HADİS’İN KUR’ÂN’A ARZI
İÇİNDEKİLER.. I
ÖNSÖZ. III
KISALTMALAR.. IV
GİRİŞ. 1
I.BÖLÜM
HADİS’İN KUR’ÂN’A ARZININ TANIMI, ARZ FİKRİNİN DOĞUŞU VE TARİHİ TATBİKATI
A. HADİS’İN KURAN'A ARZININ TANIMI 3
B. HADİSLERİN KURAN’A ARZ FİKRİNİN DOGUŞU.. 4
1. İlk Arz Uygulamamasının Rasûlüllah’a (a.s) Dayandırılması 4
2. Hz. Peygamber'in Arz Uygulamaları 4
a. Hz. Peygamber'in (a.s) Hadis'ini Te'kid Maksadı İle Yaptığı Arz Uygulaması 5
b. Hz. Peygamber'in (a.s) Hadis'in Kuran'daki Aslını/Delilini Göstermek. 8
3. Hz. Peygamber'in (a.s) Arz Uygulamalarının Bir Değerlendirilmesi 9
C. ARZIN TARİHİ TATBİKATI VE GELİŞİMİ 11
1. Hz. Peygamber’in (a.s) Arz Uygulaması 11
2. Sahabe Devri ve Hadis'i Kuran'a Arz Uygulamaları 12
a. Sahabenin Arz Uygulamaları 12
(1) Hz. Ebû Bekir: 12
(2) Hz. Ömer (23/643): 15
(3) Hz. Ali (40/660): 17
(4) İbn Ömer (73/692): 18
(5) İbn Abbas (68/687): 18
(6) İbn Mes'ud (32/652) 19
(7) Ebû Hureyre (57/676): 21
(8) Hz. Aişe (58/677): 22
b. Sahabenin Arz Uygulamalarının Değerlendirilmesi 25
3. Sahabe Devrinden Sonra Arz Uygulamaları 31
a. Hanefiler ve Hadis’in Kur'ân’a Arzı 31
b. Malikîler ve Hadis'in Kuran'a Arzı 37
c. Mu'tezile ve Hadis'in Kuran'a Arzı 38
d. Hariciler ve Hadis'in Kuran 'a Arzı 40
e. Muhaddisler ve Hadis'in Kur'ân’a Arzı 40
4. Çağdaş İslam Âlimlerinin Arz Uygulamaları ve Arz Hakkındaki Görüşleri 43
a. Yeni Sünnet Tanımı ve Yeni Metodoloji Tespiti çerçevesinde Arzı Değerlendiren Görüş 46
b. “Hadislerin Mutlaka Kuran'dan Bir Asla Dayandığı" Prensibi çerçevesinde Arzı Değerlendiren Görüş. 49
(1) Çağdaş Türk-İslam Âlimlerinin Görüşleri 49
(2) Diğer İslam Âlimlerinin Görüşleri 51
c. "Din Sadece Kur’an'dır" Görüşü Çerçevesinde Arzı Değerlendirenler 56
d. Çağdaş Âlimlerin Görüşlerinin Değerlendirilmesi 59
II. BÖLÜM
HADİS’İN KUR’ÂN’A ARZ ÖRNEKLERİ
A. İSABETLİ ARZ ÖRNEKLERİ 61
1. İtikadi Konulardaki Hadisler 61
2. Tergib ve Terhib Hadisleri: 71
B. HATALI ARZ ÖRNEKLERİ 75
SONUÇ.. 77
BİBLİYOGRAFYA.. 81
"Hadislerin Kuran'a Arzı” konusu, Kuran-Sünnet ilişkisi bağlamında yer alan önemli bir konudur. Konunun önemi; Sünnet'in Kuran'a uygunluğunu gösterip, dinin iki ana kaynağını tevhid etmesiyle ortaya çıkmaktadır. Bu iki kaynağın birbirinden kopuk ve biri diğerinden ayrı hükümler ve esaslar taşıması halinde belirecek problemler, hem dinin anlaşılması ve yaşanmasını zorlaştıracak, hem de inananların içinden çıkamayacakları bir kaosa sürüklenmelerine yol açacaktır. İşte bu kaosu aydınlatmanın yolu; “Arz “yöntemidir.
Tezimiz, iki bölüm ve bir sonuçtan oluşmaktadır. İlk bölümde, Hz. Peygamber'in arz uygulamalarından başlayarak, günümüze kadar olan gelişimini ve bu arada arz ile ilgili görüşler ve delillerini de vermeye çalıştık." Arz Hadisi “ile ilgili açıklamalar da bu bölüm de yer almıştır. Bu bölüm “Arz" ın tarihçesi mahiyetindedir.
İkinci Bölüm ise, önceki bölümlerde tespite çalışılan prensiplerden yola çıkılarak, "Arz Usulü” belirtilmeye çalışılmıştır. Birincisi, “İsabetli Arz” uygulamasında dikkate alınacak prensipler. İkincisi de, “Hatalı Arz” uygulamasını belirleyen prensiplerdir.
Yine bu bölümde, tespit edilen prensipler ile örnekler verilmeye çalışılmıştır. Verilen örnekleri, belli başlı konulardan seçmeye çalışarak, bir ölçüde de, arzın hangi konulara kadar uygulama alanının olduğunu göstermeyi amaçladık.
Bu konuyu çalışmam esnasında her türlü imkânı bize hazırlayan Eğitim Merkezi Müdürümüz Sayın Zeki YAVUZYILMAZ Bey’e, bu önemli konuyu seçmemde, konuya ilişkin literatüre ulaşmamda ve bu kaynaklardan yararlanmam konusunda rehberliğinden ve fevkalade alakasından dolayı değerli hocam Hayati DOKSANOĞLU’na ve Eğitim Merkezimizin diğer saygıdeğer hocalarına teşekkür ve minnet borçlu olduğumu ifade etmek isterim.
TRABZON–2006 Murat GEBEŞOĞLU
a.g.e. : Adı Geçen Eser
a.g.m. : Adı Geçen Makale
a.s. : Aleyhisselâm
b. : İbn, bin
bt. : Binti
c. : Cilt
cc : Celle Celaluhu
Çev. : Çeviren
Hz. : Hazreti
nşr. : Neşreden, neşre hazırlayan
Ra. : Radıyallahu Anh
s. : Sayfa
Sad. : Sadeleştiren
Sav. : Sallallahu Aleyh ve Sellem
şerh. : Şerh eden
TDV : Türkiye Diyanet Vakfı
t.s. : Tarihsiz
Tahk. : Tahkik
Terc. : Tercüme Eden
vb. : Ve benzeri
vd. : Ve devamı
yy. : Yeri Yok
yay. : Yayınevi, yayınları
Hadis’in Kur'ân’a arzı yönteminin özünü Kur’ân ve Sünnet'in doğru anlaşılması teşkil etmektedir. Dinin iki ana referansı olan Kitap ve Sünnet'in karşılıklı uyum içinde olduğunu göstermeyi amaçlayan bu yöntem, söz konusu bütünlüğü sağlamanın ölçülerini vermektedir. Bu nedenle" Arz Yöntemi", sağlıklı bir" DİN" anlayışının en önemli bir teminatı olarak görülmelidir. Nitekim bu yöntem, İslam'ın ilk devrinden itibaren bu misyonu üslenmiştir. Biz de bu kanaatle, tez çalışmamızda bu konu Üzerinde araştırma yapmayı tercih ettik. Yapmış olduğumuz araştırmada elde ettiğimiz bilgiler ile bu kanaatimiz daha da pekişmiş ve konunun önemi daha açık bir şekilde kendisini göstermiştir.
Konu ile ilgili materyaller, Tefsir, Hadis ve Fıkıh Usulü gibi ilim dallarında çeşitli konulara yayılmış olarak bulunmaktadır. Bunun yanı sıra, bazı eserlerin -özellikle Sünnet konusundaki- içinde bölümler halinde de bulunabilmektedir. Ayrıca konuyla ilgili müstakil olarak yapılmış "Makale" çalışmaları bulunmaktadır. Hem de, bu arzın" Usul"ünü tespit edip örneklendirmesiyle de diğer bir ayrıcalığı daha haizdir.
"Hadislerin Kuran'a Arz Usulü" olan çalışmamız, sadece" Usul" belirleme çalışması çerçevesinde kalmamış, bu usulün hangi kaynaklardan çıkarıldığını da göstermeye çalışmıştır. Bu nedenle çalışmamız, şu ana konular ekseninde dönmüştür:
* Hadislerin Kuran'a Arz fikrinin doğuşunu araştırmak.
* Arz uygulamasının tarihi gelişimini araştırmak.
* "Arz Hadisi" olarak bilinen hadisleri araştırmak.
* Arz konusu; Kuran ve Sünnet ilişkisi bağlamında yer alması nedeniyle:
— Genel olarak" Anlama" konusu üzerinde durmak.
— Kuran’ın Doğru anlaşılması konusu üzerinde durmak.
— Sünnet’in doğru Anlaşılması üzerinde durmak.
* Arzın" Usul" ünü belirlemek.
* Tespit edilen" Usuli" prensipleri örneklendirmek.
Bu başlıkların her biri, kendi başına bir veya bir kaç tez çalışmasını içine alacak geniş konulardır. Bu nedenle onları, bizim tezimizdeki amacımız doğrultusunda ele alarak inceledik. Her birinden prensipler çıkarmaya çalıştık ve bu prensiplerden hareketle de “Arz Usulü “nü belirledik. Söz konusu konularda, tez konumuzun dışına çıkmamaya özen gösterdik. Konuların genişliği ve bizim çalışmamızla ilgisini kurmada, yer yer bu özeni koruyamadığımız veya bazı noktaları gereği kadar derinleştirememiş olmamız mümkündür. Çalışmamızda oluşan bu nokta, görüldüğü üzere konunun oturduğu yelpazenin genişliği nedeniyledir.
Hadis'in Kuran'a arzı: Hadis'in Kuran'a muhalif olmaması veya Kuran'a uygun olmasıdır. Bir başka ifadeyle, hadis'in sahih olabilmesi için, mutlaka Kuran'a uygun olması ve Kuran'a muhalif bir anlam taşımamasıdır.
Bu anlamı ve "arz" adını, Hz. peygamber’e (a.s) isnad edilen bu ve benzeri hadislerden almaktadır:" Benden gelenleri Allah'ın Kitab'ına arz ediniz. Ona uygun ise ben söylemişimdir. Şâyet ona aykırı ise ben söylememişimdir." Literatüre de bu ve benzeri- rivâyetler ile geçtiğinden dolayı, ilim ehli bu konuyu Hadis'in Kuran'a arzı olarak bilmektedir. Arz Hadisi'nin, sıhhati ve onun ile ihticaca (delil getirmeye) elverişli olup olmamasını, ayrı bir başlık altında inceleyeceğimiz için bu noktayı daha sonraya bırakıyoruz.
Birçok değişik varyantları bulunan" Arz Hadisi”nin sıhhatine kail olanlar ile bu hadisleri sahih kabul etmeyip manası sahihtir diyen âlimler, Hadislerin sahih olması için mutlaka Kuran'a uygun olmaları gerektiği görüşünü savunmuşlardır. İlerde detaylı olarak görüleceği üzere, Hadislerin Kuran'a muhalif olmayacağı görüşü Müslümanların umumi kanaatleridir. Buna rağmen birçok âlim hem arz hadisini sahih kabul etmemiştir, hem de Hadislerin sahih olması için onların Kuran'a arzının gerekmediğini savunmuşlardır. Bu iki görüşleri ve delillerini bu bölümde incelemeye çalışacağız.
Burada belirtmemiz gereken bir nokta da; biz bu konuyu işlerken, arz uygulamasını ve yöntemini kabul ediyor olarak inceleyeceğiz. Bu durum önyargılı olmak değil tezimizin bir gereğidir. Çünkü tezimiz “Sünnet'in Kuran'a Arz Usulü" dür. Yani biz bu çalışmamızda, isabetli bir arz uygulaması için gerekli olan prensipleri tespit etmeye çalışacağız. Elbette böyle bir çalışma, “Arz" uygulamasını kabul etmeyi gerektirmektedir. Yoksa mücerred olarak arz konusunu ve bu konudaki görüşleri tespit için bu incelemeyi yapmamaktayız. Tez içerisindeki ifadelerimizde, bu noktanın dikkate alınması gerekmektedir.
Hadis'in Kuran'a arzı fikrinin ilk defa ne zaman ve nasıl çıktığı, tutarlı bir fikir olup olmadığı her zaman tartışma konusu olmuştur. Aşağıda da göreceğimiz üzere, Arz Hadis'ini sahih kabul edip onun ile amel edenler, arz fikrini Hz. Peygamber’e (a.s) kadar götürmektedirler. Bu rivâyeti kabul etmeyip, onu zındıkların ve dine zarar vermek isteyenlerin uydurduğunu söyleyip, söz konusu hadisi mevzu sayanlar ise, bu görüşlerinin bir gereği olarak, hem arz fikrini kabul etmemektedirler, hem de bu fikrin Rasulüllah’a nispetini inkâr etmektedirler. Biz burada, arz uygulamasının ilk defa Hz. Peygamber (a.s) tarafından yapıldığı görüşünü kabul ederek bu konuda nakledilenleri vermekle konuya başlayacağız.
Arz uygulamasının ilk olarak Hz. Peygamber’e (a.s) dayandırılması ve bu konuda bizzat Hz. Peygamber'in (a.s) bir uygulamasının bulunması konunun meşruiyeti açısından son derece önemlidir. Hadislerin Kuran'a arzı ile ilgili rivâyet edilen hadis de, böyle bir maksadı gerçekleştirmeyi hedeflemektedir. Yani, arz yapmayı Hz. Peygamber'in (a.s) emretmiş olması, kendisinin de bunu yapmış olduğu veya yapılacak böyle bir uygulamayı tasvip etmiş olduğu anlamını içermektedir. Bu rivâyetlerin üzerinde, arzın delilleri başlığıyla ayrıca duracağız. Burada ise, arz uygulamasının ilk önce Hz. Peygamber (a.s) tarafından uygulanmış olduğunu gösteren rivâyetleri vereceğiz. Bunlar ile varmak istediğimiz nokta ise, arz uygulaması ile ilgili rivâyet edilen hadisler olmadan da, Hadislerin Kuran'a arz edilmesinin Hz. Peygamber'e (a.s) nikbetinin ve arz uygulamasının doğru olduğunu göstermektir.
Hz. Peygamber'in (a.s) arz uygulamalarını bir kaç başlıkta ayrı ayrı vermekte fayda görüyoruz.
Aşağıdaki rivâyetlerin genel karakteri ve ortak özelliği, Hz. Peygamber’in (a.s) bir hadisi söylediğinde, onun anlamını pekiştirmek, Allah'ın Kelam'ı ile güçlendirmek maksadı ile, Hadis'in devamında bir de âyet okumuş olmasıdır. Bu uygulama, elbette bütün hadisleri kapsayan bir durum değildir. Ancak, “dikkat ediyor musunuz, sözlerim ile Allah'ın sözleri, nasıl bir birini destekliyor!" mesajını vermiştir. Söz konusu rivâyetleri bu şekilde değerlendirenler, bu durumu bir arz uygulaması olarak kabul etmektedirler. Şimdi bu rivâyetlerden bazılarını vermeye çalışacağız:
Ör-1: إن الله ليملئ للظالم حتى إذا أخذه لم يقتله قال: ثم قرأ: و كذلك أخذ ربك إذا أخذ القرى و هي ظالمة إن أخذه أليم شديد
"Allah zalime muhakkak mühlet verir, verir de yakalayacağı zaman da, göz açtırmaksızın ansızın yakalar, buyurduktan soma şu âyeti okur; İşte Rabbi’nin zalim belde ehlini-yakalayışı böyledir. Şüphesiz onun tutması pek çetindir.”
Ör–2:
ما من رجل يذنب ذنبا ثم يقوم فيتطهر ثم يصلى ثم يستغفر الله إلا غفر له ثم قرأ هذه الاية و الذين إذا فعلوا فاحشة أو ظلموا الخ
"Hiçbir adam yoktur ki, bir günah işlesin ve soma kalkıp temizlensin, soma namaz kılsın ve istiğfar etsin de, affedilmemiş olsun" Buyurdu ve şu âyeti okudu: "Onlar ki bir günah işler veya kendilerine zulmederlerse, Allah'ı anarlar."
Ör–3: عن أبي هريرة: إن فى الجنة شجرة يسير الراكب فى ظلها مئة عام لا يقطعها و اقروا إن شئتم: و ظل ممدود
Ebû Hureyre (57/676) naklediyor: Şüphesiz Cennet'te bir ağaç vardır ki, bir süvari onun gölgesinde yüz sene yürüse, onun gölgesini kat edemez. İsterseniz şu âyeti okuyunuz:"Uzamış gölgeler.”
Ör–4: Ebû Said b. El-Mualla anlatıyor: Mescitte namaz kılıyordum. Rasûlüllah (sav) (a.s) beni çağırdı ve icabet edemedim. Sonra varıp; "Ya Rasulallah (a.s) namaz kılıyordum, onun için davetinize icabet edemedim" Dedim. Bana; "Allah, Allah ve Resulü’nün (a.s) davetine icabet ediniz buyurmuyor mu?" Dedi.
Özellikle hadis külliyatının "Kitabu’t-Tefsir" bölümlerinde, oldukça fazla bir şekilde örneklerini bulabileceğimiz benzeri rivâyetler, Hz. Peygamber'in (a.s) yukarıda ifadeye çalıştığımız maksat ve gaye için, hadislerin sonunda âyet okumuş olması, arz yapmış olduğuna bir delil sayılmıştır.
Söz konusu bu rivâyetlerin, iddia edildiği gibi arz için bir delil sayılmayacağı üzerinde durulmuş ve bu rivâyetlerin müdrec olması nedeniyle kabul edilemez olduğu ve delil sayılamayacağı ifade edilmiştir: "Bize kadar ulaşan bazı hadis metinlerinde, bazen metnin son kısmında, "bunun tasdiki şu âyettir" veya "dilerseniz şu âyeti okuyunuz" gibi, Hz. Peygamber'in açıklamaları ile Kuran arasında irtibat kuran ifadeler yer almaktadır. Hadis'in hemen peşinden bu gibi ifadeler ile âyet okunmuş olması değişik amaç ve hikmetleri bulunmakla beraber, arz metodunun menşei olarak değerlendirilmiştir. Fakat kanaatimizce verilen bu hadis metinleri sıhhatli bir incelemeye tabi tutulmamıştır. Hadislerin Kuran'a arzı konusunda Hz. Peygamber'in (a.s) uygulamasının olmasını tenkit edip kabul etmeyen bu görüş, söz konusu hadislerin sonlarındaki ifadelerin sahabeye ait olacağından hareketle, Ebû Hureyre'ye ait bir rivâyet üzerinde bu iddiayı delillendirilmeye çalışmıştır. Bu iddia üzerinde kısa da olsa durmakta yarar görüyoruz.
Hadiste idrac; "Bir râvinin, sika râvilere muhalefet ile metne, metnin aslında olmayan bazı sözler ilave ederek, bu sözlerin hadisten olmadığını da beyan etmeksizin rivâyet ettiği hadise denir.” Metindeki bu idracı tespit yollarından birisi de, bu rivâyetin farklı tariklerini karşılaştırmaktır.
Müdrec hadis ile ilgili bu usul kaidesi gereği, söz konusu Ebû Hureyre Hadis'inin kabul edilemeyeceğini, çünkü aynı hadis Hemmam b. Münebbih'in (131 / 880) rivâyetinde Hadis'in sonundaki "dilerseniz şu âyeti okuyunuz" ifadesinin yer almadığı söylenmiştir. Bu durum da, bu Hadis'in kabul edilemeyeceğini göstermektedir.
عن أبي هريرة قال: قال رسول الله صلى الله عليه و سلم قال الله تعالى:
أعددت لعباى الصالحين ما لا عين رأت و لا أذن سمعت و لا خطر على قلب بشر.
Ebû Hureyre (57/676) naklediyor: "Hz. Peygamber (a.s) şöyle buyurmuştur: Allah Teala buyurdu ki; Ben salih kullarıma, hiçbir gözün görmediği, hiçbir kulağın işitmediği, hiç kimsenin aklına gelmeyen şeyler hazırladım. Bundan sonra Rasulüllah (a.s); Bunun Allah'ın Kitab'ındaki tasdiki şu âyettir dedi: "Onlar için göz aydınlığı olacak şeylerden nelerin gizlendiğini kimse bilemez" (Secde; 17).
Buhari (256/876) Sahih'inde bu hadisi farklı başlıklar altında birden fazla rivâyet eder ve Buhârî şarihleri, Ayni ve İbn Hacer (852/1472) Hadis'in müdrec olup olmadığı ile ilgili olarak, hiçbir şey söylememektedirler. Keza Müslim'in (261/881) rivâyeti için de Nevevi (676/1296), hadiste idrac olduğuna dair, hiçbir şey söylememektedir. Tirmizi (279/899) rivâyetinde Mübarekfuri (1283/1903), Tuhfetü'l-Ahvezi şerhinde idracdan bahsetmemektedir. Söz konusu hadis'in nakledildiği, ne asıl metinlerde, ne de onların şerhlerinde idrac yapıldığına dair bir ifadeye rastlayamadık. Bu nedenle, sadece Hemmam b. Münebbih'in (131880) sahifesinde, söz konusu ifadenin bulunmayışından hareketle verilecek bir" İdrac “hükmünün isabetli olmadığını düşünüyoruz.
"Bazı Buhari Hadislerine Yöneltilen İtirazlar" adı ile yapılan bir doktora tezinde de, söz konusu hadis için geçmişten bugüne, müdrec olması nedeni ile bir itirazın olduğundan bahsedilmemektedir. Bu verilenler ile söz konusu idrac iddiasının, hadis'in konu ile ilgili delil olmasının, engellemediği kanaatinde olduğumuzu söylemek isteriz.
b. Hz. Peygamber'in (a.s) Hadis'in Kuran'daki Aslını/Delilini Göstermek Maksadı İle Arz Uygulaması
Hz. Peygamber (a.s)ın arz uygulamaları içinde, bizim konumuz olan Hadis'in Kuran'a arz ı meselesi ile en yakından alakalı ve onun ile örtüşen uygulaması, bu bölümde vereceğimiz örnekte görülmektedir. Bu örneğin, konumuza ışık tutması açısından son derece önemli olduğunu düşünüyoruz. Daha önceki rivâyetlerde de arz için bir teşvik sezebiliyorsak da, burada vereceğimiz örnek bize Hadislerin Allah'ın Kitab'ı ile test edilip doğrulanması gerektiğine dair doğrudan işaretler vermektedir.
Ebû Said el-Hudrî (74/693) naklediyor: Bir adam Rasulüllah’a (a.s) geldi ve kardeşinin midesinden rahatsız olduğunu söyledi. Rasulüllah (a.s) da, "git ona bal içir" buyurdu. Adam gitti geldi, "Bir faydası olmadı ya Rasulallah (a.s)" dedi.bir rivâyette daha da artırdığını söyledi.- İki defa daha, aynı şeyi söyleyerek gönderdi. Adam da, her defasında aynı netice ile geldi. Buyurdular ki; "Allah doğru söyledi, senin kardeşinin karnı yalan söylüyor."
Burada Rasulüllah (a.s) Allah'ın sözü ile Nahl Suresi: 69. âyeti kastetmektedir. Bu âyette, "arının karnından çıkan içecek"in insanlar için şifa olduğu anlatılmaktadır. Bu nedenle de Allah Resulü (a.s), adama bal tavsiye etmiştir. Ancak, adamın rahatsızlığının geçmemesi, hatta bir rivâyete göre artması, bir anlamda Rasulullah'ın (a.s) uygulamasının ve emrinin isabetsizliği anlamına gelmiştir. Çünkü Rasulullah'ın (a.s) tavsiyesi fayda vermemiştir. Bu fiili durum karşısında Allah Resulü (a.s), kendisinin haklılığını, -her ne kadar o adama fayda vermediyse de- savunuyor. Yani, bir anlamda adama; "senin kardeşine fayda vermemesi, benim Allah'ın Kitab'ında ifade ettiği şifa âyetine binaen verdiğim tavsiyemden beni döndürmez. Ben Allah'ın buyurduğunu söyledim." demek suretiyle bir nevi arz yapmış ve kendi sözünü (hadis'ini) Kuran ile doğrulamıştır.
Bu konuda bilgi veren kaynaklarımız, bu uygulamanın olumsuz neticesini yeterince açıklamış ve izah etmişlerdir. Biz burada bu noktaya girmiyoruz. Bizim için önemli olan, bizzat Rasulullah'ın (a.s) tavsiyesini Kuran âyeti ile destekleyip doğrulamak suretiyle arz yapmış olmasıdır.
Bu hadis ile arz uygulamasını, bizzat Rasulüllah’a (a.s) isnad etmeye bizi sevk eden bir diğer önemli gerekçe de; hurmaların aşılanması konusunda tavsiyesi olumsuz netice verince, "...siz daha iyi bilirsiniz" buyurmasıdır. Çünkü bu emri kendi tecrübesi veya içtihadı olarak söylemişken, diğerini doğrudan doğruya, Kuran'ın bir âyetinin gereği olarak söylemiştir. Bu nedenle de, biri için; “...kardeşinin karnı yalan söylüyor." buyururken, -sonuçları benzer olmasına rağmen- diğeri için, "... Siz bildiğiniz gibi yapın" buyurmuşlardır. Bu demek oluyor ki, Rasulüllah (a.s) Kuran'ı, hadislerinin doğrulanmasında bir kriter olarak kabul ediyor ve uyguluyor. Bu uygulamanın devamlı olmadığı şeklinde yapılacak bir itiraz, arz uygulamasının sübutuna zarar vermez diye düşünüyoruz.
Yukarıda vermeye çalıştığımız misaller, bizzat Rasulullah'ın (a.s) kendi uygulamaları olarak, Hadisini Kuran ile bütünleştirmesi, birlik ve bütünlüğünü göstermesi açısından son derece önemlidir. Bu rivâyetler bize, bir Peygamber'in (a.s) getirdiği mesaj ve tebliğ ettiği din ile asla çelişmeyeceği gerçeğini göstermesi bakımından önemlidir. Hatta Hz. Peygamber (a.s) bu uygulamaları ile bu noktayı ashabına anlatmak istediğini bile anlamamız mümkündür. Kuran olarak getirdiklerinde yanılması veya yanlış bir şey söylemesinin mümkün olmadığı ve Allah'ın buna izin vermeyeceği Kuran âyetleri ile açıklanmıştır. Bu uygulamaları ile de Rasulüllah (a.s), kendi sözleri ile Kuran arasında bir çelişkinin olmayacağını öğretmiş olmaktadır.
Rasulullah'ın (a.s) bu rivâyetlerde naklettiğimiz uygulamaları ile, sahabesi başta olmak üzere, bütün Ümmeti için daimi geçerli olacak oldukça önemli bir kaideyi öğretmeyi amaçlamıştır. O da: Rasulullah'ın (a.s) ne sözü, ne de fiili asla Kuran ile tearuz etmez, kaidesidir. İşte bu öğretinin bir gereği olarak, Rasulullah'ın (a.s) hadislerinin arkasından âyet okuması gâyet tabiidir diye düşünüyoruz. Rasulullah’ın (a.s), bu kadar da olsa arz için bir örnek yol açmış olması, daha sonraki nesiller için, bu fikri ve yöntemi geliştirmek ve ondan yararlanmak için, Nebevi bir izin olarak telakki edilmiştir.
Ebû Said el- Mualla'dan naklettiğimiz rivâyette Rasulüllah (a. s), Kuran'daki âyetin sahabi tarafından iyi anlaşılmamış olduğunu görmüş ve ona, "Allah Kitab'ında, ben sizi çağırdığım zaman icabet etmenizi emretmiyor mu?" buyurmuştur. Bu ikazı ile sahabiye Kuran'ı doğru anlaması için gerekli dersi vermiş ve açıklamada bulunmuştur. Zaten bu şekilde açıklamada bulunması Hz. Peygamberin (a.s) bir görevidir. Kuran; "Sana da zikri indirdik ki insanlara Allah'ın indirdiği şeyi açıklayasın diye" buyurmaktadır. Ancak bunun yanında bir ders daha vermiş oluyor ki bu ders de:"Kuran'ı O'nun açıkladığı tarz üzere anlamaları gerektiği “dersidir. Zira onun açıkladığı gibi anlamazlar ise, bu misal de olduğu gibi, yanlış anlayabilmektedirler. Şu halde Rasulüllah (a.s), bu uygulaması ile bize, Kuran ve Hadis'in nasıl bir bütünlük içinde anlaşılması gerektiği dersini de ayrıca vermektedir.
Diğer verdiğimiz örnek ise, hasta adama bal tavsiye edilmesidir. Biz bu misali, Hz. Peygamber’in (a.s) açık bir arz uygulaması ve bizi de benzerİ uygulamalara teşvik mesajını veren bir örnek olarak kabul ediyoruz. Çünkü sahabi müteaddit defa "fayda vermedi ", diyor. Rasulüllah da (a.s) ısrar ile onu tavsiye ediyor. En nihâyet ise, "senin kardeşine şifa olmasa da Allah doğru söylüyor. Bal şifadır. Senin kardeşinin karnı yalan söylüyor" buyurmaktadır İşte bu örnek iyi tahlil edildiği zaman, açık bir arz örneği olduğu görülecektir. Çünkü yapılan bal tavsiyesi olumlu sonuç vermemiştir. Ancak Hz. Peygamber'in (a.s) bu durum karşısında: "Senin kardeşinin karnı yalan söylüyor." buyurması, iki noktadan konumuza ışık tutmaktadır: a- Rasulullah'ın (a.s) bu tavsiyesi, kendi şahsi içtihadı değil, Allah'ın Kelam'ında açıkladığı bir tavsiyedir. b- Olumsuz sonuç veren uygulamasını ise, söz konusu Kurani asla dayanarak savunmaktadır. Yani arz yapmaktadır.
İşte Rasulullah’ın (a.s) bu olay karşısında takındığı tavır ve almış olduğu karar, hadisi Kuran'a arz etmek isteyenlerin tavır ve kararıdır. Onlar Hz. Peygamber’in (a.s) bu nevi uygulamalarından, “arz “mesajını almışlardır."Hz. Peygamber'in (a.s) birçok hadis’inin sonunda, bizzat kendisinin ilgili bir âyeti okumasında hadisleri Kuran ile münasebete koymaya açık bir teşvik sezmekteyiz. Hz. Peygamber'in (a.s) hadis'in sonunda ilgili bir âyet okuması, değişik gayelere bağlanabilirse de, bu teşvik özelliği hepsinde müşterek bir unsur olarak kendisini hissettirmektedir. Böylece o söylediği sözün, o âyetin açıklamasını ihtiva ettiğini belirtmek, Müslümanları Kuran'la sürekli bir münasebet kurmaya yöneltmek, söylenen sözlerin ve verilen hükümlerin mutlaka bir delile dayanması gerektiğini ders vermek istemiştir. Belki de söylediği her şeyin Kuran'dan bir esasa dayandığını, kendisinin ise O'nun açıklayıcısı durum"unda olduğunu hatırlatmak düşüncesini taşımaktadır.”
Verilen bu örneklerden hareketle varılacak; "Arz uygulamasının Hz. Peygamber (a.s) ile başladığı “kanaatinin isabetli olduğunu düşünüyoruz. Bu şekilde düşünmemize neden olan bir diğer sebep de, sahabenin –aşağıda görüleceği üzere- arz uygulamalarıdır. Sahebenin bu uygulamalarını, bizzat Hz. Peygamber'den (as) görmüş ve almış olduklarını düşünmeye bizi sevk etmektedir. Bununla şunu ifade etmeye çalışıyoruz: Sahabenin arz uygulamaları, Hz. Peygamber'in (a.s) arz uygulamış olmasının bir delili sayılmalıdır.
Burada, Hadislerin Kuran'a arzının ilk uygulamasından günümüze kadar olan tarihi tatbikatını ve geçirmiş olduğu gelişimi incelemeye çalışacağız.
Bir önceki başlıkta vermeye çalıştığımız Nebevî (a.s) uygulamalar ile arz uygulamasının tarihi başlangıcının, bizzat Hz. Peygamber (a.s) ile başlamış olduğunu belirtmiş olduk. Bu nedenle burada da ilk sıraya bunu ifade etmekle başlıyoruz: ilk arz uygulaması, bizzat Hz. Peygamber (a.s) tarafından yapılmıştır.
Sahabenin Hadis'i Kuran'a arz uygulamalarının örneklerini vermeden önce, sahabenin konuya olan yaklaşımlarını ifade eden Dümeynî'nin şu tespit ve açıklaması ile başlamak istiyoruz: “Tam bir inceleme ve araştırmadan sonra görülecektir ki Kuran, sahabe için en birinci bir mikyas (ölçü)dür. Bu nedenle de Kuran'a muhalif olan hadis rivâyetlerini, asla kabul etmemektedirler. Rivâyetin sahibini ise, ya hata ile ya vehim ile itham edip, hadisi almayı ve onun ile amel etmeyi, işte bu Kuranı nassa ve ölçüye muarazasından ve muhalefetinden dolayı terk ederler. Onlar için, bir rivâyetin Kuran'a muhalefeti onu reddetmelerine kâfi gelmektedir. Ancak bu red, asla Rasulullah’ın (a.s) verdiği bir hükme ait değildir. Bilakis bu red, o sözün Rasulüllah’a (a.s) aidiyetinedir. Çünkü onlar çok iyi bilmektedirler ki, Kuran ve Sahih Hadis, her ikisi de Allah katındandır ve asla biri diğeri ile çelişmez ve bir birlerine muhalefet etmezler.”
Sahabenin Kuran ve Hadis'e ilişkin bu anlayışlarını, aşağıda vereceğimiz uygulamaları daha açık bir biçimde gösterecektir.
Hz. Ebû Bekir (l3/634), ilk Müslüman olma özelliğinin yanında Rasulüllah (a.s) ile beraber hicret etme ve ilk halife olma özelliğini de taşımaktadır. Burada konu edemeyeceğimiz kadar çok meziyeti ve fazileti olan bir sahabidir. Rasulüllah (a.s) ile olan yakınlığı ve herkesten ziyade onunla beraberliğine binaen, Hz. Peygamber (a.s)’ın kişiliğini, olaylara olan bakış açısını, dini meseleleri ve diğer konuları ele alış mantığını ve tebliğ metodunu v.b elbette başkalarından daha iyi bilmekte idi. Bu nedenle biz de Hz. Ebû Bekir'in, Hadis'in Kuran'a arzı veya Kuran-Hadis ilişkisi hakkındaki görüşleri ile önemli gördüğümüz bir arz uygulamasını burada nakledeceğiz.
Hz. Ebû Bekir, dini meseleleri çözmede, Kuran ve Sünnet’e müracaat etmeyi gerekli gören bir sahabi idi; Kuran'ın doğru anlaşılmasına çok itina gösterirdi. İnsanların, en çok Kuran ile meşgul olmalarını isterdi. Hadis rivâyetinde ihtiyatı tavsiye eder ve insanlara çok hadis rivâyet etmemelerini söylerdi. Bunun en önemli sebebi de, zamanla hadislerin gereği gibi korunamayarak, ihtilaflara neden olması idi. Onun bu tutumu, bazı kimseler tarafından hadis rivâyetini yasakladığı ve "Kuran size yeter" şeklinde bir kanaate sahip olduğu şeklinde anlaşılmıştır. Zehebi (748/1368) Tezkire’sinde, Hz. Ebû Bekir'in hutbe irad edip şunları söylediğini nakleder: "Siz Rasululah’tan (a.s) birbirinize muhtelif çok hadis rivâyet ediyorsunuz, İnsanlar sizden sonra daha çok ihtilafa düşecekler. Rasulullah’san hadis rivâyet etmeyin, Kim size bir şey sorar ise onlara; sizinle bizim aramızda Allah’ın. Kitabı var, olan helalini; helal, haramını haram sayınız, deyin." Bu sözleri naklettikten sonra Zehebi, akla hemen gelebilecek bir sorunun cevabını vermektedir: "Bu sözlerinden Hz. Ebû Bekir'in hadis rivâyetine karşı olduğu anlaşılmamalıdır. Zira O, kendisine gelen bir meseleyi Allah'ın Kitab'ında bulamayınca, Rasulullah'ın (a.s) hadisi ile çözmektedir. Nitekim kendisine, ninenin mirastaki payı sorulunca şöyle söyledi:" Bu konuda Allah'ın Kitab'ında bir şey bulamıyorum." Daha sonra sahabeye bu konuda Rasulullah’san (a.s) bir şey işitenin olup olmadığını sordu. Muğire b. Şu'be (50/670); "Ben Rasulullah'ın (a.s)," ona altıda bir takdir ettiğini biliyorum." Dedi. Hz. Ebû Bekir: “Bunu senden başka bilen var mı? “dedi. Muhammed b. Mesleme (43/663): "Evet, ben de öyle işittim." Dedi. Hz. Ebû Bekir de. bunun ile hükmetti” Zehebi bu misali, Hz. Ebû Bekirin yukarıdaki sözlerinin, onun gerçekten Kuran’dan başka bir kaynağa itibar etmediği şeklinde anlaşılmaması gerektiğini tenbih etmek için vermiştir. Eğer, o Kuran'dan başka bir nas kabul etmiyor olsa idi, ninenin mirası konusunda iki sahabenin rivâyetine dayanarak hüküm vermezdi. O halde, Hz. Ebû Bekir'in yukarıda nakledilen hutbesindeki hadis rivâyeti ile ilgili sözünü, rivâyette ihtiyatlı olmaya teşvik ettiği şeklinde anlamak gerekmektedir.
Hz. Ebû Bekir'in, hadisleri kabulde ihtiyatlı davrandığı bir gerçektir. Bu konuda, Hz. Aişe'nin (58/677), babasının beş yüz kadar hadis ihtiva eden bir eserinin olduğunu, fakat daha sonra bunların iyi korunamayıp ihtilaflara sebep olması korkusuyla yaktığı rivâyet edilir ki, Zehebi bu rivâyet için; "Allah bilir ama bu rivâyet sahih değil" demektedir.
Hz. Ebû Bekir halife olduktan sonra dinden dönmeler baş gösterdi. Bunların arasında zekât vermeyiz ama namaz kılarız diyenler de vardı. Hz. Ebû Bekir sahabe ile bu konuyu istişare ederken Hz. Ömer şöyle dedi: Bu insanlarla nasıl savaşacaksın ki, Allah Resulü (a.s) şöyle buyurmaktadır: Ben, insanlar La İlahe illallah deyinceye kadar onlarla savaşmakla emrolundum. Kim La ilahe illallah derse, malını ve canını benden korumuştur." Bunun üzerine Hz. Ebû Bekir: “Allah'a yemin olsun ki, kim namaz ile zekâtı birbirinden ayırt ederse onlarla mutlaka savaşacağım. Çünkü zekât malın hakkıdır. Allah’a yemin olsun ki; şâyet Rasulüllah’a (a.s) vermiş oldukları bir yuları bana vermeseler, onlarla onu vermemelerinden dolayı savaşacağım." İşte bu örnek, kendisine rivâyet edilen hadisi Kuran'da bulduğu namaz ve zekât beraberliği ve emri nedeniyle uygulamayıp, Kuran'ın emri gereği onlarla harb etmiştir. Tabi, Kuran'da zekât ile namazın beraber zikrinin dışında birçok âyetin de zekâtı emrettiği gerçeği onu bu şekilde uygulamaya sevk etmiş ve Hz. Ömer’in söz konusu itirazım da kale almamıştır. Hz. Ebû Bekir'in bu isabetli olan uygulamasını bir arz örneği olarak değerlendirmekteyiz. Çünkü Kuran'ın katı emirleri karşısında söz konusu hadisi, La İlahe İllallah diyenlere diğer dini yükümlülükleri yüklememek şeklinde anlamayı, yanlış bulmuş ve harp kararı almıştır. Bu uygulamanın arz için örnek olması iki cihettendir: a- Bu hadisin hükmünün Kuran'ın kesin emirleri olması iki cihettendir: a- Bu hadisin hükmünün Kuran'ın kesin emirleri doğrultusunda uygulamadan kalktığını göstermek ve artık onunla amel etmemek, b- Kuran'ın kan emirleri çerçevesinde hadisi doğru anlamanın yöntemini göstermektir.
Bu uygulama bize, arz yapılacak bir hadisi tespitte önemli bir ölçü vermektedir: Hadis sahih olur ancak, Kuran'ın o konuda getirdiği ve yerleştirdiği asıllara ters düşerse, onların hükümlerinin kalmadığına hükmedilir. Bu hükmün arz yöntemiyle verildiğine dikkat edilmelidir.
Rasulullah'ın (a.s) ikinci halifesi, hakkında pek çok övücü sözler söylenen, en ileri; gelen sahabedendir. İslam'ın yayılması, kurumlaşması ve pratik olarak çok geniş bir coğrafyada uygulanıp, yerleşmesinde büyük payı ve hizmeti olan bir kişidir.
Uzunca sayılabilecek halifeliği dönemi ona, Kuran ve Sünnet ile çözmesi gereken birçok problemler getirmiş ve o da bunları çözmüştür. İşte bu uygulamalarıyla Hz. Ömer, Kuran'ın anlaşılmasında, Hadis'in anlaşılmasında ve yorumlanmasında asla göz ardı edilmeyecek bir ilim insanı, bir hukukçu ve yorumcudur. Konumuzu alakadar eden yönleriyle Hz. Ömer, Allah'ın Kitab'ı ile Resulü’nün (a.s) Sünnet'ini, hem ayrı ayrı kendi içlerinde, hem de birbirleriyle olan ilişki ve bütünlükleri içinde, en başarılı bir şekilde anlayan sahabi sayılabilir. Bunu, onun uygulamalarından anlamak zor olmasa gerektir. Hadisi Kuran'a arz etmenin, en meşhur örneğini bulacağımız sahabidir. Zaten o, hadis rivâyeti konusunda, Hz. Ebû Bekir’den daha titiz ve ihtiyatlı davranmakta, hatta çok fazla rivâyette bulunan sahabeyi, zecredip azarlamakta idi. O da, Hz. Ebû Bekir gibi, bir kişinin rivâyetini kabul etmek için, başka şahid arardı. Nitekim Ebû Musa el-Eş'ari'nin (44/664), kapıyı üç kez çaldıktan sonra açılmadığı takdirde, ayrılıp gitmeyi emreden hadisi rivâyetinde, ondan şahid istemiş ve bir sahabi daha şahitlik yapmıştır. Şimdi O'nun, çok meşhur olan bir arz uygulamasını veriyoruz:
لا نترك كتاب الله و سنة نبيه بقول الله امرأة لا ندرى أحفظت أم نسيت
Fatıma bt. Kays'ın, boşanmış kadının nafaka ve sükna hakkı ile ilgili rivâyetini, Kuran'a muhalefeti nedeniyle reddetmektedir. Hz. Ömer'in, kabul edip amel etmediği bu hadis ile ilgili mevcut rivâyetlere baktığımızda, Hadis'in sahih olarak nakledildiğini ve hadis külliyatında yer aldığını görmekteyiz. Buhârî şarihi Ayni ve İbn Hacer'in ve Müslim şarihi Nevevi'nin kaydettiklerine göre, bu rivâyet sahih olarak nakledilmiştir. Hz. Aişe’nin ifadesi ile bu hadis, Fatıma bt. Kays'a verilen bir ruhsatı ifade etmektedir. Söz konusu Hadis'in sahih olması nedeni ile arz yaparak reddine imkân olmadığı da söylenmiştir.
Bu bahsin sonundaki değerlendirme kısmında üzerinde durulacağı gibi, Hadis'in Kuran'a arzında bu uygulama oldukça önemli bir yer tutmaktadır. Bu nedenle, ilk devirden itibaren bu uygulama bir arz misali olarak değerlendirilmiştir. İbn Hacer de önemli bir noktaya işaret etmiş, "Muhtemelen Hz. Ömer, bu Peygamber'in Sünneti ifadesi ile husus i Sünnet'i değil de, Kuran'ın umumi uygulanmasına mani olmayan, yaygın Sünnet’i kastetmektedir” demiştir.
Kuran'da bulamadığı konular için Sünnet'e başvurur ve çözüm arardı. Ölünün kardeşleri olduğu zaman, dedeye ne verileceği konusu Kuran'da yoktu. Hz. Ömer, sahabeye bu konuda bir şey bilenin olup olmadığını sordu. Ma'kıl b. Yesar; "Rasulullah (a.s) altıda bir verirdi" dedi. Hz. Ömer; "Hangi mirasçılar ile beraber olursa altıda bir verirdi?" dedi. Ma'kil, "Bilmiyorum" deyince, Hz. Ömer; "Bilmez olasıca! Senin bu kadarcık ilmin neye yarar ki! “dedi. Aynı konuda bir gün minberde hutbe irad ederken şöyle dedi: "Üç mesel e vardır, gönül isterdi ki, Rasulullah (a.s) onların hükümlerini bildirmeden aramızdan ayrılmasa idi. Bunlar; İkinci dereceden mirasçıların durumu, dede meselesi, ribanın çeşitleri” Vefat edeceği zamanda sahabeye, bu konuda vermiş olduğu altıda bir uygulamasını, dilerlerse tatbik etmeyebileceklerini tenbih etmiştir. Bu uygulamaları bize, onun Kuran ve Sünnet'te olan esaslar ile nasıl amel ettiğini göstermek için yeterli bir fikir vermektedir.
Sahabe arasında, ilim ve hüküm verme ile temayüz etmiş, çocuk yaşta Müslüman olmanın yanında, Hz. Peygamber (a.s) sonrası İslam tarihinin ilk dönemine ait zuhur eden birçok fitnenin şahidi olmuş bir sahabedir. Şahid olduğu fitne olayları ve harpler, daha sonra İslam tarihinde birçok fırka ve mezheplerin de çıkışına neden olacağından, Hz. Ali, birçok uydurma hadislere ve yanlış Kitap ve Sünnet anlayışlarına da tanıklık etmiştir.
Hadislerin rivâyetinde tek kalan kişiye, yemin ettiren ilk imamdır. İnsanlara münker gelecek şeyleri rivâyet etmekten sakındırır, ma'ruf olan şeyleri rivâyete teşvik ederdi. Kuran ile alakalı bilgisinin seviyesini şu sözlerinden anlamak mümkündür: "Allah’a yemin ederim ki, bir âyetin nerede, niçin ve kime nazil olduğunu bilirim."
Hz. Ali, mihri belirtilmemiş kadının kocasının, duhulden önce ölmesi halinde mihir gerekmeyeceği kanaatindeydi. Çünkü Kuran "...Onlardan faydalandığınız vakit, kararlaştırdığınız mihirlerini verin...” Âyeti ile bu durumu açıklamaktadır. Kendisine, Ma'kil b. Sinan'ın, Rasulullah (a.s) onun için mihri misil miras ve iddet vardır, dediği hadisi ulaşınca şöyle buyurdular: "Baldırına bevleden bir bedevınin rivâyetini alıp, Allah'ın Kitab'ını ve Rasülü'nün (a.s) Sünnet’ini terk edemeyiz.”
Hz. Ali'nin bu sözünden şunu anlamak mümkündür. Eğer, böyle bir hadis olsa idi onu, badiyede yaşayan bir bedevi değil, kendilerinin ve diğer sahabenin daha iyi bilmeleri gerekirdi. Madem kendileri böyle bir şey bilmiyorlardı. O halde, Allah'ın Kitab'ı gibi bir asıl, bir bedevinin rivâyeti ile terk edilemezdi. Kuran'a muhalif bu rivâyeti kabul etmedi. Bu uygulama, gâyet açık bir arz örneğidir.
Sahabenin fakih, abid, zahid ve çok hadis rivâyet eden güzide simalarındandır. Hadis'e, aşırı denecek kadar bağlılığı ile meşhurdur. Hz. Ali onun için, hadis rivâyetinde onun kadar titiz olanını görmedim. Eksilteceğim, ya da ziyade yapacağım diye çok korkardı, demiştir.
İbn Ömer'in, bu meşhur Sünnet bağlılığına rağmen arz yapmış olması, oldukça dikkate değer bir husustur. Çünkü o, Sünnet'in zahirine bile aşırı bağlılığı ile bilinir. Kendisine, yırtıcı kuşların etinin durumu soruldu. "Bunda bir beis yok" dedi. O'na, Ebû Sa'lebe'nin bu konuda, yasaklayıcı hadisi söylenince şöyle demiştir: "Bacağına bevleden bir bedevinin hadisiyle mi, Allah'ın Kitab'ını terk edeceğiz ?” İbn Ömer bu hadisi, "De ki, bana vahy olunanda, leş, akıtılmış kan, domuz eti ve Allah’tan başkası adına kesilenden başkasını yemenin haram olduğuna dair bir şey bulmuyorum.” âyetine muhalif görmüş ve kabul etmemiştir.
İbn Ömer'in, haram ve helal konusunda Kuran'ın açık ve katl emrine muhalif böyle bir rivâyeti reddetmesi, arz konusunda oldukça önemli bir misaldir.
Hibru'l-Ümme lakabı ile meşhur, Rasulullah'ın (a.s) kendisine, dinde fakih olması ve te'vil ilmini bilmesi için dua ettiği, sahabenin içinde genç yaşında ilim ve fetvası ile meşhur olmuş bir sahabidir.
İbn Abbas, kendisine bir şey sorulunca, Kuran'a bakar ve onda bulduğu ile hüküm verirdi. Onda bulamaz ise, Rasulullah'ın (a.s) Hadis'ine bakar ve hüküm verirdi. Eğer onlarda bulamaz ise, Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ömer'in görüşleri ile hüküm verir, onlarda da bulamaz ise, ictihad ederdi. "Benim rivâyet ettiğim hadisleri Allah'ın Kitab'ında bulamaz iseniz veya insanların müşterek güzel gördükleri ma'rufa aykırı bulursanız, ben o konuda yalan söylemişimdir.” ifadeleri ile arz konusunda adeta tavsiyede bulunuyor, denebilir.
İbn Abbas, sahabeden mut’a nikâhının caiz olduğu görüşünde olan, nerede ise tek kişidir. O, mut’a nikâhını yasaklayan rivâyetleri, Nisa 24. âyete muhalif bulmuş ve kabul etmemiştir. Çünkü âyet, "kadınlardan yararlanınca ücretlerini veriniz" demektedir. Burada, İbn Abbas'ın görüşünün cumhurun görüşüne ters olduğunu belirtmeliyiz. Bu noktanın üzerinde, Hz. Aişe'nin arz yaptığı konuları incelerken tekrar duracağız.
İbn Abbas'a, ehli eşeğin etinin haram olduğu rivâyet ediliyor, siz ne dersiniz, denilince o; bunda bir haramlık göremiyorum, dedi ve En'am 145. âyeti okudu. (Bu âyeti yukarıda da, vermiş bulunuyoruz.) İbn Abbas, âyetteki umumi helalliğe, hadisi muhalif bulduğundan onu sahih saymamıştır. İbn Abbas'ın bu hadisi, Kuran âyetine muhalif bularak reddetmesinde, onun şu sözünün de tesirini göz ardı etmemek lazımdır: "Eskiden bir kimse, Rasulullah (a.s) şöyle buyurdu dedi mi, hemen dikkat kesilirdik. Ancak, şimdilerde dileyen dilediği gibi söyler olunca, bildiğimiz (ma'ruf) rivâyetleri kabul ediyoruz.” Söz konusu rivâyet, İbn Abbas için ma'ruf gelmemiştir. Fakat bizim için -konumuz bakımından- bundan da önemlisi, kabul etmediği bir hadisi reddederken gerekçesinin, Kuran ve onda olan bir hüküm dolayısıyla olmasıdır. Yani, Arz yapmış olmasıdır.
İbn Ümmi Abd, lakabı ile de meşhur olan İbn Mesud, sahabenin âlim ve fakihlerinden, Kuran'ı en iyi bilen ve okuyanlardandır. Rasulullah'ın kendilerinden Kuran öğrenilmesini tavsiye ettiği sahabeden biridir.
Hadisleri araştırmada ve kaydetmede oldukça titiz davranırdı. Talebelerini bu konuda sık sık uyanırdı. Mümkün oldukça, hadis rivâyetini az yapmaya gayret ederdi. Rivâyetlerinde de, lafza çok önem verirdi. "Kişiye günah olarak, işittiği her şeyi söylemesi yeter", "İlim istiyorsanız Kuran'ı araştırınız. Onda öncekilerin ve sonrakilerin ilimi vardır" derdi.
Rasulullah (a.s) onun için; "İbn Ümmü Abd size konuştuğu zaman, onu tasdik ediniz." buyurmuşlardır.
"Allah'ın Kitab'ının nerede, kim için nazil olduğunu bilirim. Eğer bilse idim ki, benden daha iyi bilen biri var, ona mutlaka giderdim.”
İbn Mesud'un, dövme yaptıran kadınlar için Rasulullah’ın (a.s) lanetini bildiren hadisi meşhurdur. Kadın İbn Mesud'a gelerek, "sen şöyle şöyle diyormuşsun. Ben, Allah'ın Kitab'ının tamamını okudum ama senin dediğine rastlayamadım." dedi. İbn Mesud ona; "sen, Allah'ın Kitab'ında, Resul (a.s) size ne verirse alınız, sizi neden de sakındırırsa ondan da uzak durunuz, âyetini okumadım mı? “dedi. O da; "evet okudum." deyince, işte benim rivâyet ettiğim hadisi, bu âyette bulacaksın dedi.
Bu örneği dikkatlice incelediğimiz takdirde, Hadis’in Kuran’a arzı konusunda gâyet önemli olduğunu görebiliriz. Çünkü kadın, İbn Mes'ud'un Hadis'ini Kuran'a arz etmiş ve onu sahih saymayarak reddetmiştir. Ancak İbn Mes'ud ise, kadının yapmış olduğu arz uygulamasının yanlış olduğunu, söz konusu hadisi, söylemiş olduğu âyete arz ettiği zaman, bunun doğru olduğunu görmüş olacağını bildirmiştir. Bu durum, her ikisinin de yapmış olduğu bir arz olarak konumuza delil olmaktadır. Ancak, birinin yaptığı bir arz ile hadisi reddederken, diğerinin onu doğrulayacak olan bir Kuran âyet ile arz yapmış olması da, konumuz açısından bir kez daha önemlidir. Zira arzın usulü ve örnekleri bölümünde de belirtileceği gibi, arz sağlam bir metot ve güvenilir bir usul muvacehesinde yapılmaz ise, hatalara ve sahih hadislerin reddine neden olabilecektir. İsabetli ve hatalı arz örnekleri ile bu önemli nokta açıklığa kavuşturulmaya çalışılacaktır.
Hadis ilminin büyük imamı, Rasulüllah (a.s) ile olan beraberliğinin azlığına rağmen, bize intikal eden birçok hadis'in nâkili, yine Rasulullah'ın (a.s) duasına mazhariyeti dolayısıyla, duyduğu hadisleri büyük ölçüde unutmayan bir sahabidir.
Zehebi Ebû Hureyre için, "O, Kitap’ta, hadiste ve fıkıhta, başlı başına bir imamdı." demiştir.
Kendisi, hadis konusundaki yerini şöyle açıklardı: "Rasulullah'ın (a.s) ashabı arasında, benden daha çok hadis ezbere bilen yoktur. Muhâcir kardeşlerimiz ticaretle, ensar kardeşlerimiz bağ ve bahçe işleri ile meşgul olurlarken, ben karın tokluğuna Rasulüllah’a (a.s) hizmet eder ve hadislerini öğrenirdim.”
Ebû Hureyre, rivâyetleri itibariyle oldukça fazla tenkide uğramış bir sahabidir. Biz burada bu konuya tabiatıyla girmeyeceğiz. Fakat bu tenkillerin merdud ve asla doğru olmadığı da, hep vurgulana gelmiştir. Söz gelimi Zehebi, Ebû Hureyre'nin rivâyetlerini tenkidedenleri eleştirmiş ve şöyle demiştir: "Bu söylenenlerin hiçbir kıymeti yoktur. Müslümanlar ilk devirden itibaren, onun hadisleri ile ihticac etmişlerdir. Hıfzına ve fıkhına kail olmuşlardır. İbn Abbas bile, kendisine sorulan soruda, Ebû Hureyre'ye sen fetva ver demiştir. Hz. Ömer de onun, ihramlı kimseler için av etlerini yiyip, yiyemeyecekleri konusundaki fetvasını doğru bulmuştur.”
Kuran'da, kendileri ile evlenmeleri haram olanların sayılıp gerisi size helal kılındı, buyrulmasına rağmen; Ebû Hureyre'nin rivâyet ettiği "Kadın, halası ve teyzesi üzerine nikahlanırız" hadisi ile amel edilmiş ve Kuran'a muhaliftir gerekçesiyle reddedilmemiştir. Bu türden rivâyetlerin kabul edilip de reddedilmemesi üzerinde, değerlendirme kısmında durulacaktır.
Ebû Hureyre, kendisinin rivâyetleri nedeniyle tenkid edildiğini bildiği için, rivâyetlerini sık sık Allah'ın Kitab'ı ile desteklemeye çalışır ve hadislerden sonra âyet okur ve onlara arz ederdi. Ancak onun bu arzı, daha çok hadisi te'kid ve takviye maksadı ile olurdu. Bunun bir örneğini vermek istiyoruz:
Buhari, Âl-i İmran tefsirinde, Rasulullah'ın (a.s) "Her doğan çocuğa mutlaka şeytan temas eder ve o da, bundan dolayı çığlık atar ve ağlar. Meryem ve oğlu Hz. Mesih bundan müstesnadır." buyurduğunu Ebû Hureyre'den naklediyor. Ebû Hureyre, hadisi rivâyetten sonra, isterseniz şu âyeti okuyun: “(Meryem'in annesi) Ben onu ve zürriyetini şeytanın şerrinden sana sığındırdım.”
Küçük yaşta Rasulullah'ın (a.s) zevcesi olması, ondan bizzat ilim alması nedeniyle, sahabenin en âlimeleri arasında yer almış, en çok hadis rivâyet eden müksirundan olmuştur. Kendisine birçok konuda müracaat edilen, âlime bir sahabiyedir. İslam'ın ilk dönemi itibariyle çok uzun bir zaman dilimine şahid olmuş, birçok fırka ve mezheplerin kiminin teşekkülünü, kiminin nüvelerini görmüş olması nedeniyle, onun Kuran, hadis ve fıkhı yorumları oldukça büyük önem taşımaktadır.
Hadis'in Kuran'a arzı konusunun en büyük imamesi şüphesiz, Hz. Aişe'dir. Sahabe içinde, hadisleri Kuran ile karşılaştırmak suretiyle tenkid edip reddetmek veya râvinin yakalayamadığı bir eksikliği göstermek veya râviyi unutkanlık, hata gibi haller ile cerh etmek suretiyle, rivâyetleri metin tenkidi açısından değerlendirmekle şöhret kazanmıştır. Onun arz konusunda, sahabeye olan reddiyelerini bir araya toplayan Zerkeşı (794/1414), "el-İcabetü li İradi ma İstedrekethu Âişetü ala's-Sahabeti" isimli eserini yazmıştır. Hz. Aişe'nin arzları, burada bütünü ile zikredilmeyecek kadar çok olduğu için, konumuz açısından buraya almak da fayda gördüklerimizi, zikretmekle yetineceğiz.
Ör–1: Ebû Hureyre'nın rivâyet ettiği "Veled-i zina, üç şerlinin en şerlisidir." hadisini duyunca, Allah Ebû Hureyre'ye rahmet etsin, ne kötü işitmiş ve cevap vermiştir. O hadis, bir münafık hakkındadır ki, Rasulüllah’a (a.s) çok eziyet ediyordu. Onun kim olduğunu sordu, "veled-i zinadır" dediler. O zaman, işte böyle buyurdu. Yoksa Kuran; "Kimse, kimsenin günahını yüklenmez" derken, Rasulüllah (a.s) nasıl böyle buyurur?"
Hz. Aişe burada, hem Hadis'in tam anlaşılmadan nakledilmiş olduğuna, hem de nakledildiği gibi kabul edilir ise, Kuran'a muhalif olup, bunun Rasulüllah’a (a.s) isnadının kabul edilemez olduğuna dikkat çekmektedir.
Ör–2: İbn Ömer'in; "Ölü, ehlinin ağlaması ile kabirde azab görür" rivâyeti, Hz. Aişe'ye söylenince; "Allah İbn Ömer'e rahmet eylesin, vallahi Allah mü'mine, ehlinin ağlaması ile azab eder diye Rasulüllah (a.s) söylememiştir. Ancak, şöyle demiştir: Allah, kâfire ehlinin ağlaması ile azabını artırır." Daha sonra, sözlerini şöyle tamamlamıştır: "Size Kuran yeter: Allah; kimse, kimsenin günahını yüklenmez buyuruyor." İbn Ebi Melike diyor ki; "Vallahi İbn Ömer buna karşı bir şey demedi." Bu konuda farklı bir rivâyette de, Hz. Aişe, İbn Ömer yalan söylemez. O ya unuttu veya rivâyetinde hata etti. Rasulüllah (a.s) bir cenazenin götürüldüğünü gördü. Ehli ağlıyordu. Adam ise Yahudi idi. O zaman; "onlar ağlıyorlar, o da kabrinde azab görüyor." demiştir.
Ör–3: İbn Abbas, Rasulullah'ın (a.s) Allah'ı gördüğünü naklediyordu. Durum Hz. Aişe'ye nakledilince, "Kim Rasulüllah (a.s) Allah'ı gördü derse biliniz ki, büyük günah işlemiştir. O (a.s), Cibrili görmüştür. Hâlbuki Allah şöyle buyuruyor; Gözler onu idrak edemez. O gözleri idrak eder."
İbn Abbas, Necm; 13–23, âyetlerine dayanarak Rasulullah'ın (a.s) Allah'ı gördüğünü söylüyordu. Hz. Aişe ile İbn Abbas'ın farklı Kur'ân âyetlerine dayanarak arz yaptıklarına bir misal daha verelim:
Ör–4: Daha önce, İbn Abbas'ın arz yapmasını naklederken verdiğimiz, "mut’a" nikâhı konusunda İbn Abbas'ın, "Kadınlardan yararlanmanız karşılığında onların ücretlerini veriniz.” âyetine arz ederek, mut'ayı yasaklayan rivâyeti reddetmişti. Aynı konuyu Hz. Aişe, "Onlar, eşleri ve cariyeleri dışında, ırzlarını korurlar. İşte bunlar yerilmezler. Ama bu sınırın dışına çıkanlar ise, haddi aşanlardır.” âyetlerine arz ederek, mut'anın sınırı aşmak olup yasaklandığı gerekçesiyle, İbn Abbas'ı tenkit edip rivâyetini reddetmiştir.”
Yukarıda yermiş olduğumuz örnekler, Hz. Aişe'nin sahabenin Rasulüllah’a isnad ettikleri rivâyetlerin, Kuran'a arzının örnekleri idi. Aşağıda vereceğimiz örneğin, bizzat Rası1lullah'a (a.s) yapılmış olması yönüyle oldukça önemli bir ayrıcalığı vardır. Şimdi onun üzerinde durmak istiyoruz.
Ör–5: Hz. Aişe rivâyet ediyor: Allah Resulü (a.s) şöyle buyurdu: "Hesaba çekilen kimse mutlaka helak olmuştur." Ben dedim ki, Allah beni sana feda etsin Ya Rasulallah (a.s), Allah; "Kimin kitabı sağından verilirse, o kolay bir hesap ile hesaba çekilmiştir." buyurmuyor mu? Bana, "O Allah huzurunda duruştur. Kimin hesabı münakaşalı geçerse, o helak olmuştur." dedi.
Hz. Aişe'nin bu örnekteki arz uygulaması, bir rivâyeti Kuran ile tashih uygulaması değil, bizzat Hz. Peygamber'in (a.s) hadisinin Kuran ile uyum içinde olup olmadığını, yine bizzat Hz. Peygamber'e (a.s) arz etmesidir. Bu yönüyle bu örneğin, Hadislerin Kuran’a arzı konusuna farklı bir boyut kazandırdığı muhakkaktır.
Sahabe devri; İslam Dini’nin yaşanması, siyası, iktisadı, askeri alanlarda kurumlaşması ve devletleşmesi itibariyle, oldukça önemli bir devirdir. Bu devirde Müslümanlar, farklı coğrafyada, farklı kültürler ile karşılaştılar ve oralarda İslam'ı yaymak ve yaşatmak için mücadele verdiler. Hz. Peygamber'in (a.s) vefatını müteakip bu devrede her karşılaştıkları yeni durum, onlar için yeni bir problem anlamına geliyordu. Rasulüllah (a.s) hayatta iken hiçbir sıkıntıları yoktu. Zira başlarına gelen her türden problemi rahatlıkla çözdükleri bir kaynakları vardı. Rasulüllah (a.s)'dan sonra ise durum farklı idi. Artık bu yeni problemleri, kendileri çözmeleri gerekiyordu. Din tamamlanmış idi. Yani, din onlara problemlerini aşmalarını sağlayacak temel esasları ve ölçüyü vermekteydi ve bütün sahabe de buna böyle inanıyordu. Bu nedenle karşılaştıkları bütün problemleri, Kuran ve Sünnet'in bütünlüğü içinde çözmeye çalışmışlardır. Özellikle ilk dört halife devri, bu noktadan oldukça önemli örnekler içermektedir.
Bu özelliği nedeniyle, sahabe devri için şunu da söylememiz mümkündür:
Bu devir, daha sonra gelişecek olan tüm fıkhî/hukuki ve itikadı mezheplerin fikrî bakımından bir nüvesini taşımakta idi. Adeta bu devrin rahmine atılan, Kuran ve Sünnet ilişkisine ait anlayışlar ve bu iki ana kaynaktan yararlanma yöntemleri, daha sonraki devirlerde doğup gelişecek, sistemleşip mezhepleşecek ve gelecek nesillere intikal edecektir. İşte bu temel özelliğinden dolayıdır ki, her İslâmî konudaki araştırmanın ilk hareket noktası ve fikrî temeli, sahabe devrinde aranmaya çalışılır. Biz de sahabe devrinden arz örneklerini bulmayı ve sahabenin bu örneklerde nasıl bir usul/metot takip etmiş olduklarını tespit etmeyi amaçladık. Çünkü onlar, dinin ilk ve birinci elden kaynağına, Vahye ve onun tebliğcisi Hz. Peygamber’e (a.s) herkesten daha yakındılar ve herkesten daha iyi bu kaynağı tanımakta idiler.
Sahabenin arz uygulamalarını değerlendirmeye geçmeden önce, bu devrin önemli bir özelliğinden bahsetmekte fayda görüyoruz. Bu özellik de, o devirde Sünnet inkârcılarının çıkmış olması, “Bize Kuran yeter. Kuran’ın dışındakileri bırakın." diyenlerin varlığıdır. Birçok örnekleri verilebilecek bu noktada, İmran b. Husayn'a yöneltilen itirazı vermekle yetiniyoruz:
Cemaatten bir adam İmran b. Husayn'a:" Ya Eba Nedd! Bize bir takım hadisler rivâyet ediyorsunuz ki, biz onların asıllarını Kuran'da bulamıyoruz."dedi. Bunun üzerine İmran b.Husayn kızdı ve ona:" Sen Kuran okudun mu? “dedi. Adam “Evet “dedi. İmran: “Peki, Yatsı namazını dört, Akşamı beş, Sabahı iki, Öğleyi dört, İkindiyi dört rekât olarak Kuran'da buldun mu? “dedi. Adam “Evet “dedi. İmran: “Peki, Yatsı namazını döı1, Akşamı beş, Sabahı iki, Öğleyi döı1, İkindiyi dört rekât olarak Kuran'da buldun mu? "dedi. Adam: "Hayır" dedi. İmran: “Peki bunları kimden aldınız. Bizden almadınız mı? Biz de Rasülullah'dan (a.s) aldık…” dedi.
Bu ve benzeri rivâyetler, henüz sahabe devrinde Sünnet - Kuran ilişkisine dair ortaya çıkan eğilimleri göstermesi bakımından önemlidir. Kendilerine; “Biz, rivâyet ettiğiniz hadislerin asıllarını Kuran'da bulamıyoruz." şeklinde gösterilen tepki ve itirazlara karşı sahabe tabiatıyla Sünnet-Kuran ilişkisini ve bu iki kaynağın bir bütün olup, asla birbirinden ayrılmayacağını göstermeye çalışmışlardır. Bu gayretin bir sonucu olarak ise, sık sık rivâyet ettikleri hadislerin Kuran ile uyumuna dikkat çekmek için, âyetler okuyup, bir nevi arz yapmışlardır. Buradan hareketle şöyle bir neticeye ulaşmamız mümkündür. Sahabe devrinde Hadisleri Kuran'a arz bir ihtiyaç ve zaruret olmuştu. Yukarda vermiş olduğumuz örnek bu ihtiyacı gâyet açık olarak göstermektedir.
Ayrıca Hz. Peygamber'in (a.s), kendisinden sonra ortaya çıkacak yalan ve uydurma Hadisler karşısında sahabeyi uyarmış olması da, sahabenin hadisleri Kuran'a arz etmelerinde önemli bir etken olmuştur. Aşağıdaki rivâyet ve benzerleri bu durumu göstermektedir:
يكون فى اخر الزمان دجالون كذابون يأتينكم من الأحاديث بما لم تسمعوا أنتم و لا ابائكم فإياكم و إياهم لا يضلونكم و لا يفتونكم
“Ahir zamanda yalancılar ve deccallar olur. Bunlar, sizin ve babalarınız bilmediği Hadisleri size getirirler. Sizi, onların sizi saptırmaları ve fitneye düşürmeleri konusunda uyarıyorum."
من كذب على فاليتبوأ مقعده من النار
"Kim bana ait (bana isnat ederek) yalan söylerse, Cehennem'deki yerini hazırlasın."
Bu uygulamaları ile aynı zamanda, doğru bir Sünnet ve Kuran anlayışının da örneğini vermiş olmakta idiler. Verilen misallerin özüne, ruhuna, amaç ve gayelerine dikkat edilince, gâyet iyi bir şekilde görülmektedir ki sahabe, Kuran'dan ve Hadis’ten ne alacağını, ne almayacağını, ne zaman neyi, nasıl yorumlayacağını, şeklin yanında muhteva, muhtevanın yanında gaye ve amacı beraber nasıl taşıyabileceğini çok iyi bilmenin örneklerini vermişlerdir. Sahabeyi, zaman ve mekânın dar ve bağlayıcı kalıpları sıkıştıramamış ve onlar, dinin karşılaştığı her şart ve aşamada, onu yaşanabilir bir din olarak uygulayabilmeyi ve yorumlamayı başarmışlardır. İşte sahabe devrinde Hadis'in Kuran'a arzı denilince, her şeyden evvel konuya bu perspektiften bakılması gerektiğine inanmaktayız. Onlar sadece bir hadis tashihi olsun diye arz yapmıyor, bir metodun veya bir prensibin içine sıkışmıyorlardı. Kendilerine ulaşan herhangi bir rivâyeti, hemen Kuran ile test edip onunla uyuşup uyuşmadığına bakıyorlardı. Burada şunu da söylememiz gerekmektedir ki sahabe, peyderpey nazil olan Kuran'ı çok iyi anlamış ve çok iyi bir Kuran kültürüne sahip olmuşlardı. İşittikleri şeyle birlikte zihinleri hemen, onun Kuran ile uyuşup uyuşmadığına intikal ediyordu. Bizce sahabenin "Arz Uygulamaları"nın arka planında işte bu Kuranî anlayış ve kültür vardır. Nitekim Hz. Aişe, Hz. Peygamber’in (a.s) hadisini derhal Kuran ile karşı1aştınmş ve “Allah böyle buyurmuyor mu?" demişti.
Kuran, sahabe için o kadar birinci derece bir kaynak görevi yapıyordu ki, sadece Hadisleri tashih için değil, kendi aralarındaki şahsi görüş, rey ve içtihatlarında da bir birlerini tenkid ederken Kuran'a başvuruyorlardı ve Kuran'ı ölçü alıyorlardı. Bunun en çarpıcı örneğini şu misalde görebilmekteyiz: Hz: Ömer bir Cuma Hutbesinde, kadınların fazla mihir istemeleriyle evlenmenin zorlaştığını ve bunun fuhşa sebebiyet vereceğini, bu nedenle kadınlarımızın evlenmeyi kolaylaştırmaları ve mihri azaltmaları gerektiği, şeklinde bir görüş beyan etmişti. Cemaatin arka kesiminden bir kadın kalkarak; "Ey Ömer! Allah bizim mihirlerimiz hakkında, onlardan birine ölçek ölçek mihirlerini verdiğinizde geri almayın buyuruyor. Sen ne diye bizim hakkımıza riâyet etmiyorsun? deyince, Hz. Ömer az önceki görüşünden döndü. Bir rivâyette, Hz. Ömer'in bu âyetten habersiz konuştuğuna hayıflanıp üzüldüğü nakledilmektedir.” Bu misal, sahabenin günlük yaşam ve konuşmalarında bile, yukarda ifadeye çalıştığımız Kuranî anlayışla hareket edip, Kuran’ı ölçü almalarındaki toplumsal seviyeyi göstermesi bakımından da oldukça manidardır. Kadın Hz. Ömer'in görüşünü: Kuran'a arz etmiş ve yanlış bulmuştur.
Sahabe, sadece işittikleri hadisleri Kuran'a arz etmiyorlardı. Kendi bildikleri, Hz. Peygamber'den (a.s) bizzat duydukları hadisleri de Kuran ile irtibatlandırmak ve söz konusu hadisin hangi Kuranı asla dayandığını bulmak için Hadisleri Kuran ile karşılaştırıyor ve bu yöntemle Kuran okuyorlardı. Şu örnek bunu ifade etmektedir. Ebû Musa el-Eş'ari (44/664), "Yahudi ve Hıristiyanlardan her kim beni işitir de, benimle gönderilene inanmaz ise, Cehennem’e girer." Hadis'inin Kuran'daki aslının ne olduğunu araştırdım. En sonunda şu âyeti buldum. "Musa'nın (a.s) Kitabı önlerinde bir rahmet ve imam olarak bulunanlar, işte onlar Kuran'a inanırlar. Hangi topluluk onu inkâr ederse yeri ateştir."
Bu kısımda sahabenin Hadisleri Kuran'a arzlarına ait vermiş olduğumuz örnekler, elbette ki o devirde yapılmış olan uygulamaların bütünü değildir. Daha başka örnekler de bulmak mümkündür. Ancak verilen bu örneklerin, sahabenin arz uygulamasını kabul ettiklerini ve gerekli durumlarda kullanmış olduklarını göstermeye yeterli olacağı kanaatindeyiz. Elbette sahabenin en ileri gelenlerinin yapmış olduğu bu uygulamalar, bizim de gerektiği yerde arz yöntemini kullanmamız ve uygulamamız için bir delil teşkil etmektedir. Biz bu misallerden hareketle varmış olduğumuz bu sonucu, sadece arz uygulamasının meşrulaştırılması açısından değil, ayni zamanda bize, arz ile ilgili prensipler vermesi bakımından da oldukça önemli görmekteyiz. Şimdi bu prensiplerin bazılarını vermeye çalışacağız:
l- Sahabenin sık sık, "Bize Kuran yeter" demeleri, onların nazarında doğruyu tespit işleminde Kuran'ın yeterli bir ölçü olduğu anlamını taşımaktadır. Bu da bizim için oldukça önemli bir prensiptir:
KURAN YETERLİ BİR TASHİH ÖLÇÜSÜDÜR.
2- Hz. Ömer'in kabul etmediği Fatıma bt. Kays hadisi, sahih olarak rivâyet edilmiştir. Buna rağmen Hz. Ömer Kuran ve maruf olan Sünnet nedeniyle bu hadisi kabul etmemiştir. Yine, güvenilirlikleri açısından hiç kuşkunun olmadığı birçok sahabenin rivâyetini Hz. Aişe, Kuran'a muhalefeti nedeniyle reddetmekten çekinmemiştir. Yine Hz. Aişe, bizzat Hz. Peygamber'e (a.s) “Sen böyle buyuruyorsun ama Allah da böyle buyurmuyor mu?" diyerek arz yapmış olmaları bize önemli bir prensibi daha vermektedir: Bir Hadis ne kadar -senet itibariyle- sahih olursa olsun arz uygulamaya mani' değildir.
3- Hz. Aişe'nin "Rü'yet" konusundaki arz uygulaması, İbn Abbas'ın "mut’a nikâhı" konusundaki arz uygulaması, İbn Mes'ud'un “Dövme yaptıran kadın" konusundaki arz uygulamaları da bize, arz uygulamasının da hatalı olabileceği sonucunu vermiştir. Zira Hz. Aişe'nin "Rü'yet “konusunda kendisine delil saydığı" gözler onu idrak edemez.” âyeti, Mi'rac'da da Hz. Peygamber'in (a.s) Allah'ı göremeyeceği ne delaleti açık değildir. Keza Necm Süre'sindeki âyetler de yeterince manaya delaletleri açısından açık değildir. İbn Mes'ud'un kadına vermiş olduğu cevapta ise zikrettiği “Rasfıl size neyi verirse onu alınız ve neyi de yasaklarsa ondan kaçınınız." âyeti de, öyle bir arz örneğidir ki, bu âyet arz uygulaması için esas alınacak olursa, hiç bir hadisin reddedilmemesi gerekecektir. Bu nedenle İbn Mes'ud'un arz uygulamasını da isabetli yapılmış bulmuyoruz. Buradan hareketle vardığımız sonuç oldukça önemlidir: Arz uygulamasının isabetli olarak yapılabilmesi için, Kuran'ın doğru anlaşılması ve hadisin hangi Kuran metnine arz edileceğinin doğru tespit edilmesi gerekmektedir. Biz bu noktanın Üzerinde "Arzın Problemleri” başlığıyla ayrıca duracağız.
Sahabenin arz uygulamalarından çıkardığımız prensipleri de göz önüne alacak olursak sonuç olarak şöyle diyebiliriz: Bu örnekler, sahabede oluşmuş olan mükemmel bir Kuran zihniyetine, sağlam bir din anlayışına, her şeyden önemlisi dini gönderen Allah'tan, onu tebliğ eden Peygamber' e (a.s) ve tebliğe muhatap olan insanlara kadar, DİN meselesinin gayesini, hedefini çok iyi anlamış olduklarına delalet etmektedir. İşte bu anlayış sayesinde idi ki, Garaudy'nin ifadesi ile bir yüzyıl içinde dünyanın çok geniş bir coğrafyasına yayılıverdiler ve sadece yayılmakla da kalmayıp "hüsnü kabul" gördüler. Bu vaki durum da onların, dinlerini iyi anlayıp, iyi inanıp, iyi yaşamış olduklarına en açık bir delil olmak durumundadır. Burada şu hususa da işaret etmeden geçmememiz gerekiyor: Sahabe devrinde, Kuran ve Sünnet ile alakalı oldukça çok bid'at eğilimler ve fırkalar zuhur etmiştir. Sahabe bu düşünceler ve temsilcileriyle yılmadan mücadele etmişlerdir. Şâyet arz uygulaması da onların kabul etmeyeceği bir durum olsa idi, hem kendileri uygulamaz, hem de uygulayanlar ile mücadeleden dur olmazlardır. Hâlbuki yukarıdaki örneklerde gördük ki başta Hz. Peygamber (a.s) olmak üzere kimse, arz uygulamasına karşı çıkmamış ve itiraz etmemiştir.
Bu başlık altında, tabiin devrinden itibaren ekolleşen fikirlerin ve mezhepleşen görüşlerin içinde, Hadis'in Kuran'a arzının hangi konumda ele alındığını ve arz uygulamasının nasıl bir noktaya geldiğini, arz ı kabul edip onu bir yöntem olarak uygulayanlardan, arz ı kabullenmeyip reddedenlerin görüşlerine ve delillerine, oradan da çağımıza, çağdaş İslam âlimlerinin konuya nasıl bakıp yorumladıklarına kadar uzanan, geniş bir yelpazede konuyu incelemeye çalışacağız.
Bu kısımda inceleyeceğimiz görüşler ve uygulamalar, oldukça iç içelik arz ettiğinden dolayı, uygulamalar ile beraber, bu uygulamaların dayandığı gerekçeleri de vereceğiz. Ayrıca arzın delillerini incelediğimiz kısımda, gerektiği takdirde buraya atıfta bulunacağız.
Hanefi mezhebi Irak re'y ekolünün, en büyük temsilcisi bir mezheptir. Ebû Hanife'nin (150/772) künyesine izafeten bu isimle meşhurdur. Mezhep, Ebû Hanife ile en büyük temsil noktasına ulaşmıştır. Hadis'in Kuran'a arzının bir usul olarak değerlendirildiği mezhep Hanefiliktir.
Şafii (204/824), Ebû Hanife için, "insanlar fıkıhta Ebû Hanife'nin çocukları hükmündedir." Der. Gerçekten de o, fıkhının enginliği ve aklı melekesinin üstünlüğü ile ün salmıştı. Onun usa vurmaları, o devir fakihlerini şaşırtacak kadar başarılı ve mükemmeldi. Kendi fıkhının dayandığı esasları cem eden şu sözü hem meşhurdur, hem de konumuz bakımından oldukça önemlidir." Ben Allah'ın Kitab'ını alırım. Onda bulamaz isem, Rasulullah’ın (a.s) Sünnet'ini alırım. Onda da bulamaz isem, sahabeden dilediğimin sözlerini alırım. İş gelip, İbrahim’e (96/714), Şa'bi 'ye (103/721), İbn Sirin'e (110/728), Ata'ya (135/752) dayandı mı, onlar ictihad ettikleri gibi ben de ictihad ederim.”
Hanefiler, Sünnet'i Kuran karşısında üç konumda ele alırlar:
Beyan-ı Takrir: Burada Sünnet, âyetteki anlamları takviye edici görev yapar.
Beyan-ı Tefsir: Âyetlerdeki kapalı olan kısımları açıklar. Müşkil, mücmel ve müşterek kelimeleri açıklamak gibi.
Beyan-ı Tebdil: Bu, âyeti nesih demektir. Hanefilerce Kuran, Kuran ile nesh olur. Kuran'ın Sünnet ile nesh olması için, Sünnet'in mütevatir veya meşhur olması gerekir. Haber-i vahidler Kuran-ı neshedemez. Hem de haber-i vahidler, Kuran'ın umumuna muhalif olacak bir dereceye yükselemezler. Bu nedenle, Kuran'ın umumuna muhalif olan haber-i vahidler reddolunur. Onların Rasulüllah'a (a.s) isnadı kabul edilemez. İşte Hanefilerin, arz uygulaması yaptıkları bu kısma giren hadislerdir. Bu türden rivâyetleri Hanefi usulculeri, "Manevi İnkıta'" olarak değerlendirmekte ve kabul etmemektedirler.
Ebû Hanife’nin şu ifadeleri, onun arzı hangi anlayış ile yaptığını göstermesi bakımından önemlidir. "Eğer bir kimse, Peygamber'in (a.s) her söylediğine inanıyorum, çünkü Nebi (a.s) hakkın dışında konuşmaz ve Kuran'a muhalefet etmez derse, bu onun Peygamber'e (a.s) inandığını ve Peygamber' i (a.s) Kuran'a muhalefetten tenzih ettiğini gösterir. Şâyet Peygamber (a.s) Kuran'a muhalefet etse ve Allah'a karşı haktan başka bir şey söyleseydi, Allah Teala: Eğer, Peygamber (a.s) bize karşı olarak Kuran'a bazı sözler katmış olsa idi, biz onu kuvvetle yakalardık, sonra onun şah damarını keserdik de hiçbiriniz de ona yardımcı olamazdınız kavline uygun olarak onu kuvvetle yakalardı ve şah damarını keserdi. Allah'ın Rasülü (a.s) Allah'ın Kitab'ına muhalefet etmez. Allah'ın Kitab'ına muhalefet eden de, Allah'ın Resulü (a.s) olamaz. Peygamber'den (a.s) Kuran'a muhalif hadis rivâyet edeni red, Peygamber' i (a.s) red ve onu yalanlama değildir. Bu ancak Peygamber'den (a.s) batıl rivâyet eden kimseyi reddir. Töhmet bu kimseyedir. Bu nedenle, Peygamber'in (a.s) söylediği her şey, işitelim işitmeyelim başımız gözümüz üzerinedir. Buna iman eder ve Allah'ın Rasülü'nün (a.s) söylediğine olduğu gibi şahadet ederiz. Ve yine şahadet ederiz ki, o (a.s) Allah'ın nehyettiği bir şeyi asla emretmez. Allah'ın bağladığı bir şeyi koparmaz. Allah'ın tavsif etiği bir şeyi, başka şekilde tavsif etmez. Şahadet ederiz ki, o (a.s) bütün işlerinde Allah'a muvafıktır. Bidat olacak bir şey yapmamış ve Allah'ın sözüne bir şey katmamıştır. Zorlayıcılardan olmamıştır. Bu yüzden Allah; Kim Resule (a.s) itaat ederse, Allah' a itaat etmiş olur buyurmuştur.”
Ebû Hanife'nin kendisine ait olan bu ifadeler, onun; Kuran - Sünnet ilişkisine ve arz anlayışına ait görüşlerini gâyet açık olarak göstermektedir. Esas olarak imam, Sünnet'in asla Kuran'a muhalif olmayacağı tezi ve prensibi ile hareket etmektedir. Şâyet bir muhalefet var ise o takdirde, hakkında şüphe olmayan Kuran alınır ve ona muhalif olan rivâyet reddedilir. Bu rivâyeti reddetmekte, asla Rasulullah'ı (a.s) reddetmek değildir. Bu anlayış, daha sonra mezhebin usuli bir prensibi olacak ve Hanefi usulcüler, haber-i vahidin hüccet olması ile ilgili birçok meseleyi, bu prensibe göre yorumlayacaklardır. Hanefilerce, hem sübutu kati hem de delaleti kati olan Kuran'a, haber-i vahid ile gelen bir hadis asla ziyade yapamaz, nesh yapamaz, âyetin âmmını tahsis edemez. Hanefi fıkhında haber-i vahidle amele ait prensipler, büyük ölçüde bu esas üzerine bina edilmiştir~ Bu esası zorlayacak ve daha sonra gelen Hanefi usulcülerin izahında güçlük çekecekleri uygulamalar da vardır. Biz, hadisin Kuran'a arzına da örnek sayılacak bir iki örnek vermekle yetineceğiz.
Hanefiler, haber-i vahid ile Kuran' a ziyadeyi kabul etmemelerine rağmen, daru'l-harbde hadlerin uygulanmayacağını bildiren hadisle, amel ettiklerinden dolayı tenkit edilmişlerdir. Ebû Hanife'nin bu uygulamasını kendi usulleri açısından doğrulamak için Hanefi usulcüler olağan üstü bir zorlamaya ve tevillere gitmişlerdir. Hâlbuki imam, bu görüşünün nedenini kendisi şöyle açıklamaktadır: "Darul-harbde had uygulanmamasının sebebi, düşmana iltihak etmesi endişesindendir." İmam bu ifadesiyle, uygulamasının nedenini belirtmiştir.
Hırsızın elinin kesilmesini emreden Kuran âyeti umumi olmasına rağmen, el kesmede nisabı bildiren haber ile amel etmede de Hanefiler, kendi usullerine ters düşmüşlerdir ve tenkid edilmişlerdir. Bu konudaki âyet: "Hırsız erkek ve kadın her ikisinin de ellerini Allah'dan bir ceza olarak kesin.” buyurmaktadır. Yani, çalınanın azına da çoğuna da şamildir. Bunu bildiren hadis de vardır: "Allah hırsıza lanet etsin, yumurta çalar eli kesilir, ip çalar eli kesilir.”
Zahiriler, Hariciler ve Hasan Basri'nin görüşünün de, âyetin umumiliği ile amel edilmesi şeklinde olduğu nakledilmiştir. İşte bu konuda Hanefilerin kaideleri gereği, hırsız ne çalarsa çalsın elinin kesileceğine hükmetmeleri gerekirdi. Fakat onlar bu konudaki rivâyetin, haber-i vahid değil meşhur olduğu gerekçesiyle amel etmişlerdir.
İbn Ebi Şeybe (235/1679) , Musannef’inde Ebû Hanife'nin amel etmediği hadisler için bir bölüm açmış ve söz konusu hadisleri nakletmiştir. Tabii orada Ebû Hanife'nin, o hadisler ile neden amel etmediğine dair bir açıklama yapılmamıştır.
Mezhebin arz ile ilgili görüşünü gerekçeleri ile ifade eden Serahsi (490/1112), usulünde şunları söylemektedir: "Bidatların ve hevaya tabi olmanın kaynağı, haber-i vahidieri Kuran'a ve meşhur hadise arz etmemedir. Bir kısım kimseler, yakin ifade etmeyen haberleri Rasulüllah’a (a.s) isnad ediyorlar ve onu -ahad haberi- bir kısım meselelerde esas kabul ediyorlar. İşte bundan da, bidat ve hava meydana gelmektedir. En selametli yol ise bizim âlimlerimizin, selefimizin yoludur ki, Kuran'ı ve meşhur hadisi, asıl yapmaktadır. Bu asla göre rivâyetleri değerlendirip ona uyanları kabul etmekte, ona uymayanları ise reddetmektedir." Bu ifadeler gâyet açık olarak Hanefilerin, Kuran ve meşhur hadisi, diğer rivâyetler için bir kıstas ve asıl olarak kabul ettiklerini göstermektedir. Diğer mezhepler ile yer yer tartıştıkları, haber-i vahid ile amelde ise Hanefiler, o haberi ya meşhur saymışlar veya Kuran'a muvafık olmasını yeterli görmüşlerdir. Nitekim yukarıda verdiğimiz hırsızın elinin kesilmesi konusundaki haber ile darul-harbde hadlerin uygulanmaması misallerinde de, bu esasın gereği ile amel etmişlerdir. Yani, haberi meşhur kabul etmişlerdir.
Hanefi âlimlerden ve Ahkamu'l-Kuran müellifi Cessâs (370/980) konumuz ile ilgili şu görüşlerini belirtmektedir. "Kitab'a ittiba emri âyet ile/tenzil ile sabittir. Hâlbuki haber-i vahidin kabulü böyle değildir. Bu itibar ile Kuran'ın haber-i vahid sebebi ile terk edilmesi caiz değildir. Çünkü Kitap'a ittibaın gerekliliği, ilim icab eden/gerektiren bir yoldan geldiği halde, haber-i vahid sadece ameli gerektirir. Dolayısıyla Kitab'ın haber-i vahid sebebiyle terki ve haber-i vahid ile Kitap'a itiraz edilmesi caiz değildir. Bu da ashabımızın, haber-i vahidler ile Kitap' a itiraz edenin sözünün, makbul olmayacağına dair görüşünün sahih olduğunu gösterir." Cessâs bu ifadelerinden sonra, bizim ilerde üzerinde duracağımız 'arz hadisi'ni, görüşlerinin doğruluğu için delil olarak zikr etmektedir.
Ebû Hanife'nin, hadislerin Kuran'a uygunluğu konusunda gösterdiği hassasiyet, talebelerine de sirâyet etmiş ve onlar da bu noktanın üzerinde titizlikle durmuşlardır. Talebelerinin arasında bu konudaki hassasiyeti ile dikkat çeken Ebû Yusuf’tur. Konu ile ilgili şöyle söylemektedir: "Rivâyetler çoğaldıkça, bunlar arasından bilinmeyen, fıkıh ehlinin bilmediği, Kitab'a ve Sünnet'e uygun olmayan rivâyetler ortaya çıkar. Şaz hadislerden sakın, hadisçilerin ve fukahanın bildikleri ile Kitap ve Sünnet' e uygun olanları al. Diğerlerini buna göre değerlendir. Çünkü Kuran'a' muhalif olan, Rasulullah’san (a.s) rivâyet edilmiş dahi olsa ondan değildir."
Hanefiler bu uygulamaları usul kitaplarında, haber-i vahidlerin "manevi inkıta" gerekçesi ile reddedilmesi olarak değerlendirmektedirler. Hanefilerin bu görüşlerine ait şu değerlendirmeyi de burada vermek istiyoruz: "İslam hukukçuları, kendi asli malzemelerinden biri olan hadisleri kabulde, bulundukları çevreye, sahip oldukları hukuk anlayışına ve hukuk mantığına göre, çeşitli şartlar ileri sürmüşler ve bu yönde bir takım prensipler geliştirmişlerdir. Haber-i vahidin Kitab'a arzı ve Kitab'a aykırı olanlar ile amel edilmemesi yönünde, sahabenin bazı uygulamaları bulunmakla birlikte, bu düşünceyi sistemleştiren ve onu bir kıstas ve prensip haline getirenler Hanefi hukukçularıdır.”
Bu ifadelerden de anlaşılacağı gibi, Hanefi hukukçular Hadis'in Kuran'a muhalif olmayacağı, olduğu takdirde onun kabul edilmeyeceği, konusunda görüş birliği içinde olmuşlar ve ona göre problemleri çözmeye çalışmışlardır. Hanefilerin Kuran' a muhalefeti nedeniyle amel etmedikleri önemli konuları başlıklar halinde veriyoruz:
1- Tek şahid ve yeminle hüküm vermek
2- Zina yapana, celde/sopa ile beraber sürgün cezası vermek
3- Alışverişteki muhayyerlik
4- Boşanan kadının nafaka hakkı
5- Müslümanın kâfire karşılık öldürülmeyeceği
6- Veli izin vermedikçe nikâhın caiz olmayacağı
7 - Kabeye sığınan caninin durumu
8- Rükû ve secdede uzunca durma
9- Namazda Fatiha'nın okunması ile ilgili rivâyet
10- Abdest ve gusülde niyet
11- Sarık üzerine mesh
12- Haram kılan emzirme
13- Ölü için yapılacak hac ve tutulacak oruç
Daha bunlara yapılacak birçok uygulamaları ile Hanefiler, söz hususlarda gelen rivâyetleri Kuran'a muhalefetleri nedeniyle kabul etmemişlerdir.
Medine'nin imamı, İmam Malik b.Enes (179/795) , muhaddis bir fakihtir. Meşhur eseri olan Muvatta'ı, hadis sahasında verilen ilk devir eserlerindendir. Sahih hadis külliyatları arasında sayılmıştır. İmamın mezhebinde Sünnet'in, üç görevi vardır: Kuran'ı takrir eder. Kuran'ı tefsir eder. Kuran'da olmayan konularda hüküm koyar. O: "Kuran'ın doğru anlaşılabilmesi, ancak Sünnet ile mümkündür. Sünnet olmadan Kuran anlaşılmaz" derdi.
İmam Malik, bazen haber-i vahidi Kuran'a muhalefeti dolayısıyla reddederdi. Bazı ahvalde de, Kuran'ın umumunu tahsis, mutlakını takyid ederdi. Özellikle hadis, Medine ehlinin ameli ile de destekleniyor ise, onunla amel ederdi.
İmam Malik, "rü'yet" konusunda gelen rivâyetleri; " O gün birtakım yüzler, Rab'lerine bakıp parlayacaktır." âyetlerine arz ederek, Kur’an’a uygun bulmuş ve söz konusu hadisleri reddedenleri Kitab'a tabi olmamakla itham etmiştir.
İmam Malik'in, Kuran'ın zahirine muhalif görerek, amel etmeyip reddettiği hadisler sayılıdır. Bunları şöylece sıralayabiliriz:
1- Haram kılan emzirme adedi.
2- Ölü için yapılan hac.
3- Köpeğin yaladığı kabın temizlenmesi.
4- Köpeğin necisliğini bildiren hadis
5- At eti yemeyi helal sayan hadisi kabul etmemiştir.
İmam, bu konularda gelen rivâyetleri, Kur’an'ın umumi ifadelerine muvafık bulmamıştır ve amel etmemiştir.
İslam'ın ilk rasyonalist mezhebidir. Aklı temel ölçü olarak kabul etmişlerdir. Bu nedenle de dini meseleleri, akli ölçüye göre yorumlamışlardır. Felsefelerine ters düşen Kuran ve hadisi te'vil ve reddetmekten çekinmemişlerdir. Bu redlerine bir gerekçe olarak Kuran'a aykırılığı da dikkate almışlardır. Ancak bu Kuran'a uygunluğu, felsefelerine ve mezheplerine uygun olduğunda kabul etmişlerdir. Hadisi reddederken aynı zamanda, sahabeye de dil uzatmışlar ve onları da yalancılık ve başka töhmetler ile cerh etmişlerdir. Ebû Hureyre'yi, yalancıların en yalancısı saymışlardır. İbn Mesud'u, kişinin anne karnında sait veya şaki olacağı rivâyetinden dolayı, yalancı saymışlardır. Özellikle en ayrıcalıklı görüşlerinin olduğu; kader, rü'yet ve günah-ı kebire gibi konularda gelen hadisleri, kabul etmemişlerdir. Haber-i vahidleri özellikle Kuran'a muhalefet gerekçesiyle reddetmek, Mu'tezilenin genel görüşüdür diyebiliriz.
Kardavi, Mu'tezile'nin hadisleri hem akla, hem de Kuran'a arz ederek reddetmekte aşırılığa gittiklerini ifade eder ve onların, Kuran'a muhalif gerekçesiyle reddettikleri birçok Hadis'in, Kuran'a muhalif olmadığını göstermeye çalışır. Özellikle şefaat hakkındaki sahih hadisleri Kuran'a muhalif olmakla reddederken, alakası olmayan âyetlere arz edilmesini eleştirir ve içine düşülen fahiş bir yanlışlık olduğunu göstermeye çalışır.
Mutezile'nin arz uygulamalarını doğru değerlendirebilmek için, onların Kuran anlayışlarını gösteren şu örneği vermekte fayda görüyoruz: Amr b. Ubeyd'in bir gün yanında şu âyet okundu:
"Doğrusu bu şerefli Kuran'dır ve Levh-i Mahfuzdadır” Hemen şöyle dedi; "Peki, şu âyette Levh-i Mahfuzda mı?" Ebû Leheb'in eli kurusun.” Adam; evet dedi. O da, o halde Allah'ın kullarına karşı bir delili yok demektir" dedi. Amr b. Ubeyd'in bu sözleri, Mu'tezile'nin nasıl bir Kuran anlayışında olduğunu göstermesi bakımından önemlidir.
İbn Kayyım (751/1371), İ'lamu'l-Muvakkiîn adlı eserinde, "Kuran'ın Zahiri İle Sünnet'i Terk Edenler" başlıklı bir bahis açmış ve hangi âyetler ile kimler hangi hadisleri reddettiklerini uzun uzadıya nakletmiştir. Mutezile'yi de bu meyanda sayan İbn Kayyım, onların da, şefaat, rü'yet ile ilgili hadisleri reddettiklerini yazar. Cehmiyye, Allah'ın sıfatları ve onlar ile ilgili rivâyetleri reddetmişlerdir. Kaderiyye, Cebriyye'de Kuran âyetlerinin zahirleri ile Hadisler' i reddetmişlerdir.
Fahreddin Razi tefsirinde, Kadı Abdu'l-Cebbar'ın (415/1024) Hz. Peygamber' e (a.s) sihir yapıldığını bildiren hadisi, "Allah seni insanlardan koruyacaktır.” ve "Her nasıl gelirse gelsin sihirbaz asla kurtuluşa eremez.” âyetine muhalif bularak reddetmiş olduğunu nakletmektedir.
Mu'tezile mezhebinin konumuz ile ilgili görüşlerini şu ifade ile özetlemeye çalışacağız. İbn Hazm (456/1064), Mu'tezile imamlarının, "Biz hükmünü Kuran'da bulamadığımız bir hadisi asla kabul etmeyiz." dediklerini nakleder. Bu ifade bize, Mu'tezilenin hadisleri Kuran'a arz etmenin gerekli olduğuna inandıklarını göstermektedir.
Hariciler, İslam Tarih'inde cahil ve bedevi kişilerin oluşturduğu bir fırka olarak bilinir. Güya Kuran'ı, kendilerine rehber ettiğini söyleyen bu fırka mensupları, gerek Kuran' ı, gerekse Hadis' i gereği gibi anlayamamış ve anlayacak ilim ehline sahip olamamışlardır. Âyet ve hadisleri yorumlarken, ne sebeb-i nüzulü dikkate almışlar, ne de sebeb-i vürudu dikkate almışlardır. Kimseyi tekfirden çekinmemişler ve büyük günah işleyenlerin küfre gireceğini ilk defa gündeme getirmişlerdir. Hem Hz. Ali 'yi, hem de hakem olayına rıza gösteren bütün sahabeyi, kâfir saymaktan çekinmemişlerdir. Genel görüşleri bu olan Hariciler'in, nasıl bir Kuran ve Sünnet anlayışında olacakları açıktır.
Kuran anlayışlarına bir misal vermek istiyoruz. Al-i İmran suresindeki; "Gücü yetenler için Allah' m beytini ziyaret, Allah' m kulları üzerinde bir hakkıdır. Kim de bundan imtina ederse, Allah âlemlerden müstağnidir.” Bunun için Hariciler, kim hacca gitmez ise, kâfirdir demişlerdir.
Hariciler de Mu'tezile gibi, şefaat ile ilgili hadisler ile asi mü'minlerin Cehennem'den çıkacaklarına dair hadisleri; Müddessir/48; Al-i İmran/192 ve Nisa/14 âyetlerine arz ederek reddetmişlerdir.
Muhaddislerin hadisi tashih ederken, Kuran' ı bir kıstas olarak aldıklarını gösteren herhangi bir metot, eserlerinde yok görünmektedir. Muhaddislerin hadisleri sahih kabul etmedeki ölçülerinin ne olduğunu gösteren şu açıklamada bu husus şöyle ifade edilmiştir: "Hadisleri delil olarak veya hükmün kendisi olarak alırken temel kriter, isnadının sahih olmasıdır. Metnini Kuran'a arz etmek, meşhur Sünnet'e veya akla uygunluğunu araştırmak yersizdir. Ayrıca fukahada olduğu gibi, hadis ile amel edilip edilmemesi de bir ölçü değildir.”
Muhaddislerin, sahih hadis tanımlarına bakılacak olur ise, zahiren Mehmet Görmez'in ifadesindeki gibi anlaşılmaktadır. Ancak durumun böyle olmadığını, sahih hadis'in bir tarifini verdikten sonra göstermeye çalışacağız.
Sahih Hadis:
"Adil ve zabt sahibi bir râvinin, yine kendisi gibi bir râviden sonuna kadar muttasıl olarak naklettikleri şaz ve muallel olmayan hadistir.”
Sahih Hadis'in tarifinden anlaşılacağı üzere, aranan şartlar iki ana noktaya işaret etmektedir. Birincisi, hadis metnine ait şartlar, ikincisi ise, hadis senedine ait şartlardır. Metne ait şartlara baktığımızda, hadis'in ŞAZ ve MUALLEL olmamasını görmekteyiz. Şaz rivâyet; güvenilir bir râvinin, cemaatin rivâyetine muhalif olarak rivâyet ettiği ve bu rivâyetinde tek kaldığı hadistir. Sika ve güvenilir bir râvinin, topluluğun rivâyetine muhalif olan hadis' inin kabul edilemeyeceği ve zayıf sayılacağı şartını sahih hadis'in bir şartı sayan muhaddislerin, aynı hadis'in sahihliği için, onun Kuran'a uygun olması gerektiği şartını dikkate almamış olmalarını kabul etmek zordur. Kanaatimizce, muhaddislerin, sahih bir hadisin asla Kuran ile çelişmeyeceğine olan inançları o derecededir ki, "Kuran'a Uygunluğu" ayrı bir şart olarak sahih hadisin tanımı içinde zikrine gerek görmemişlerdir. Değilse onlar, sahih hadis'in tarifinin başına; " Kuran'a muhalif olmamak kaydı ile..." cümlesini ekleyeceklerdi, diye düşünüyoruz. Bizim bu yaklaşımımızı destekleyen bir delil, muhaddislerin mevzu hadis'in tanınma yollarından bahsederken, "Kuran'ın Açık Anlamına Aykırılık" prensibini koymalarıdır. Uydurma hadisin tespiti için gerekli gördükleri bir ölçüyü, sahih hadisin tespiti için de gerekli görmeleri, muhaddislerin bu konudaki hassasiyetleriyle de örtüşen bir durumdur.
Ayrıca, başta Buhârî olmak üzere birçok büyük muhaddis, bab ve Kitap başlarına, konu ile ilgili âyetleri koymalarının da, söz konusu "Kuran'a Uygunluk" ölçüsünü dikkate alıyor olduklarının bir göstergesi sayılabileceği, kanaatindeyiz.
Sahih Hadis'in bir diğer metin şartı muallel olmamak idi. Hadisteki illeti ve muallel hadisi bilmenin, bu ilimde rüsuh sahibi olmak ile ancak mümkün olacağı, söylenmiştir. Muhaddiste oluşan hadisi tanıma kabiliyet ve becerisi o dereceye ulaşır ki, bir hadiste kimsenin fark edemeyeceği kusurları ve hataları bu melekesiyle fark eder. Çoğu kez de bu kusurlar açıklanamayacak kadar da gizlilik ve kapalılık arz ederler. İmam Tirmizi, Sünen'in sonunda Kitabu'l-İlel başlığı ile İbn Receb'in (795/1393) bu İlel'e yazdığı şerhinde, söz konusu illetin bilinmesi ile ilgili ve önemi hakkında bilgiler vermişlerdir.
Muhaddisler, muallel hadisi izah ederlerken, illetin senette de metinde de olacağından bahsederler. Hadis metnindeki bir illet-i kâdiheyi keşfedecek kadar bu ilimde derinleşen imamların, Kuran-hadis ilişkisini dikkate almadan illet tespit etmiş olmaları düşünülemez. Muhammed Gazali'de bu nokta üzerinde durmaktadır. Bir açık oturumda kendisine yapılan eleştirileri, cevaplarken; sahih kabul edilen hadisleri reddetmekteki gerekçesinin, Kuran nasslarına muhalefetle illetli olmalarını esas aldığını söylemektedir.
Hatib el-Bağdadı (463/1083) Kifaye'sinde, zikrettiği bir kısım hadisleri delil getirerek, Kuran'a uygunluğu savunmaktadır. Bağdadi'nin söz konusu naklettiği hadislerin, sahih olduğu kanaatinde olduğu anlaşılmaktadır. Bu hadisleri arz hadis' i üzerinde durduğumuz kısımda nakledeceğiz. Bu nedenle burada zikretmiyoruz.
Muhaddislerin Hadis'i Kuran'a Arzlarının Örnekleri:
1- Hz. Peygamber'in(as), annesini kabrinde ziyaret edip de onu kendisine iman ettirdiğini haber veren hadisi, Bakara/217 âyetine muhalif görerek reddetmişlerdir.
2- Veled-i zina Cennet'e giremez diyen hadisi, En'am/164 âyetine arz ederek reddetmişlerdir.
3- Dünyanın ömrünü bildiren hadisi, A 'raf/187; Lokman/34 âyetlerine arz ederek reddetmişlerdir.
4- Hızır (a.s)'ın hayatını bildiren hadisi, Enbiya/84 âyetine arz ederek reddetmişlerdir.
Kuran' a arz edilerek reddedilen daha pek çok hadis, mevzuat kitaplarında yer almaktadır. Bu zikredilenlerin, bir fikir vereceği kanaatiyle iktifa ediyoruz.
Bu kısımda, üzerine duracağımız görüşlerin anlaşılabilmesi ve doğru bir şekilde değerlendirmemize yardımcı olması için, bir giriş ile bazı ön bilgilerin verilmesinde yarar görüyoruz.
Daha Hz. Peygamber (a.s) sağlığında, kendisinden sonra meydana gelecek gelişmeler ve bunların neden olacağı fikri ayrışmalar ile hizipleşmelere dikkat çekmiş ve ümmetine nasıl tedbir alacakları konusunda tavsiyelerde bulunmuştur. Sahabe, bu bahsedilen gelişmeleri fiilen yaşamış, Rasulüllah (a.s) adına söylenen pek çok yalan haberlere uydurma sözlere şahid olmuşlardır. Bu tehlikeli akımın durdurulması için Hz. Peygamber'in (a.s) tavsiyeleri doğrultusunda tedbirler düşünülmüş, ilim ehli olanlar bu konuda ölçüler ve kriterler geliştirmeye çalışmışlardır. Hadis usulünde bahsedilen bütün kriterler, Hz. Peygamber'e (a.s) isnad edilen sözlerin doğrusunu yanlışından ayırt etmeye matuf olduğu malumdur. Bu kriterlerden biri olarak da, "Kuran'a uygunluk" prensibi konulmuş ve bundan büyük ölçüde de yararlanılmıştır. Gerek iyi niyetle, gerekse kötü niyetle ortaya çıkan uydurma hadisler karşısında Kuran'ı birincil kriter olarak kabul etmişlerdir İslam’ın bu uzun zaman diliminde karşılaştığı dahili ve harici bir çok tehlikeler karşısında korunabilmesi ve nesilden nesile ulaştırılması, Kuran-Sünnet bütünlüğünün iyi korunması ölçüsünde olmuştur. Bu bütünlüğün korunamaması, uydurma hadislerin ve hurafelerin din içine sızmasına neden olmuştur. Genellikle uydurma haberleri tespitte Kuran'ın ana kriter olmasında bu noktanın tesiri büyüktür. Sonuç olarak; çağımıza kadar olan geçmiş devirlerdeki âlimlerin birçoğu, yukarda zikretmeye çalıştığımız şartlar ve gerekçelerle arz uygulamasında bulunmuşlardır.
Bizim yaşadığımız çağa gelince, bu çağda oluşan İslami tefekkürün ve düşünüşün de arka planını, bir başka ifade ile çağımızın portresinin oturduğu tablonun, fon rengini ve temel karakterlerini belirlememiz gerekmektedir. Nasıl ki sahabe devri arz uygulamalarını, onlarda oluşan Kuran-Sünnet anlayışı çerçevesinde ve o devrin taşıdığı özellikler muvacehesinde değerlendirmeye çalıştı isek, aynen bunun gibi, bütün dünya kültürlerini ve medeniyetlerini, öyle ya da böyle tesiri altına alan, değiştiren, etkileyen, dönüştüren ve kendisine bağlayan Batı medeniyetinin, Aydınlanma ve onu takip eden gelişmeleri de hesaba katmadan yapılacak bir Çağdaş İslami Tefekkür incelemesi ve bu bağlama oturan bir konunun araştırılması sağlıklı olamayacaktır.
İlmi, fenni, teknik, ekonomik, askeri, siyasi, kültürel, v.b her alanda dünya genelinde bir değişimin yaşanmasına neden olan bir medeniyetin, bizim düşünce, inanç ve ilmi araştırmalarımıza olan uzantıları hesaba katılmaksızın, söylenecek her söz hakiki bağlamından kopuk söylenmiş olmak ile ma'lül olacaktır.
Bizim bu ifadeler ile söylemeye çalıştığımız şey, Batı medeniyetini yargılama adına söylenmiş şeyler, elbette değildir. Çünkü burada, böyle bir araştırmayı yapmıyoruz ve konumuz da o değildir. Ancak, "tekniği Batıdan alalım, fakat ahlakımızda, hukukumuzda şarklı kalalım, diyemeyiz. Hatta tekniği, ilmi milletler arası bir fikir piyasasından alalım, fakat sanatımız, felsefemiz, milli olsun hiç diyemeyiz. Böyle bir milletlerarası piyasa yoktur. Ancak çağdaş ve birleşik faaliyetleri olan bir milletler seviyesi vardır.” diye düşünülen bir dünyanın içinde, hadislerin Kuran'a arz anlayışı ve uygulamasının, sahabe ve tabiin devri hayat şartlarında oluşmuş bir anlayış ve uygulamayla aynı olamayacağından hareketle, aradaki farkı göstem1ek istedik. Görülecek farklı anlayışların arka planında hangi oluşumun olduğunu göstermeyi amaçladık.
Felsefi anlamı ile Aydınlanma, dünya genelini tesirine alacak bir yeni medeniyetin başlaması faaliyeti ve değişimidir. Bu değişim, geleneğin taşıdığı bütün değerleri ve geleneğe ait olan her şeyi değiştirmeyi hedeflemiş Ye toptan, köklü bir değişime dünyayı zorlamıştır. Felsefe, ilim, fen, teknik, dünya görüşü, insan ve tabiat kavramları gibi, hemen her şeyi yeniden tanımlamış ve bunu yaparken de büyük ölçüde, din dışı kalmaya, seküler bir bakış açısı taşımaya itina göstermiştir. İnsanı evrenin efendisi ve dünyayı da onun merkezi gören dindar bir hayat anlayışından, insanın da sair tabiat canlıları gibi bir tabii canlı konumuna indirgendiği bir dünya görüşüne ve anlayışına kayılmıştır. Bu yenidünyada artık, insan en mükerrem bir varlık ve yeryüzü de onun için kurulmuş bir mekân değildir. Sonsuz evren içinde, diğer canlılar gibi hayat mücadelesi veren bir yaratıktır. Bundan böyle, gökteki Tanrı'nın yere müdahalesi bitmiş, hâkimiyet gökten yere, Tanrı'dan insana geçmiştir. Artık insanın önünü aydınlatan, Peygamberlerin getirdiği vahiy değil, insanın kendi aklı, doğrunun yegâne ölçütü olan insan aklıdır.
Merkezini dünyeviliğin, din dışılığın, ferdiyetçi-menfaatçi bir dünya görüşünün oluşturduğu bu anlayış, dünyanın değişik bölgelerine o toplumların kendi istekleri ile ihraç edilmiş, bazı bölgeler ise sömürge yapılarak zorla bu modele sokulmaya çalışılmış ve nihâyet, "Batı medeniyeti" terkibi ile özetlenecek çağımızın dünyası, bizim dünyamız, kişiliğimizin, düşüncemizin, her şeyimizin içinde şekillendiği bir dünya kurulmuştur. Biz bu dünyanın çocuklarıyız. Düşüncemizde ve fikri faaliyetlerimizde bu dünyanın izleri vardır.
Bu izlerin tesirini, Kuran'ı anlamamızdan Hadis'i yorumlamamıza, genel din telakkimizden özel dini yaşam anlayışımıza ve tetkikatımıza kadar uzandığını görmek mümkündür. Bu nedenle, çağımız ilim ehlinin eserlerini mütalaa ederken, bu temel nokta daima göz önünde tutulmalıdır.
Bu nedenle çağdaş İslam âlimleri ve Hadis'in Kuran'a arzı konusunu incelerken, çağdaş İslam âlimlerinin yetiştiği, neşet ettiği dünyanın bilinmesi ve göz önünde tutulması gerektiğine inanarak, bu çağın tarihsel oluşumunu kısaca özetlemeye çalıştık.
Bu kısımda görüşlerine başvuracağımız ve araştırmalarını nakledeceğimiz âlimler, Hadis' in Kuran' a arzını, yukarıda belirlemeye çalıştığımız yenidünyanın içinde kendilerine mahsus ve kendi değerleri ve kültürlerine dayanan ve onu esas alan bir dünya kurmak için, "Kuran ve Hadisi yeniden yorumlayarak anlamayı", ilk şart görenler oluşturacaktır. Bu âlimler, Hadis'in Kuran'a arzını, bu bağlamda değerlendirmekte ve ele almaktadırlar. Bu yaklaşımlarını da büyük ölçüde, Sahabe devrindeki hadisin Kuran'a arz mantığına dayandırmak ve onları arz uygulamasına sevk eden amilleri, çağımızda da tespit ederek, o noktayı çıkış noktası yapmak istemektedirler. Bu nokta da; dinin, değişen dünya içerisinde Kuran-Sünnet bütünlüğü çerçevesinde yorumlanarak hayata geçirilmesidir.
Bugün Hadislerin Kuran ışığında anlaşılıp, Kuran'a uygunluğunun yeniden belirlenmesi gerekir görüşüne; artık hadisler yeteri kadar araştırılmış ve tashih işlemi tamamlanmıştır, biz ancak bizden öncekilerin sıhhat derecelerini belirledikleri rivâyetler ile onlara bağımlı olarak amel ederiz denilmemelidir. Bugün için de, Hadis Kuran bütünlüğü aynı hassasiyetle ele alınmalıdır. Zira dün bir problem teşkil etmeyen bir rivâyet, bugün için problem oluşturabilir. Dün problem oluşturmadığı için arz edilmemiş ve bu şekilde bir tashihe tabi tutulmamış bir rivâyet, bugün tutulabilir. İşte bu görüşler, bugün seslendirilen ve Hadis'in Kuran'a arzı çerçevesinde duyulan genel bir söylemdir.
Bu çerçevede zikredeceğimiz görüşleri, dayandıkları temel argümanları vermeye çalışacağız. Bu görüşlerin genel içeriği ortak olmasına rağmen konuyu daha açık bir şekilde gösterebilmek için, görüş sahiplerinin kendi ifadelerini nakledeceğiz. Ortak görüşlere ise referans vermekle yetineceğiz.
Bugün gelinen nokta itibariyle, yeni metodolojilere ve yeni tanımlamalara ihtiyaç olduğu, dolayısıyla geçmiş devirlere kâfi gelen metodolojilerin bizim için eksik taraflarının bulunabileceği, bu nedenle de yeni metodolojiler ile kendi problemlerimizi çözmemiz gerektiği, görüşleri önem kazanmaktadır. Bugün için yeni bir Kuran anlama metodolojisine, Sünnet'i anlama yöntemine, ihtiyaç vardır. O halde, geçmişteki çalışmalardan yararlanmakla birlikte, günümüz ilimlerinden, özellikle sosyal bilimler alanındaki gelişmelerden yararlanarak bunlar oluşturulmalıdır. Bu noktadan hareketle, yeni bir Sünnet tanımı ve metodolojisi geliştirmek amaçlanmaktadır. İslam âleminin birçok yerinde yapılan sempozyumlar ve Türkiye'de son zamanlarda sıklaşan bu kabil faaliyetler, Sünnet'in yeniden tanımlanıp, yorumlanarak, hayata geçişini sağlamayı amaçlamaktadır. Aşağıdaki şemada, yeni bir Sünnet tanımı şekille izaha çalışılmıştır.
Klasik Sünnet Anlayışı Önerilen Sünnet Anlayışı
"Görüldüğü üzere, klasik anlayışta Kuran ile Sünnet bir birinden ayrıdır. Hatta ayrılık klasik görüş tarafından sık sık kullanılan:"Sünnet teşri'de müstakildir", formülünde açık bir şekilde ifade edilmektedir. Hâlbuki bizce doğru olan, Kuran ile Sünnet'in iç içe olduğudur. Daha da doğrusu, Sünnet'in merkezinde-çekirdeğinde Kuran'ın yer aldığı ve Kuran tarafından yönlendirilen bir davranış biçimi -hayat tarzı- dünya görüşü olduğudur. Diğer bir deyişle Sünnet, kendisinin çekirdeğini oluşturan "Kuran'ın -teorik ve pratik açıklama suretiyle- yaşanan hayata bir açılımıdır. Bizce doğru, tutarlı, mantıki ve bu çağın şartlarına uygun olan, Hz. Aişe'nin dile getirdiği ve Şatıbi'nin geliştirdiği anlayıştır. Binaenaleyh, Kuran ile Sünnet bir birinden ayrılmaz bir bütündür. Kuran'ın, Sünnet tanımı ve kavramı içerisinde yer alması zorunludur. Bu sebepledir ki, yapılacak yeni bir Sünnet tanımında Kuran'a mutlaka yer verilmelidir. Aksi takdirde, klasik Sünnet tanımında olduğu gibi, Hz. Peygamber'in ortaya koyduğu model, onun sadece Kuran dışındaki söz, fiil ve takrirlerine indirgenecek olur ise, bir takım hataların ve istenmeyen durumların ortaya çıkması kaçınılmaz olacaktır. Nitekim gerek tarihte, gerek günümüzde ortaya çıkan bu tür pek çok hatanın bulunduğunu görmek mümkündür. Mesela kadının sosyal statüsü, siyasi hakları, boşanma, devlet başkanının Kureyş kabilesinden olma zorunluluğu, recm cezası, daru'l-harbde faizin caiz olup olmaması gibi günümüzde tartışılan, üzerinde yazılıp çizilen birçok konudaki sıkıntılar, Kuran ile Sünnet'in bir bütün halinde ele alınmamasından kaynaklanmaktadır... Nitekim bu sebepledir ki, son zamanlarda bazı İslam Âlimleri -ki bunların sayısı -çok azdır- problemlere yol açtığı görülen bazı hadislere karşı tenkitçi bir tavır takınmaya başlamışlar ve bu hadislere yönelttikleri tenkitleri de -isabetli bir şekilde- Kuran'ı esas alarak geliştirmeye itina göstermişlerdir. Yapılan bu tenkitlerin dayandığı temel varsayım ise, Hz. Peygamber (sav)’in Sünnet’inin Kur’an'a ters düşmesinin mümkün olmayacağıdır.
"Bizim bu tanımda Kuran'a özellikle ilk sırada yer vermemizin iki amacı vardır: a- Sünnet'i uygulamanın yolunun Kuran'dan geçtiğini, b- Kuran dışında yer alan Sünnet' e ait unsurları tespit etmede Kuran'ın temel kriter olduğunu vurgulamaktır. Kuran dışındaki Sünnet'e ait unsurlardan kastettiğimiz, hadislerde ifadesini bulmuş olan ilkelerdir. İşte Sünnet'i ortaya koymaya çalışırken kullanılacak olan bir hadis'in veya hadis grubunun sahih olup olmadığını metin açısından tespit etmede başvurulacak ilk kriterin Kuran olması gerektiğini, Sünnet'i ortaya koymada başvurulacak bir hadis Kuran'a açıkça aykırı olduğu takdirde -isnadı sahih bile olsa- onun sahih olamayacağını, zira mantıken Hz. Peygamber'in herhangi bir söz, fiil, hüküm veya davranışının Kuran' a aykırı olmasının mümkün olmayacağını vurgulamak amacıyla da Sünnet tanımının içinde Kuran'a ilk sırada yer verilmiştir. Kuran'a ilk sırayı vermekle, aynı zamanda Sünnet'in içerdiği ilkeler ortaya konulurken, Hadislerle Kuran'ın bir arada ele alınması gereğine de işaret edilmiş olmaktadır.”
"Kuran'ı Sünnet'in temeli ve Sünnet'i de Kuran'ın bir açılımı olarak gören böyle bir yaklaşım, hem Sünnet' i kabul etmekle Kuran'ın ikinci plana düşeceğinden endişe eden eğilim sahiplerinin endişelerini giderecek, hem de Sünnet'i kabul etmenin Kuran'dan kaynaklanan bir zorunluluk olduğunu kabul ederek, Sünnet'in reddedilmesinden endişe eden eğilim sahiplerinin endişelerini izale edecektir.”
"Aslında Hadisleri değerlendirmede Kuran'ı temel kriter olarak almak, geçmiş İslam alimlerinden birçoğu tarafından da benimsenmiş olan bir yöntemdir. Bugün bize düşen bu geleneği -Yani hadisleri değerlendirmede Kuran'ı temel kriter kabul eden ve başta Hz. Aişe'nin uyguladığı bu yöntemi daha da geliştirerek sistemli hale getirmek olmalıdır.”
Görüldüğü gibi bu görüş Hadisler'in Kuran'a arzını, Sünnet tanımı çerçevesi içerisinde değerlendirmekte ve çözmeye çalışmaktadır.
Bu yaklaşım, Yani hadislerin Kuran'a uygunluğu ve mutlaka Kuran'dan bir asla dayanması gerektiği, hem çağdaş Türk-İslam âlimleri, hem de diğer İslam ülkelerindeki âlimler tarafından savunulmuştur. Önce çağdaş Türk-İslam Âlimlerinin konuya ilişkin görüşlerini vereceğiz, daha sonra da diğerlerinin görüşlerini nakledeceğiz.
"Hilafetin Kureyşiliği" adlı makalesinde Mehmed Hatipoğlu, Hadis'in Kuran'a arzı ile ilgili görüşlerini de belirtmiştir. Söz konusu "İmamların Kureyş'ten Olacağı"nı bildiren Hadisi Kuran âyetleri ile değerlendiren Hatiboğlu, görüşünü şu şekilde ifade eder: "Muhakkak Allah size emanetleri ehline vermenizi emreder.” Âyetinden anlaşılmaktadır ki, işin başına getirilecek kimsede iki şart aranmaktadır. Ehil olmak ve mü'min olmaktır. Âyet, Ey İmanlılar diye başlayıp, ulü'l-emir de sizden şeklinde takyid etmektedir. İslam olmak hiçbir kavmin inhisarında olmadığına, mü'minler ailesine isteyen herkes girebildiğine göre, İslam idarecilerinin her kavimden olabileceği neticesi Kurani bir hakikat olarak tecelli eder." Bu ifadelerinden sonra, İbn Teymiyye 'den (728/1328) söz konusu meseleye ait şu nakilde bulunur: "...Layık ve uygun olanın yerine, kendi ırkından olduğu için' bir Arab'ı, İranlı'yı, Türk'ü veya Rum'u tercih eden, 'Ey İman Edenler! Allah'a ve Peygamber' e hıyanet etmeyin! Bile bile emanetlerinize hıyanet etmiş olursunuz.' âyeti gereğince, Allah ve Rasülü’ne hıyanet etmiş olurlar.”
"Kurani zihniyetin ışığında rivâyetlere değer biçmek durumundayız. Kurani zihniyet ışığında diyoruz, çünkü bu zihniyetin kaynağı elimizdedir ve onu en iyi anlamış ve tatbik etmiş kimse olan Hz. Peygamber'in (a.s) ondan ayrı düşünmüş olması da mümkün değildir. Hz. Peygamber'den (a.s) mervi hadislerin Kuran'ı Kerim' e ibra ettirilmesi diyebileceğimiz bu tenkit usulü, yeni bir şey olmayıp tatbik tarihi bakımından sahabe devrine kadar gider. Mesela Hz. Aişe, sahabe tarafından yanlış anlaşılmış hadisleri düzeltirken, böyle meselelerde Kuran-ı Kerim'in yeterli delil olduğunu beyan etmiştir.”
"Hadis tenkidinde Kuran'ın hakemliğine başvurma yolu İslam âlimlerince benimsenmiş bir keyfiyettir. Hususiyle, ilk iki asırda İslam tefekkür dünyasını meşgul eden siyasi, fikri v.b her türlü meselenin Hz. Peygamber' e (a.s) çözdürülmek istenmesi, ortalığı sayısız rivâyetlerin kaplamasına sebep olmuştu. Bunların tahkik usulünden en tesirlisi, şüphesiz onları, tahrifsiz kalmış bir kaynağın Yani Kuran'ın süzgecinden geçirmektir. Nitekim II/VIII. asrın ilim muhitlerince malum bir rivâyette bu çare, Hz. Peygamber' e şöyle ifade ettirilmiştir:"Size benden bir söz ulaşırsa onu Kuran'a arz edin." Bu ibarenin Hz. Peygamber sözü olmadığı muhakkak ise de. prensip olarak doğruluğunda şüphe yoktur.”
Sünnet'in daima Kurani bir asla dayandığı görüşünün temellendiği ana fikir, Hz. Peygamber'in (as) asla Kuran'a ters düşmeyeceğidir. İşte bu esas, bu çerçevedeki bütün görüşlerin özünü teşkil etmektedir. "Hz. Peygamber'in sözleri sonradan yazılmıştır. Bu nedenle de birçok uydurma sözler ona isnad edilmiştir. Hadislerden yararlanırken çok dikkatli olunmalıdır. Şurasını hiçbir zaman hatırdan çıkarmamak gerekir ki, Hz. Muhammed'in (a.s) sözleri asla Kuran ile çelişmez, Kuran'a ters düşmez. Çünkü onun görevi Kuran'a ters düşmek değil, aksine ona uygun hareket etmektir.”
Salih Akdemir, İlhan Arsel'in; "Şeriat ve Kadın" adlı eserinden kadınlar ile ilgili naklettiği hadisleri sıraladıktan sonra konumuz ile ilgili şu ifadeleri serdetmektedir: "Şurasını hemen belirtelim ki, bu zikredilen ve gerçekten de kadını aşağılayıcı mahiyette olan sözleri, âlemlere rahmet olarak gönderilen Hz. Peygamber'in (a.s) söylemesi asla mümkün değildir. Zira bu sözler Kuran'ı Kerim ile çelişki halindedir. Oysa böyle bir şeyin vuku bulması, Yani Hz. Peygamber'in (a.s) Kuran'a aykırı bir şey söylemesi, asla mümkün değildir. Bu hadisler uydurma hadislerdir.”
Hadislerin Kuran'daki asıllarına dayandırılması görüşünün, Hicri III. yüz yıl muhaddislerinin eserlerine de yansımış olduğunu ifade eden Suat Yıldırım, bu hususu şöyle değerlendirmektedir: " Üçüncü asrın hadis mecmualarının musanniflerine de aynı düşüncenin hâkim olduğunu, bu kitapların tertibinden çıkarmak mümkündür. Bu durum en bariz bir şekilde Buhârî'nin Sahih'inde görülür. Bu eserin hemen her yerinde rivâyet edilen hadisler, Kuran'daki asıllarına rabt edilir. Birçok kitap ve babın unvanını bir âyet teşkil eder. Böylece o kitap ve babta olan hadislerin, baştaki âyetin tefsirinden ibaret olduğu anlatılmak istenir. Aynı durum, daha az uygulanmakla beraber, Müslim, Nesai, İbn Mace, Darimi gibi muhaddislerin mecmualarında da görülür." Bu konudaki diğer görüşler için, dipnotta vermiş olduğumuz kaynaklara bakılabilir.
Çağdaş Müslüman Türk âlimlerinden tespit edebildiğimiz bu görüşleri verdikten sonra, şimdi de İslam âleminin değişik yerlerinde, Hadis'in Kuran'a arzını gerekli gören âlimlerin görüşlerini aktarmaya çalışacağız.
Çağdaş âlimlerin görüşlerini aktarmadan önce yapmış olduğumuz giriş kısmında, belirtmeye çalıştığımız dünyanın içine girdiği yeni değişimden ilk önce etkilenenler, müstemleke ülkeler olmuştur. Başta Hind bölgesinde yaşayan müslümanlar olmak üzere, Mısır, Cezayir- Mağrib Ülkeleri- ve nihâyet Osmanlı Devletinin merkezi durumunda olan Anadolu bu etki alanının içine girmiştir. Hindistan'da Seyid Ahmed Han ile başlayan, modernleşme ve Kuran'ı yeniden yorumlama hareketi giderek bütün İslam coğrafyasına yayılmış ve temsilciler bulmuştur. Kendilerine daha çok modernistler denilen bu âlimlerin, gelenekçi denilen âlimlerden farklı olarak seslendirdikleri düşünceleri, Kuran'ın yeniden anlaşılması ve "asrın idrakine söyletilmesi" idi. Daha sonraları, Cemaleddin Afgani, M. Abduh, Reşid Rıza, M. Akif gibi âlimlerin temsil edeceği bu görüşler zamanla yaygınlaşıp savunulan bir kurtuluş reçetesine dönüşecektir.
Kuran ve Hadis anlayışları ve yorumculuklarını ifadeye çalışacağımız bu âlimlerden en meşhur olanı, görüşlerini ve fikirlerini "el-Mecelletü'l-Menar" adlı dergide yayınlayan M. Abduh ile daha sonra bunları birleştirip, meşhur "Tefsiru'l-Menar"ı meydana getiren Reşid Rıza’dır. Konumuzla ilgili şu görüşlerini veriyoruz: " Kuran'ın zahiriyle çelişen bir hadis veya sahabi sözünün -râvileri ne kadar güvenilir olursa olsun- senedinin sahih olduğuna inanmıyorum. Kötü niyetli olduğu halde dış görünüşüne aldanılarak güven duyulan nice râviler vaniıt. Eğer senetleri açısından tenkit edildikleri kadar metinleri açısından da tenkit edilse, birçok hadis çürüğe çıkacaktır." "Bir metin katı naslara ve olaylara ters düşmüyorsa ancak o zaman senedin sıhhatinden söz edilebilir. Tearuz var ve cem imkânı da yoksa Kuran hadislere mukaddemdir. Yapılan rivâyetlerde kalbi mutmain olmayan bir kimse, kati surette Kuran'ı tercih edip râvilerin hatalı olduklarını kabul etmekten kaçamaz.” Reşid Rıza, M. Abduh'un hayatına dair yazdığı eserinde şeyhinin Sünnet - Kuran münasebeti ile ilgili görüş~erini de bize nakletmektedir: " Hadis ilminde esas, Kuran'ın naslarına muhalefet eden zayıf hadislerin atılması suretiyle, hadisin Kuran için bir açıklama ve yorum kaynağı olarak değerlendirilmesi ve zahiri itibariyle Kuran'la çelişme hissini uyandıran sahih hadislerin, Kuran'a sunulması için içtihat edilmesidir.”
Rasulullah'ın (a.s) Abdullah b. Übeyy b. Selül'ün cenaze namazını kıldırması ile ilgili rivâyetleri, Kuran'a aykırı olması nedeniyle kabul edilemeyeceği görüşünü M. Abduh 'tan nakleden ve kendisinin de aynı görüşte olduğunu söyleyen R. Rıza, "bu mesele Kuran'ın âyetlerine muhaliftir.” demektedir ve arz uygulamasında bulunmaktadır.
İbn Aşur, söz konusu münafık Abdullah b. Übeyy'in cenaze namazı ile ilgili rivâyetlerin Kuran'a muhalif olmadığını izaha çalıştıktan sonra, yine de rivâyetlerin kati asıllar ile çelişmemesi gerektiğini söylemektedir. "Bir haber, şeriatın asıllarına ve Peygamber'in (a.s) getirdiklerine/Kuran'a ters düşer ise, reddi ve iptali vacip olur.”
Kasımi, "Kuran'ı Anlamak" adlı eserinde, Hadis'in Kuran'a arzını amir olan hadis hakkında söylenenleri naklettikten sonra şu mütalaada bulunmaktadır: "Delil olarak ileri sürülen arz hadisi sahih değilse her iki görüşte olanlar için de bunda bir fayda yoktur. Eğer sahih ise veya benzerinin kabul edildiği bir yoldan gelmiş ise, elbette dikkate almak gerekir. Çünkü hadis ya vahiydir veya Peygamber'in Kitap'tan sahih bir vahiyle yaptığı muteber bir içtihadıdır. Her iki takdirde de onda, Allah'ın Kitab'ı ile tenakuz mümkün değildir. O halde her hadiste, arz hadis'inde zikredildiği gibi, Kitabullah'a uygunluk şarttır. Senedi sahih olsun olmasın bu hadis'in manası sahihtir.”
Hadis'in Kuran'a uygunluğu konusunda oldukça önemli fikir ve görüşleri olan bir âlimde, Nedvi'dir. "Tahkiku Ma'na's-Sünne" adlı esrinde konumuz ile ilgili görüşlerini bildirmiştir. Sünnet'i, Kuran'dan Hz. Peygamber'ine (a.s) anladığı ve aldıkları olduğu yaklaşımı ile ele alan Nedvi, bu konuda bir de misal vererek, Rasulullah'ın (a.s) Sünnet'ini Kuran'dan nasıl aldığını göstermeye çalışır. O bu misalle ayni zamanda, hadisler Kuran'a arz edilirken ne kadar dikkatli olunması gerektiğine de dikkatlerimizi çekmiş olur. "Oruç âyetleri nazil olunca sahabe oruç tutmaya başladı. Sonra bir sahabe gelip unutarak yediğini haber verdi. Rasulüllah (a.s) ona orucunun sahih olduğunu ve bu yemenin bir zararı olmayacağını haber verdi. Bu hükmünü de Kuran'ın şu âyetinden alıyordu: "Sizin hata ile yaptıklarınızda size bir günah yoktur. Ancak kalplerinizin niyetlendiğinde günah vardır.” Acaba, hiçbir kimsenin kalkıp da, Rasulullah'ın (a.s) bu fetvasının Kuran'daki oruç âyetlerine muhalif olduğunu söylemesi mümkün müdür? Hâlbuki Rasulüllah (a.s), oruç ile ilgisi olmayan bir âyetten, oruç hakkında hüküm çıkarmaktadır.”
Nedvi'nin, Hz. Peygamber'in (a.s) oruçla ilgisi olmayan bir âyetle oruç hakkında hüküm vermesi nedeniyle arz uygulamasında dikkatli olmanın gerektiğini söylediği bu Nebevi uygulama, bizim arz usulü kısmında çıkaracağımız prensiplerden birine ışık tutmaktadır. O da; Kuran'ın umumi anlam içeren âyetlerinin, her konudaki hadisler için bir asıl olduğudur. Biz de arz uygulamasında, Hz. Peygamber'in (a.s) yaptığı gibi, genel hüküm içeren âyetleri her konudaki hadisler için arza bir mesnet kabul edeceğiz. Nedvi görüşlerini şu şekilde tamamlamaktadır:"Sünnet'in tarihsel olan, Yani sahabe ve Hz. Peygamber" in (a.s) o devirdeki bir takım olaylara bağlı olarak yaşadıkları ve onlardan başkasına sirâyeti olmayan rivâyetlerin zaten konumuz ile alakası yoktur. Ahlaka, hikmete, adaba, nesaiha (nasihatlere) ait şeylerde o türden hadislerdir ki hepsinin asılları Kuran'da vardır. Bir de akaide dair olan hadislerdir, onların zaten temelleri Kuran'dadır."
Sünnet'in anlaşılması ve yorumlanması ile ilgili şüphesiz en önemli çağdaş çalışmalardan ve eserlerden birisi de, Kardavı'nin, "Keyfe Neteamelü Mea's-Sünneti'n-Nebevıyye" adlı eseridir. Bu eser Türkçeye "Sünnet’i Anlamada Yöntem" adıyla çevrilmiştir. Kardavi bu eserinde, Sünnet'in Kuran ışığında ve onun onayı, tashihi ile anlaşılması gerektiğini şu özlü ifadesiyle anlatır:"Kuran'ın muhkem âyetlerine ve açık belgelerine muarız olan sahih ve sabit hiçbir hadis yoktur." Bu görüşünü fakihlerin uygulamalarına da teşmil ederek şöyle demektedir:"Hadis'ten hüküm çıkarmada fukahanın görüşleri, anlayışları ihtilaflı olduğunda en evlası ve en doğrusu Kuran'ın desteklediği görüştür." Bu ifadesinden sonra, fukahanın zekât alınacak mallar konusundaki görüşlerden doğruya en yakın olanın. En'am/141 âyetine uygunluğu yönüyle Ebû Hanife'nin olduğunu söyler.
Kardavi, Kuran" a muarız olan bir Hadis görüldüğünde onu reddetmede aceleci olmamayı tavsiye eder. Kendisinin. Ebû Davud'un rivâyet ettiği: "Kız çocuğunu gömen kadın ve gömülen kız Cehennem' dedir" hadis'inde tevakkuf ettiğini söyler.
Hadislerin Kuran'a arz edilmesi konusunun çağımızdaki en büyük temsilcilerinden birisi hiç şüphesiz, Muhammed Gazali'dir. Gazali, günümüzde problem olarak gördüğü hadisleri, rivâyetine ve tahriç edildiği esere bakmaksızın reddetmiş ve tevakkuf etmeyi de düşünmemiştir. Yayınlandığı zaman Mısır' da infial uyandıran ve tartışmalar ve açık oturumlar düzenlenmesine neden olan eseri, "es-Sünnetü'n-Nebeviyyetü Beyne Ehli'l-fıkhi ve Ehli'l-Hadis" genelde hadis'in Kuran'a arzı ile ilgili bir eserdir. Değişik konu ve mevzularda Gazali, Kuran'a, akla, tecrübeye muhalefeti nedeniyle birçok hadisi reddetmekten çekinmez. Bunların bazılarını şöylece sıralayabiliriz:
Kadının diyetini erkeğin diyetinin yarısı olarak gösteren rivâyetleri Gazali, Maide, 5/45–46 âyetlerine muhalefet dolayısıyla, galiz bir ifade ile ve kızgınlıkla reddeder.” Diyet Kur’an’da erkek için de kadın için de birdir. Kadının kanını ucuz, hakkını basit gören bu yalancı zihniyettir ki, Kitab’ın zahirine muhalif olmuştur.
Gazali, "Müslüman kâfire karşı öldürülmez" Hadis'ini de yine yukarıdaki Maide, 45,46. âyetleri gereği reddetmektedir.
Gazali, Kuran-ı Kerim'i Cibril'in getirdiğini ifade eden Kuran âyetlerinin bütününü sıraladıktan sonra, Buhârî'nin rivâyet ettiği Mi'rac Hadis'inde Şerik tariki ile gelen rivâyetteki, "sonra sarktı ve yaklaştı" âyetindeki yaklaşanın Allah olduğu şeklindeki rivâyeti reddetmektedir.
Gazali'nin vermiş olduğu misalleriyle, eserinin genelinde ortaya koymak istediği tezi; İslam'ın insanlığa tanıtılması ve tebliğ edilmesi yolunda, Müslüman bir davetçinin karşılaştığı zorlukları giderme ve Müslümanlığın anlatım ve anlaşılmasını kolaylaştırmaktır. Bunun için de, Kuran'ın esas alınarak hadislerin tashih edilmesi gerektiğini savunmaktadır. Gazali'ye göre onun bu teklifi şaz bir teklif de değildir. Çünkü bu teklif ve fikir daha evvel gelen büyük imamların birçok sahabenin yolu ve yöntemidir. Bugünün Müslüman’ı bu yöntemi uygulamadan korkmayacak ve cesur davranacaktır.
Bu konuda diğer görüşler için dipnotta vermiş olduğumuz kaynaklara bakılabilir.
"Kuran'a Göre Araştırmalar" adlı eserinde Hüseyin Atay, konumuz ile ilgili görüşlerini gâyet açık bir biçimde ifade etmektedir: "Hadis mütevatir de olsa, yine de Allah'ın sözü olan Kuran'a denk olmayacağını ve Kuran'ın daima tercih edileceğini kabul edenlerden yana olduğumu söylemek istiyorum.", "... Kendi tutumuma gelince, Kuran ana kaynak, Kuran'da olan bir hükümde hadise gitmeye hacet yoktur. Çünkü Kuran' da olan açık hükümler hadisler ile yanlış yorumlanmış, daha doğrusu, önce yorumlanmış ve sonra bu yorumlar hadis sayılmıştır. Sahabenin ve tabiinin sözlerinin hadis sayılması gibi. Uydurma hadisler ile fıkıh ve hadis kitapları hele tasavvuf kitapları hınca hınç doldurulmuştur.", "Hadisler birinci kaynak din kültürü olup, benzerlerine birer örnek teşkil ederler. Kuran'ı anlamaya yardımcı olurlar. Ama Kuran'a ters olamazlar."
Atay, hayız halindeki kadının tavaf yapması ve Kuran okuması ile ilgili rivâyetleri kabul etmemiştir. Bu rivâyetlerin Kuran'da bulunan açıklamalara uygun olmadığını şu ifadeleri ile bildirir: "Kuran'a gittiğimiz zaman, hayız yalnız bir tek şeye engel sayılmaktadır. Kuran, hayzı sadece, cinsi münasebete engel sayılmaktadır.”
Hadislerin Kuran'a uygunluğu ve dinin sadece Kuran'dan ibaret olduğu görüşünü hem yazılı hem de sözlü savunması ile tanınan bir diğer çağdaş âlim de, Yaşar Nuri Öztürk'tür. Daha önceki eserlerinin ona göre tashih edilmesini istediği, "Kuran'daki İslam" adlı eserinden konuyla ilgili görüşlerini nakledeceğiz. .
"Dinin içeriğini, çerçevesini Kuran çizer. Bunun dışında hüküm kaynağı aramak aldanış, kabullenmekse şirktir. Kuran'ın tebliğcisi olan Hz. Peygamber (sav) bu ana kaynağın dışında hiçbir şey söylememiştir. Onun yaptığı, ana kaynağın zaman üstÜ buyruklarına açıklama getirmek ve o buyrukları canlı örnekler ile insan hayatına kazandırmaktır. O halde Hz. Peygamber'e isnad edilen bir söz veya fiil, Kuran'daki buyruklar ile çelişir yahut Kuran'da olmayan bir hüküm kovma durumunda görülürse, o söz veya fiilin, Hz. Peygamber'e isnadı kabul edilemez. Bunun aksini söylemek, Allah dışında din sahibi, koyucusu icad etmek olur ki, bunun Kuran'dan onay alması mümkün değildir. Ne yazık ki Hz. Peygamber'in bu dünyaya gözlerini yumduğu andan itibaren Kuran'ın bu temel anlayışına ters bir gidiş başlamış, ilahi din önce, Arab-Emevi müdahalesiyle yozlaştırılmış, sonraki devirlerde bu yozlaşma, yüzlerce mezhep ve klik tarafından derinleştirilerek ortaya, Kuran'a nisbet i yüzde ellilerin altına düşen bir karmaşık kurum çıkarılmıştır. Bu karmaşık kurumun oluşturulması esnasında Allah Resulüne binlerce yalan söz isnad edilmiş ve bunlar Hadis ve Sünnet adı altında insanlığın karşısına çıkarılmıştır. Bu uydurmalara karşı çıkanları, "hadise" karşı çıkmakla itham edenler olabilmektedir. Biz de bunları Kuran'a karşı çıkmak veya Kuran'ın kontrolünden çıkmakla itham ediyoruz. Sonunda onların savunucusu uydurma rivâyetler, bizim savunucumuz ise Kuran olacaktır. Hz. Peygamber'in Hadis'ine "evet' Hz. Peygamber' e isnad edilen yalanlara "hayır". Bizim imanımız budur. Uydurma rivâyetlere dayanan kurum, Allah'ın tek hüküm sahibi, Hz. Peygamber'in tek mübelliğ olduğu din değildir.”
"Hadisler ve Sünnet konusunda, biz bir keyfiyet olarak Sünnet'e saygı duyar, bağlılığımızı bildiririz. Ancak hadis ve Sünnet'le, hadis ve Sünnet diye ortaya sürülen rivâyetleri eşitlemeyiz. Rivâyeti Kuran süzgecinden geçirir; o süzgeçten onay alanları kabul eder, ötekileri hiç çekinmeden kaldırıp atarız. Allah’ın dinine hizmet ve sadakatin başka bir yolu olduğunu söyleyenlerin samimiyetine de asla inanmayız. Hadisçilerin kendi aralarındaki, sahih, müttefekun aleyh v.s. gibi terimler Allah ölçüsü değildir. Bizi bağlamaz."
Öztürk, "Arz Hadisi" ile de ilgili görüşlerini bildirmiştir. Kısaca onları da burada veriyoruz: "Kuran'dan onay alan söz fiil hadistir, Sünnet’tir. Başımızın üstünde yeri vardır. Kuran'ın filtresinden onay almayan söz ve fiillerse Allah Resulüne (a.s) iftiradır, bizim dünyamızda yeri yoktur. Bu ölçü bizzat Peygamberimiz (a.s) tarafından konmuştur. Buyuruyor ki: Bana isnad edilen sözler çoğalacaktır. Size benden rivâyet edilip de Kuran'a uygun olanlar bendendir. Bana isnat edilip de Kuran'a uygun olmayanlar bana ait değildir."
"Benim mızrabımı vurduğum, parmağımı tuttuğum yer Kuran'dır. Çünkü ben, Kuran'ın dışında kalan şeyin İslam olduğuna inanan bir insan değilim.” Temel argümanı bu şekilde özetlenebilecek olan Öztürk hadislerin Kuran' arz edilmesi gerektiğini savunmakla birlikte, "Arz Hadisi"ni de sahih kabul etmektedir. Bu görüşlerini,"Kuran'daki İslam" eserinde koruyamamış olduğunu da burada belirtmek istiyoruz. Yukarda altını çizdiğimiz ifadelerinde. Kuran dışında hüküm koyan, hüküm getiren hadislerin kabul edilemeyeceğini söylemesine rağmen, kitabında bu kabil hadislerle amel etmiştir. Nitekim aşağıda bunun bir örneğini vereceğiz. Kanaatimizce Öztürk, amel ettiği hadisleri neye göre sahih sayıp onlar ile amel etmiş olduğunu belirtmiş olsaydı, kendi argümanıyla ters düşmeyecek ve daha tutarlı olacaktır. Çünkü amel ettiği hadisler Kuran'a uygun olmakla tashih edilemez. Çünkü kendi ifadesiyle " Kuran'da olmayan " bir hüküm getirmektedir. Şimdi bu ifadelerimizi şu örnek üzerinde göstermeye çalışalım:
"Allah dileseydi, namaz vakitlerini beş olarak belirlerdi. Hiçbir tartışmaya da meydan vermezdi. Ama o zaman CEM imkânı kalmazdı. Bu açık alandan yararlandığı içindir ki, Hz. Peygamber (a.s) CEM imkânını kullanmış, ümmetine örnek olmuştur. Öğle ile ikindi, akşam ile yatsı bir birlerinin vakitlerinde CEM edilerek kılınabilir. Bu cem etmenin önceden belirlenmiş özür kalıplarıyla kayıtlanması da doğru değildir. Müslüman birey, kendi içinde gerek gördüğü durumlarda bu CEM yoluna rahatlıkla gidebilir. Hz. Peygamber'in (a.s) bu CEM'i en rahat zamanlarda bile uyguladığı kesindir. Cem'in yalnızca hac sırasında kullanılacağını söylemek tamamen yanlıştır.”
Namazların cem edilmesinin sadece hac da olacağı görüşü başta Hanefiler olmak üzere birçok fukahanın görüşüdür. Cem ile ilgili hadisleri zayıf gördüklerinden, hem Kuran' ziyade hüküm getirdiğinden, hem de Rasulullah’san nakledilen meşhur Hadis'e muhalif olduğundan amel etmemişlerdir. İşte Hanefiler başta olarak bu şekilde düşünenlerin görüşleri aslında, Öztürk'ün devamlı savunduğu, kendi ifadesiyle mızrabını vurduğu, görüştür. Ancak, yukarda görüldüğü gibi kendi tezine ters düşmüştür. Kendi asıl tezine tam anlamıyla uygun olan Hanefilerin görüşüne de tamamen yanlıştır" demektedir.
Öztürk, Fatiha Suresi'nin son âyetindeki, "Dallin ve Mağdub aleyh" olanların, Hıristiyanlar ve Yahudiler olduğunu söyleyen hadisi kabul etmemiştir ve şöyle demiştir: "Bu söz uydurmadır. Kuran'ın beyanlarına terslik veya ilave anlamında bir sözün Hz. Peygamber tarafından söylenmesi mümkün değildir.”
Miraç ile ilgili rivâyetleri de. Atay ile aynı görüşte olduğunu ifade edip ondan nakleden Öztürk, bunların da Kuran ile çeliştiğini vurgulayarak kabul etmemiştir.
Görüşlerini aktarmaya çalıştığımız çağdaş İslam Âlimlerinin Görüşlerini aktarmaya çalıştığımız çağdaş İslam âlimlerinin arz uygulamaları ve bu meyanda ifade ettikleri görüşlerini değerlendirmek ve bunlardan bazı prensipler çıkarmak istiyoruz. Çağdaş âlimlerin arz uygulamalarında görülen hâkim "Fikri Yön"ü yaşanılan modern çağın tesirinde kalmak ve bu tesir altında arz uygulamasına gitmek olarak ifade edebiliriz. Yaşanılan çağın, dini ve geleneği sorgulamış olması âlimlerin de bu sorgulamayı dikkate almalarını sağlamıştır. Bir taraftan dini anlama ve yorumlama gayretleri, diğer taraftan da yeni hayata intibak çalışmaları, zorunlu olarak Müslümanların karşısına, bir takım problemler getirmiştir. Bu durumda âlimler, Kuran ve Sahih Sünnet'ten oluşan din ile yaşanılmış tarihi İslam'ı bir birinden ayırmak ve değerlendirmek durumunda kalmışlardır. Yaşanmış İslam'ın getirdiği bir kısım tarihsel proplem1er nedeniyle âlimler, her şeyi yeniden Kuran hakemliğinde incelemek ve bize yeni bir hayat modeli oluşturacak prensipleri, Kuran ve Sünnet'ten çıkarmak gayesiyle arz uygulamasını savunmuşlardır. Yeni bir Sünnet tanımı yeni metodoloji arayışı ve Sünnet'in mutlaka Kuran'dan bir asla dayanması gerektiği görüşü, hep bu ihtiyaçtan ve zorunluluktan kaynaklanmaktadır, diyebiliriz. Biz de bu genel yaklaşıma katılıyoruz. Temelini, çekirdeğini Kuran'ın oluşturduğu bir Sünnet tanımıyla mevcut literatür gözden geçirilmelidir. Buradan hareketle şöyle bir prensip çıkarabiliriz: Kuran ve Sünnetlin bütünlüğünü gösterecek yeni bir Sünnet tanımı yapılmalıdır. Bu tanım mevcut Sünnet literatürüne uygulanmalıdır.
Dinin sadece Kuran olduğu prensibinden hareketle yapılan arz uygulamalarına katılmıyor ve bunu çelişkili buluyoruz."Din sadece Kuran'dan ibarettir" ifadesini arz uygulaması çerçevesinde kabul etmek imkânsızdır. Çünkü arz ancak, "dinde Sünnet'te vardır" denildikten sonra işleyecek bir metottur. Bu nedenle, din sadece Kuran'dır diyenlerin arz uygulamaları metot olarak da, sonuçları itibariyle de isabetsizdir ve yanlıştır. Bu görüşe katılmamız mümkün değildir. Sonuç olarak; Arz metodu, Dinin Kuran ve Sünnetten oluştuğunu kabul edenlerin uygulayacağı bir yöntemdir. İlk uygulayıcısını Hz. Peygamber (a.s) olarak kabul ettiğimiz arz metodunda, görmüş olduğumuz bu tarihi gelişimde önemli bir nokta ortaya çıkmaktadır: Arz yöntemi, Sünnetle dâhil olmak isteyen yalan haberlerin ve Hadislerin önünde önemli bir engeldir. Bir Sünnet muhafızıdır.
Arz örneklerini “İsabetli Arz” ve “Hatalı Arz” olarak iki kısımda vereceğiz. Arzın uygulanabilirliğini bu örnekler üzerinde göstermeye çalışacağız.
Bu kısımda zikredilen örnekler, arzın uygulanmaya çalışıldığı ve isabetli sonuçlar veren örnekler ve uygulamalardır.
Ör-1: Kardavi’nin “Tevakkuf ettim, okuduğum şeylerin hiçbirisi benim kalbimi rahatlatmadı” dediği Ebû Davud’un İbn Mes’ud tariki ile rivâyet ettiği şu hadisi arz edeceğiz. Hadis şöyledir:
“Kızını diri diri gömen kadın da, gömülen çocuk da, cehennemdedir.”
Bu hadis, Seleme b. Yezid el-Cufî tarikiyle Ahmed b. Hanbel tarafından ş fazlalıkla rivâyet edilmiştir:
“Kızını diri diri gömen kadın da, gömülen kız da cehennemdedir. Ancak anne İslâm’a yetişir de Müslüman olursa; o zaman Allah (cc) onu affeder.”
Bu hadisle beraber değerlendirilerek arz edilecek bir diğer hadis de şudur:
İbn Abbas naklediyor: Hz. Peygamber (sav)’e müşrik çocuklarının durumu soruldu: “Allah (cc) bilir ama onlar da babalarının amelini işlerler.” Buyurdular. Hz. Aişe’den nakledilen rivâyette “Onlar, babalarına tabidir” buyrulunca; Hz. Aişe soruyor: “Amel etmeden mi?”; Allah (cc) Rasulü de yukarıdaki cevabı veriyor.
Bu her iki rivâyeti de beraberce Kur'ân-ı Kerim’e arz edeceğiz. Çünkü her iki hadiste anlatılan konu, masum çocukların cehenneme gitmeleridir. Bu ortak nokta itibariyle arzı da beraber yapıyoruz.
Azimabadi (1273/1857) bazı âlimlerin bu hadisi ve Hz. Aişe’nin rivâyet ettiği müşrik çocuklarının durumu ile ilgili hadisi, Kur'ân-ı Kerim âyetlerine muhâlif bulmakla mevzu saydıklarını iade eder. Bu iki hadisin tevilleri çerçevesinde özele şu ileri sürülmüştür:
a. Babalarına tabi olarak cehenneme giderler,
b. Aslî fıtrat üzerine öldüklerinden cennete giderler,
c. Ne cennete ne de cehenneme gitmezler, ikisi arası bir yerde kalırlar,
d. Cennet ehline hizmet ederler,
e. Allah (cc)’ın ezeli ilmiyle onların cehennem ehlinin amelini işleyeceklerini bilmiş olması nedeniyle, cehenneme gitmelerinde bir mahzur olmayacağı söylenmiştir.
Bu yaklaşımların, hadisi müdafaa fikrinden kaynaklandığı açıktır. Yapılan tevilleri ve açıklamaların, hadisten daha problemli olduğu açıktır.
Bu hadisleri arz edeceğimiz Kur'ân-ı Kerim âyetleri şunlardır:
“Diri diri gömülen kız çocuğunun, hangi günahından dolayı gömüldüğü sorulduğu zaman”
“Biz kendilerine Peygamber göndermedikçe azap etmeyiz.”
“Onlara korkutucu ve müjdeleyici Peygamberler gönderdik ki; bunlardan bu elçilerden sonra insanların Allah (cc)’a karşı bir hüccetleri kalmasın.”
“Kendisine -cehenneme- her grup atıldıkça cehennem bekçileri sorarlar. Size korkutucu gelmedi mi? Evet geldi. Fakat biz, onları yalanladık.”
Görüleceği üzere bu âyetler ve daha bunlarla aynı anlamda olan diğer âyetler, cehenneme kimlerin gideceğini açıklamaktadır. Bu açıklama çerçevesine yukarıda nakletmiş olduğumuz her iki hadisin de girmediği açıktır.
Tekvir suresindeki âyet “Hangi günahından dolayı onu öldürdünüz?” diye sorulacak buyurmasından dolayı; biz de aynı soruyu sormak sûretiyle arz yapmış olduk. Yapılan arz sonunda bu hadisin kabul edilemeyeceği görülmüştür.
Müşrik çocuklarının babalarına tabı olduklarını bildiren hadis ise, Kuran'ın esaslarına muhalif olmanın yanında, o günkü Hz. Peygamber'in yaşadığı bizzat kendi hayat gerçeklerine de aykırıdır. Zira çoğu sahabenin babaları müşriktir Eğer bunlar çocukken öldürmeseydiler, (babalarına tabi diye) Cehenmem'e gönderilecek olan bu insanlar, hiç de babalarına tabi olmamış ve çok saygıdeğer sahabe olmuşlardır. Eğer babalarına tabi olacaklardı sözü doğru olsaydı, hiçbir sahabenin inanmaması gerekirdi. Realitenin bu hadisi ve anlamını reddettiği bir gerçektir. Kuran'ın mezkûr âyetlerine de açıkça muhalif olan bu hadis'in sahih olması mümkün değildir. Dolayısıyla bu rivâyette arz yapılarak reddedilmektedir.
Burada şu noktanın altını çizmeliyiz; bu hadisler hakkında neden tevakkuf etmediğimiz düşünülebilir. Bunun cevabı; Arz tevakkuf uygulaması değildir. Şâyet tevakkuf edilecekse arz uygulaması yapılamaz. Arz, bir çözümleme ve problemi giderme işlemidir. .
Ör-2- "Veled-i zina Cennet'e giremez”. İle, "Veled-i zina üçü n en şerlisidir." Bu iki hadis de Kuran'ın açık nassına muhalif olduğundan arz yapılmıştır.
Hz. Aişe, veled-i zinanın üçün en şerlisi olduğunu bildiren Ebû Hüreyre'ye. "Allah ona rahmet etsin, o (veled-i zina), Hz. Peygamber' e çok eziyet eden bir münafıktı. Allah (cc) Rasulü bu adamı sordu, onun veledi zina olduğunu söylediler o zaman, "bu üçün en şerlisi" buyurdular. Bu hususi bir kişi için söylenmiş bir hadistir. Yoksa “Kimse kimsenin günahını yüklenmez" âyetine muhalifir, demiştir.
Şayet bu hadis Hz. Aişe'nin açıklık getirdiği gibi özel bir durumu ifade ediyorsa ki, bizim için doğru olan da budur, o takdirde arz için bir neden kalmamaktadır. Ancak. rivâyetlerdeki anlamıyla genel ise, bu hadislerin kabulü imkansızdır.
Bu hadislerin tashihi için yapılmış olan teviller de tutarlı değildir. Zina nedeniyle doğan çocuğun, pis bir meniden olması, dolayısıyla şer ameller işlemesi v.s. gibi yaklaşımların her birisi -bize göre- hadisten daha müşkildir. Bu konuda en güzel açıklama, İbn Ömer'den nakledilmiştir. O'na, bu hadis söylenince O; "Bilakis o, üçün en hayırlısıdır. Çünkü anne baba zina ile günahkâr, bu çocuk ise masumdur." demiştir. Diğer önemli bir yaklaşım da, İbn Abbas'dan nakledilmiştir. "Madem öyle de, neden annesi doğum yapıncaya kadar bekletilmektedir. Anneye recm cezası uygulanmamaktadır? " İbn Abbas' ın bu yaklaşımını Tahavi Hz. Aişe'den de nakleder. Her iki Hadis'in de muhtemelen aynı konuda varid olmuş olmasını ifade etmektedir.
Hattabi, bazılarının bu Hadis'in Kuran'ın âyetleri ile doğrulandığı görüşünü nakleder. Yani, bu hadisler Kuran âyetlerine uygundur denilmiştir. Kuran' da, "Ey Meryem! Ne kötü bir iş yaptın. Baban kötü bir adam değildi, annen de iffetsiz değildi." Yine, "Muhakkak biz Cehenmem için ve Cennet için birçok cin ve insan yarattık.” Bu âyetlerin söz konusu hadisi tasdik ettiği söylenmiştir. Biz, hatalı arz kısmında bu türden yapılan yanlış arzlardan bahsedeceğiz. Fakat burada şunu söylemeliyiz: Görüldüğü gibi bu tür arz, bizim usul kısmında belirttiğimiz, "Kuran'ın bütünlüğünden koparılarak anlaşılmış" bir yoruma dayandığı için isabetsizdir. Ayrıca, Kuran'dan delil getirilen âyetler ile hadisler arasında bir birlik de söz konusu değildir.
Yukarıdaki âyetleri delil sayanlar, "asıl bozuk olunca fer' de bozuk olur" şeklinde bir hüküm bile vermişlerdir. İbn Cevzi, her iki hadisi de, Kuran âyetlerine muhalefetinden mevzuatında zikretmiştir. Fakat "şâyet hadis sahih ise, babalarının günahından değil, nutfenin habisliğindendir. Cennet'e ise nefs-i tayyibe girecektir." demektedir. Hadisleri sahih kabul etmekte ciddi titizliğine ve birçok sahih kabul edilen hadisleri bile mevzu' saymaktaki şöhretine rağmen İbn Cevzi, böyle söyleyebilmektedir. Hâlbuki nutfenin pis olmasının o nutfeden olacak olan çocukla hiç bir ilgisinin olmadığı gayet açıktır. Doğan çocuğun tamamen iradesinin dışında olan bir fiilden dolayı onu suçlu görmek İlahi adalet ile telif edilemez.
Bu konuda yapılmış olan te'villerin mantıki bir yanlışlık içerdiğini de şöylece ifade etmemiz mümkündür: Tek tek bütün veled-i zina test yapılsa ve hepsi de Cehennemlik ameller yapsalar, şakı gibi yaşayıp ölseler. Bu verilerden hareketle, tüme varım metoduyla böyle bir hüküm verilemez. Yani, bu kadar deneyler veled-i zinanın şaki olduğunu gösteriyor, bu hadis doğrudur denilemez. Zira tümevarım güvenilir bir doğru/ama metodu değildir. Ancak, yanlışlanabilir. Yani, kıyamete kadar her veled-i zinanın istisnasız testi gerekir. Bir istisna, bu doğrulamayı iptal eder. Bu nedenle, bu hadisten hareketle veled-i zina konusunda söylenecek her söz, yanlışlanmaya mahkûmdur.
Sonuç olarak, eğer bu hadislerin tek bir münafığın hali hakkında varid olduğunu kesin olarak bilseydik, zaten arzın konusuna girmeyecekti. Ama rivâyetlerden, "genel" bir anlam taşıdığı anlaşıldığı için arz etmiş olduk. Konunun kader ile ilgili olan uzantısını ise, kader konusundaki hadislerin arzı örneklerine bırakıyoruz.
Ör-3: İtikadi hadisler kısmında vermek istediğimiz bir diğer örnek de "İrtidat" konusunda olacaktır. Özellikle günümüzde insan hakları, din ve vicdan hürriyeti gibi konularda oldukça sık bir şekilde konu edilen "Mürtedin Öldürülmesi" konusunda gelen hadisleri de arz edeceğiz. Çünkü mürtedin öldürülmesi konusu, Kuran'ın insan hakları ve özgürlüğü ile ilgili prensipleri ve vermiş olduğu mesajları yönüyle çelişkili kabul edilmiştir.Hatta buna bağlı olarak, Kuran'ın insana hiçbir .şekilde inanç özgürlüğü tanımadığı, tolerans ve hoşgörü içermediği şeklinde iddialar ileri sürmüştür.
Bu konuda nakledilen İbn Abbas hadisi şöyledir:
İkrime anlatıyor: Hz. Ali, İslam dininden dönmüş zındık bir kavme uğradı. Onların yanında bazı kitaplar buldu. Ateş yakılmasını emretti ve onları da kitaplarını da ateşe attı. Bu durum İbn Abbas'a ulaşınca şöyle dedi: "Ben olsam onları, Rasulullah' ın (a.s) "Dinini değiştireni öld ürün" emri gereği onları öldürürdüm. Yine Rasulullah'ın "Allah'ın azabıyla kullarına azab etmeyin" hadisi gereği onları yakmazdım." Tahavi hadisin birkaç tarikini nakleder.
Bütün rivâyet tariklerinde ayni Hz. Ali vak'asını anlatan bu rivâyetlerden anlaşılan, dininden dönenin öldürülmesidir. Ebû Davud konuyla ilgili bir kaç örneği de nakletmiştir. Buhârî de konuyu, Hz. Ebû Bekir'in ehl-i ridde ile harbetmeyi istişare ettiğinde, sahabenin bu hadisi de delil saydıklarını zikretmektedir. Hadislerin genelinden anlaşılan, dinden dönenin öldürüleceği konusunda Hz. Peygamber'in ölüm cezası koymuş olduğudur.
Bu konuda cumhurun görüşünün ehl-i riddenin/dinden dönenin öldürülmesi şeklinde olduğu nakledilmiştir. Hz. Ali'nin mürtedleri yaktığını bildiren hadiste, İbn Abbas'ın "Ben olsaydım..." dediği hadis'in şerhinde, o zaman İbn Abbas'ın Basra emiri olduğu zikredilmiştir. Bu hadisle ilgili üzerinde durulan en önemli ihtilaf konusu, kadın mürteddenin de öldürülüp öldürülmeyeceği noktasında toplanmaktadır. Bu konuda gelen rivâyetler ve tartışmalar çoğaltılabilir. Biz, arz uygulamamız için bu verilenlerin yeterli olacağı kanaatindeyiz.
Hadislerin ana fikrini teşkil eden noktaları şu şekilde belirlemek istiyoruz:
1 - Rivâyetlerin ekseriyetinde zikredilen olaylar, Hz. Ali 'nin hilafeti yıllarında geçmektedir.
2- Hz. Ali'nin uygulamalarının zahiri, bir "irtidat/dinden dönme" olarak görünse de, açık olarak fark edilen, olayın daha çok bir isyan ve anarşi olması ve bunun bastırılması olduğudur.
3- Buhârî'nin Ebû Hüreyre'den rivâyet ettiği hadisten, konunun bir harb ve savaş meselesi olduğu, olayın arka planında, isyan/fesad ve anarşinin bulunduğu anlaşılmaktadır.
4- Bu rivâyetlerden, mücerred dinden dönmeyi anlamak zordur. Çünkü İbn Abbas'ın; "Kim dininden dönerse onu öldürün" şeklinde rivâyet ettiği hadis, Hz. Ali 'ye nakledilince, "Doğru söylemiş" demesi, gariplikler ve kapalılıklar içermektedir. Böyle bir konu, yani "insanın hayatı", nasıl olurda mü'minlere halife olmuş ve ilmi ile sahabe arasında çok yüksek bir mevkii olan Hz. Ali tarafından bilinmemiştir? Müslümanların bütün işlerinden sorumlu olan bir halifenin bu konudaki bir rivâyeti bilmediğini kabul etmek zordur.
5- Hadisenin tarihi arka planına baktığımızda, söz konusu öldürülenlerin dinden dönmüş olma vasıflarının yanında en önemli özelliklerinin, mevcut düzen ve idareye olan isyanları ve baş kaldırmaları olduğu görülmektedir. Meşru devlet bu isyanı bastırmak için harb eder ve öldürür. Herhangi bir yolla bunu gerçekleştirir. Bunda şaşılacak bir nokta yoktur. Çünkü harp anında her şey olabilir. Bugün de olduğu gibi... Ancak, bu harp uygulaması sivil toplumun yaşadığı sulh ortamına da tatbik edilen genel bir dini kaide olarak telakki edilirse, işte o zaman bir problem vardır ve bunun çözülmesi gerekmektedir. Bu çözüm yollarından birisi olarak biz arz uygulamasını öngörmekteyiz.
Hadislerin sahih olarak kabul edildiği bir gerçektir. Yani, rivâyetler isnatları yönünden sahihtir. Fakat bizim kanaatimiz, bu sahih rivâyetlerden alan kaymasıyla, yanlış bir istidlal yapılmıştır. Hüküm bir harp durumunu ifade ediyorken, genel bir kaideye dönüştürülmüştür. Yani, "Kim dinini terk ederse öldürülecektir."
Arz uygulamasına tabı tutacağımız hadisin anlam çerçevesini belirlemeye çalıştıktan sonra, şimdi de kendisine arz edeceğimiz Kuranı esasları belirlemeye çalışacağız.
1- "Onlar kendileri inkâr ettikleri gibi, keşke siz de inkâr etseniz de eşit olsanız isterler. Allah yolunda hicret etmedikçe, onları dost edinmeyin. Eğer yüz çevirirlerse, onları tutun, bulduğunuz yerde öldürün. Onlardan dost ve yardımcı edinmeyin. Ancak sizin ile, kendileri arasına, anlaşma olan bir millete sığınırlar, yahut sizinle savaştan veya kendi mil/etleriyle savaşmaktan bıkarak size baş vuranlar müstesnadır. Allah dileseydi, onları üzerinize çullandırırdı da, sizinle savaşırlardı. Eğer sizden uzak durur, sizin ile savaşmaz, size barış teklif ederlerse, Allah onlara dokunmanıza izin vermez. Diğerlerinin de, sizden kendi milletlerinden güvende olmayı istediklerini göreceksiniz. Ne var ki, fitneciliğe her çağrıldıklarında ona can atarlar. Eğer sizden uzak durmazlar, barış teklif etmezler ve sizden el çekmezler ise, onları yakalayın, bulduğunuz yerde öldürün. İşte onlar aleyhine size, apaçık bir yetki verdik.”
2- Kuran, bir insanın öldürülmesi gereken yerleri saymaktadır. Kısas durumunda ve bir de yeryüzünde bozgunculuk/anarşi çıkarıldığında buna sebep olanların, genel bir sulh ortamının sağlanması için öldürülmelerine izin vermektedir.
3- Kuran, inanıp da sonra dinden dönüp sonra tekrar iman edenleri anlatmaktadır. Bu giriş ve çıkışların onların inançsızlıklarını artıracağını söylemektedir ama öldürülmelerine dair bir şey söylememektedir: "İman edip sonra inkâr edenleri, sonra yine iman edip tekrar inkâr edenleri, sonra da inkârlarını arttıranları Al/ah ne bağışlayacak, ne de onları doğru yola iletecektir.”
3- Kuran, "Dinde zorlama yoktur. Artık doğru yanlıştan ayrılmıştır.” buyurmak suretiyle, inandırmak için kimsenin zorlanmaması gerektiğine dair emir vermektedir. Bu emrin şümulüne hiç inanmamış olanların girmesiyle inanmış olup da tekrar kâfir olmuşların da girmesine bir mani' yoktur. Aksine, bir üstteki maddede işaret ettiğimiz Kuran âyetleri, bilakis dâhil olduğunu ifade etmektedir. Çünkü girmeleri ve çıkmaları anlatıyor. Demek ki bu arada ölüm veya öldürme söz konusu değildir. Çünkü ilk dinden döndüğünde öldürülmüş olsaydı, tekrar girmesi söz konusu olamazdı! Hâlbuki Kuran, "tekrar girmeden" bahsetmektedir. İşte bu âyetlerde ifade edilen durum, sulh ortamındaki durumdur. Ferdi ve vicdani olan inanmak veya dinden dönmektir. Yoksa, isyana dönüşen, müslümanlar için karşıt cephe oluşturan, dini yıkma mücadelesi veren, kısaca harbi bir konuma giren kimseye karşı savaş açılır ve öldürülür ki bu durum, mürtedin öldürülmesinden ayrı bir durumdur. Bu ayrılığı nedeniyle Kuran da bunlar ile -isyancılar- cihad etmeyi ve onların sonu gelinceye kadar mal ile can ile savaşmayı emretmektedir. Bu söylediklerimiz şu âyette gâyet açık bir şekilde ifade edilmektedir: "Sizinle savaşanlar ile siz de savaşın ve aşırı gitmeyin Allah aşırı gidenleri sevmez. Onları her nerede bulursanız öldürünüz. Onlar sizi çıkardıkları gibi siz de onları çıkarın. Fitne/anarşi adam öldürmekten daha şiddetlidir. Mescid-i Haram'ın yanında onlar sizinle savaşmadıkça siz de onlar ile savaşmayın. Şayet savaşırlarsa onları öldürün. Kâfirlerin cezası işte böyledir. Ama vazgeçerlerse onları bağışlayın Allah bağışlayan ve acıyandır. Onlar ile fitne/anarşi son buluncaya ve din Allah (cc)’ın oluncaya kadar savaşın. Vazgeçerlerse bırakın, zalimlerden başkasına düşmanlık yoktur.”
Bu âyetler çerçevesinde söz konusu hadisleri değerlendirdiğimizde, öldürme sebebinin açık olarak: FİTNE veya DÜŞMANLIK olduğunu görebilmekteyiz.
4-Kuran her şeyden önce bir hidâyet kitabıdır. Yani, İnsanlara hidâyet yolunu iman ettirmek suretiyle kazandırmak için gelmiştir. Hz. Peygamber (a.s) de müjdeleyen ve korkutan bir elçidir. Görevi ise "Tebliğ" dir. Bu Kuran'da sıkça vurgulanan bir gerçektir. İnsanları inandırmayı hedefleyen bir din, o dinden şu veya bu nedenle çıkan birine ölüm cezası vermemelidir. Çünkü bu ceza, o dinin asıl hedef ve gayesine terstir. Mürted öldürülünce, hidâyet şansı da ebedi olarak elinden alınmış olacaktır. Bu ise, İslam'ın genel mesajı açısından değerlendirecek olur isek, bir insana yapılabilecek en büyük zulümdür. Zira onu öldürmekle ebedi Cehenmem' e gitmesini kesinleştirmiş oluruz. Hâlbuki yaşasaydı, her an yeniden ebedi bir kurtuluşa erme şansı olacaktır. Bu konuda bu noktanın dikkate alınması gerektiği inancındayız.
5- Bir diğer Kurani esas da, Hz. Peygamber (a.s) için vurgulanan şefkat ve merhamet özellikleridir. Kuran'ın portresini çizdiği Hz. Muhammed (a.s), elinde ateş acımasızca inkârcıları yakan bir şahsiyet değil, aksine elinde nur ve merhametle insanları kucaklayan yüce bir kişidir. O'nda bu merhamet ve şefkat öyle bir safhadadır ki, münafıklığı malum, hakkında âyetler gelmiş olan Abdullah b. Übeyy'in cenaze namazını kılmış ve onun için dua etmiştir. Bu davranışı nedeniyle de Kuran'dan İtab görmüştür. Şimdi bu Kurani tabloda bize resmedilen Hz. Peygamber (a.s), "Kim dinden döner ise onu öldürün" der mi? Zaten Buhari de, "Dinden dönenin tövbeye çağrılması" babında, bizim yaklaşımımızı destekler mahiyette, konunun bir savaş durumunu anlattığı şeklinde hadisler rivâyet etmiştir.
6- Bu rivâyetlerin kabul edilemeyeceğine dair yapmış olduğumuz bu arz uygulamasını teyid eden Hz. Peygamber'in (a.s) şu tatbikatı da bizim kanaatimizi doğrulamaktadır. Asr-ı saadette dinden dönmeler olmuştur.Bu mürted olan sahabiler daha sonra da Müslüman olmuşlardır. Haklarında “mürtedin öldürülmesi” cezası uygulanmamıştır. Örneğin; Eş'as b.Kays, müslüman olmuş. irtidat etmiş ve bir görüşe göre Hz. Peygamber'in (a.s) vefatından önce, bir diğer görüşe göre de sonra tekrar Müslüman olmuştur. Kendisinden hadis rivâyet edilmiştir. Bir diğer örnekte, Abdullah b. Sa'd b. Ebi Serh'dir. Mekke'nin fethinden önce Müslüman olmuş, hicret etmiş, vahiy kâtipliği yapmış ve sonra irtidat etmiştir. Fetihten sonra tekrar Müslüman olmuştur. Hz. Osman'ın valiliğini yapmıştır.
İşte bu Nebevi uygulamalar da bize, ferdi dinden dönmeler konusundaki arz uygulamamızın isabetli olduğunu göstermektedir.
Sonuç olarak diyoruz ki bu rivâyetler, müslümanların varlığını ve birliğini tehdit eden bir isyana ve fitneye dönüşmüş olan mürtedler hakkında, Kuran'ın da bu konudaki açıklamalarıyla uyum içinde olarak, sahih kabul edilebilir. Ancak, ferdi ve sübjektif bir yanılmayla şüphelenmiş ve dinden dönmüş bir kimsenin öldürülmesini içine alacak bir emri bu hadisten anlayacak isek, bu hadis'in sahih kabul edilmesi düşünülemez. Çünkü bu durum, hem Kuran' ın hem de dinin bütününün genel hedefine ve gayesine ters düşer. Bu şekilde anlaşıldığı takdirde, arz usulümüz gereği bu hadis reddedilir. Birinci anlayışla ise, hiçbir problem teşkil etmez, arza da konu olmaz.
Kuran'a arz edilecek bir çok hadisin varid olduğu bir konu da, tergib ve terhib hadisleridir. Bu konuda da bir kaç örnek vermek istiyoruz.
Ör-1: Hz. Aişe'nin de reddetmiş olduğu şu hadis de konumuza örnek olması bakımından önemlidir. Hadis şöyledir:
"Ya Eba Hüreyre! Sen, Rasulullah'tan (a.s) bir kediyi aç ve susuz bıraktığından dolayı kadının azab gördüğünü söylediğini, rivâyet ediyormuşsun öyle mi ?
— Evet ben onu Rasulullah'tan (a.s) duydum.
— Bir mü'min Allah katında, bir kedi yüzünden azab görmeyecek kadar şerefli ve kıymetlidir. O kadın aynı zamanda kâfire idi. Bak ya Eba Hüreyre! Bir daha Rasulullah 'tan (a.s) hadis rivâyet ederken, nasıl rivâyet ettiğine iyi bak !”
Kardavi, Hz. Aişe'yi bu hadisi reddetmekte dikkatsiz olmakla tenkit eder. O kadının, ağzı ve dili olmayan bir hayvana yaptığı bu ameli, onun merhametsiz biri olduğunu göstermektedir. Cennete ise merhametli olanlar gireceklerdir. Hz. Aişe bu noktayı gözden kaçırmıştır. Ayrıca, zina yapan bir kadının köpeği sulamasıyla Allah'ın onu affettiği hadisi de dikkate alsaydı, bu hadisi reddetmezdi, demektedir.
İbn Hacer konuyla ilgili görüşleri nakletmiş, kadının kâfire olması görüşüne ağırlık vermiştir. Nevevi'den de hadisin galat ve zayıflığına dair alıntı yapmıştır.
Hz. Aişe'nin hadisi reddetme gerekçesi de, Kardavi'nin dikkatinden kaçmış gözükmektedir: "O kadın aynı zamanda kâfire idi." Burada azabın gerekçesiyle, merhametsizliğin de büyük ölçüde nedeni olan "küfür" gösterilmiştir. Dolayısıyla, hadis'in problemsiz anlamı şöyle olmaktadır: "Kâfire ve merhametsiz bir kadın, acımadan hapsedip aç ve susuz bıraktığı bir kedi nedeniyle azab olacaktır." Kadın zaten Cehennem'e gidecek, ancak bu davranışı da azabını artıracaktır. Eğer 'kadın kâfire değil ise, bu hadisi kabul etmek zordur. Çünkü Allah yerde ve gökte olanı insan için yaratmıştır. Gerek ihtiyaç halinde, gerekse değişik amaçlar ile insanlar, diğer canlıları öldürmektedirler. Buna Allah izin vermiştir. Kuran bu konuda açıktır. Fakat buradaki durum şu yönüyle biraz farklı, kadın acımadan ve bir maksadı da yokken, onu ölüme terk etti. İnsan olarak acıması gerekirken acımadı.
Kuran, insanların nasıl Cennet'e gireceğini ve yine nasıl Cehennem'e gireceğini açıklamaktadır. Ayrıca, şirkin dışındaki bütün günahları da Allah dilerse affedeceğini de açıklamaktadır. Bu nedenle, birçok sahih hadis kulun günahlarının çokluğuna ve şekline bakmadan tövbe etmesini teşvik etmekte ve Allah'ın bağışlayacağını bildirmektedir.
Görülüyor ki, bu hadis ne diğer sahih hadisler ile ne de Kuran nasslarıyla uyuşmamaktadır. Din, zina eden bir kadını ya değnek cezası verip dövüyor veya recm edip öldürüyor. Dinin ağır bir suç ve günah saydığı böyle bir fiil, çok küçük sayılacak amellerle bağışlandığını söyleyip; " Allah (cc)’ın rahmetinin genişliği " anlatılmaya çalışılırken, diğer taraftan zina gibi bir amelin hafifletilmiş olduğu dikkatten kaçmamalıdır.Biz tergib ve terhibin, biri diğeri aleyhine dengeyi bozmayacak şekilde kabul edilmesi gerektiği kanaatindeyiz. Tabi, diğer dini esaslarla da çelişmemek şartıyla.
Ör-2: Tergib ve terhib konularının içinde örnek olarak vereceğimiz bir hadis de, özellikle nafile ibadetlere teşvik sadedinde gelen hadislerden olacaktır. Bu örnekle, benzeri rivâyetlerin de ayni kategoriye girmesi gerektiğine de işaret edilmek istenmiştir. Hadis "Tesbih" namazı hakkındadır:
"Ey amcacığım Abbas! Sana on özelliği olan bir şey vermeyeyim mi? (Bu mealde bir çok ifadeden sonra) Sen onu yaptığında Allah senin günahlarının öncesini, sonrasını, eskisini yenisini, hataen olanını, kasden olanını, büyüğünü küçüğünü, gizlisini açığını bağışlar (Hadis daha sonra tesbih namazının tarifini yapmaktadır.) Sonundaki ifadeler ise şöyledir: Yapabilirsen bu namazı her gün bir defa kıl. Kılamaz isen her Cum'a bir defa kıl. Kılamaz isen her ay bir defa kıl. Kılamaz isen her yıl bir defa kıl. Kılamaz isen, ömründe bir defa kıl.”
Hadis kendi içinde iki cihetten müşkildir. Birincisi, vaad ettiği sevabın şeklidir. İkincisi de, ifade biçimidir. Bunlar nedeniyle arz uygulaması yapıyoruz. Genellikle fezail-i amal cihetinde gelen rivâyetler de bu tür tergib ifade eden hadisler, önemli çelişkiler içermektedir. Bu babda zikredilen rivâyetlerin Kuran'ın konuyla ilgili getirmiş olduğu gerçekçi vaadleriyle, Sünnet'in genelinde ortaya çıkan reel sevap ve mükafat anlayışı çerçevesinde değerlendirilmeleri gerekmektedir. Fezail hakkındaki hadislerde muhaddisler gevşek (Mütesahil) davranmışlar ve ulema da, bu babda, mevzu olmadıkça zayıf hadislerle amel edilebileceğini söylemişlerdir.
Kuran'ın mü'minlerin amellerine ne kadar sevap vereceği ve onların kusurlarını nasıl bağışlayacağını açıkladığı mesajlarından ortaya çıkan şablonun, hadiste anlatılan mükâfat ve sevap şablonuyla örtüşmediği açıktır. "Kim zerre kadar iyilik yaparsa karşılığını görecek, yine kim de zerre kadar kötülük yaparsa karşılığını görecek” açıklamasında bulunan İlahi bir mesajın, inananlara verdiği bu ölçüye göre, yukarda sayılan; kasden, büyük, açık, önce, sonra v.b. ifadelerde dile getirilen bir af vaadini kabul etmesi ve onaylaması düşünülemez. Diğer bir önemli nokta da; Kuran Müslümanlara farz kıldığı emirlerinde bile karşılık olarak böyle bir mükâfatı bildirmemektedir. İbadetten, cihada, inançtan ihlâsa kadar ne ölçüde Kuranı tebliğ varsa, bütününe bile böyle bir karşılık verilmez ise, "Ömürde bir defa" kılınsa olacak bir namaz için bu kadar vaad kabul edilemez.
Ulemanın insanları nafileye teşvik için gösterdikleri bu müsamaha, sonuç olarak nafileyi farzın önüne geçirmiş ve insanlar beş vakit namazın faziletinden ziyade, bu kabil rivâyetlerde anlatılan ibadetlere iştiyak göstermişlerdir. Bu doğurduğu sonucu bakımından bile bu hadisler kabul edilmemelidir.
Hadisteki ifade biçimi de problemler taşımaktadır. Çünkü ifadelerde vurgulanan günahın şekli için de öyleler var ki, bunların bağışlanacağım Hz. Peygamber'in (a.s) vaad etmesi düşünülemez."Büyüğü, açığı, kasdi olanı..." bu üç ifade içine girecek din içinde o kadar çok günah vardır ki! Bunların bağışlanması bir nafile namaza bağlanamaz.
Ayrıca hadisin bu vaadleri sadece Hz. Abbas'a ait olarak göstermesi de problemlidir. Bütün bunlardan hareketle, en büyük farz ibadetlere bile Kuran'ın ve diğer sahih Sünnet'in vaat etmediği bir sevabı, nafile bir namaza vaat etmesi yönüyle bu rivâyet kabul edilemez. Bu yapmış olduğumuz arz uygulaması hadisin, başında ve sonundaki ifadeler içindir. Yoksa tarifi yapılan tesbih namazı, bizim arz uygulamamıza dâhil değildir.
Bir önceki kısımda isabetli arz çerçevesinde yapılan arz uygulamalarının bazılarından örneklerler verilmiştir. Burada ise, bunun daha iyi anlaşılması, daha bir açıklık kazanması için, hatalı yapılan arz uygulamalarından bahsedeceğiz.
Arz uygulamasında önemli olan nokta, hatalı arz uygulamalarının tespitidir. Bu noktanın önemi, yapılan arz uygulamasının bir açıdan Kur'ân’a ters düştüğünü göstermek mümkün iken, diğer bir açıdan da uygun düştüğünü göstermenin mümkün olmasıdır. Zira bir anlayışa göre Kur'ân’a muhâlif olan bir hadis, bir diğer bakış açısına göre muhâlif olmamaktadır.
Şimdi bazı örneklerle bu noktaya ışık tutmaya çalışacağız:
Ör-1 Hadisten mensuh olanları, hadis kitaplarında rivâyet edilmesinden dolayı hem problem edinmek, hem de onları Kur'ân’a arz etmekte hatalı bir arza neden olur. Hadiste nasih ve mensuh ile ilgili eserinde Ali Osman Koçkuzu, temizlik, ibadet, muamelatla ilgili konularda yüz elli sekiz madde örnek sıralamış ve nesh olan durumları göstermeye çalışmıştır. Bu kısımda zikredilen hadisler nasih olanlarıyla mensuh olanlarıyla halen hadis kitaplarında mevcutturlar. İşte bunlardan mensuh olmuş bir hadisi alıp da, Kur'ân’a arz etmek, hatalı bir arzdır. Örneğin, kadınları da ilgilendirdiği için sık sık söylenen “Namaz kılanın önünden kadın, eşek ve siyah köpek geçerse namaz bozulur”. Bu hadis, İbn Abbas’ın veda haccında safların önünden eşekler ile geçilmesi halinde namazın bozulmadığını bildiren rivayeti ile mensuh sayılmıştır. Hz. Aşie’nin, ben önünde yatardım ve namaz kılardı, rivayeti ile de yine mensuh olduğu söylenmiştir. İşte bu nevi mensuh sayılan hadisleri Kur'ân’a arz etmek de hatalı bir arz uygulamasıdır.
Ör-2: Allah (cc)’ın her gecesinin üçte ikisinden ve ya yarısından sonra dünya semasına indiğini bildiren hadisler, tecsîm ve teşbih içerdiğinden dolayı kabul edilmemiştir. Yine bu meyanda Mirac olayında Allah (cc)’ın Hz. Peygamber (sav)’e yaklaştığını bildiren hadisler de reddedilmiştir. Çünkü Kur'ân’da açıkça Allah (cc)’ın böyle şeyler ile tavsif edilemeyeceği zikredilmektedir, denilmiştir. Söz konusu hadisin bir tanesini vermekle yetiniyoruz:
Ebû Huruyre naklediyor: “Rabbimiz Teala her gece son üçte biri kalınca dünya semasına iner ve şöyle der: Kim dua ediyor, kabul edeyim. Kim istiyor, vereyim. Kim bağışlanmak istiyor, affedeyim.”
“Sonra yaklaştı ve indi” âyeti ile ilgili rivâyet edilen ru’yet hadisleri de aynı gerekçeler ile reddedilmiştir. Yani Allah (cc)’ın gelmek, inmek vb. şeylerden münezzeh olması nedeniyle kabul edilmemiştir.
Hadislerde ifadesini bulan bu tür, teşbihî anlatımlar, kur’an’da mevcut olan teşbihî ifadelere arz edilmelidir. Aksi takdirde yapılan arz uygulamasından yanlış sonuçlar çıkarılabilmektedir. Bu nedenle Kur'ân, Allah (cc) için “Gelme”yi bir teşbihi ifade olarak kullanıyorsa, bir arz yaparken hadisteki “İnme” ifadesini, Kur'ân’daki bu ifadeye arz edeceğiz.
Bu arzın sonucunda:
a. Teşbih yönünden uyum vardır.
b. Lafızların anlamları yönünden uyum vardır.
c. Her ikisinden de anlatılmak istenen Allah (cc)’ın kullarına teveccühüdür ve bu, din dili ile bu şekilde anlatılmıştır.
O halde bu hadislerdeki “İnme” lafzından dolayı onları terk etmek ve reddetmek doğru olmaz. Aksine yapmaya çalıştığımız şekilde bir arz yapılarak, Kur'ân-ı Kerim ile uyum içinde gösterebilir ve bu rivayetler kabul edilirler.
Hadislerin Kuran'a Arz Usûlü olarak yapmış olduğumuz bu çalışmamızda, şu sonuçlara ulaşılmıştır:
Hadislerin Kuran'a uygunluğu ve uygun olması gerektiği temeline dayanan "Arz" metodu, Hz. Peygamber (a.s) tarafından da uygulanmış ve ilk örneği verilmiştir. Hz. Peygamber'den (a.s) sonra sahabe devrinde sıkça başvurulan bu yöntemi sahabenin, doğrudan Hz. Peygamber’den (a.s) almış olduklarını düşünüyoruz. Yani sahabenin arz uygulamaları, onların bulup keşfettikleri ve kullandıkları bir yöntem değil, bizzat Hz. Peygamber'den (a.s) görüp almış oldukları bir yöntemdir. Sahabe içinde bu yöntemin baş temsilcisi Hz. Aişe'dir. O'nun Hz. Peygamber (a.s) ile yakınlığı ve kuvvetli zekâsı dikkate alındığında, bu yöntemi sahabenin hangi kaynaktan almış oldukları daha da açık görülebilecektir.
Sahabe devrinde ihtiyaç halinde uygulanan "Arz Yöntemi", mezheplerin teşekkül devrinde daha sistemli ve metodik bir hüviyetle, mezhep usûlü içinde yer almıştır. Sünnetle/hadisle amelde, Kur'ân-ı Kerim’e uygunluğu esas alan mezheplerin başında Hanefiler, imamların içinde de Ebû Hanîfe gelmektedir. Bu yöntemi ifratla kullanarak hatalı sonuçlara ulaşmış olmalarıyla birlikte, arz uygulayan mezhepler içinde Mutezile'nin önemli bir yeri vardır. Tezimizin ilgili yerlerinde dikkat çekildiği Üzere, arz uygulaması "Anlama" merkezli bir yöntemdir. Bu nedenle de, "re'y" ağırlıklı ve rasyonaliteyi ön plana alanlar daha çok bu yöntemi kullanmışlardır. Bunun aksine, dini kaynaklara (Kuran ve Sünnet), ayrı ayrı otorite ve bağlayıcılık atfeden anlayış, böyle bir uygulamaya olumlu bakmamıştır.
Muhaddisler de arz uygulamasında bulunmuşlardır. Özellikle mevzu hadisin tesbit edileceği kriterlerden biri olarak bu yöntemi kabul etmişlerdir. Ancak yerinde de ifade etmiş olduğumuz gibi, bu yöntemi hadisçiler sadece bu konuda kabul etmemişlerdir. Aksine onlar; te'lif ettikleri eserlerinde "Kitap" ve "Bab" başlıklarına, o konudaki âyetleri almalarıyla, rivâyet ettikleri hadislerin Kuran ile uyum içinde olduğunu göstermek istemişlerdir. Bu uygulamaları da bizi, hadisçiler her ne kadar" Sahih " hadisin tanımı içine; " Kuran'a Uygun Olma"yı bir şart olarak koymamışlarsa da, bu esasın onlar tarafından daima göz önünde tutulup dikkate alınmış olduğu görüşüne sevk etmektedir.
Asr-ı saadet ile başlayan, mezhepler devrinde daha da gelişen bu yöntem son asırlarda hem içerik olarak hem de uygulanma alanı olarak iyice genişletilmiştir. Bu devrede "Arz Yöntemi", geçmişteki misyonunu aynen korumasının yanında bugün İslam'ın hayata taşınıp uygulanmasında ve yorumlanmasında, bize kadar ulaşmış bütün hadislerin ve bu konuda te'lif edilen eserlerin bu yöntemle yeniden gözden geçirilmesi gerektiği noktasına taşınmıştır. Bu yeni yaklaşıma göre, İslami gelenekte oluşmuş olan kanaatlerin tesirinde kalmadan, her türden hadis mecmuasının, Kuran'a göre test edilmesi ve Kuran ile uyumu sağlanamayan rivâyetlerin ise, bu eserlerden ayıklanması gerekmektedir. Bu çalışmanın sağlıklı olarak yapılabilmesi için ise, yeni metodolojiler üretilmesine ihtiyaç vardır."Arz Usûlü" olarak yapılan çalışmalar da bu yeni metodolojide yerini alacaktır.
Arzın tarihi gelişimi noktasında varmış olduğumuz bu sonucu kısacı şöyle özetleyebiliriz: Arz yöntemi, sahabe devrinden itibaren devamlı gelişerek ve kullanma alanında yaygınlaşma göstererek günümüze gelmiş bir yöntemdir. Bu gelişim süreci çağımızın problemleriyle de bütünleşince şimdiki ulaşmış olduğu noktaya gelmiştir. Bizce bu nokta; bütün İslam; ilimler için oldukça önemlidir. Bu noktada yapılacak çalışmaların da, bu nedenle çok daha önemli olduğuna inanıyoruz.
Söz konusu bu yöntemin, hadis olarak delillerinden sayılan "Arz Hadisi" bir çok rivâyet tarikiyle mevzu sayılmış olmakla birlikte, bu konuda varid olan bir kısım zayıf hadislerin ve konuyla ilgisi olan benzeri anlamda sahih kabul edilen rivâyetlerin de olduğunu göstermeye çalıştık. Fakat biz tezimizi bu konuda nakledilen rivâyetin sıhhatine bağlamadık ve geliştirmeye çalıştığımız usulü de bu rivâyetten çıkarmadık.
Bu konuda geliştirmeyi amaçlamış olduğumuz "Usûl"ü, üç ana temel üzerine bina ettik:
a- Konu genel olarak "Anlama" merkezli bir problem olduğundan anlama konusunda, özellikle de "Doğru Anlama" konusunda prensipler çıkarmaya çalıştık. Hem geçmiş İslami ilimlerden, hem de çağdaş sosyal bilimlerde geliştirilmiş olan, "Hermenötik"ten yararlanarak bu konuda esaslar tesbitine gittik. Anlamanın büyük ölçüde öznel ve tarihsel olduğu sonucuna vardığımız bu konuda, bu problemlerin aşılabilme yollarını araştırdık. Vermiş olduğumuz örneklerde de gördük ki, bu yöntemler, metinleri daha doğru anlamamızla mümkün olmaktadır. Tabiı doğru anladıkça da, daha önce dikkatimizden kaçmış olan, Kuran'a uygunlukta da muhalefet daha iyi görülmektedir. Bu nedenle biz, tüm İslami çalışmalarda ve metin okumalarında, bu yöntemlerden yararlanmak gerektiği kanaatindeyiz.
b- Hadisleri kendisine arz edeceğimiz Kur'ân-ı Kerim’in doğru anlaşılması, konumuzun en hayati noktasını teşkil etmektedir. Çünkü elimizdeki bir hadisi, Kur'ân-ı Kerim’in neresine ve nasıl arz edeceğimizin belirlenmesi gerekmektedir. Bu konuda geliştirebildiğimiz kadar prensipler tesbit ettik. Bu tesbit edilen prensiplere ilave kaideler bulunabilir. Vermiş olduğumuz kaideler, isabetli bir arzın hangi Kuran metnine ve anlamına/yorumuna yapılması gerektiğine dair genel bir çerçeveyi çizmeye çalışmıştır. Bu çalışmadan çıkarılacak sonuçlar ile, bizim çizmeye çalıştığımız çerçevenin daha iyi doldurulabileceğini de söylemeliyiz.
c- “Arz Usulü” konusunda önemli bir noktayı da Sünnet'in doğru anlaşılması teşkil etmiştir. Konunun objesi Sünnettir. O halde, Kuran'a arz edilecek hadisi tesbit edebilmek için de kriterler gerekmektedir. Bu noktada da başta hadisi doğru anlamak olmak üzere bazı kaideler çıkarmaya çalıştık. Bu kaideler de geliştirilmeye açıktır. Zira, müstakil çalışmaları istemektedir. Biz tez çerçevemizin sınırlarını zorlamaktan kaçındık; bunun için bu kaidelerin tespitinde sadece verdiğimiz örneklerle sınırlı kaldık. Tamamen yeterli olduğunu söylememiz elbette müümkün değildir. Yapılacak başka çalışmaların bu eksikleri tamamlayacağını ümid ederiz.
Tezimizin örnekler kısmında daha çok isabetli arz uygulamalarına yer verdik ki bu bizim asıl maksadımızdır. Bununla birlikte, hatalı yapılmış birkaç uygulamaya da yer vererek konunun daha iyi anlaşılıp görülebilmesini amaçladık. Verilen örnekler ile gördüğümüz, bu yöntemin iyi geliştirilip uygulandığı takdirde, İslami ilimlerde ve İslami çalışmalarda oldukça yararlı olacağıdır.
Bu çalışmamızın bir sonucu olarak görülmüştür ki “Arz Yöntemi”, Sünnet'i inkâr için bir yol değildir. Aksine bu yöntem, Sünnet'in doğru anlaşılması ve hayata geçirilmesi açısından kendisine başvurulması kaçınılmaz bir yöntemdir. Ayrıca bu yöntem, Hz. Peygamber (a.s) adına dine sokulan onca yalan sözlerden, O'nu (a.s) korumanın da en güvenilir yollarından biridir.
ABDULMUTTALİB, Rifat Fevzi, Şerhu Sahifet-i Hemmam b. Münebbih, Kahire, 1983.
AKBULUT, Ahmet, Nübüvvet Meselesi Üzerine, Ankara. 1978.
ALBAYRAK, Halis , Kur'ân’ın Bütünlüğü Üzerine. İstanbul, 1993.
ALİYYÜLKARİ, Nureddin Ali b. Muhammed, Şerhu Şerhi Nuhbetü’l-Fiker, Beyrut, ty.
ALİYYÜLKARİ, Nureddin Ali b. Muhammed, el-Esraru’l-Merfuat fi’l-Ahbari’l-Mevzuati, Beyrut, 1971.
ALUSİ, Ebû'l-Fazl Şihftbuddın Seyyid Mahmud, Ruhu’l-Meani fi Tefsiri’l-Kur'ân’i’l-Azim ve Seb’i’l-Mesain, I-XXX, Beyrut, 1985..
AMİDİ, Seyfeddin Ebû'l-Hasen Ali, el-İhkam fi Usuli’l-Ahkam, I-IV. Beyrut, 1985.
APAYDIN, H. Yunus,” Hanefî Hukukçuların Hadis Karşısındaki Tavırlarının Bir Göstergesi Olarak Manevî İnkita Anlayışı”, E.Ü.İ.F.D., Ayrı Basım, sayı 8 , Kayseri, 1992.
ATAY, Hüseyin, Kur’ân’a Göre Araştırmalar. I-IV, Ankara, 1995.
ATEŞ Ali Osman, Kur'ân ve Hadislere Göre Cinler-Büyü, İstanbul, 1995.
ATEŞ, Süleyman, Yüce Kur'ân’ın Çağdaş Tefsiri,I-XII, İstanbul, ty.
AVVAME, Muhammed, İmamların Fıkhî İhtilaflarında Hadislerin Rolü, (Çev:M. Hayri Kırbaşoğlu), İstanbul, 1980.
AYNİ, Ebû Muhammed b. Mahmud b. Ahmed,Umdetü’l-Kari bi Şerhi Sahihi’l-Buhârî, I-XII, Beyrut, ty.
AZİMABADİ, Ebû’t-Tıb Muhammed Şemsülhak, Avnu’l-Mabud Şerhu Süneni Ebî Davud, I-XII, Kahire, 1992.
BAĞDADİ, Abdulkahir b. Tahir b. Muhammed el-İsirâinî, el-Fark Beyne’l-Fırak, Beyrut, 1990.
BAGDADİ, Ebû Bekir Ahmed b. Ali b. Sabit el-Hatib, el-Kifaye fi İlmi’r-Rivâye, Beyrut, ty.
BAYRAKTAR, İbrahim, “Metin Tenkidi ve Müşkil Hadisler”, Uluslararası I. İslam Araştırmaları Sempozyumu, İzmir, 1985.
BİLGİN, Beyza, “Kur'ân’ı Anlama Teknikleri Üzerine”, I. Kuran Sempozyumu, Ankara, 1994.
BOLELLİ, Nusreddin, Belağat Arap Edebiyatı Bilgi Teorileri, İstanbul, 1993.
BUHARİ, Alaaddin Abdulaziz, Keşfu’l-Esrar an Usuli’l-Fahri’l-İslami’l-Pezdevî, I-IV, Beyrut, 1994.
BUHARİ, Ebû Abdillah Muhammed b. İsmail, Sahihu’l-Buhârî, I-VIII, İstanbul, 1979.
CANATAN, Kadir, “Gelenek, Din ve Modernite”, Bilgi ve Hikmet, Kış, 1995.
CESSAS, Ebû Bekir b. Ahmed b. Ali er-Râzî, Ahkamu’l-Kur'ân, I-III, Beyrut, 1993.
ÇAKIN, Kamil, “Hadislerin Kur'ân’a Arzı Meselesi”, A.Ü.İ.F.O., XXXIiV, Ankara, 1993.
DERViŞ, Muhyiddin, İ’rabu’l-Kur'ân ve Beyanuhu, I-X, Beyrut, 1994.
EBÛ DAVUD, Süleyman b. el-Eş'as es-Sicistani el-Ezdi, es-Sünen, I-V, Humus, 1969.
EBÛ HANİFE, Nu'man b. Sabit, el-Âlim ve’l-Müteallim, (çev: Mustafa Öz), İstanbul, 1981.
EBÛ YUSUF, Ya'kub b.İbrahim el-Ensari, er-Redd ala Siyeri’l-Evzai, Bevrut, ty.
EBU ZEHRA, Muhammed, Ebû Hanîfe, (çev: Osman Keskioğlu). Konya. 1984.
EBU ZEHRA, Muhammed, İmam Şâfiî, (çev: Osman Keskioğlu), D.İ.B.Y., Ankara, 1987.
EBU ZEHRA, Muhammed, İmam Mâlik, (çev: Osman Keskioğlu) , Ankara, 1984.
EBU ZEHRA, Muhammed, Ahmed b. Hanbel, (çev: Osman Keskioğlu), Ankara, 1984.
GARAUDY, Roger, Yaşayan İslâm, (çev: Mehmet Bayraktar). İstanbul, 1995.
GAZALİ, Ebu Hamid Muhammed, el-Mustasfâ min Usûli’l-İlm, yy., 1312,
GAZALİ, Muhammed, Kur'ân’ı Anlamada Yöntem, (çev: Emrullah İşler), Ankara, 1993.
GÖRMEZ, Mehmet, Sünnet ve Hadisin Araştırılması ve Yorumlanmasında Metodoloji Sorunu, (Basılmamış doktora tezi), Ankara, 1995.
HÂKİM, Ebû Abdillah Muhammed b. Abdullah en-Nisaburi, el-Müstedrek ale’s-Sahiheyn, Beyrut,1990.
HATEMİ, Hüseyin, “Modern Marem ve İslâm’ın Kadına Bakışı”, İ.A.D., I-V., yy., 1991.
HATİBOGLU, M.Said, “Hz. Aişe’nin Hadis Tenkitçiliği”, A.Ü.İ.F.D., XIX, Ankara, 1973.
HEYSEMİ, Nureddin Ali b. Ebî Bekir, Mecma’u’z-Zevaid, I-X, Kahire, 1319.
İBN ABBAS, Abdullah, Mecamu’t-Tefasir, I-VI, İstanbul, 1979.
İBN ABDİLBERR, Ebû Ömer Yusuf, Camiu Beyani’l-İlmi ve Fazlihi ve ma Yenbeği fi Rivâyetihi veHamlihi, I-II, yy., ty.
İBN HACER, Ahmed b. Ali el-Askalani, Fethu’l-Bari Şerhu Sahihi’l-Buhârî, I-XII, Beyrut. 1989.
İBN HACER, Ahmed b. Ali el-Askalani, el-İsabe fi Temyîzi’s-Sahabe, I-IV, Beyrut,1328.
İBN H/NBEL, Ahmed,Müsnedü’l-İmam Ahmed, I-IV, Beyrut;ty.
İBN HAZM, Ebû Muhammed Ali ez-Zahiri, el-İhkam fi Usûli’l-Ahkam, I-IV, Kahire, 1984.
İBN KAYYIM, Şemsüddin Ebî Abdillah Muhammed Ebû Bekir el-Cevzi, İ’lamu’l-Muvakkiîn ‘an Rabbi’l-Âlemin, I-IV, Beyrut, 1991.
İBN KESİR, el-Hafız, Tefsiru’l-Kur’ani’l-Azim, I-VIII, İstanbul, 1984.
İBN KESİR, el-Hafız, el-Bidaye ve’n-Nihaye, I-XIV, Beyrut, 1977.
İBN MACE, Ebû Abdillah Muhammed b. Yezid el-Kazvini, Sünen, I-II, yy., 1975.
KARDAVİ, Yusuf, Sünneti Anlamada Yöntem (çev: Bünyamin Erul), İstanbul, 1991.
KIRBAŞOĞLU, M. Hayri, İslâm Düşüncesinde Sünnet Yeni Bir Yaklaşım, Ankara, 1993.
KIRBAŞOĞLU, M. Hayri, “Müteşabihat Konusundaki Yaklaşımların Değerlendirilmesi ve Yeni Bir Yaklaşım”, Ankara, I. Kuran Sempozyumu, 1994.
KOÇKUZU, Ali Osman, Hadiste Nasih-Mensuh İstanbul, 1985.
KOÇYİGİT, Talat, Hadis Istılahları, Ankara, 1985.
KURTUBİ, Ebû Abdillah Muhammed Ahmed el-Ensari, el-Cami’ li Ahkami’l-Kur'ân, I-XX, Kahire, 1967.
MÜBAREKFURİ, Ebû'l-Ali Abdurrahman b. Abdurrahim, Tuhfetu’l-Ahvezi bi Şerhi Cami’i’t-Tirmizî, I-XII, Kahire, 1993.
MÜSLİM, Ebû'l-Hüseyn Müslim b. Haccac el-Kureyşi, Sahih-i Müslim, (Nevevı Şerhi ile birlikte), yy., ty.
NESAİ, Ebû Abdirrahman Ahmed b. Şuayb b. Ali, Sünen, I-VIII,, (Suyûtî'nin Şerhi ile beraber), Beyrut, ty.
NEVEVİ, Muhyiddin Ebû Zekeriyya Yahya b. Şeref, “Hadisin Kur'ân’a Arzının Problemleri”, I.Uluslararası Sünnet Sempozyumu, İstanbul, 1996.
RAZİ, Ebû Abdillah Muhammed b. Ömer Hüseyn el-Kureşi, et-Tesiru’l-Kebir Mefatihu’l-Gayb, I-XXXII, Tahran, ty.
SABRİ, Mustafa, Şerhu Sahihi Müslim, I-XVIII, yy., ty.
ÖZTÜRK, Yaşar Nuri, Kur'ân’daki İslâm, İstanbul, 1994.
ÖZTÜRK, Yaşar Nuri, “Kur'ân Dininin Evrensel Boyutları”, I. Kuran Sempozyumu, Ankara, 1994.
PEZDEVİ, Fahru'l-İslam, Usûlu’l-Pezdevi, I-IV, (Keşfu'l-Esrar ile beraber), Beyrut, 1994.
POLAT, Selahattin, Hadiste Metin Tenkidi, (Hadis ders notları), Kayseri, 1987.
SEHARENFURİ, Halil Ahmed, Bezlu’l-Mechud fi Halli Ebî Davud, I-X, Beyrut. ty.
SERAHSİ, Ebû Bekr Muhammed b.Ahmed b. Ebi Sehl, Usûl, I-II, İstanbul, 1984.
SUBHİ, Salih, Hadis İlimleri ve Istılahları, (çev: Yaşar Kandemir), Ankara, 1981.
SÜYUTİ, Celaleddin, Tedribu’r-Râvî bi Şerhi Takribi’n-Nevevi, I-II, Kahire, 1966.
ŞA'BAN, Zekiyüddin, İslâm Hukuk İlminin Esasları, (çev: İbrahim Kâfi Dönmez), Ankara, 1990.
ŞAFİİ, Muhammed İdris, er-Risale, Kahire, ty.
ŞAFİİ, Muhammed İdris, el-Ümm, I-VIII, Beyrut, ty.
ŞAFİİ, Muhammed İdris, İhtilafu’l-Hadis, Beyrut, 1986.
ŞİBLİ, Mevlana, Asr-ı Saadet, I-VI, (çev: Ömer Rıza Doğrul), İstanbul, 1974.
TABERİ, İbn Cerir, Cami’u’l-Beyan ‘an Te’vili Âyi’l-Kur'ân, I-XV, Beyrut, 1995.
TİRMİZİ, Ebû İsa Muhammed b. İsa, Sünen, I-V, Beyrut, ty.
ÜNAL, İsmail Hakkı, “Hadisleri Değerlendirmede Akılcı Yaklaşım", Uluslararası i. İslâm Araştırmaları Sempozyumu, Samsun, 1978.
ÜNAL, İsmail Hakkı, İmam Ebû Hanîfe’nin Hadis Anlayışı ve Hanefî Mezhebinin Hadis Metodu, Ankara. 1991.
YILDIRIM, Suat, “Hadis’in Kur'ân’a Arz Meselesinin Kaynakları”, Ankara. 1972
ZEYDAN, Abdülkerim, el-Veciz fi Usuli’l-Fıkh, Amman, 1990.