LaİKLİK ÜZERİNE
Bizim laikliğimiz sizinkinden esnek
" Türkiye'de rejimin "İslami devlet" yönünde değişmesini olası görüyor musunuz?"
Hayır. Ama bu konuda da karar, nihayetinde Türk halkının olacaktır. Yüzde yüz şöyle, yüzde yüz böyle olacaksın diye bir çözüm formülü yok. Dünyadaki birçok toplum laiklik ile dindarlık arasında denge arıyor. Biz de laik bir ülkeyiz, ama din, bizim siyasi yaşamımızda Türkiye'de sahip olmadığı yere sahip. Bu bizi daha iyi ya da daha kötü, daha laik ya da daha az laik yapmıyor; bizi sadece Amerikalı yapıyor. Herkes kendi dengesini kendi yolundan, kendi zamanında bulmak zorunda.(Refahyol döneminde Ankara'da büyükelçi olan Grossman'dan Milliyet yazarı YASEMİN ÇONGAR'a...10 Ağustos 2005 )
Türkiye bazI Avrupa ülkelerinden daha fazla laik
" Modern Türkiye'yi kuran Atatürk 80 yıl önce laik temellere oturttu. Laikliğin güvencesi de Türk ordusudur. Bu açıdan bakıldığı zaman, paradoks ama Türkiye, birçok AB üyesi ülkeden daha az dindardır. Çünkü bu ülkelerin anayasaları Hıristiyan prensiplere dayanır. "Çekoslovak Lider Vaclav Klaus ( İ. Haber :16 Nisan 2006 )
HALUK ÖZDALGA
Tehlikede olan ne? Laiklik mi koltuk mu?
Bazı çevrelere göre Türkiye’de laiklik ciddi bir tehdit altında. Bu endişeyi paylaşanların sığındığı başlıca iki güvence bulunuyor: Ordu ve Batı’nın desteği. Mesela 1990’larda, açık açık, “Bizi Gümrük Birliği’ne alın, yoksa Refah gelir, laiklik elden gider...” diyenler vardı. Şimdi AKP iktidarı AB’yle üyelik görüşmelerini yürütüyor. Bir iddia şu: AKP’nin gizli gündemi var. Laikliği yıkmak istiyor. AB ilişkilerini o amaca ulaşmak için kullanıyor. Yasalara göre suç olduğu için, şimdilik bu amaçlarını gizliyorlar. Ancak, meşru düzeni değiştirmek isteyen örgütler, yasalar tarafından yasaklanan görüşlerini daima şu veya bu şekilde kamuoyuna, hiç olmazsa yandaşlarına ulaştırır. Nitekim Türkiye’de bunu yapan örgütler var.AKP’nin örgütlenmesi de Anayasal düzeni yıkmak hedefine göre değil. O tür partiler, az sayıda, bilinçli ve ulaşılmak istenen hedef doğrultusunda eğitilmiş üyelerden oluşur. Kadrolar, gerektiğinde faaliyetlerini yeraltında sürdürecek şekilde, mesela birbirini tanımayan küçük gruplar halinde yapılandırılır. Buna karşılık AKP, açık ve geleneksel bir kitle örgütlenmesi uyguluyor. Hiçbir ideolojik hazırlığı olmadan, açık kitle örgütlenmesine sahip ve ezici çoğunluğu laiklikten yana seçmenlerden oy alarak iktidara gelen bir parti, laik düzeni nasıl değiştirecek? Ancak, “laiklik tehdit altında” iddiasında bulunanların kanıtlara ihtiyacı yok. Çünkü, iddiaları basit bir varsayım üzerine kurulu: İslam’ın doğası gereği, o gelenek içinden çıkan her akım demokrasi ve laiklik karşıtıdır. Bu aynı zamanda, son dönemde Batı’da giderek güçlenen İslam karşıtı ve Türkiye düşmanı ırkçı çevrelerin de temel varsayımı. Farz edelim bu tahlillerimiz yanlış. AKP (veya bir başka siyasi hareket), hiçbir fikrî ve örgütsel hazırlığı olmamasına rağmen, laik düzeni değiştirmek istedi. Acaba başarılı olabilir mi? Hayır. Çünkü, Türkiye’de laikliğin sağlam ve gerçek güvenceleri var.
Laikliğin en büyük güvencesi: Türk İslam’ı...
Laiklik, Cumhuriyet dönemiyle birlikte ortaya çıkan bir kavram. Ama bir Türk ve İslam imparatorluğu olan Osmanlı’da, Ortaçağ dahil hiçbir zaman devlet, din kurallarına dayalı değildi. Halkın ezici çoğunluğunun İslam’ı da yüzyıllar boyunca, ibadet ve inançla dolu; aynı zamanda ılımlı, pragmatist ve fanatizmden uzak oldu. Osmanlı Beyliği’ni kuranlar, “İslam için savaşan” anlamına gelen “gazi” unvanı taşıyan uçbeyleri idi. Ama beyliklerini din kurallarına değil, kendi örf ve âdetlerine, Asya’dan getirdikleri devlet/yasa/yasak anlayışına göre yönetiyorlardı. Hemen yanı başında bulunan Ortodoks Bizans ile ilişkiler de, beyliğin büyümesi ve güçlenmesini amaçlayan, tamamen pragmatist bir çerçevede yürütüldü.Gelenek, beyliğin bir dünya imparatorluğuna dönüştüğü altın çağlarda da değişmedi. Devlet yönetimi, kamu hukuku ve idarede sultanın koyduğu (daha sonra 19. yüzyılda laik adı verilen) kanunlar geçerliydi. Bu yaklaşım, Kanuni döneminde en güçlü ifadelerini buldu. Avrupalılar tarafından gücü ve görkemiyle algılanarak “Muhteşem” sıfatıyla anılan Süleyman, Osmanlı için Kanuni, yani yasa koyucu idi. Kaybedenlerin aşırı davranışlara kapılması daha kolay olur. Ama imparatorluğun çöküş döneminde de, gazilerin torunu ve İslam tarihinin belki de en pragmatist halifeleri İstanbul’daki sultanlar, çıkış yolunu, içe kapanmada veya aşırılıklara kapılmada değil, yenileşmede ve dünyaya açılmada aradılar. Savaş meydanlarında artık kendilerinden güçlü olduğunu gördükleri Avrupa, Osmanlı’nın dünyaya açılan kapısı oldu. Hiç kimse şu önemli konuda yanlış yapmasın: Cumhuriyet’i kuran önderlerin getirdiği laiklik, Osmanlı’da olanı yok ederek getirilen yepyeni bir uygulama değil, bin yıllık bir geleneğin üzerine oturan yeni kavramın adıydı. O köklü geleneğe rağmen, din kurallarına dayalı bir düzen şimdi nasıl gelecek?Din kurallarına dayalı devlet ve kamu düzeni, demokrasiyle ve çoğulcu toplum yapısıyla bağdaşmaz. Öyle bir düzen demek, demokrasiye son verilmesi, TBMM’nin feshedilmesi demek. Türk ekonomisi son yıllarda dünya ekonomisi ile yoğun bir bütünleşme içine girdi. Modern Türk ekonomisinin din kurallarına bağlı işlemesi olanaksız. Laikliğe son vermek için, çoğulcu kültür ve düşünce hayatına da son verilmesi, yerli ve yabancı tüm özel TV kanallarının kapatılması, özgür basının susturulması, ülkenin giderek renklenen kültür ve sanat yaşamının zapturapt altına alınması gerekecek. Bunlar hayal bile edilemez. Türkiye’nin son yüz yılda yaşadığı siyasal, ekonomik ve kültürel modernleşmeyi, artık hiçbir gücün geri döndürmesi mümkün değil. Cumhurbaşkanlığı seçimlerinin yaklaşmasıyla beraber, laiklik tartışmaları yine alevlendi. Ön saflarda, giderek daha kavgacı bir üslup kullanan CHP lideri Baykal yer alıyor. Önce erken seçim istiyor ve Erdoğan’ın cumhurbaşkanlığına karşı. Baykal’ın erken seçim istemesinin nedeni, hiç şüphesiz, halk iradesi için beslediği hassasiyet değil. Öyle olsaydı, sandıkta elde edemediğini devletin sivil ve askerî kesimlerine dayanarak elde etmeye çalışmazdı. Hesabı basit: Muhtemel bir erken seçim kampanyasını, laikliği “kurtarmak” için Erdoğan veya başka bir AKP’linin Köşk’e çıkışını durdurma kavgası üzerine, tamamen bir laikler-laiklik karşıtları kutuplaşması üzerine kuracak. Böyle bir ortamda, Baykal’a karşı yaygın tepkilerin arka plana itileceği ve “mecburen” oy verenlerin sayısının artacağı bir gerçek. Yine seçimi kazanamayacak; ama %10 barajı altına düşmediği sürece Baykal’ın koltuğu için tehlike az.Yeni Meclis’in açılmasıyla yoğun biçimde gündeme gelecek cumhurbaşkanlığı konusunda gerginlikleri sürdürerek kendisine karşı oluşabilecek gündemi aşması da kolaylaşacak. Baykal’ın kendi açıklamasına göre Erdoğan’ın adaylığına itiraz nedeni ise, eşinin başının örtülü olması değil, laiklikle bağdaşmayan zihniyeti. Başbakan olarak yürütmenin başında ve daha etkili konumda bulunan bir kişi, daha az etkili cumhurbaşkanlığı görevine gelince mi Türkiye’de laiklik tehlikeye girecek?
AKP’li cumhurbaşkanı ile laiklik daha da güçlenir
Eğer Erdoğan gerçekten laik düzeni değiştirmek isteseydi, Başbakan kalmayı tercih etmesi ve bir başka AKP’liyi cumhurbaşkanlığı için desteklemesi en basit mantığın gereği olurdu. Ama bu, tam da Baykal’ın destekleyebileceğini ilan ettiği bir formül! Baykal’ın tutumu, laiklikten çok kendi koltuğuyla ilgili endişelerden kaynaklanıyor. Erdoğan’ın cumhurbaşkanı olmasından sonra yapılacak seçimlerde izleyeceği gerginlik siyasetinin etkisi pek kalmayacak. Seçimlere AKP yeni bir genel başkanla girecek ve büyük olasılıkla yine birinci parti olacak, CHP ağır bir yenilgiye uğrayacak. Mevcut göstergelere göre AKP, CHP’nin iki katı veya daha fazla oy alabiliyor. Üstelik, en güçlü aday görünen Abdullah Gül gibi ılımlı bir isimle aradaki farkın artması, azalması olasılığından daha fazla. Birbirini izleyen iki genel seçimde önce Erdoğan, sonra yeni bir lider yönetimdeki AKP karşısında ağır yenilgi alan, üstelik cumhurbaşkanlığını Erdoğan’a kaptırmış bir Baykal’ın yola devam edebilmesi çok zor. Özenle tertiplediği delege oyunlarına rağmen, koltuğunu terk etmek zorunda kalabilecek.“Önce Erdoğan cumhurbaşkanı, sonra genel seçim” formülü, Türkiye’de laiklik için olmaktan çok, Baykal’ın koltuğu için ciddi bir tehdit oluşturuyor. Bu durum Baykal için en kötü senaryo. Kendi tabiatından kaynaklanan nedenlere ilaveten, hırçınlığın önemli bir nedeni bu. O nedenle Erdoğan erken seçim ve cumhurbaşkanlığı konularında karar verirken, kaderin cilvesi, biraz da Baykal’ın siyasi geleceği hakkında karar vermiş olacak. Pek çok kişi için Erdoğan, cumhurbaşkanı olarak en arzu edilen isim olmayabilir. Bir sosyal demokrat olarak ben de, kendi görüşlerime daha yakın bir cumhurbaşkanı tercih ederdim. Ama konuyu laiklik temelinde bir kavgaya dönüştürmek yersiz ve kimseye faydası yok.Şimdi büyük ihtimalle bir AKP’li Köşk’e çıkacak. İslami gelenekten gelen bir cumhurbaşkanını taşıyabileceğini kanıtlayan Türkiye için uzun dönemde sonuçlardan biri, laikliğin daha da güçlenmesi olacak. Baykal, böyle uzun erimli sonuçları düşünerek belki biraz huzur bulabilir! AKP’nin seçimleri kazanarak tekrar iktidar olması da, özellikle son günlerde kamuoyuna giderek daha çok yansıyan yolsuzluklara karşı ikna edici bir tavır alınabilirse, yüksek bir olasılık. O durumda Türkiye, 2007-2012 arasında, 1950’lerden beri görmediği bir iktidar dönemini yaşayacak: Aynı partiden bir cumhurbaşkanı ve hükümet. Böyle bir durum, uzun süredir kendini çürümeye bırakmış merkez sağ ve merkez soldaki gelişmeleri hızlandırabilir.Sosyal demokratlar için sadece yeni bir liderlik değil, bugün Baykal tarafından temsil edilenden tamamen farklı yeni bir zihniyet de gerekiyor. Bu yenilik, eski bir temel üzerinde olmak zorunda: Meşru olan tek demokratik siyaset, seçmenin oyu alınarak yapılandır. Bunun kabulü, önce halka güveni getirecektir. Daha sonra, Türkiye’nin dünyaya açılmasından korkmaktan; devletin sivil ve askerî kesimlerini sahip olmadıkları görevlere teşvik ederek iktidar aramaktan; yerel yönetimlerin güçlenmesine muhalefet etmekten; Kürt sorunu dahil her konuda demokrasinin genişlemesine karşı durmaktan vazgeçmeyi getirecektir. Bu ülkenin seçmeni şimdiye kadar hiç büyük bir hata yapmadı. O nedenle, bugün Baykal’ın temsil ettiği siyasetin Türkiye’nin geleceğinde yeri olmayacağını güven içinde söyleyebiliriz. O nedenle değişim gerekiyor. * ( CHP PARTİ MECLİSİ VE MYK ESKİ ÜYESİ ) Zaman : 17.05.2006
ABDURRAHMAN DİLİPAK
“... Laiklik olmadan Cumhuriyet, Cumhuriyet olmadan Demokrasi olmaz.” Bu saçmalığı kim uydurdu ise, birileri mal bulmuş aç adam gibi sarılıyor bu lafa.. Bu adamlar İngiltere, Hollanda, Belçika gibi ülkelerde Cumhuriyet olmadığını bile bilmiyorlar herhalde.. Ve tabii Avrupa’da tek laik ülkenin Fransa olduğunu bile bilmiyorlar. Hatta Fransa’nın eski Almanya’dan alınan topraklarında da laiklik geçerli değil. Mesela AİHM’nin bulunduğu Strasbourg, laik kurallarla yönetilmez. Yani Fransa’nın tamamında bile laiklik geçerli değil.. Ve bugün AB’nin geleceği tartışılırken Fransız usulü laiklik de tartışma konusu..
Bunlar laikliği din devlet ayrılığı sanırlar. Laikliğin objesinin kilise-devlet ilişkisi olduğunu bile bilmezler. Laikliğin anlamını da bilmezler. Laiklik ilkesinin nasıl kabul edildiğinden de habersizdirler. Ne Sivas kongre zabıtlarını görmüşlerdir, ne Erzurum kongresi zabıtlarını ve ne de Kuvayı Milliye ruhunu temsil eden 1. Meclisin kimlerden oluşup nasıl açıldığından haberleri vardır.
Daha önce de yazdım. CHP’lilere sorun bakalım, “Cumhur” ne demektir.. “Cumhur”a verdikleri anlamla Cumhuriyet Halk Partisi’ni nasıl tercüme ettiklerini sorun bakalım. Bocalayacaklardır. İnanın bunların çoğu Demokrasi ile Cumhuriyet arasındaki çelişki ve ilişkiyi bile bilmezler. İşin kötü yanı bilmediklerini de bilmezler..Önümüzdeki günlerde, eşitlik ilkesine aykırı “Atatürkü Koruma Kanunu”nun da kaldırılması gerek. Hiç kimseye hakaret edilmesin. Kime olursa olsun hakaret eden cezalandırılsın. Özel bir kanuna gerek yok. Hem bir “Milli Kahraman” nasıl özel bir kanunla koruma altına alınabilir ki?
Herkes Atatürkçü olmaya zorlanarak nasıl bir çoğulcu toplum olabilirsiniz.. Hem devletçiliğe yemin edecek, hem de “özelleştirme idaresi”nin başında olacaksın.
Bu komik durumdan kurtulmamız gerek artık.Birileri bu tartışmalarla aklınca ön alıyor. En ufak meseleleri bile abartarak, bu konuların gündeme gelmesini engellemeye çalışıyorlar.
Bunlar Milli Eğitimi, tek tip insan yetiştiren insan haraları olarak görürler. Okul onların gözünde resmi ideolojinin misyonerlik merkezi gibi bir şey.. “Biyonik robotlar” yetiştirmeye çalışıyorlar. Amaaaan. İşimiz yok bir de bunlarla uğraşıyoruz.. Hepsinin temelinde cahillik ve sevgisizlik var. ( 10.08.2003 : VAKİT )
MEHMET ŞEVKET EYGİ
"... Sayın Ekşi siz hangi laikliği sayıklıyorsunuz?Türkiye'de laiklik falan yoktur.Bizdeki sistem "Devlet dini" sistemidir.Dünyadaki ciddî ve büyük devletler içinde gerçekten laik olan tek devlet Fransa'dır. Orada:
– Katolik kilisesinin liseleri vardır. Devlet, kendi bütçesinden onlara para ödemektedir.
– Müslümanların ve başka dinlere mensup olanların özel okullar, liseler, üniversiteler açmasına izin verilmektedir.
– Bütün Fransız üniversitelerine başörtülü Müslüman kızlar serbestçe gidip okuyabilmektedir. Bazı sürtüşmeler olsa da, liselere de gidebilmektedir. Fransız Danıştay'ı başörtüsü lehinde karar vermiştir.
Sayın Ekşi! Ülkemizde, hakları Lozan andlaşması ile uluslararası garanti altına alınmış Rum, Ermeni azınlıklarının kendi okulları bulunmaktadır. Çoğunluğu teşkil eden Müslümanlar niçin özel din liseleri, din üniversiteleri açamıyorlar?Açamazlarmış... Çünkü Müslümanlar böyle okullar açarlarsa Türkiye'deki Mason, Sabataycı saltanat ve hakimiyet tehlike altına girermiş... Dünya ülkeleri ve devletleri içinde biz mi daha demokratız, yoksa İngiltere mi? İngiltere'de:
– Devlet ve millî Anglikan kilisesi birdir. Kral veya kraliçe hem devletin, hem de kilisenin başıdır.
– Orada en az beş milyon Müslüman yaşıyor. Orada başörtülü Müslüman kızların ilkokuldan üniversiteye kadar dinî kıyafetleriyle tahsil yapması serbesttir.
– Londra emniyeti son bir karar aldı ve Müslüman emniyet memurlarının sarık sarmalarına
izin verdi. Bundan haberiniz oldu mu? (Bu haber Hürriyet'te çıktı!) Siz, olmayan bir
laikliğin korunması için feryat edip duruyorsunuz.... "( 12.08.2003 : MİLLİ GAZETE )
HAYRETTİN KARAMAN
Cumhurbaşkanı ve yüksek rütbeli askerler çeşitli vesilelerle yaptıkları konuşmalarda, aynı kitaptan okumuş ve ezberlemişçesine "aklın ve bilimin ışığında yürümekten", "dogmalardan uzak kalmaktan" söz ediyorlar. August Comte da "insanlığın içinden gelip geçmekte olduğu üç dönem, üç halden" bahsediyor: Mitoloji çağı, din çağı ve bilim çağı. Yani insanlar artık mitlere ve dinlere değil, bilime yönelecek, aklı ve bilimi rehber edinecekler. Bu filozofun felsefesine "pozitivizm" deniyor ve yalnızca bir düşünce, tartışmaya açık bir tanım ve tespit olmasına rağmen birçok kişi onu "dine karşı bir ideoloji, adeta bir beşeri din" yerine koyuyorlar. Halbuki felsefe tarihine baktığımızda pozitivizmin tarih olduğunu, gerek akıl ve gerekse bilimin -özellikle de insan bilimlerinin- güvenilirliği konusunda çok önemli ve sarsıcı tenkitlerin yapıldığını, modernizmin "vahiy kaynağı" olan aklın saltanatının iyice sarsıldığını, bilimin de yalnızca kendi alanı içinde mütevazı bir konuma yerleştiğini görüyoruz. Bütün dünyada insanların önemli bir kısmı yeniden bir "dine dönüş" yaşıyorlar. Aklın ve bilimin (söylenmese de aynı zamanda beşeri duygu, güdü ve ihtirasların) rehberliğinde ilerleyen ve hak din ile sağlıklı ilişki kuramayan insanlık "bilimin rehberliği çağı"nda iki cihan savaşı yaşadı, iki şehrin ahalisi toptan atom bombası ile imha edildi, globalleşen dünyada bu imkanı kendi (ulus, şirket, gurup...) menfaati için kullanmak isteyenler dünyayı bir anarşi ve terör tufanına hazır hale getirdiler.
Önemli mevkilerden seslenen şahıslar halkımızı "bilime ve akla" çağırıp "dogmalardan uzak durun" derken dini ve onun rehberliğini nereye koyuyorlar. Dogma kelimesi inancı ve nassı da kaplıyor; dinler ise inançsız ve nassız (kutsal metinsiz) olmaz; asker sivil halkımız "neden uzak duracaklar", dinden mi? Akıl ve ilim kendi alanlarında zaten rehberdir ve din de onların kendi alanlarındaki rehberliğine karşı çıkmaz, ama hangi akıl, hangi bilim insanlara din konusunda rehberlik edecek? Allah'ı, vahyi, ibadeti, haramı ve helali, ahireti, insanlığın nereden geldiği ve nereye gitmekte olduğunu insanlara "matematik, fizik, kimya, sosyoloji, psikoloji, antropoloji, jeoloji, astronomi... mi öğretecek, bu konularda sağlıklı ve maksadı hasıl edecek bilgi bu bilimlerde var mıdır? Bizim dinimiz aklı ve bilimi reddetmiyor, aksine teşvik ediyor; ama her biri kendi yetki alanında kalmak şartıyla. İslam'ın rehberliği bu millete hangi zararları verdi de üstü kapalı da olsa bu rehberliğe karşı çıkılıyor ve uzak durulması isteniyor! Eğer maksat din değilse, dinin sağlam nasları değilse, "dogma"dan, "akla ve bilime aykırı bile olsa tartışmasız kabul edilen inanç" kastediliyorsa bunun açık olarak ifade edilmesi ve kafalarda karışıklık, gönüllerde daralma yaratılmaması daha uygun olmaz mı?
Bu yazıyı içinde cevabı da bulunan bir soru ile bağlamak istiyorum:
Askerlerimiz ölüme giderken "Allah Allah" derler, meşru ve kutsal vazifelerini yaparken hayatlarını kaybederlerse "şehit" olurlar. Hem Allah, hem de şehadet, aklın ve bilimin değil, dinin okoyduğu, açıkladığı kavramlardır, varlıklardır; şu halde askerimizin de -yerinde ve alanında- rehberi Allah'tır, şehadettir; yani dindir ve din "asla uzak durulması gereken bir dogma" değildlaiklikuzerineir. ( 29 Temmuz 2005 YENİ ŞAFAK )
YUSUF KAPLAN
Türkiye'nin laik elitlerinin basireti bağlandı: Elitlerimiz, "laiklik elden gidiyor" söylemlerini sıkça ve daha yüksek sesle telaffuz eder hâle geldiler. Örneğin CHP lideri Deniz Baykal, son haftalarda sık sık ve dozajını artırarak, "Türkiye adım adım İslâmîleştiriliyor; Türkiye'nin laik kurumları yok edilmeye, etkisizleştirilmeye çalışılıyor" diyecek kadar gerilimi tırmandıracak ve kendisine yakışmayan kışkırtıcı ve son tahlilde insanın nutkunu kesen, aklını durduran sığ ve kavgacı bir dil kullanıyor. Bugüne kadar, "irtica tehlikesi"nden sözedilirdi, "Türkiye'nin İslâmîleşmesi" gibi bir tehlikeden ilk kez sözediliyor. Oysa asıl tehlikeli olan şey, bu dil.
Elden giden şey, laiklik değil, Türkiye.
Türkiye elden gidiyor; çünkü bu toplumun İslâm'la ilişkisini her düzeyde ve her düzlemde sakatlayacak ve hatta sıfırlayacak sefih bir seküler ve neo-pagan kültür hem eğitim kurumları, hem de özellikle de medya aracılığıyla hızla yaygınlaştırılıyor. Türkiye'deki eğitim sistemi, Batı'da olduğunun tam aksine, bu ülkenin çocuklarının özgüven sahibi olmalarını ve geleceğe güvenle bakmalarını sağlayabilecek bir kültür, tarih, medeniyet ve dolayısıyla kimlik şuuru vermiyor. Tam tersine bu şuuru yok ediyor: Çocuklarımızı kendi kültür, tarih ve medeniyetlerine yabancılaştıran, her şeye yabancı, Batılı, ortyantalist gözlerle ve gözlüklerle bakan, böylelikle özgüvenlerini yerle bir eden laik, Batılı ve Batıcı bir eğitim sistemi hâkim Türkiye'de. Bu çarpık eğitim sistemi, genç kuşaklarımızın yönsüz, özgüvensiz, kişiliksiz, kimliksiz, ruhsuz, idealsiz, iddiasız, aşağılık kompleksiyle malul, her şeyin Batı'da olduğunu vehmeden, her bakımdan Batılılara özenen ve sonuçta ilk fırsatta soluğu Batı'da almaları gerektiğine inandıran bu ülkeye yabancılaşmış insanlar olarak yetiştiriyor.O yüzden, Anadolu'daki şehirlerin kültürel dokusu, laik üniversiteler tarafından allak bullak ediliyor. Türkiye'nin gençlerinin, onlara kimlik, kişilik, ideal ve iddia kazandıracak yegane kaynak olan bu ülkenin kültür, tarih ve medeniyet birikimiyle irtibatlarının koparılması, bu tarihi, kültürü ve medeniyeti mümkün kılan İslâm'la ilişkilerinin handiyse sıfırlanması, Türkiye'nin önündeki en büyük tehlikedir.Çünkü İslâm'la ilişkileri kopan bir kuşak, bu ülkeye, bu toprağa bağlı kalmasını mümkün kılan zemini ve ruhu yitirecektir.
Laik kültür, bu ülkenin çocuklarının, zihinsel olarak, kültürel olarak, anlam ve sembol haritaları bakımından Batılılaşması, Batıya teslim olması ile sonuçlanacaktır. Bu topraklarda bizim varolmamızı mümkün kılan kültür, laik Batı kültürü değil, İslâm kültürüdür. Laik Batı kültürünün bu ülkenin geleceğine, geleceği demek olan genç kuşaklarına hâkim olması demek, uzun vadede bizim bu topraklarda Müslüman olarak iddia, söz ve dinamizm sahibi olma özelliğimizi yitirmemiz demektir. Asıl tehlike budur. Türkiye'nin elden gitmesine, Türkiye'nin Türkiye olarak varolmasının anlamını yitirmesine yol açacak asıl büyük tehlike, bu toplumun genç kuşaklarının İslâm'la ilişkilerini sıfırlayacak bu hastalıklı sürecin içine fırlatılmamış olmamızdır.
Ama Türkiye'nin elden gitmesine zemin hazırlayacak en büyük tahribat ve yıkımı, adına Türk medyası denen ama bu toplumun idealleriyle, iddialarıyla, ruhuyla zırnık kadar irtibatı ve ilişkisi kalmayan, zaten birincil görevi bu idealleri, iddiaları ve ruhu yok etmek olan Türkiye'nin laik medyası yapıyor.Türkiye'deki laik medya, köleleştirici, neo-pagan, seküler ve popüler Batı kültürünü, idollerini, hayat tarzını hızla yaygınlaştırıyor. Toplumu, özellikle de genç kuşakları, İslâm'dan hızla uzaklaştırıyor; kimlik bunalımlarının, varoluş bunalımlarının, cinsel bunalımların, uyuşturucunun, hedonizmin, nihilizmin eşiğine fırlatıyor.
Evet, durum, sanıldığından da vahim. Türkiye'nin geleceğini, güvenliğini ve varlığını tehdit edecek kadar vahim. Bu toplumun İslâmî duyarlıklarının dinamitlenmesi, sığ, seküler, neo-pagan, yabancılaştırıcı, uyuşturucu Batı kültürüne mahkûm ve teslim edilmesi, bu toplumun önce Batılıların karikatürü, sonra da kölesi hâline gelmesiyle, dolayısıyla kişiliğini, kimliğini, ideallerini ve iddialarını yitirmesiyle ve sonuçta her bakımdan tefessüh eden bu toplumun ve ülkenin içerden teslim alınmasıyla sonuçlanacak. Türkiye'de laiklik elden gitmiyor. Aksine laik eğitim sistemi ve laik medyamız, Türkiye'nin genç kuşaklarının İslâm'la ilişkilerini güçlendirmek, onlara güçlü ve köklü bir tarih, kültür ve medeniyet şuuru, kimliği, iddiası ve ideali kazandırmak yerine, onların kültür, tarih ve medeniyet şuurlarını ve ideallerini yok ederek İslâm'la ilişkilerini sakatlamakla ve onları kimliksizleştirecek, idealsizleştirecek, iddialarından vazgeçirecek kadar seküler neo-pagan Batı kültürünü, fikirlerini, hayat tarzını, sembollerini, idollerini yüceltmekle ve benimsetmekle Türkiye'nin elden gitmesine yol açacak o kaygan zemini hazırlıyorlar. Ama ne yaptıklarının farkında değiller. Asıl tehlike bu. Ayrıca PKK, laik bir terör örgütüdür. İslâmcı hiçbir hareket, bu ülkeye savaş ilan edecek, bu ülkeyi bölecek, Batılılara peşkeş çekecek kadar sapıtamaz. Bunu öğrenin artık.
Oysa Batılıların da iki asırdan bu yana dize getiremedikleri, fiilen işgal ederek teslim alamadıkları ama bu toplumda olmasını, gerçekleşmesini, nihâî olarak hayata geçirilmesini istedikleri şey tam da bu değil mi? Bu toplumun iddialarının, ideallerinin ve ruhunun bitirilerek, içerden teslim alınması değil mi? ( 1 Ağustos 2005 YENİ ŞAFAK )
ÖMER LÜTFİ METE
Gözbebeğimiz ordu adına konuşan Kara Kuvvetleri Komutanı Yaşar Büyükanıt'ın ' tehdit değerlendirmesi' de böyle bir çıkmaz yaşatıyor mu insana? ' Birinci tehdit irtica, ikincisi bölücü terörü' diyebilecek kadar ürkütücü, şaşırtıcı ve akıl almaz bir sıralama yapan ' kurmay akıl' karşısında küçük dilimi yutmadan sorgulama yürütmek beynimin karşı durulmaz görevi! Lakin yürek isyan ediyor:
- Bari sen eksik kal. Batı'nın barbar sömürgeci irade merkezleri orduya yeteri kadar saldırıyor! İçeriden de, dünün ' İslamcı Enternasyonalci ' kadroları askeri vurmak için her fırsatı sonuna kadar kullanabiliyor.
Gelin görün ki gözbebeğimiz bize merhamet etmiyor. Hatta kendi kendisine bile merhamet etmiyor. Neden kendisine bile merhamet etmiyor? ' Birinci tehdit irtica' diyerek halkın büyük bir kesiminin ordu hakkında kötü düşüncelere sürüklenmesini adeta körükleyebiliyor! Böyle bir tehdit sıralamasının hiçbir askeri, siyasi, stratejik, diplomatik ve sosyal hayrı olamaz! Soyut ' irtica' kavramı ile bu toplumda ' tehdit algılaması' oluşturma ihtimali sıfır bile değildir! Öyleyse küpüne zarar veren keskin sirkeyi nasıl kurmay söylem sayabiliriz? Bu zihniyetin asıl vebali, en büyük gücümüzü oluşturan -şehitlik ülküsünü benimsemiş- 'Mehmetçik' karakterini mahvedici küresel-kültürel saldırıya katkıda bulunmaktır.
Olur olmaz yerde ' irtica' diyerek dindar aileleri zan altında bırakan her kurmay, doğal olarak Mehmetçik yetiştiren anne babaya hakaret etmekte, böylece dünyanın en etkili silahı ' şehitlik ülküsü'ne zarar vermektedir.
Bizde ' peşin şehit' karakterinde Mehmetçik yetiştirenler, genellikle orduya ' Peygamber Ocağı' diyenlerdir. Siz bu ailelerle aranıza 'irticasavar' duvarlar çekerseniz, Mehmetçik neslinin kökünü kurutur, en büyük düşmanınızın yapamayacağı tahribatın faili olursunuz! Bu soyut ' irtica' tehdidinden kastettikleriniz kimlerdir? İktidar partisi mi birinci tehdit saydığınız irtica cephesi? Öyleyse kendinizi ' irticacının emrindeki görevliler' ilan etmiş olmaz mısınız? Yoksa siz hükümetin emrinde değil misiniz? Dün de Erbakan ve takımı için böyle bir söylemde bulunuyordunuz. Şimdi ise mevcut iktidara karşı ' ulusçu' kesildiği için irticacı olmaktan çıktı mı? Yazık; askeri daha derinlemesine sorgulasam bu sefer de, milli stratejik duyarlılık açısından pek çok kusuru olan iktidar ' kendini mazur ve masum' hissedecek.
Söyleyeceğim çok şey var ama asker de benim, siyasetçi de. Onlar her ne kadar dış düşmandan çok birbirlerinden nefret etseler de; teröristi, gaddarı, aptalı, ruh hastası ve hırsızı ile hepsi benim, hepsi her yerde! ( Sabah:29.09.2005 )
2 Ekim 2006
AL SANA LAİKÇİ YAKLAŞIMA BİR ÖRNEK ...
Erbil'e laiklik desteği
Canlı yayında bir vatandaşın pantolonunu indirdiği için - Unutanlara hatırlatalım : Adam donsuz ,evet donsuz , çırılçıplak ortada kalmıştı ...!- programına son verilen şovmen Mehmet Ali Erbil"e CHP kontenjanından Radyo ve Televizyon Üst Kurulu (RTÜK) üyeliğine seçilen Şaban Sevinç sahip çıktı.Hürriyet Gazetesi"nde bir yazı kaleme alan Sevinç, Erbil"in haksız yere linç edildiğini savunurken bunun yerine TRT"nin "dinselleştirilmesine" tepki gösterilmesi gerektiğini savundu.Bazı çevrelerin "toplumu dinden soğuttuğu" gerekçesiyle Erbil"i televizyonlardan tasfiye etmeye çalıştığını savunan Sevinç, televizyonlarda laikliği zedeleyen programlara ses çıkartılmazken "sektöründe vergi şampiyonu" olan Erbil"in linç edilmeye çalışıldığını ileri sürdü.Sevinç, “Erbil"i yok etmeye çalışanlar, keşke kıyıda köşede Cumhuriyet"i çürütmeye çalışan irticai yayınlara da karşı çıkabilse, keşke TRT yayınlarının adım adım dinselleştirilmesine de tepki gösterebilse.” görüşlerine yer verdi. Sevinç"in "toplum ahlakını bozmak"la suçlanan Mehmet Ali Erbil"e sahip çıkmasında, CHP lideri Deniz Baykal"ın bu şovmenle yakın ilişkisinin etkili olduğu belirtiliyor. Baykal, geçtiğimiz günlerde AK Parti"ye karşı bütün kesimlerin birleşmesi yönündeki çağrısına ilk desteği şovmen Erbil"den aldığını söylemişti. Erbil"in "Ya Şundadır Ya Bunda" adlı şov programına da telefonla bağlanan Baykal, çağrısını bu programda da tekrarlamıştı. ( İ. Haber : 22 Haziran 2006 )
Hiç düşündünüz mü Paşam?
Bu haftaki pazar sohbetimizde, müsaadenizle Genelkurmay Başkanı Büyükanıt Paşa'ya seslenmek istiyorum.
Olmadı Paşam...
Değerli Paşam, milliyetçiliğinizden, vatanseverliğinizden ve meslekî liyakatinizden hiç şüphem yok. Aleyhinizdeki kampanya için en fazla üzülenlerden biri oldum ve bunu yazılarımda belirttim. Terörle mücadele konusundaki kararlılığınız, her vatansever gibi beni de çok memnun ediyor. Şehit cenazelerinde saf tutuşunuz, sizlerin inançlı, en azından inançlara saygılı olduğunuzu gösteriyor. Lâkin, son çıkışlarınızda 'irtica' iddialarıyla hukuka ve demokrasiye aykırı beyanlarınız ve devlet hiyerarşisine yakışmayan tavrınız, halkın büyük kısmı gibi beni de çok rahatsız etti. Bu milletin bir ferdi olarak hem sizleri seviyor; ordumuzu mübarek, muazzez ve mukaddes bir 'peygamber ocağı' olarak görüp başımızın üstünde taşımak istiyoruz; hem de bu haksız davranışlarınız ve dayatmalarınız karşısında sizlere küsüyor, kırılıyor ve kızıyoruz.
'Türkiye'nin sorunları konusunda bizim de herkes gibi konuşmaya hakkımız var' diyemezsiniz. Çünkü siz bir kamu görevlisi ve devlet memurusunuz. Astlarınız ortaya çıkıp sizleri uluorta tenkit etse, buna izin verir misiniz? Anayasa ve kanunlar ortadayken 'durumdan vazife çıkarmak'
size meşrû geliyor mu?
İlle de konuşmak, sözgelimi 'irtica'dan bahsetmek istiyorsanız, üniformanızı çıkarır, silahınızı bırakır öyle konuşursunuz. Sizin göreviniz 'yurt savunması'dır, politik konularda ahkâm kesmek değil...
Hiç düşündünüz mü Paşam? Bu beyanlarınızın ve dayatmalarınızın sadece bir neticesi oluyor. Muhtıra verdiğiniz siyasî iktidar ve bu görüşte olanlar, kolaylıkla daha da güçlenerek geliyorlar. Bu konuşmalarınızdan sonra AK Parti'nin düşmeye başlayan oyları tekrar tırmanışa geçmiştir.
'Cumhuriyeti koruma ve kollama' nedir?
Demokratik bir sistemde ordunun siyasete müdahalesi düşünülemez. Türkiye de bundan müstesna olamaz. 1961 ve 1982'de hazırlanan 'darbe anayasaları'nda dahi bu böyledir. Yürürlükteki hiçbir mevzuat sizlere bu şekilde konuşma hakkı vermiyor.
Sakın bana 'TSK İç Hizmet Kanunu'nun 35. maddesinden bahsetmeye kalkmayınız. Hiç kanunla bir silahlı kuvvete demokratik yönetime müdahale hakkı tanınır mı? Aynı kanunun 35. maddesinde 'Cumhuriyeti koruma ve kollama görevi'nden söz edecek, sonra kalkıp 43. maddesinde TSK mensuplarına 'siyaset yasağı' getireceksiniz. 'Cumhuriyeti koruma ve kollama', seçilmiş meşrû yönetime ve onları seçen halka karşı olamaz. Siz hiç devletini milletinden korumak için darbe yapan silahlı kuvvet gördünüz mü?
Atatürk'ün 'Gençliğe Hitabesi'ndeki 'haricî ve dahilî bedhahlar' ifadesini de yanlış yorumlayanlarınız var (Bakınız, Çevik Bir'in 28 Şubat Batı Çalışma Grubu dokümanları). Halbuki, bu ifadeden sonraki cümlelerden Atatürk'ün kastının, İstanbul'un işgali sırasındaki durum olduğu anlaşılıyor. Büyük Atatürk'ün, gençliği seçilmiş meşrû iktidarlara karşı kışkırtması düşünülebilir mi?
İrtica ve militarizm
Osmanlı'nın son döneminden itibaren yakın tarihimize bir bakınız. Birtakım marjinal grupların aşırılıklarını bahane ederek 'irtica vâveylası' koparanların, bunu militarizme ve ordunun siyasete müdahalesine gerekçe yaptıklarını göreceksiniz.'31 Mart Vakası'nı, perde arkasıyla birlikte incelerseniz, 'İttihat Terakki Militarizmi'ne ve despotizmine nasıl sebep olduğunu göreceksiniz. Vatanseverliğinden hiç şüphe etmediğimiz İttihatçılar ve 'Halâskâran-ı Zâbitan' (Vatankurtaran Subaylar), 1912'de askerin siyasete müdahalesi yüzünden Balkan Savaşları'nda Osmanlı-Türk ordusunun bir avuç Balkan komitacısı önünde mağlubiyetine sebep oldular. Aynı şekilde 1. Dünya Savaşı'na girerek koca imparatorluğu parçalatmak da, aslında bir militarist halâskârlık eseridir.
Cumhuriyet'in ilk döneminde münferit laiklik karşıtı hareketler, 'Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası'nın ve 'Serbest Fırka'nın kapatılmasına yol açarak demokrasiye geçişin önünü tıkamıştır.
1960'ta başlayan militarist müdahaleler dizisinin ise her zaman 'irticayla mücadele' gibi âfâkî bir gerekçesi bulunmuştur.
Bu yarım asırlık askerî vesayet döneminin Türkiye'ye neler kaybettirdiğini bir vatansever olarak hiç düşündünüz mü Paşam?
Peki, şimdi ne olacak Paşam?
Sayın Paşam, ısrarla 'irtica tehdidi' vardır diyorsunuz. Pekâlâ şimdi ne yapacaksınız?
Önümüzde Cumhuriyet Bayramı var. Bir salvo da o zaman mı ateşleyeceksiniz? Resepsiyon'da, irtica tehdidi yok diyen 'üst düzey' politikacılara sırtınızı mı çevireceksiniz?
Daha sonra 10 Kasım'da Atatürk'e saldırı var diyerek politikacılara tekrar veryansın mı edeceksiniz?
Yollarda tank yürütüp bir türlü toparlanamayan Ankara trafiğini altüst mü edeceksiniz?
MGK toplantılarında eşlerinin başı örtülü şu 'mürteciler'e güzel bir ders mi vereceksiniz?
Genelkurmay'da yüksek yargı organları, YÖK ve üniversitelere 'irtica brifingleri' mi düzenleyeceksiniz?
Cumhurbaşkanı ile beraber 356 milletvekillik AK Parti'yi alaşağı edip iktidarı 154 milletvekillik CHP'ye mi devredeceksiniz?
Yeni Cumhurbaşkanı seçilirken TBMM'ye baskı mı yapacaksınız? Cumhurbaşkanı AK Parti oylarıyla seçilmesin diyerek erken seçim konusunda dayatmada mı bulunacaksınız?
Hiç düşündünüz mü Paşam? Bu dayatmalarınız sürerse, Türkiye'de daima 'mürtecî' varsaydıklarınız kolaylıkla seçim kazanmaya devam edecek; sizlere alkış tutan zavallı CHP'liler ise kaybetmeye mahkûm olacaktır.
Millet, sizin irtica anlayışınıza iştirak etmiyor. Bu durumda, Fransa'dan kendinize 'lâikçi bir halk' ithal edemeyeceğinize göre, sizler milletin inançlarına karşı daha anlayışlı ve hoşgörülü olmayı düşünmez misiniz Paşam? (Hasan celal Güzel,Radikal : 8 Ekim 2006 )
Laikliği tanımlayamazlar!
Yargıtay Başkanlar Kurulu'nun yaptığı açıklamayı okuduğumda kahkahalarla güldüm.Biliyorsunuz, Yargıtay Başkanı Osman Arslan, laikliğin bir tanımı olmadığını, tanımlanması gerektiğini söylemişti.
Meclis Başkanı Bülent Arınç da benzeri bir demeç vermişti.
Buna karşılık Genelkurmay Başkanı Yaşar Büyükanıt, " Laikliği yeniden tanımlamak isteyenler var " diyerek bu konuşmaları eleştirmişti.
Şimdi de Yargıtay Başkanlar Kurulu, durumdan vazife çıkararak Arslan ve Arınç'a karşı çıkıyor. Güzel. Peki ne diyorlar? " Laikliğin ne olduğu bellidir. " Nereden belli? " Efendim uygulamalara, alınan kararlara bakın. "
Hani tanım? "Tanım yok!"
Gel de gülme; ağlanacak halimize!
Üniversitede okumuş, yıllardır hukukçu olarak çalışan kişilerin yaptığına bakın. Bir kavramı tanımlamaktan acizler.
Cinayeti tanımlar mısın? "Tanımlarım." Suiistimali tanımlar mısın? "Tanımlarım." Peki laikliği tanımlar mısın? "Tanımlayamam, uygulamaya bakın."
Bir süre önce okurlarımıza çağrı yaptım: "Bana öyle bir laiklik tanımı yapın ki hem devletle din birbirinden ayrılsın, hem de Diyanet İşleri Başkanlığı devlete dahil olsun."
Böyle bir tanım yapılamaz. Çünkü Türkiye laik değildir. Biz, dinin devlet tarafından kontrol edildiği ve kullanıldığı bir ülkeyiz.
Bildiğiniz gibi, "dini siyasete alet ettiği için" kapatılan birçok parti oldu. Halbuki Türkiye'de dini siyasete alet eden bir numaralı kurum devlettir .
Devlet, Diyanet görevlilerini memur statüsüyle kadrosunda bulundurmakla yetinmez. Aynı zamanda bu memurlara ekstra görevler de verir.
Mesela ekonomik kriz çıktığında bu memurlar, yukarıdan aldıkları emirler uyarınca, " Dövizle alışveriş yapmayın... Evinizi, dükkanınızı dolarla kiraya vermeyin " diye müminleri uyarırlar.
Komediye bakar mısınız? Sana ne yahu! İster dolarla kiraya veririm, ister altınla. Kim karışır?
Demek istediğim şu ki bizde laikliği tanımlayamazsınız. Çünkü ' kuramsal' bir tanım, dinle devletin ayrışmasını beraberinde getirir ki gerçek bununla çelişir. Diyanet İşleri'ni lağvetmek gerekir.
Mevcut durumdan hareketle de ' çelişkiye düşmeden' laikliği tanımlamak mümkün değildir.
Laiklik bizde muğlak bir kavramdır ve öyle kalmaya da devam edecektir.
Çünkü tanımı yapıldığı anda... Devletin dini siyasetine alet etme uygulaması son bulacak... Bu da devletin işleyiş biçimini değiştirmeyi zorunlu kılacaktır.
İşte bu yüzden " Laikliği tanımlayın " çağrıları her zaman cevapsız kalacak... Yargıtay Başkanlar Kurulu "Uygulamaya bakın" demekle yetinecek... Genelkurmay Başkanı da üzerinde ince ince çalışılmış olan uzun konuşmasında dahi bir tanım yapamayacaktır.
Bunları söylüyorum diye sakın "Laikliği tanımlayın" çağrısı yapanları samimi bulduğumu sanmayın. Onlar da laikliği tanımlayamaz. Çünkü tanımladıkları anda Diyanet İşleri gibi devasa bir kurumu elden çıkarmaları gerekir ki bunu asla göze alamazlar. (SABAH - 08-10-2006 - Emre Aköz)
Çanakkale’de hiç laik var mıydı?
İngilizleri bilmem. Almanları da. Ama, Müslüman Osmanlı’lar arasında, bir tek laik olmadığına kalıbımı basarım. “Çanakkale laiktir laik kalacak!” tayfasına bakmayın siz. Çanakkale’de arasan, damızlık bir laik bulamazsın. Kaymakam (Yarbay) rütbesiyle Çanakkale’de görev yapan Mustafa Kemal bile o tarihte “laik” değildi. Niçin? Niçin olacak, etrafını sonradan çevirecek olan “laik” tayfa ölümün kol gezdiği Çanakkale’de yoktu da onun için. Malum, bu tayfa “ölümü” değil “yaşamı” sever.Çanakkale ölünecek yer, “Gel keyfim gel” yaşanacak yer değil. Sayın laiklerimiz de dahil, herkesin dürüstlükle cevap vermesi gereken bir sorum var: Çanakkale’de ölüme koşan Osmanlı askeri, NEYE REFERANSLA ölüme koştu?Irka referansla mı? Olamaz. Gidin Çanakkale’ye, okuyun mezar taşlarını. Kimi Türk, kimi Arap, kimi Kürt, kimi Arnavut, kimi Laz, kimi Çerkez, Kimi Boşnak, kimi Pomak.Toprağa referansla mı? Olamaz. Gidin Çanakkale’ye, okuyun mezar taşlarını. O insanların yaşadıkları yerlerde şimdi 30’a yakın devlet var. Er Medineli Muhammed’in Medine’si nere, Çanakkale nere!..Laikliğe referansla mı? Mesela şöyle bir komut: “Laiklik aşkına vurun yiğitler!..”Niye gülüyorsunuz? Ben ciddiyim. Sahi, Çanakkale’de biri böyle bir komut verse, bırakın Çanakkale’yi İstiklal Savaşında verse, o adama ne yaparlardı? Dahası, laiklik uğruna göz kırpmadan ölüme koşacak bir kişi çıkar mıydı? Dürüst olalım, çıkmazdı. Çıkmaması bir yana, böyle bir komut veren adamı tefe koyar çalarlar, süngü takıp kovalarlardı.Kaymakam Mustafa Kemal de dahil, askere ölüm komutu veren herkes bu komutu bir tek referansla verdi: İslâm. Allah, iman, Kur’an, şehadet, ahiret, cennet, gaza, gazi hep aynı referansa atıfla anlaşılacak değerler.Çanakkale’yi büyük ve değerli kılan rakamlar ve kendi kendimize söylediğimiz “sevimli (!) yalanlar” değildir.Doğrudur, şehid sayısı verirken rakamları abartma huyumuz burada da depreşir ve 250 bin rakamını çok severiz. Sanki 55 bin şehit azmış gibi.Tatlı yalanlardan biridir “Çanakkale geçilmez”. Geçilmiştir maalesef, müttefik denizaltıları İstanbul önlerine kadar gelip fink atmıştır. Bu maddi olanı. Birde manevi “geçilme” vardır ki, bu hepsinden beterdir. Elin İngiliz-Fransız gavuru sadece “boğazımızı” değil, yüreğimizi, zihniyetimizi, iddialarımızı, kimliğimizi ezip geçmiştir. Dün kendisine karşı Çanakkale’yi koruduklarımızı, savaş sonrası ülkenin başköşesine buyur etmişiz, milyonlarca genç aklı ve yüreği onların eline, alın “nesine geçerseniz geçin” diyerek teslim etmişizdir. Söyleyin Allah aşkına, biz kendi kapımızı İngilizler de kendi kapılarını açsa ve “geçiş serbest” dense, neresi nereye akar dersiniz? Çanakkale savaşı, kötü yönetilmiş, yanlış sevk ve idare edilmiş bir muharebedir. Müslüman ordumuzun tüm kahramanca direnişine, dünyada eşi görülmemiş fedakarlıklar göstermesine, “Bedrin arslanları” gibi cihad etmesine rağmen bu böyledir. Bu yanlışın iki sorumlusu vardır: Gavur aşığı İttihatçı çete ve Almanlar. Savaşın emir komutası kendisine verilen 5. Ordu Komutanı Alman General Liman von Sanders, savaş stratejisini müttefikleri yenme üzerine değil, daha çok müttefik askerini Çanakkale’ye çekme ve orada oyalama üzerine kurmuştur... ( Arif Çevikel - 19/03/2006 )
Dini özgürlüklerle ilgili sorunlar var!
