Peygamberler - Mucizeler
Sadi Çaycı
İsa’yı öldürmediler ve asmadılar. Lakin onlara İsa gibi gösterildi. Bunda ihtilaf edenler şüphededirler. Onun hakkında bilgileri yoktur. Ancak onlar zanna uymaktadırlar. Ve yakinen onu öldürmediler. Bilakis Allah İsa’yı yükseltip kendisine kaldırmıştır.
(Nisa,4/157-158)
Peygamberler Niçin Gönderilirler?
Özellikleri Nedir?
Dinsel terminolojide cennetlik olarak tanımlanan tekâmül aşamasına erişen insan artık bir daha kural olarak dünyada bedenlenmemekte, dünyada yaşamak zorunda kalmamaktadır. Kural olarak diyorum çünkü her kuralın istisnası vardır. İşte “RİM” adına görev yapmak şerefini kazanmış varlıkların belli bir görev alarak dünyaya gelmeleri böyledir. Peygamber RİM tarafından insanlara önderlik, rehberlik etmek yol göstermek ve uyarmak için gönderilmiş ve insanların kendi hayırlarına onlara itaat etmeleri istenmiştir. Bu itaat başlangıçta otomatik olmaktadır. İman eden itaat etmekle yükümlüdür. Ancak nihai amaç kukusuz bu değildir. Nitekim artık körü körüne iman devri çoktan bitmiştir. Artık çağımızın insanına yakışan düşünerek anlayarak araştırarak, açıklayarak inanmaktır. Bilgili ve şuurlu iman, makbul olan imandır.
Dikkat ederseniz peygamberlerin RİM tarafından gönderildiğini söyledim. Buna hemen şirk damgasını vuracaklar olacaktır. Neden hep anı: yaratıklarıyla yüz-göz oluş, her işi en basitten en karmaşığa kadar yüklenmiş, yaratıklarına yapılacak iş, yüklenecek görev ve sorumluluklar bırakmamış bir yardan fikri? Bu ilkel tanrı anlayışı artık yıkılmalıdır.
Yine dikkat edin Allah demedim, tanrı dedim. Bununda pek çok tenkitçileri çıkacaktır. Tanrı başka Allah başkadır diye. Ne kadar acıdır ki inananların çoğunun uğraşı esasla ilgili değil şekille ilgili ayrıntılara boğulmuş amaç unutulmuştur. Oysa:
“İster Allah diye çağırın ister Rahman diye çağırın. Hangisiyle çağırırsanız nihayet en güzel isimler onundur”(İsra, 17/110)
Öyle bir zamana gelinmiştir ki, Hz. Muhammed’in bile bizzat:
“Nasara’nın İbn-i Meryem’i batıl olmak üzere methettikleri gibi siz de beni methetmekte mübalağa etmeyiniz.” Dediği unutulmuş, dinin imanın ve hayatın amacı bir yana bırakılarak, dinde yükselme çoğu zaman Allah’ı ve onun peygamberlerini durmadan övmekle bir tutulmuştur.
Çalışarak, araştırarak, hak ederek, yükselmek ve cennetlik olmak yerine toplum kesinlikle günahkar oldukları, hiçbir zaman iyi olamayacakları şeklinde peşin kabullerle pasifliğe, cenneti Allah’a ve peygamberine sığınıp af dileyerek acizane elde etmeye çalışmaya itilmiştir.
Bir ailenin bir otomobilin bir dairenin bir topluluğun bir devletin yönetilmesi ne ise, bize nazaran çok yüksek realitelerde bulunan yüce varlıklar açısından evrenler içinde çok basit bir unsur olarak kalan dünyamızın sevk ve idaresinin yönetiminin de hiçbir farkının bulunmadığı artık anlaşılmalıdır. Bilinmelidir ki burada devlet başkanlığına, orduda genelkurmay başkanlığına… vs. yükselmiş insan artık gelmiş bir duvara dayanıp kalmış artık hiç yükselmeyecek değildir. Bilgi çaba sınav liyakat, hak etmek ve yükselme sonsuzdur. Alçalmanın olduğu gibi, hak ettikçe yükselmenin de sonu yoktur.
“Biz hiçbir peygamberi Allah’ın izniyle itaat edilmekten başka bir amaçla göndermedik”(Nisa,4/64)
İşte size yukarıdaki hususların bir cümleyle ifadesi:
Konu: Peygamberin gönderilmesi
Gönderen: Biz(RİM: Ruhsal İdare mekanizması)
Amaç: İtaat(belli bir zaman ve mekândaki insan topluluğunun, daha yüksek bir realiteye ulaştırılması aracı)
Dayanak: (Her zaman her yerde her şey için olduğu gibi kuşkusuz) Allah’ın izni ve muradı.
Hata Yahut Günah İşlemem veya Sınav - Sorumluluk - Yükselme Gibi Konularda İnsanlarla Peygamberler Arasında
Fark Var Mıdır?
Esasta hayır. Zira hangi varlık olursa olsun dünyada bedenli hayat yaşamakta ise, Allah’ın iradi idare yasalarına dayalı olan dünya şartlarına tabidir.
Her insan gibi bir peygamber bile hata işleyebilir. Söz konusu Hz. Muhammed de olsa sonuç aynıdır:
“Surat astı ve döndü. Kör geldi diye. Ne bilirsin belki o arınacak. Yahut öğüt dinleyecek de öğüt kendisine yarayacak. Kendisini zengin görüp tenezzül etmeyene gelince, sen ona yöneliyorsun. Onu arınmamasından sana ne? Fakat koşarak sana gelen Allahtan korkarak sana gelmişken, sen onunla ilgilenmiyorsun. Olmaz böyle şey. Kuran ayetleri bir hatırlatmadır. Dileyen onu düşünüp öğüt alır.”(Abese, 80/1-12)
“Allah seni affetsin doğru söyleyenler sana iyice belli olup; yalan söyleyenleri bilmezden önce, niçin onlara izin verdin?”(Tevbe, 9/43)
Hz. Muhammed dâhil peygamberler de zaman zaman irade zayıflığı gösterebilmişlerdir:
“Eğer biz seni sağlamlaştırmamış olsaydık, onlara bir parça meyledecektin”(İsra, 17/74)
Bir peygamber de erkekçe hisler duyabilir:
'Andolsun kadın onu arzu etmişti. Eğer Rabbinin doğruyu gösteren delilini görmeseydi, Yusuf da onu arzu etmişti.”(Yusuf, 12/24)
Şu ayette de aynı zamanda Hz. Muhammed’in itaatini ve doğruluğunu gösteren kutsak bir belgedir:
“ Allah’ın nimet verdiği senin de kendisine nimet verip, hürriyete kavuşturduğun kimseye ‘ eşini yanında tut, Allah’tan kork’ diyordun. Fakat Allahın açığa vuracağı şeyi içinde gizliyordun. İnsanlardan çekiniyordun. Oysa asıl çekinmene layık olan Allah idi.”
( Ahzab, 33/37)
Peygamberler de günah işlemiş olabilirler. Nitekim Hz. Muhammed:
“ya Rab! Önce işlediğim ve sonra işlediğimi sandığım, gizli yaptığım aşikâre işlediğim bütün günahlarımı bağışla!” şeklinde dua etmiştir.
Keza Kur’an’da:
“Biz sana apaçık bir fetih verdik. Ta ki Allah seni günahından, geçmiş ve gelecek olanı bağışlasın ve sana olan nimetini tamamlasın ve seni doğru bir yola iletsin.”(Fetih, 48/1-2)
“ Ey Muhammed kendi günahın, inanan erkek ve inanan kadınların günahı için Allah’tan mağfiret dile.”(Muhammed, 47/19)
Burada bir noktaya değinmeden geçemeyeceğim. Amacım asla ve asla Hz. Muhammed2i küçük düşürmek değil. Onun gibi bir başka insanın yeryüzüne gelmemiş olduğuna ve de gelemeyeceğine inananlardanım. O en yüce ve üstün olan örnek olan varlıktır muhakkak. Ancak gerek inceleme konusu aslını, kur’an hükümlerinin çağdaş bir yorumu çabasının oluşturması, gerekse tüm peygamberlerle ilgili konularda, onun için varit olan bir hususun önceki peygamberler için evlevitele kabulüne bir endişe bulunmaması sebepleriyle konuyla ilgili örnekler, özellikle Hz. Muhammed’e yönelik oldu. Yoksa başkaca bir art niyet söz konusu değildir.
Şimdi devam edelim: şu ayetler peygamberlerin de görevlerinin bitiminden sonra RİM nezdinde hesap vermekle sorumlu olduklarına işaret etmektedir:
“Muhammed sadece bir elçidir. Ondan önce de elçiler gelip geçmiştir.”(Al-i İmran 3/144)
“Kendilerine elçi gönderilmiş olanlara soracağız ve elbette gönderilen elçilere de soracağız”(A’raf, 7/6)
Hayat, görev, sınav, sorumluluk ve yükselme/tekâmül açılarından, elbette dereceleri farklı olarak, peygamberlerle diğer insanlar arasında ayrılık bulunmamaktadır. Nitekim Kur’an’da Hz. Muhammed için:
“Gecenin bir kısmında sana mahsus bir nafile namaz kılmak üzere uyan. Belki böylece Rabbin seni övülmüş bir makama ulaştırır.”(İsra,17/79) denmiştir.
Burada açıkça Hz. Muhammed’in de yükselmek, daha üst makamları hak etmek için çalışması gerektiğine işaret vardır.
Hz. Muhammed “Allahın kerem ve rahmeti olmadıkça, hiçbir kişiyi onun güzel işi ve ibadeti cennete koyamaz. Beni de Allahın fazlı ve rahmeti bürümedikçe yalnız ibadetim cennete koyamaz. Bu veçhile ashabım, iş ve ibadetinizde itidal ile hareket edip ifrat ve tefritten sakınınız.” Diyerek, kendi durumunu daha açıkça ortaya koymuştur.
Bütün Bunlardan Sonra İnananlara Ümit Veren Uyarı Ve İşaretler Yok Mudur?
Elbette vardır. Esasen İslam öğretisinde, İnananların kesinlikle ve hiçbir konuda Allahtan ümitlerini kesmemeleri istenmektedir.
Hz. Muhammed “Allah halkı yaratınca Levhine –ki Allah indinde o Arştan üstündür- ‘rahmetim intikamıma galiptir’ diye yazmasını kaleme emretti.”demiştir.
İç rahatlığı ve huzuru duyarak yaşamını sürdürmek isteyenler şu bilgi ve uyarıları daima hatırlamalıdırlar; zira işte aşağıdaki ayetler İslam dini ve inanışının sonsuza kadar geçerli temel ilkelerini açıklamaktadırlar:
“Ey Muhammed de ki: o Allah bir tektir. Allah her şeyden müstağni ve her eşya ona muhtaçtır. O doğurmamış ve doğmamıştır. Hiçbir şey ona denk değildir.”(İhlas,112/1-4)
“Allah kendisine ortak koşulmasını bağışlamaz. Bundan başkasını dilediğine bağışlar. Allaha ortak koşan da gerçekten büyük bir günah işlemiştir”(Nisa, 4/31)
“Eğer size yasaklanan büyük günahlardan kaçınırsanız, sizin küçük günahlarınızı örteriz ve sizi ağırlanacağınız bir yere sokarız.”(Nisa, 4/31)
“ Sabırla, namazla yardım dileyin. Şüphesiz bu Allaha saygı gösterenlerden başkasına ağır gelir.”(Bakara, 2/45)
Mucize Keramet Nedir?
Hz. Muhammed’in de Mucizesi Var Mıdır?
Önce konuyla ilgili başlıca sözcüklerin anlamlarına bir bakalım. Mucize peygamberler tarafından meydana getirilen harikulade durumlardır. Amaç halkı aciz ve şaşkınlıkta bırakarak imana gelmesinin sağlanmasıdır. Örneğin uzak mesafeleri kısa zamanda kat etmek, cansız diye bildiğimiz varlıklarla konuşmak, uzak mesafelerden görmek işitmek..vb.
Ayrıca Allah’ın bizzat oluşturduğu mucizelere “ayet” veliler tarafından verilen mucizelere ise “keramet” denir.
“Andolsun ki Musa’ya apaçık dokuz tane mucize verdik. Ey Muhammed israiloğullarına sor, Musa onlara geldiğinde firavun kendisine “ey Musa ben seni büyülenmiş sanıyorum” demişti”(İsra, 17/101)
Bu ayette geçtiği üzere Hz. Musa’nın ve ayrıca Hz. İsa’nın mucizeleri ünlüdür.
Bütün kitaplı dinlerin ve bu dünlerin peygamberlerinin bir bütünün parçalarını oluşturdukları, aslında aralarında ayrılık bulunmadığı unutulmuş; meselelere çok daha geniş açıdan bakmasını bilemeyen topluluklar, sonuçta gerçeklerden kopmak doğrulardan ayrılmak ve din kurumunu dejenere etmek bahasına, dinleri ve peygamberleri üstünlük yarışına sokmuşlardır.
Aynı hareket noktası Hz. Muhammed’in takipçisi olan toplulukları da etkilemiş, İslam dininin ve onun peygamberinin her bakımdan öteki dinlerden ve peygamberlerden üstün olduğunu kanıtlamak üzere Hz. Muhammed’e birçok mucizeler izafe edilmiştir.
İşte başlıca örnekleri:
- Ayın ikiye bölünmesi
- Bir tarihte Zevra’da iken abdest suyu bulunamaması üzerine Hz. Muhammed’in elini kap içindeki bir miktar suya sokması, parmaklarının arasından su fışkırmaya başlaması ve üç yüz kişilik topluluğun bu su ile abdest alması.
- Hz. Muhammed’in hutbe okuması için bir minber yapıldığında daha önceleri bir hutbe esnasında üzerinde oturmakta olduğu hurma kütüğünden gebe devenin iniltisine benzer sesler gelmesi ve seslerin anacak H. Muhammed’in minberden inerek elini üzerine koyması ile kesilmesi.
- Hendek vakası sırasında Cabir ve Talha’nın evlerinde az yemekle birçok kişinin karnını doyurması
- Hudeybiye ve Tebük’deki suyu kurumuş kuyulara elinden biraz su dökmekle kuyuların su ile dolası ve bütün ordudaki binlerce askerin bu kuyulardan su içmesi
- Hz. Osman’ın başına felaket geleceğini ve cennete gireceğini önceden bilmesi
- Ammar’ı bağilerin öldüreceğini; Hz. Hasan’ın iki İslam ordusunun arasını bulacağını bildirmesi
- Ashaptan birinin çıkan gözünü yerine koyması ve sapasağlam olu eskisi gibi görmesi
Hayber gününde Hz. Ali’nin ağrıyan gözüne tükürerek gözlerini iyileştirmesi
- Ashaptan birinin sancılanan yağını mesh etmekle sancısının geçmesi…vb.
Miraç olayını daha sonra ayrı bir konu olarak ele alacağımdan burada saymadım
Bütün bu nakillere karşılık Kur’anın ayetlerinde, Hz. Muhammed’in Kur’andan başka bir mucizesinin bulunmadığı; esasen mucizeye gerek de duyulmadığı ısrarla belirtilmekte; artık insanlığın mucizeler yoluyla değil akıl, düşünce, bilim ve muhakeme yoluyla doğru yolu ve gerçekleri aramalarının gerektiği; bilimden başka hiçbir araçtan doğrudan yardım umulmaması, dünya hayatının bilimin ve bilginin üstünlüğü, bilim adamlarının değeri, defalarca tekrarlanmaktadır.
İşte bu konuyla ilgili çok açık ayetler:
“Dediler ki “bize Rabbinden bir mucize getirmeli değimliydi?” onlara önceki kitaplarda bulunan deliller gelmedi mi?”(Taha,20/133)
“Dediler ki “ ona Rabbinden mucizeler indirilmeli değil miydi? De ki: mucizeler Allahın yanındadır. Ben ancak apaçık bir uyarıcıyım. Kendilerine okunan kitabı sana indirmemiz onlara yetmedi mi?”(Ankebut, 29/50-51)
“İnkâr deneleri diyorlar ki,”ona rabbinden gelen bir mucize indirilmeli değimliydi?” sen ancak bir uyarıcısın. Her toplumun bir yol göstericisi vardır.”(Rad, 13/7)
“Mümin olmuyorlar diye nerdeyse kendini helak edeceksin. Dilesek onların üzerine gökten bir mucize indiririz de boyunları eğilir. İnanırlar.
Rahmandan onlara hiçbir yeni uyarı gelmez ki mutlaka ondan yüz çevirici olmasınlar.”(Şuara, 26/3-5)
“Bizi mucizeler göndermekten alıkoyan şey, evvelkilerin onları yalanlamış olmasıdır. Semud oğullarına çık bir mucize olarak dişi deveyi verdik. O yüzden kendilerine zulmettiler. Hâlbuki biz o istenen mucizeleri yalnız korkutmak için göndeririz”(İsra, 17/59)
Bilmem hala Hz. Muhammed’in Kur’an’dan başka, geleneksel anlamda başka mucizeleri vardır diye iddia edilebilir mi?( ki herhalde başlı başına önemli bir mucizedir)
Kuşkusuz günümüzde artık parapsikoloji, spiritoloji, gibi yeni gelişmekte olan bilim dallarının konularını teşkil eden olgu ve buluşlar, esasen aslında mucize diye bir şey olmadığını bunun bilgi ve liyakat seviyeleriyle orantılı, izafi bir kavram olduğunu, deneysel olarak dahi göstermişlerdir. Afrika yerlisini bir tarihte eter koklatarak bayıltıp sonra ayıltan Avrupalıların bu elemi ancak bu konularda bilgi ve görgüsü olmayan bir topluluk için mucize teşkil eder.
Şimdi gelelim bilgi, bilim adamı ve düşüncenin önemine:
“De ki: “bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?1 doğrusu ancak aklıselim sahipleri öğüt alır.”(Zümer,39/9)
“… Kulları içinde ancak bilginler, Allah’tan gereğince korkarlar.”(Fatır,35/28)
“Dildiğine hikmeti verir. Hikmet verilen kimseye çok hayır verilmiştir. Bunu ancak aklı selim sahipleri düşünüp anlar”(Bakara, 2/269)
Ne yazık ki inanan topluluklar, asırlar boyu gittikçe bu esaslardan ayrılmışlar, ayrıldıkça da çıkmaza girmişlerdir.
İlahi rahmet ve rehberlik bununla da bitmemiştir. Günümüzde ruhçuluk öğretisi, topluma aynı doğrultuda ve daha yeni şartlara uygu biçimde yol göstericilik yapma işlevini sürdürmeye çalışmaktadır.
Ne kadar iyi niyete dayalı olursa olsun, bütün bu hususları kavrayıp değerlendirmedikçe, toplumu yeniden din ve manevi eğilimlere yöneltmeyi amaçlayan çabalar sonuçta ancak irtica tablosunu çıkaramaya mahkûmdur. Oysa bilgi, hayat, gelişme ve yükselme dondurulamaz. Buna her yönüyle toplumsak hayat ve kuralları da dâhildir.
İsra Ve Miraç Olayı Nedir?
Kur’an’da bu olaydan şöyle bahsedilir:
“Kendisine ayetlerimizden bazısını göstermek için kulunu Mescid-i Haramdan havalisini mübarek kıldığımız Mescid-i Aksa’ya gece vakti götüren yüce Allah, her türlü ayıp ve kusurlardan münezzehtir. O hakkıyla işitir ve görür.”(İsra, 17/1)
Şimdi olayı bir de Hz. Muhammed’in ağzından dinleyelim:
“Bir kere ben Hatimde yatmış, uyurla uyanık arası bulunuyordum. Bu sırada bana gelen Cibril geldi de göğsümü yardı ve kalbimi çıkardı. Sonra içi iman ve hikmet dolu bir tas getirdi. Kalbim de zemzem suyu ile yıkandıktan sonra, içine iman ve hikmet dolduruldu. Sonra eski haline iade olundu. Daha sonra katırdan küçük ve merkepten büyük, beyaz bir binit getirildi. Ben bunun üzerine bindirildim. Cibril de benimle yollandı bana refakat etti. Sonra ben Cibril ile beraber Beyt-i Makdis’e vardım, namaz kıldım. Bütün bu peygamberler de benimle kıldılar.
Sonra Ali makamlara çıkılacak bir miraç, bir merdiven kuruldu. Buna Cibril ile bindirildim ve onunla beraber yükseldim. Nihayet dünya semasına vardı. Cibril gök kapısını çaldı. Bekçi melek tarafından ‘kim o’ denildi. Cibril ‘Cibrilim’ dedi. Bekçi melek tarafından yanında ki kimdir diye soruldu. Cibril Muhammed diye cevap verdi. Bekçi melek “yaa; göğe çıkmak için ona vahiy ve miraç daveti gönderildi mi?” diye sordu. Cibril “evet gönderildi” diye tasdik etti. Bekçi melek tarafından “merhaba gelen zata, bu gelen kişi ne güzel yolcu” denildi. Ve hemen gök kapısı açıldı. Ben birinci semaya varınca âdem peygamberle karşılaştım. Cibril bana “bu senin baban Âdemdir. Ona selam ver” dedi bende selam verdim. Âdem selamıma mukabele etti. “sonra merhaba hayırlı iyi oğlum, Salih peygamber” dedi sonra Cibril benimle beraber yükseldi. Ta ikinci semaya geldi. Bunun da kapısını çaldı…”
Hz Muhammed aynı geçiş formalitesini soru ve cevapları tekrarlayarak ikinci semada Yahya ve İsa peygamberler ile üçüncü semada Yusuf peygamber ile; dördüncü kat gökte idris peygamber ile; beşinci semada Harun peygamber ile; altıncı gökte Musa peygamber ile yedinci gökte ise, İbrahim peygamber ile karşılaştığını anlatmaktadır.
Görüldüğü üzeri Kur’an’da geçen yedi kat gök semadan oluşmuş madde evrenleri sistemi, basit bir şekilde aktarılmıştır. Şimdi bazı hususlara daha açıklık getirelim:
1 - Olay Hz. Muhammed uyurla uyanık arasında iken vuku bulmuştur.
2 - Seyahat beden ile vaki olmamıştır. Ruhçuluk öğretisini ve terminolojisini bilenlerin takdir edebileceği gibi uyku ve uyanıklık arasında iken yani düşünce dalgaları ve beyin ritmi Alfa dalgası-ritmi durumunda bulunduğu sırada hadise meydana gelmiştir. astral projeksiyon ve bilokasyon söz konusu edilebilir. Ancak olayın başlangıç şartları ve sonraki gelişimi, astral seyahat ihtimalini daha kuvvetli kılmaktadır.
3 - Göğsün yarılması, kalbin yıkanması, bekçi melek tarafından kimlik ve izin sorulması vb. birçok ifadeler semboliktir. Ama ne yazık ki gelen olarak olduğu gibi doğru kabul edilmiş ve bilimsellikten uzak hatalı yorumlara saplanmıştır. Oysa yapılan örneğin yarma yıkama işlemleri vücudun maddi organları ile ilgili değil; insan anlayış duyu ve idrak sisteminin ilahi bir müdahale ile takviyesine ilişkin manevi operasyon tasvirleridir. Yine geçişlerle ilgili bürokratik formalitelerle her evrenin esasta birbiriyle tamamen müstakil olduğu, birinden diğerine serbestçe geçilmediği en azından herkesin serbestçe geçemeyeceği anlatılmak istenmektedir.
4 - Genel olarak ruhçuluk öğretisinde daha yüksek sema yahut gök ile daha mütekâmil yani üstün bir evren kastedilmektedir. