TÜRK LAİSİZMİ'NİN TEOKRATİK
BOYUTU ÜZERİNE DÜŞÜNCELER
Mehmet Akif Ak
"Türk Laisizmi"
Son zamanlarda tartışmalar, Türkiye'de laikliğin bir tanımının yapılmadığı noktasında yoğunlaşmış bulunuyor. Bu görüşün aksini savunan pek çıkmadı. Böylece hem laikliğe karşı olanların, hem de onu savunan ya da savunuyor görünenlerin ortaklaştıkları bir çizgi belirmiş oldu; Laiklik tanımlanmalıdır!
Belli ki, laikliğin başka ülkelerde yapılmış tanımları, Türkiye örneğini açıklamada yetersiz kalıyor. Madem ki Türk usulü bir laiklik tanımlamasına teşebbüs edilecektir; o halde bu işe bir isimlendirme ile başlamak daha doğru olmaz mı?
Gerçi, laikliğin tanımını, laikliği Türkiye yasalarına koyanlardan veya onların takipçilerinden bekleyenler, işin zihinsel kurgusunu şöyle yapmış görünüyorlar:
Diyelim ki, Fransız örneğine uygun bir laiklik tanımı yapılmış olsun... Yani Fransız laisizmi Türkçe'ye tercüme edilsin. Herkes görecektir ki bu laiklikle Türkiye'deki uygulamaların en ufak bir benzerliği yoktur... Tahminlere göre "Su göründü, teyemmüm bozuldu" misali, bu tanımla birlikte Türk laiklerinin oyunu açığa çıkacaktır.Böylece Türkiye'de laikliği savunanlar, bir açmaza düşürülüp mat edilecektir!... Sonunda, Batılı örneklerle çelişkileri apaçık belli edilen Türk laikleri, beyaz bayrak göstererek muharebeden çekilecek ve meydanı muhaliflerine terk edeceklerdir!... Gülünecek ne var canım, nihayetinde bir senaryodur bu; gerçek olması, gerçekleşebilirlik ihtimali taşıması beklenmez ki... Hoca Nasreddin, er veya geç, bir şekilde borcunu ödeyecektir!
İşin aslına bakılacak olursa, Türk laikleri, hiçbir zaman Batı tarzı bir laiklik tanımlamasına ve uygulamasına taraftar olmadılar ve olmayacaklardır. Bu durumda, Türk usulü laikliğe karşı olanlardan bazılarının, Türk laiklerinden "Batıda olduğu biçimiyle laiklik" uygulaması beklentisi de boş bir umut halinde kalacaktır. Dinin, dinî cemaatlerin özgürlüğü ve özerkliği şeklinde ifade edilebilecek bu beklentiye Türk laikleri kesinlikle yanaşmayacaklardır. Ayrıca böyle bir beklenti içinde olanların da ciddi olarak bu özgürlüğü ve özerkliği arzu ettiklerinden şüpheliyiz. Her kesimden aydınımız ve siyasetçimizde devletçilik öylesine uç noktadadır ki; devlet dendiğinde tüm özgürlükler, kendiliğinden alt sıralara düşer.
Tam buraya gelmişken, Türk laisizminin çağdaş "müçtehidi" ve "muhafız"larından Coşkun Kırca'dan yapacağımız bir alıntının epeyce açıklayıcı olacağını düşünüyoruz:
"Türkiye'de laiklik ne Avrupa, ne de Fransa'dakine benzemez. Amerika'da, dine hoş görüyle bakan ve siyasal rejim olarak gerektiğinde dinden de yararlanmayı ihmal etmeyen bir laiklik anlayışı varken, Avrupa'da ve özellikle Fransa'da dini, tümüyle devletin dışına iten bir anlayış uygulanmaktadır. Türkiye'de ise her ikisinin dışında bir durum sözkonusudur. Bu değişik durum, bizzat İslâm dininin yapısından kaynaklanmaktadır. Şöyle ki, islâm, devlete ve hayata müdahale etmek isteyen bir dindir. Dinin bu müdahaleci karakterinin gereği olan birtakım etkilerini önlemek için Türkiye'de din devletin kontrolüne alınmıştır." (Coşkun Kırca, Milliyet Gazetesi, 10 Ocak 1989).
Türkiye'nin tüm siyasi partileri, dine mesafeleri ne olursa olsun; dinin devlet bünyesinden çıkarılmasına, devletin de dinden büsbütün, soyutlanmasına razı değiller.
Peki nedir bu kontrolün şekli, boyutu? Nasıl olmuştur?-
Tevhid-i Tedrisat Kanunu ile din eğitim ve öğretimi devletin zorunlu görevleri arasına sokulmuş, Seriye ve Evkaf Vekaleti ile Şeyhülislâmlık ve Hilafet lağvedilerek. Diyanet İşleri Başkanlığı ihdas edilmiştir. Böylece devlet, dine kendi politik ideolojisi doğrultusunda yeni bir yorum getirmenin hukuksal çerçevesini hazırlamıştır.
Aslında bugünkü kargaşa görüntüsüne rağmen, Türkiye laikliği dendiğinde, aşağı yukarı hemen herkesin benzer şeyler anladığını düşünüyoruz. Ama ne hikmetse, kimse kafasının içindekileri olduğu şekliyle açıklamıyor. Türk laikliği, ısrarla tanımlanmaktan kaçınılan soyut bir kavram olarak savunuluyor veya saldırıya uğruyor; fakat her halükârda "bir politik tüketim metal" olarak hemen herkesçe kullanılıyor. Sivil-asker dikta dayatmalarına gerekçe oluşturuyor veya yeni askerî darbelere neden olması bekleniyor.
Türkiye'nin laiklik uygulamaları, ilk gününden bu yana bir rejim sorunu olmaktan öte herhangi bir anlam taşımamıştır. Türkiye laikliği,
aslında kurulu düzenin ta kendisidir ve hiçbir şekilde Batılı anlamda felsefi ve düşünsel bir boyuta sahip bulunmamaktadır.
O, politik bir ideoloji,hatta bir mezheptir; Türkiye tarafından ayakta tutulan politik bir mezhep...
Üstelik Türk Sünni İslâmı'nın içinden çıkmış, henüz Türkiye'ye özgü yeni bir mezheptir. Bu "mezhebin" neden "henüz" kaydıyla Türkiye'ye özgü olduğunu aşağıda açıklamaya çalışacağız. Önce bu mezhebe bir isim önerelim. Bilindiği üzere tüm mezhepler, kurucularından çok sonra, başkaları tarafından isimlendirilmişlerdir!
Cumhuriyetin Kurucusunun o ünlü "biz, bize benzeriz" sözü doğrultusunda, Türkiye'nin dünyada eşi bulunmayan laisizmine de "Türk Laisizmi" adını koymak, sözlüklere ve ansiklopedilere böylece geçmesini sağlamak doğru olacaktır.
Kısaca Avrupa Örneği ve Türkiye
Türkiye'nin bugün geldiği kendine özgü teokratik-laik yapı, uzun bir süreçte oluştu. Türk Laisizminin geçirdiği evreler, bazı yönleriyle Batı'daki örneklerine benzedi.
Batı'da Protestanlık, hiyerarşinin en üst makamında yer alan dine ve kiliseye ilk büyük darbeyi vurdu. Artık ardına kadar açılmış bulunan kapılardan sekülerizmin ve kapitalizmin girmesini kimse önleyemezdi. Orada sermaye, ticaret, sanayi ve teknoloji, büyüme ve emperyalist yayılma hedefleri doğrultusunda öylesine yoğunlaşmıştı ki, din, kilise, krallık hangi engel olursa olsun, ezilip bir kenara atılacaktı.
Sonunda Avrupa'nın bir bölümüne, dini ve kiliseyi bir kenarda oturmaya zorlayan Protestanlık, geri kalan kesimine de aynı sonuca farklı bir biçimde ulaşan Sekülerizm hakim oldu. Böylece çağın yeni dini kapitalizm, kendi iç engellerini aşarak mutlak hükümranlığına ulaştı.
Türkiye ise açık veya kapalı bir şekilde uzun bir süre dinin. Batı türü maddi bir yükselişe en önemli engel teşkil ettiğini tartıştı. Voltaire ve E.Renan gibi örneklerden hareket eden yazarlar, İslâm'ın da Hıristiyanlıkla aynı kaderi yaşaması gerektiğini savundular. Bu iddianın tam karşısında ise dinin Avrupai bir gelişmeye (terakkiye)
mani olmadığını ispata koşuşturan savunmacı yazarlar yer aldı. Aslında her iki taraf da görüşlerini kesinleştirecek dayanaklardan, kanıtlardan ciddi olarak yoksun kaldılar. İslâm, bugün de aynı görüşleri değişik üsluplarla savunmayı sürdürenlere yeterli desteği vermiyor.
Sonunda anlaşıldı ki. Batılı anlamlarında bir Protestanlık ve Sekülerizm, geçerli birer model oluşturmuyor. Türkiye, kendi modelini aramaya koyuldu ve Protestanlık-Sekülerizm arasında yeni
bir tür geliştirildi. Bu, "Türk Laisizmi"nin doğması serüveninin en kısa hikayesidir.
"Türk Laisizmi"
Devlet Eliyle "Türk Protestanlığı" mı?
"Laik teoloji"yi tebliğe ve öğretmeye çalışan taraflı birkaç yazar dışında, konuyu ciddiye alan pek çok sorumlu aydın ve düşünür, laikliğin ve onun Türkiye uygulamasının uzun boylu açıklamasını yaptılar. Bunlar, elbette yararlı çalışmalardı. Ama ne pahasına olursa olsun "Türk Laisizmi"ni (Türkiye'nin statükosunu) ayakta tutmak isteyenlerle, onu yıkmak isteyenlerin, bu tür çalışmalara gözleri kapalı, kulakları sağırdı.
-"Türk Laisizmi"nin,**Din ile devlet işlerinin ayrılması*'demek olmadığı konusunda herkes aynı fikirdedir.
Bu yüzden, yayınlanmış sayısız makale ve kitap, hak ettiği şekilde gündeme giremedi. Bunun bir başka sebebi de "Türk Laisizmi"nin Batı ile münasebetinin sadece bir isim benzerliğinden ibaret olduğu gerçeğini göz ardı etmekteydiler.
Kanaatimizce, bundan böyle yapılacak çalışmalarda, öncelikle "Türk laisizmi"nin teolojik boyutu ortaya konmalı ve tartışmalar bu çerçevede sürdürülmelidir. Konu için bir başlangıç olacağını umduğumuz bazı gözlemlerimizi aşağıda sunmak istiyoruz.
Bir kere "Türk Laisizmi"nin, "Din_ile devlet işlerinin ayrılması" demek olmadığı konusunda herkes aynî fikirdedir. Hele Batılı anlamı ve örneğinde olduğu gibi, "kilise işleri ile devlet işlerinin arasına aşılmaz bir çizgi çekilmeşj." Türünden bir uygulamanın, "Türk Laisizmi" ile en ufak bir benzerlik göstermediği meydandadır. Böyle bir anlayış, arzu edilse de başarılamayacak bir şey olurdu. Çünkü ne İslâm, Hıristiyanlık; ne de cami, kilise idi. Diyanet teşkilatının devlet yapısı içindeki konumu, Türk devlet adamlarının, siyasi liderlerinin, sivil-asker bürokratların, fetva, hatta içtihat özelliği taşıyan sözleri. Batı laisizminin Türkiye için hiçbir özelliği ile model alınmadığının ilk akla gelen basit örnekleridir
Besbelli ki "Türk laisizmi", dini dışlamıyor; onu devletin dışına bırakmıyor; dine ayrı bir alan tahsis edip, dinin bu alan içinde kendi kuralları ve ölçülerine göre varlığını özgürce sürdürmesine razı olmuyor. Aksine "Türk Laisizmi", dini "çok seviyor" ve bu nedenle onu kendi bağrında yaşamaya mahkûm ediyor.
Türkiye'de Dini yönetmek, onu günün şartlarına göre yeniden düzenlemek hakkı, sadece "Türk laisizmi"nindir ve laikler, bu hakkı kimseyle paylaşmak istemez, itiraf etmelidir ki - bu an]ayış, Türkiye Cumhuriyeti'ne Osmanlı'dan miras kalmıştır. Son dönem Osmanlısında, siyasi otoritenin dinî otoriteyi, geçmişe oranla çok daha fazla bir şekilde içermesi olayı, küçük bir şekil değişikliği ile Cumhuriyet döneminde de fazlasıyla devam etmiştir. Siyasi rejim, yalnızca dini denetim altında bulundurmakla yetinmemiş, yeri ve zamanı geldiğinde, otoritesini dine dayandırmaktan da çekinmemiştir. –
Siyasi rejim, yalnızca dini denetim altında bulundurmakla yetinmemiş, yeri ve zamanı geldiğinde, otoritesini dine dayandırmaktan da çekinmemiştir.
Kurtuluş Savaşı'nm ilk günlerinde Ankara, başka İslâm âlimlerine İstanbul Şeyhülislâmının fetvasını geçersiz kılacak karşıt fetvalar verdiriyor, meşruiyetine dinî dayanaklar oluşturmakla görevli bir ulemâ ordusunun çoğu mensupları, hem Diyanet teşkilatını kurmuşlar, hem de onun ilk başkanları olmuşlardır.Detaylarda her zaman farklılıklar bulunabilir; ama apaçık bellidir ki. Şeyhülislâmlık kurumu,Türkiye Cumhuriyeti'nde Diyanet İşleri Teskilatına dönüşmüş. Hilafet de Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin mane"vî şahsına tevdi edilmiştir. Her kritik sorunda siyasal iktidar ve bürokrasi, resmî bir tarzda olmasa da Diyanet'ten bir fetva koparma alışkanlığını sürdürmüştür.
Halifeliğin kişisel bir makam olarak ilgasından sonra, O'nun herhangi bir islâm ülkesinde yeniden yaşatılmağa teşebbüs edilmemiş olması ilginç bir durumdur ve sebepsiz de değildir. Türkiye, Halifelik konusundaki son söz hakkını kendi elinde tuttuğunu hissettirmiştir ve şu an bu haktan vazgeçtiğini gösteren bir belirti yoktur.
Sadece Osmanlı'da değil; tarih boyunca tüm Sünni gelenekte, din, hayatın her alanında olduğu gibi siyasi alanda da güçlü etkisini daima göstermiştir. Din âlimlerinin siyasi otoriteye tavır koyamayacak duruma düştükleri zamanlarda ise devlet yönetimi, dini temsil erkini tümden eline almaktan geri durmamıştır. Bu, aslında bir tür "teokrasi" olmakla birlikte, teokrasinin asıl belirleyici ve ayrıcı özelliği olan, siyasi otoritenin Tanrısal gücü mutlak anlamda temsil etmesi durumu, Sünni gelenekte yer almaz. Bu yönüyle de kendine özgü bir tarihsel tecrübeye "teokrasi değildir" demek pek yanlış olmayacaktır. Ama herhalde onu "laiklik" olarak adlandırmak da mümkün değildir.
Türkiye'nin kuruluşu aşamasında, dinin devletin içine giydirilmesi olayı, işte bu tarihsel alt-yapı nedeniyle, ciddi herhangi bir muhalefetle
karşılaşmadan gerçekleştirilebilmiştir. Bugün de yelpazenin bir ucundan, ötekine, Türkiye'nin tüm siyasi partileri. Diyanetin devlet bünyesi içinde kalması konusunda hemfikirdirler.
Türkiye'nin statüsünü belirleyen Lozan belgesine de bu açıdan bakmakta yarar var. Bilindiği gibi orada, Türkiye'nin nüfus yapısı din farkına göre tanımlanmıştır... Müslümanlar, Türkiye'nin asli unsuru kabul edilirken, gayri Müslimlere "azınlık" denmiştir. Bugün pek çok şikayete yol açan, nüfus cüzdanlarımıza dinimizin yazıldığı bir bölüm açılmasının hukuki ilk dayanağı da işte bu Lozan belgesidir. Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarının, dine göre kimlik taşıması, rejimin başlıca temelidir, bunun değiştirilmesi düşünülemez. Osmanlının tasnifi ne idiyse. Cumhuriyet, onu aynen devam ettirmektedir; buna mecburdur da...
Böylece daha Cumhuriyetin ilk kurulduğu günlerde, Osmanlı tecrübesinin verdiği cesaret ile din, devletin içine giydirilmiştir. Bir başka ifade ile devlet, dini kendi sınırları içine sıkıştırmış,
ona başka bir alan bırakmamıştır. Bu, hiç şüphesiz, hem dinî, hem de siyasi anlamda yeni bir "mezhep" inşasıdır. Ama Sünni çerçevede kalan bir mezhep.
"Türk Laisizmi", sadece Yahudi ve Hıristiyan azınlıklar sözkonusu olduğunda, laikliğin Batılı örneğiyle benzer uygulamalara girişir. Türkiye'nin rejimi, ülkede bulunan kilise ve sinagoglar ile devletin arasına kesin bir çizgi koyar; Yahudi ve Hıristiyanların dinî hayatlarına tam anlamıyla özgürlük tanır; ama camiye, Islâmî hayat tarzlarına, din eğitimi ve öğretimine doğrudan müdahale eder; bütün bunlar yetmez, dinin nasıl öğrenilmesi ve uygulanması gerektiğini de belirler. Tüm bu özellikleri ile "Türk laisizmi" aslında "teokratik" bir yapıdır. Mutlak Tanrısal otorite ile donatılmamış, kendine has bir teokratik yapı.Bütün bunlar ortada iken, Lozan'dan başlayarak T.C. uygulamalarını gayri müslimleri kollayan, ama Müslümanları mağdur eden art niyetli teşebbüsler olarak algılamak tam bir aymazlıktır. Hele buna bir de keşke müslümanlar da gayri müslim azınlık gibi haklar elde edebilseydi temennisini eklemek, azınlık statüsüne talip olmaktır ve üzerinde durulmaya değer ciddi bir komplekstir. T.C. uygulamalarının şiddet boyutu ne olursa olsun, müslümanlar, hatta münhasıran Sünniler,Osmanlı dönemindeki konumlarını aynen korumuşlardır.
Daha Cumhuriyetin ilk kurulduğu günlerde, Osmanlı tecrübesinin verdiği cesaret ile din, devletin içine giydirilmiştir. Bir haşka ifade ile devlet, dini kendi sınırları içine sıkıştırmış, ona haşka hir alan hırak mamıştır.
Özetle, "Türk laisizmi" İslâm'dan asla vazgeçmez, hatta O'ndan meşruiyet alır. Türk laisizmi, sanıldığının aksine, İslâm'a sırt çevirmez; O'nu kendince yorumlar, O'na dayanır; O'ndan güç alır. Tarih boyunca siyasi otorite ile çok senli benli olmuş bulunan Sünni gelenek de bu anlayışa yeterli imkânı verir, zemini hazırlar.
Mustafa Kemal Paşa'nın, dönemin Sünni âlimlerinden öğrenilmiş, veya onların onayından geçmiş din hakkındaki görüşleri arasında, İslâm'ın temel ilkelerinden bazıları hakkında söylenmiş ilginç sözlerine rastlıyoruz. Bunlardan bazılarını hatırlayalım:
"Büyük dinimiz, çalışmayanın insanlıkla alakası olmadığını bildiriyor. Bazı kimseler, asrî olmayı kafir olmak sanıyorlar. Asıl küfür, onların bu zannıdır. Bu yanlış tefsiri yapanların maksadı,
müslümanların kafirlere esir olmasını istemek değil de nedir?"
"... Bu gibi ulemâmızın himmetiyle, hakiki ilim erbabının, hakiki şeriat esaslarına tevessülieriyle, bugünkü idaremizin, asıl şeriatın ve dinin ruhundan alınmış olduğunu ve hakikat-i Islâmiyenin, bize asıl bugünkü idare şeklini emrettiğini anlatmakla..."(1923)
"Bizim dinimiz, en makul ve tabiî dindir. Ve ancak bundan dolayıdır ki son din olmuştur. Bir dinin tabiî olması için, akla, fenne, ilme, mantığa tetabuk etmesi lazımdır. Bizim dinimiz, bunlara tamamen mutabıktır. İslâm içtimaî hayatında hiç kimsenin, bir sınıf-ı mahsus halinde mevcudiyetini muhafaza etmeye hakkı yoktur... Bizde ruhbanlık yoktur, hepimiz eşitiz ve dinimizin ahkâmını eşit şekilde öğrenmeye mecburuz. Her fert, dinini, diyanetini, imanını öğrenmek için bir yere muhtaçtır, orası da mekteptir." (1923)
Mustafa Kemal Paşa'nın, İslâm'ın öngördüğü siyasi sistem ve Asr-ı Saadet'teki uygulamalar konusunda pek çoğu içtihat üslubunda kesinlik taşıyan yorumları böylece sürüp gider. Bütün bunlardan da anlaşılacağı üzere. Laikliği kuran kadroların, din ile dünya işlerini ayırmak gibi bir iş, akıllarından bile geçmemiş olmalıdır. Onlar, bilinçli ve hesaplı bir şekilde, din işlerini, devlet işlerinin
içine dahil ettiler. Tüm din kurumlarını, Osmanlı'da bile görülmedik bir biçimde, devletin çatısı altına topladılar. Eğer, uygulama imkânı bulunsaydı; Halifelik kurumu, Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin şahsında fiilen yaşatılmaya devam ettirilecekti. -
Cumhuriyetin kurucu kadroları, İslâm'a getirmek istedikleri yeni anlayışın muhaliflerine karşı amansız hir savaş vermişlerdi. Çünkü geleneksel Islâmî yapı, Cumhuriyet yöneticilerinin kendilerince tasarladıkları Yeniİslâm'ın hayata geçirilmesinin en büyük engeli idi ve hu nedenle etkisiz hale getirilmeli, sindirilm.eliydi. Bu, husus o günlerde ciddi şekilde konuşulmuş, tartışılmıştır.
Herhangi bir yasal düzenlemeye dayanmamakla birlikte.Halifeliğin Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin manevi şahsında temsil edildiği hususu Meclis'te açıkça ifade edilmiştir. Yasa ile kaldırılan halifelik, bir kişinin şahsında temsil edilmekte olan; daha doğrusu Osmanoğulları hanedanının tevarüs yoluyla sürdürmekte olduğu halifelikti; "yoksa gerçek anlamıyla halifelik. Cumhuriyet rejiminin özünde zaten vardı."
"Madde 1. Halife hal'edilmiştir. Hilafet, Hükümet ve Cumhuriyet mana ve mefhumunda esasen mündemiç olduğundan Hilafet Makamı mülgadır." (3/3/1924 tarih, 431 sayılı Hilafetin İlgasına ve Hanedan-ı Osmaninin Türkiye Cumhuriyeti Memalik-i Haricine Çıkarılmasına Dair Kanun)
Bu kanun maddesi şu an yürürlüktedir ve Türkiye'nin Hilafet üzerine koyduğu ipoteğin çarpıcı bir belgesidir.
Türk laisizmi'nin Kur'an-t Kerim tercüme ve tefsirine verdiği önem, ezana, camiye getirmek istediği yeni şekil, devletin dine müdahalesinin tipik örnekleridir. 1930'larda devletin dini dönüştürme girişimlerinde bir gevşeme görülmekte ise de. Cumhuriyet yöneticilerinin İslâm'a yorum getirme hak ve yetkileri aynen kalmıştır. Bu açıdan tek parti yıllarında, geleneksel bir çerçevede dindarlığını sürdürmekte olan halka uygulanan şiddet, laik bir şiddet olmaktan öte, politik-dinî bir sindirme hareketidir; yeni din anlayışı adına, geleneksel müslüman yapıyı hedef almış bir şiddet...
Cumhuriyetin kurucu kadroları, İslâm'a getirmek istedikleri yeni anlayışın muhaliflerine karşı amansız bir savaş vermişlerdi. Çünkü geleneksel İslâmî yapı. Cumhuriyet yöneticilerinin kendilerince tasarladıkları Yeni İslâm'ın hayata geçirilmesinin en büyük engeli idi ve bu nedenle etkisiz hale getirilmeli, sindirilmeliydi.
Türk laisizminin dinî boyutunu gösteren bir başka ilginç nokta da, Mustafa Kemal Paşa'ya, kendi zamanında ve hatta günümüzde yüklenen İlahi-manevi misyondur. O'na peygamber ve evliyalara benzer şekilde pek çok olağanüstü olaylar ve kerametler izafe edilmiş, Paşa'nm Allah tarafından görevlendirildiğine inanılmış, bu yolda kaside-ilahi türü şiirler söylenmiş, hatta bir "mevlit" dahi yazılmıştır. Bu gün bile Mustafa Kemal'in İlahi bir misyonla geldiğine inanan pek çok vatandaşımız bulunuyor. Türk laisizminin dinî özünü gösteren bu gibi örnekleri kitaplar boyu sıralamak mümkündür-
.
■Açıkça görülüyor ki, Türk laisizmi, İslâm'ı dışlamak şöyle dursun, O'nu kendi tekeline almıştır. Bu nedenle her Türk devlet büyüğü, hiç tereddüt göstermeden, kendini islâm konusunda "müçtehid", "fakih" ve "müftü"lük yapabilecek ehliyette hisseder. Bunun taze ve son örneklerini veren Sayın Kenan Evren ve Yekta Özden, münferit tipler değildirler. Onların fetva ve içtihadları, Türk laisizmi çizgisinin, kaçınılmaz sonuçlandır; dine baktıkları pencere, onlara "içtihad" yapma yetkisini fazlasıyla vermektedir.
Türk laisizmi isimli bu yeni mezhep, "din" ile "devlet"in ayrılığını sürekli olarak vurgularken bir bakıma Protestanlığı andırır; ama dini devlet içine dahil eden kararlılığı ile de geleneğe bağlılığını sürdürür ve ortodoks kalır.
Gerçek şu ki, kuru bir iddiada kalan din-devlet ayrılığının ötesinde, Türk laisizmi, Sünni ortodoks geleneği sürdürmüş, ama Türk laisizminin ilk tohumlarını atmış olan Abdullah Cevdet ve Celal Nuri ile Cumhuriyet döneminde bu konularda en esaslı çalışmaları yapmış olan Ziya Gökalp'ten başka bu projeye ciddi destek veren kalmayınca, İslam'da düşünülen yeni dönüşümler ve bir dizi içtihad, siyasetçiler tarafından ileri bir zamana ertelenmiştir.
İkbal: Türkiye Büyük Millet Meclisi
Halifeliği Temsil Edebilir
Büyük âlim, şair ve mütefekkir Muhammed ikbal'in çağdaş İslâm tefekkürünün oluşmasındaki katkısı bellidir, ikbal, her müslüman aydının başucu kitabı olan "islam Dini Tefekkürünün Yeniden Yapılanması" adlı o önemli kitabında, Türkiye'deki uygulamalara uzun boylu yer ayırır.ikbal, Türkiye'deki yeniliklerin, aynı zamanda dinî bir anlam ifade ettiğini ilk belirleyenlerden. Kitabının son sayfalarında, Türkiye'deki uygulamaları, özellikle de Ziya Gökalp'in Türkiye Cumhuriyeti'ne esas teşkil eden görüşlerini inceler; bunların çoğuna katılır, bazılarını ise yetersiz bulur, ikbal, yeni Türk uygulamasında, "Din" ve "Devlet" şeklinde iki ayrı alan belirlenmesinin islâm açısından mümkün olmadığını, islam'da din ile devletin kaçınılmaz olarak iç içe girdiğini tespit eder. Ama bunun dışında Türkiye'nin giriştiği yeniliklerin pek çoğunun isabetli olduğunu söyler. Bu arada çok ilginç bir cümle kullanır:
-
İslâm Dini, tarih boyunca sayısız farklı yoruma, mezhebe müsaade etmiş evrensel ve geniş bir perspektiftir; ama hiçbir farklı boyutunda, ne Sünnilikte, ne Şiilikte, dünya hayatından, yani siyasetten, hukuktan, iktisat ve ticaretten sürgün edilmeye asla izin vermez-
. "Biz bugün, Avrupa'daki Protestan inkılabına yol açan şartları ihtiva eden bir dönemden geçiyoruz. Ve Luther'in başlattığı hareketle onun doğurduğu sonuçlardan ders çıkarmak zorundayız.
Tarihi dikkatle inceleyecek olursak, Luther ve arkadaşlarının başlattığı reform hareketinin esasında bir siyasi hareket olduğunu göreceğiz. Bunun başlıca sonucu da Avrupa'daki evrensel Hıristiyan ahlâk sistemi yerine bir ulusal ahlâk sisteminin yerleşmesi şeklinde olmuştur. Bunun acı sonucunu, Büyük Avrupa Savaşında gözlerimizle gördük. Bu durum, birbirine muhalif iki ahlâk sisteminin uygulanabilir herhangi bir sentezini bize vermekten aciz kalmasından başka, Avrupa'daki vaziyeti daha da tahammül edilmez hale getirmiştır.
İkbal, müslümanlar arasında ortaya çıkan protestan eğilimlerin yol açabileceği tehlikelere işaret ediyor. İkbal'e göre "din" ile "devlet" ayrışması, İslâm'ın doğasına aykırıdır. İkbal'in Türkiye örneği hakkındaki görüşlerine tekrar dönelim.
"Türkiye Büyük Millet Meclisi, Hilafet kurumunun kaldırılması meselesinde içtihad yapma kudretini nasıl kullanmıştır? Sünni görüşe göre, bir imam veya Halife tayini bir emr-i vacip, yani yerine getirilmesi gereken mutlak bir emirdir. Bu hususta akla gelen ilk soru şudur: Halifelik unvanı ve makamı bir tek kişiye tevdi edilebilir mi?
Türkiye'nin içtihadı odur ki, imamlık veya Halifelik görevi bir grup insana ve halk oyuyla seçilen bir Meclis'e devredilebilir. Ben şahsen Türk görüşünün doğru olduğuna inanıyorum. Bu konuda gereksiz tartışmaya lüzum yoktur. Demokratik hükümet düzeni sadece islâm'ın ruhuna uygun olmakla kalmayıp, islâm dünyasında halen etkinliklerini göstermekte olan yeni güçler karşısında bir zaruret haline de gelmiştir."
Pakistan Örneği
ikbal'in bu ve benzeri düşüncelerinin, "Pakistan" denen yeni yapılanmaya büyük katkı sağladığı biliniyor, ikbal başta olmak üzere
Türkiyeli, Mısırlı pek çok islâm düşünürü, özetle şunu savunmuşlardı:
Müslümanların tek bir halifeye bağlı kalmaları dinî bakımdan şart ve zaruret değildir. Müslüman ülkelerin, münferit ve bağımsız devletler halinde bulunmaları, ileri bir aşamada ise gevşek bir devletler topluluğu kurmaları daha doğrudur. Demokrasi, İslâm'a uygun bir sistemdir. Demokrasiden hareket edildiğinde ise Müslümanları tek bir siyasi çatı altında toplama fikri anlamsız kalır. O halde müslümanlar, ayn ayrı bağımsız devletler kurmalı, demokrasi ile yönetilmeli, ama yasalarını İslâm ışığında yapmalılar. Zira İslamı siyasetten soyutlamak mümkün değildir.
Türkiye, bu fikirlerin uygulamaya sokulduğu ilk ülke olurken, Pakistan, Türkiye örneğinden dersler çıkarılarak düzenlenmiş ikinci örnektir.
Türkiye tecrübesinden ne gibi dersler çıkarılmış olduğunu ikbal'in sözlerinden çıkarmak mümkün. "Din" ile "dünya" şeklinde iki ayrı alan vurgulaması Pakistan'da yaşanmamıştır. Pakistan daha ilk günden bir islâm Cumhuriyeti olarak doğmuştur.
Pakistan olgusunun, Hint Alt Kıtasında islâm'ı tecrid ettiği ve zaafa uğrattığı fikrine biz de katılıyoruz. Fakat Türkiye ve Pakistan örneklerinin bir tek bakış açısıyla değerlendirilip mahkum
edilmelerini doğru bulmuyoruz. Bu iki örnek de müslümanların geleceklerinin belirlenmesinde kaçınılmaz birer tecrübe olarak önem taşırlar.
Kaldı ki, Sünni geleneğin önerdiği bu çözümler, geleneğin tarihsel "uyum" niteliğine de uygun düşmektedir. Son tahlilde Gazzali, Maverdi ve Ibn Teymiyye ile Afgani, Said Halim Paşa ve ikbal benzer şeyler söylemişlerdir. Bu açıdan bakıldığında Türkiye ve Pakistan örnekleri, Sünni çerçeve içinde rahatlıkla bir yerlere oturmaktadır.
Türkiye laisizmi de bu bağlamda Sünni bir çözümdür ve biz birkaç cümleyle daha Türkiye örneğini değerlendirmeye devam edelim.
Diyanet Niçin Sünni?
Alevî vatandaşlarımız, sık sık Diyanet teşkilatının sadece Sünnilere ait olduğunu ileri sürüp, şikayette bulunuyorlar. Tespitleri doğrudur. Fakat Alevîlerin Diyanette temsil edilmeyişleri, bir
ihmalin ve unutmanın sonucu değildir. Bu sonuç, sivil Sünni halkın arzusu ve baskısı ile de doğmamıştır.
Türk laisizminin Sünni kimliği, ilk günden beri bilinçli bir tercih olarak vardır ve böylece sürüp gidecektir. Çünkü Türk laisizmi, tarihsel boyutunu Sünni gelenekten alır. Devletin Sünnilikle olan bu sıkı bağı, ne Alevîliğe, ne de bir başka mezhebe meşruiyet alanı bırakır!... Alevîler,Diyanette temsil edilmeyişlerini, Sünni halkın baskılarına bağlamakla hata etmektedirler. Aksine sivil Sünni kesimler, dinî cemâatler, Alevîlerin de serbestçe ibadet ve ayinler yapmalarına, Diyanette temsil edilmelerine ciddi olarak karşı çıkmazlar. Bunları, fikirlerini sorma ihtiyacı bile duymadan Sünni halk adına yapan, devletin bizzat kendisidir. Nedeni de bellidir:
Türk laisizmi, Sünni ortamda meydana çıkmış, dinî boyutu bulunan ama siyasal yanı ağır basan bir mezheptir. İslâm tarihindeki yüzlerce mezhepten sadece birisi... Bu, kaçmdmaz olarak böyledir. Çünkü ister kültürel anlamda kendini müslüman kabul etsin, ister iman bağlamında; hiçbir müslümanın din ile dünya ayrımmı kabul etmesi mümkün olamaz. Şii gelenek bu konuda Sünnilikten de katı ve tavizsizdir.
İslâm Dini, tarih boyunca sayısız farklı yoruma, mezhebe müsaade etmiş evrensel ve geniş bir perspektiftir; ama hiçbir farklı boyutunda, ne Sünnilikte, ne Şiilikte, dünya hayatından, yani
siyasetten, hukuktan, iktisat ve ticaretten sürgün edilmeye asla izin vermez.
Model İhracı
Türkiye kamuoyu, İran devriminden sonra bir iddia ile çalkalanıp durdu: Iran, diğer İslâm ülkelerine ve bu arada Türkiye'ye "devrim ihraç etmek" istiyor. Doğrudur; müslüman kişi kaçınılmaz bir biçimde "ihracatçı" olagelmiştir. Fakat İran ile ilgili bu iddiayı ortaya koyanlar, Türkiye'nin nasıl sıkı bir devrim ihracatçısı olduğundan söz etmiyorlar.
Türkiye, her seviyede sözcüleri ile, Türkiye örneğinin İran da dahil olmak üzere bütün İslâm ülkeleri için en iyi model olduğunu bağırarak ilan ediyor. Dahası bunun gereklerini de çeşitli şekillerde yapıyor. Diyanet teşkilatının bir eli Avrupa'da, öteki Kafkasya ve Orta Asya'da. Sivil cemaatlerin kurs, okul, eğitim ve öğretim modelleri üç değil, dört kıtada hızla yayılıyor. Türkiye resmî makamları bu yayılmayı destekliyor. Diğer taraftan benzer şeyleri, büyük bir aşk ve şevkle Pakistan yapıyor; tabiî ki bu arada İran da boş durmuyor, kendi modelini yaygınlaştırmak istiyor.
Kendi payımıza, sözkonusu modeller hakkındaki ayrı ayrı eleştirilerimizi saklı tutmakla birlikte, bu hareketlilik ve kaynaşmanın doğruları bulmada, hem İslâm âleminin hem de dünyanın yararına yeni aşamalara geçmede büyük yararlar sağlayacağına inanıyoruz.
Özetlersek
Özetleyecek olursak; biz bu yazımızda, Türk laisizminin üzerinde pek durulmayan dinî boyutuna işaret etmek istedik. Türk laisizmini, laikliğin Batılı örneklerinden yola çıkarak tahlil etme
çabalarının, asıl meselenin çok uzağına düşmemize yol açtığına, yersiz ve gereksiz sürtüşmelere, kutuplaşmalara hizmet ettiğine şahit olmaktayız. Oysa laikliği savununların da, ona karşı çıkanların da temel referansı islâm olmaktadır.
Ülkemizde Laikler, laikliği, islâm'a göre tanımlıyor ve O'na dayanarak açıklıyorlar. Laiklik, islâm çerçevesi içinde bir yere oturtuluyor ve laikler, Türkiye'nin rejimi ile islâm'ın temel hedeflerinin birbiriyle hiç de çatışmadığını savunuyorlar. "Türk Laisizmi" denen sistem işte bu şekilde ortaya çıkıyor. Bu sistem, diğer islâm ülkelerine
de Sünni Islâmî bir model olarak ihraç edilmek isteniyor. Bu hususlardaki eleştirilerimizi başka bir çalışmamıza bırakarak şu kadarını söylemek istiyoruz.
Çağdaş bir mezhep olarak "Türk Laisizmi", Batı sekülerizmi ölçüleriyle değil, islâm'ın sahih kaynakları ve hedefleri açısından ele alınmalıdır. Temel kaynaklarımız noktasından bakıldığında bu "Türk içtihadı" için neler söylenebilir?
Laikliği, Batılı çerçevede incelemek, Türkiye örneğini anlamamızı güçleştiriyor. "Müçtehid","fakih" ve "müftü" nitelikli laik siyaset adamlarını, sivil ve asker bürokratların, içtihadlarındaki isabet ya da yanlışlık, islâm'ın sahih kaynakları açısından tartışılmalıdır. Türkiye için Avrupa modeli bir laiklik beklentisine girmek, saflıktır ve muhali istemektir. Böyle bir şeyi ciddi olarak isteyen de yok gibidir.
Zaten Türkiye'nin tüm siyasi partileri, dine mesafeleri ne olursa olsun; dinin devlet bünyesinden çıkarılmasına, devletin de dinden büsbütün, soyutlanmasına razı değiller. Çünkü TürkiyeCumhuriyeti'nin yazılı olmayan zımni anayasası, kuruluş felsefesi, bunun böyle olmasını gerektiriyor; her ne kadar kağıt üstünde kalsın diye düzenlemiş bulunan yazılı anayasasında farklı şeyler söyleniyorsa da...
□Bilgi ve Hikmet, Yaz - 1995, Sayı 11