Türkiye’de din ve vicdan özgürlüğü ile ilgili sorunlar var mı? Yok diyebilir misiniz? Eğer yok diyorsanız, başörtüsü ya da türban sorunu ne olacak?Bundan dolayı yıllardır üniversiteye giremeyen kız öğrencilerin bu sorunun bir parçası olmadığını öne sürebilir misiniz? Din eğitimi konusunun bu ülkede bunca yıldır yerli yerine oturduğunu söyleyebilir misiniz? Bu bakımdan, kendi çocuklarının daha dindar yetişmesini isteyen ailelerin din eğitimiyle ilgili olarak çok uzun yıllardır devletle bazı dertleri olduğunu unutabilir misiniz? Kuran kursları olsun, İmam Hatipler olsun, din eğitimiyle doğrudan ilgili bu alanlarda ne zamandan beri yaşanan tartışmaları yok sayabilir misiniz? Ve bu tartışmalar, din ve vicdan özgürlüğüyle ilgili değil midir? Cemaat ve tarikatlar açısından sorunsuz bir Türkiye’de yaşadığımızı iddia edebilir misiniz? Cemaat ve tarikatlar bin yıldır bu toprakların bir gerçeği iken onları yok saymak, yer altına itmek, bu ülkede din özgürlüğü, vicdan özgürlüğü alanlarında sorun yaratmıyor mu? Cemaat ve tarikatları yok saymakla, tekke ve zaviyeleri kapatmış olmakla, özellikle sosyolojik bakımdan hiçbir şeyin yok olup gitmediği, devletle yaşanan sürtüşmelerin din ve vicdan özgürlüğü alanında sorunlara yol açtığı bilinmiyor mu? Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşundan beri geçerli olan laiklik anlayışı ya da tepeden, devlet tarafından kontrol altında tutulmaya çalışılan din kurumu bu ülkede birçok soruna kaynaklık etmiyor mu? Etmediğini iddia edebilir misiniz? Edebiliyorsanız, başörtüsü ya da türban sorunu ne oluyor? Edebiliyorsanız, yüzde 47 oy almış bir iktidar partisinin özellikle türbandan hareketle kapatılması nasıl gündeme gelebiliyor? Dini özgürlüklere ilgili herhangi bir sorun yoksa, başını inancının bir gereği olarak örtenlere üniversite kapıları nasıl kapatılabiliyor ve bu yasak Türkiye’yi derinden nasıl sarsabiliyor? Ve son bir nokta:“Eşi türbanlı olan Cumhurbaşkanı olamaz!” diye yargısıyla, askeriyle kazan kaldırılan, 367 gibi hukuk skandalları, 27 Nisan Muhtırası gibi demokrasi ayıpları yaşanan bir ülkede daha hâlâ “Din özgürlüğüyle ilgili sorun yoktur!” desen de kolay kolay inandırıcı olabileceğini sanmıyorum.Evet, bu ülkede seksen bin cami var. Günde beş vakit ezan da okunur bu ülkede. Cuma’ya da serbestçe gidilir. Oruç da tutulur. Kimse kimseye karışamaz. Türkiye’de Müslümanlar ibadet açısından elbette özgürdür.Ancak sorunlar yok değildir.Din eğitimi hâlâ yerli yerine oturtulamadığı için vardır. Devlet din kurumuna fazla karıştığı için vardır. Laiklik anlayışı tepeden inme olduğu için vardır.Ya da din-devlet ilişkilerinin yapısı fazla otoriter olduğu için vardır.Din-devlet ilişkilerinin otoriter yapısı daha fazla demokrasi ile tanıştırılamadığı için vardır.Bu arada bütün bu sorunlar neden vardır sorusunun bir yanıtı daha vardır akılda tutulması gereken: Bütün bu sorunlar bastırıldığı için, bütün bu sorunlar ve çözüm yolları serbestçe tartıştırılmadığı için, tabular ve yasaklarla özgür tartışma ortamı bir ‘kışla düzeni’nde cendereye alındığı için, toplumun kreması sayılanlar fena halde cahil bırakıldığı için, dini özgürlüklerle ilgili sorunlar Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşundan beri başımızdan eksik olmamıştır.İşte bu nedenlerle, Dışişleri Bakanı Ali Babacan’ın Avrupa Parlamentosu’nda bir soruyu yanıtlarken, “Türkiye’de Müslüman çoğunluk da dini özgürlüklerle ilgili sorunlar yaşıyor” demesine bu denli tepki göstermek yanlıştır, ölçüyü kaçırmaktır.( Hasan Cemal-Milliyet:4 Haziran 2008 )
" OĞLUMA CEPHEDE ŞEHİT OLMA ŞANSI VEREN DEVLET, KIZIMIN ÜNİVERSİTEDE OKUMASINI ENGELLEDİKÇE BENİM GÖZÜMDE SADECE SÖZDE DEVLETTİR!" Mehmet BEKAROĞLU-Radikal İki:17.08.08
" ELİTİSTLERİN DAYATTIĞI MODERNİZM , TÜRKİYE GERÇEKLERİNE DE TARİHİ GERÇEKLERE DE UYGUN DEĞİL.DEVLETÇİLER , LAİKLİĞİ DİN GİBİ GÖRÜYOR." ( Ünlü Sosyolog Pr. kemal karpat : taraf:27.04.08)
Türkiye'de din özgürlüğü mümkün mü?
...Türkiye'de din özgürlüğü var mıdır? Türkiye'de din özgürlüğü mümkün müdür? ... Bir toplumda çoğunluğu oluşturan dinî grubun, din özgürlüğü alanında birtakım kısıtlamalarla yüz yüze kaldığını söylemek, ilk bakışta şaşırtıcı görünebilir. Ancak tarihsel tecrübeler, çoğunluk ya da azınlık olmaktan ziyade devletin, hukuk yerine totaliter ve otoriter bir ideoloji etrafında örgütlenmesinin, yoğun din özgürlüğü ihlalleri ürettiğini göstermektedir. Örneğin Nazi Almanya'sında azınlık bir grup olan Yahudilerin din özgürlüğü ortadan kaldırılırken, komünist Rusya'da çoğunluk durumunda olan Ortodoks Kilisesi'ne büyük baskılar yapılmıştır...Devletin resmi dininin olmaması gerektiği gibi, resmi bir ideolojisinin de olmaması din özgürlüğünün bir gereğidir. Din özgürlüğü, dinî alanın bireyin ihtiyaç, arzu ve ideallerine uygun olarak özgürce oluşturulmasını gerektirmektedir. Şu anda yapılan din özgürlüğü tartışmasında, malum kesimin bireyin ihtiyaçlarını önemsemediği, bürokratik ideolojinin ihtiyaçları çerçevesinde dinî alana yaklaştıkları görülmektedir. Devletin tayin ettiği dinî ihtiyaçlar ile bireyin dinî ihtiyaçları aynı şey değildirler. Bireyin, devletin sınırlarını çizdiği dinî alanla tatmin olması gerektiği şeklindeki anlayış, din özgürlüğüyle bağdaşmamaktadır. Devletin görevi, dinî alana müdahale ederek onu şekillendirmeye çalışmak değil, bireyin ve toplum kesimlerinin gelişen dinî ihtiyaçlarına cevap verecek uygun yasal ve sosyal ortamı hazırlamaktır...Din özgürlüğü, devlete toplumu dinden arındırma şeklinde bir görev vermemektedir. Başka bir ifadeyle, devletin dinden arınmış bir sosyo-kültürel dünya yaratma gibi bir misyonu yoktur...Din özgürlüğünün esas amacı, bireye kendi dinini, yaşam tarzını, felsefi inancını ya da ahlak sistemini seçme, yaşama, geliştirme ve yaygınlaştırmasına olanak vermektir...Devlet, bürokratik dini kurumlar eliyle kendi dinî alanını yaratmaktadır. Ortaya çıkan durum, bireyin özgür dinî tecrübesi değil, devletin sınırlı ve yapay bir din alanıdır. Türkiye'de din özgürlüğünü varmış gibi göstermek isteyenler, herkesin namaz kılmakta, oruç tutmakta, hacca gitmekte, zekat vermekte ve cami yapmakta serbest olduğunu sürekli olarak tekrar etmektedirler. Bunların olması önemlidir, ama hiçbir şekilde bunlar din özgürlüğünün çoğulcu ve özgürlükçü bir şekilde icra edildiğini ortaya koymamaktadır. İslam'ın temel şartları konusunda bile kısıtlamalar vardır. Bazı kurumların, namaz kıldıklarından dolayı bazı mensuplarını ihraç ettikleri bilinen bir gerçektir. Vatandaşlardan toplanan paralarla yapılan camilere, devletin el koyması bir inanç ve mülkiyet özgürlüğü ihlalinden başka bir şey değildir. Dolaylı ya da dolaysız yollardan vatandaşlar, zekat, fitre ve kurban derilerini Hava Kurumu'na vermeye zorlanmaktadırlar. Hac organizasyonu devlet tekelinde bulunmakta ve bu konuda vatandaşlar değişik kısıtlamalarla yüz yüze kalmaktadırlar. İnançlarından dolayı belirli bir kılık-kıyafet tercihinde bulunan insanların, eğitim haklarının elinden alındığı ve iş yaşamlarında ciddi sorunlarla karşılaştıkları, derin bir din özgürlüğü ve insan hakları ihlali olarak karşımızda durmaktadır...Mevcut yasal mevzuat sayesinde, özellikle darbe ve ara rejim dönemlerinde din özgürlüğünü ortadan kaldıran uygulamalar gerçekleştirilmektedir. 28 Şubat darbesi döneminde, birçok özel vakıf, okul ve dershane değişik baskılarla karşılaşmış hatta kapatılmışlardır. Din özgürlüğünün temel amacı, din alanının bireysel, özgür, çoğulcu ve sivil niteliklerinin korunmasıdır. Türkiye'de dinî alanın manzarası, bu niteliklerden çok uzak olup, bürokratik, kolektivist ve tekçi bir mahiyet arz etmektedir. ( Doç. Dr. Bilal Sambur-Zaman: 03 Haziran 2008)
Laikliğe 'yaşam biçimi' demek laikliğe aykIrIdIr
"... "Laik yaşam biçimi" ('laik hayat tarzı') diye bir şey mümkün müydü? 30 yıldır bu tip konularda Türkçe ve İngilizce kitaplar, makaleler okudum. Hiçbirinde laiklik bir 'yaşam biçimi' olarak ele alınmıyordu.Sadece sosyologlar ya da siyaset bilimcileri değil, tarihçiler, psikologlar, antropologlar da böyle bir şeyden söz etmiyor.Sebebi çok basit: Laiklik siyasi ve hukuki bir kavram... Devlet ile din (inançlar) arasındaki ilişkiyi düzenliyor.Uygulama biçimleri arasında elbette bazı farklar var.Ancak laikliğin amacı, bir yandan devletin din kurallarına göre yönetilmemesini garanti altına alırken, aynı anda devletin değişik inançlara eşit uzaklıkta durmasını sağlamak.Laik devletin vatandaşları, kanunları çiğnemeden, diğer insanların özgürlüklerine mani olmadan, kendi inançlarını (ya da inançsızlıklarını) gönlünce yaşar.Yani laiklik, bir " yaşam biçimi " değil, farklı yaşam biçimlerini koruyan bir " ilke ". Böyle olduğu için de ben laikliği savunuyorum.Ama " laiklik bir yaşam biçimidir " dediğiniz anda, niyetinizin beni devlet eliyle belli bir " kalıba sokmak " olduğu ortaya çıkar... Bana " öyle yaşama, böyle yaşa " demektesiniz ki... İşte tam da bu " zorlama " laikliğe aykırıdır. Özetle: Laikliği bir yaşam biçimi olarak tanımlamanın kendisi laikliğe karşıdır! Böyle düşündüğün için, " acaba bu konuda ne denmiş, yoksa mesele es mi geçilmiş " diye merakla savunmaya baktım.Ve aradığımı buldum: "Modern laiklik anlayışı, farklı din ve inançları sosyolojik bir gerçeklik olarak kabul ederek, onların bir arada barışçıl beraberliğini sağlamayı hedefleyen siyasi bir ilkedir ."Bu nedenle laiklik bireyi değil, devleti muhatap alır . Nitekim Anayasamızın 2'nci maddesinde değiştirilmesi teklif dahi edilemeyecek bir ilke olan laiklik, devletin bir niteliği olarak sunulmuştur..." (Sabah:EMRE AKÖZ:07.05.2008)
"Olumsuz laiklik düşkünlüğü"
Bu tabir Şerif Mardin'e ait. Mardin Türkiye'deki düşünce kısırlığının, sosyal bilimler alanında, özellikle bir sosyal olgu olarak din konusunda araştırmalardaki verimsizliğin sebebini "olumsuz laiklik düşkünlüğü"ne bağlıyor. Söz konusu olan laikliğin bir dogmaya dönüşmesi ve modernleşme çabaları boyunca içinde dinin büyük bir yer işgal ettiği geleneğin karşısına dikilmesi.Mardin, Cumhuriyet'in reform politikalarının, Türk kültüründe hissedilir bir fakirleşmeye yol açtığını ileri sürer. Bu fakirleşmeyi de "Cumhuriyet'in sembolizminin kök salamayacak kadar yüzeysel" olmasına bağlar. Kök salabileceği tek alan okuldur; ancak okul çocukları arasında üretilen beklentiler hep yapmacık olmuş, sonra da karşılanamamıştır."(Ş.Mardin, "Modern Türkiye'de Din", Türkiye'de Din ve Siyaset, İletişim, 9. baskı, 2002, s. 81-82)
Mardin'in "Mahalle baskısı" başlığı altında SORAR'ın düzenlediği toplantıda hafta sonunda yaptığı konuşma, aslında yıllardır yazdıklarının bir tekrarı. Her toplumun bir değerler sistemi var. "İyi, doğru, güzel" dediklerimiz, bu değerler sistemini oluşturuyor. Cumhuriyet dönemindeki temel sorunumuz, yıkılan değerler sistemi yerine yeni bir değerler sistemi inşa edilemeyişi. Kemalizm'in sığlığı veya yüzeyselliği peşine takıldığı naiv pozitivizmle, bu sorunun bile yeteri kadar farkına varamayışında ortaya çıkıyor.Şerif Mardin dini ve inanç sistemlerini tam da Durkheimcı anlamda bir "sosyal olgu" olarak ele alır. Durkheim dini ve inanç sistemlerini, toplumsallığın bir tezahürü olarak görür. "Dinî olan toplumsaldır" sözü, bu yaklaşımın özüdür. Toplumu anlamak ve açıklamak istiyorsanız, dinî sembollere ve şifrelere bakmak zorundasınız. Mardin'in de takip ettiği bu yaklaşımda incelenen şey din, açıklanan ise toplumdur. Din alanındaki araştırmalar, toplumu anlamak için seferber edilmektedir. Cumhuriyet'in başından itibaren, Durkheim ekolünün parlak bir takipçisi olan Ziya Gökalp'in resmî ideolojiye büyük katkılarına rağmen, "olumsuz laiklik düşkünlüğü" din araştırmaları alanını karanlığa gömmüştür. Bana kalırsa, bu dinî araştırma düşmanlığının arkasında entelektüel donanımsızlık ve yetersizlik, daha doğrusu cehalet vardır. Sabri Ülgener, Erol Güngör, Şerif Mardin gibi din alanını, ekonomiyi, toplumu, tarihi ve değişmeyi açıklayan bir kaynak olarak kullanan bilim adamları hep istisna olarak kalmıştır.Mardin'in sembolik bir anlatımla okul ile camiyi, öğretmen ile imamı karşılaştırdığı son konuşmasından Oktay Ekşi'nin "Kemalizm'in sığlığı" tezine karşı çıkıp, suçu irtica tehlikesinin büyüklüğüne bağlaması; tam tersi bir istikamette Fikret Bila'nın da Mardin'in analizlerine hak verip, "laik cumhuriyeti korumak için eğitim alanında mücadele verilmesi" gerektiği sonucuna ulaşması, tam da Mardin'in anlattığı yüzeyselliği yansıtıyor. Halbuki Mardin'in siyaset ve ideolojik endişelerin dışında soğukkanlılıkla söylediği şeyler anlaşılsa, bugün laikliği bir "inanç sistemi" haline getirmeye çalışanların ani bir frenle durması lâzım. Demek ki Kemalizm gerçekten başarısız. Laikliğin "tartışılamaz" bir dogma olarak, sivil-asker koruyucularının himayesine alınması ve sonunda bir "yaşam biçimi" olarak savunulması da aslında bu sığlığın eseri.Türkiye değişti. İmam Osmanlı'nın imamı değil, Cumhuriyet imamı. Unutmayalım, bütün imamları 657 sayılı kanuna tabi devlet memurları haline getiren Cumhuriyet oldu. Cami, bir mekân ve bir sosyal atmosfer olarak bugüne ait. Okullar ve öğretmenler şükür ki değişti. Mardin'in söylediklerini tek tek kendi öğrenim hayatımıza uyarlayalım. Okuldan hangi iyiyi, güzeli ve doğruyu öğrendik? Bugünün öğrencileri daha şanslı değil mi? "Mahalle baskısı" tabiri, ideolojiler savaşı olarak değil, modern şehirli toplumların grup dinamiği olarak anlaşılmalı. Cemaat yapıları dünyanın her yerinde dağıldı. Mahalle artık hiçbir yerde yok. Doğan boşluk, ya gelenek yeniden keşfedilerek veya özgür bireyler eliyle yeniden dolduruldu. Bugünün orta sınıfı, dünün geleneksel kesimleri. Eğer Kemalizm, geniş halk kitleleri karşısında dar seçkin grupların dünyasını temsil ediyorsa, her Allah'ın günü sürdürdüğümüz tartışmalar onun sığlığını ve yenilgilerini anlatmıyor mu? (Zaman-MÜMTAZ'ER TÜRKÖNE :27 Mayıs 2008 )
http://fatihhaktan.brinkster.net/laiklik.htm