugün dünya şartlarında otomobil, uçak, televizyon, gökdelen… vs. “yapan” insan elbette çok ilerdeki tekamül düzeyinde, örneğin orijinal fizik bedenler, maddi dünyalar, hatta alemler yapabilecek ve bunlar üzerinde tasarruflarda bulunabilecektir. Elverir ki yeterli derecede çaba göstersin, bilgi ve deney düzeyini arttırsın, gerekli sınavları başarıyla geçsin, liyakatini ispatlasın.

Yani sembolik anlamıyla cennetlik olsun, cenneti hak etsin. insanoğlu tüm bu baraj sınavlarını aşarak liyakatini yükselttikçe kuşkusuz aklımıza gelen gelmeyen, bildiğimiz ve bilmediğimiz daha pek çok konu ve alanlarda tasarruf yetkilerine sahip olacaktır. Fakat hangi seviyede olursa olsun insan veya diğer bir yüce varlık, netice ancak ve ancak Allah’ın bir kulu olmaktan öte gitmez, gidemez. Her şey Allah’ın dileği, emri ve izninin bizim seviyemizdeki ifadeleri olan O’nun İlahi İrade Yasalarının kesin sınırları ve gerekleri dahilinde olagelmektedir. İnananlar bunları Allah’tan bilirler! İnanmayanlar ise doğa yasaları der; işi orada kapatırlar.

“De ki: ‘o büyük bir haberdir. Ama gafletinizden dolayı siz ondan yüz çeviriyorsunuz. YÜCE TOPLULUK TARTIŞIRLARKEN ARALARINDA NELER GEÇTİĞİ HAKKINDA BİR BİLGİM YOKTU. Ben ancak apaçık bir uyarıcı olduğum için bu bilgi bana vahyediliyor.”(Sad,38/67-70)

Yukarıdaki ayetlerin incelenmesinden, Hz. Muhammed’inde bir hiyerarşiye dahil görevli varlık olduğu, kendisinin üstünde, “yüce topluluk” olarak adlandırılabilecek bir yönetim organı bulunduğu ve bu organın görev ve yetkilerine ilişkin olarak çeşitli konuları kendi üyeleri arasında tartışmakta olduğu, tartışılan konulardan Hz. Muhammed’in bilgisinin bulunmadığı Hz. Muhammed’e ancak görevi gereği bilmesi gerekenlerle sınırlı olarak bilgi aktarıldığı hususları kolaylıkla anlaşılabilmektedir. “yüce topluluk” ruhçuluk öğretisinde “ruhsal idare Mekanizması” olarak adlandırılmıştır. Bununla beraber tekamül ve liyakat derecelerine göre bu organda-ruhçuluk öğretisi terimi ile “planda”-meleklerde görev alabileceklerine ve esasen aldıklarına göre, Kur’an’da geçen “Mele-i ala” yani Türkçesi ile “yüce topluluk” terimleri daha isabetli görünmektedir.

Tüm yönetici varlıklar arasında ayrıca iş bölümü yapıldığı, şu ayetlerden anlaşılmaktadır:

“Sonra iş bölümü yapan melekler hakkı için, muhakkak size vadolunanlar doğrudur.”(Zariyat, 51/4-5)

Kur’an Allah’ın Sözü müdür?

Bu soruya cevap vermeden önce, şu ayetleri inceleyelim:

“Allah ‘iki tanrı tutmayın, o ancak tek tanrıdır. Yalnız benden korkun’ dedi.”(Nahl, 16/51)

“Hamdolsun o Allah’a ki gökleri ve yeri yarattı, karanlıkları ve aydınlığı var etti. Yine de inkarcılar, Rablerine başkalarını denk tutuyorlar.”(En’am, 6/1)

“Gökleri ve yeri yok tan var eden, melekleri ikişer üçer, dörder kanatlı elçiler yapan Allah’a hamdolsun. O yaratmada dilediğine dilediğini arttırır.”(Fatır/Melaike, 35/1)

Görüldüğü üzere Kur’an sanıldığı şekilde doğrudan Allah’ın sözü değildir. Kur’an’da Cebrail yüce topluluk adına yüce topluluk da Allah adına konuşmaktadır. Yani Hz. Muhammed’le muhatap olan Cebrail’dir. Yukarıdaki ayetlerde, Cebrail Allah’ın iradesini aktarmakta, Allah’a hamd etmektedir. Aksi halde aynen Fatiha suresinde olduğu gibi Allah’ın kendi kendine hamdettiği gibi mantıksız bir kabul zorunlu olacaktır.

Özetlersek aşağıdaki ayetlerde de belirtildiği gibi Allah insanlarla- ve esasen yaratıklarıyla- genellikle sanıldığı şekilde konuşmaz. Muhatap dahi olmaz. Kur’an da bizzat onun sözü değildir:

“Allah bir insanla karşılıklı konuşmaz. Ancak vahiyle yahut perde arkasından konuşur yahut bir elçi gönderip dilediğini vahyeder. O YARATIKLARIN NİTELİKLERİNDEN YÜCEDİR, hakimdir”(Şura,42/51)

“Şüphesiz muhakkak o çok şerefli bir elçinin getirdiği sözdür. O elçi çetin bir kudrete maliktir. Arşın sahibi olan Allah’ın yanında çok itibarlıdır.”(Tekvir, 81/19-20)

Öte yandan:

“Yıldızların düştüğü yerlere yemin ederim ki, eğer bilirseniz bu yemin, gerçekten büyük bir yemindir. Muhakkak ki o kerim bir Kur’andır. Levh-i mahfuz’da saklıdır. Ona temiz olandan başkası el süremez. O alemlerin Rabbi tarafından indirilmiştir.”(Vakıa,56/75-80)

“bu Kur’an Allahtan başkası tarafından uydurulacak bir şey değildir. Bu ancak kendinden önceki ilahi kitapların doğrulaması ve o ezeli kitabın açıklamasıdır. Onda asla şüphe yoktur. Alemlerin Rabbi tarafından indirilmiştir”(Yunus,10/37).

Ve benzeri ayetler Kur’anın bizzat Allah'ın sözü olduğuna işaret eden ayetler olarak değil Kur’anın kaynağı itibariyle meşruiyetini onaylayan ayetler olarak değerlendirilmelidir. Genellikle sanıldığı gibi, Levh-i Mahvuz Allah’ın bilgi bankası yada dağarcığı değildir. Allah kuşkusuz her hangi bir tasarrufu için yahut bilgisini saklamak için herhangi bir araç kullanmaktan uzaktır. Bugün insanlık olarak ulaşabildiğimiz bilgi seviyesine göre Levf-i Mahfuz olarak ifade edilen şeyin yüce topluluk tarafından kullanılan bir cins evrensel-kozmik bilgi işlem merkezi, “arş”ında bu yüce topluluğun yönetim yeri/merkezi olarak düşünülmesi daha isabetli olacaktır.

Kur’an’ın doğrudan Allah’ın sözü olmadığını belirtmiştim. Ancak tüm ayetlerdeki ifadelerde sadece Cebrail’in sözü olarak geçmemektedir.

Nitekim şu ayetlere bakınız:

“Ben cinleri ve insanları ancak bana kulluk etsinler diye yarattım. Ben onlardan rızık istemiyorum. Beni beslemelerini de istemiyorum”(Zariyat, 51/56-57)

“Kullarım sana beni sorarlarsa söyle: ben onlara yakınım. Bana dua edince dua edenin duasına karşılık veririm. O halde onlar da bana karşılık versinler, bana inansınlar ki doğru yolu bulalar.”(Bakara,2/186)

Bu ayetlerdeki sözlerin en doğrudan vahiylere dayandığı anlaşılmaktadır.

Şu örnek ayetlerdeki ifadeler, sözlerin sahibi konuşanın kimliği açısından daha da karmaşıklık arzetmektedir:

“Allah’ın ayetlerini ve ona kavuşmayı inkar edenler, işte onlar benim rahmetimden ümidi kesmişlerdir. Ve onlar için acı bir azap vardır.”(Ankebut, 29/23)

“Elif, ram, ra. Bu bir kitaptır ki, hikmet sahibi her şeyden haberi olan Allah tarafından ayetleri sağlamlaştırılmıştır. Sonra da güzelce açıklanmıştır. Ta ki Allah’tan başkasına tapmayasınız. ŞÜPHESİZ BEN, ondan size gönderilmiş bir müjdeleyici ve uyarıcıyım”(Hud, 11/1-2)

Bu ayetlerde “ben” diye geçen bir varlık, Allah’tan ayrıca bahsetmektedir. Özellikle son ayette konuşanın kesinlikle Cebrail olduğu bellidir. Aksi halde konuşanın Hz. Muhammed olması gerekirdi ki, bu esasen tamamen çelişik ve mantıksız bir durum yaratırdı. Zira “ben” olarak konuşan varlık, Allah’tan müjdeleyici ve uyarıcı olarak gönderilmiş bir elçi olduğunu bildirmektedir. Daha önceden incelediğimiz ayetlerden ise, kural olarak Kur’an’da sürekli Cebrail’in konuşmakta olduğu anlaşılmaktadır.

( Ruhçuluğa Göre Kur'an Öğretisi - Sadi Çaycı )

Konular;


 

Konular;

 


 

 
 
  Bugün 62 ziyaretçi (78 klik) buradaydı

beyaz kuğu Selam Dünya !.. Selam Türkiye !.. Sitemize Hoş Geldiniz !.. ( beyaz kuğu ) bir aile sitesidir !.. Lütfen bizi takip ve dostlarınıza tavsiye ediniz !. Bu çorbada tuzu olsun isteyenlerin, tenkit ve tavsiyeleri için ( mim.sait@hotmail.com )veya ( alt1946@windowslive.com ) adreslerine mail göndermelerini bekliyoruz !.. Sitemizde "bir hoş sada" menüsü altında yer alan "beyaz kuğu", "teferruat", "derviş hüseyine mektuplar" ve "hem nalına hem mıhına" bölümleri orjinal olup, bunların hiç bir hakkı mahfuz değildir, kaynak gösterilerek veya gösterilmeksizin kullanılabilir. Diğer dökümanlar ise; çeşitli sitelerden alınmış, bazılarında değişiklik yapılmıştır.İlgililerin talebi halinde derhal kaldırılacaktır!..Bilgilerinize sunulur !.. *** beyaz kuğu***Ailenizin Sitesi***











* * * * *


 
 

Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol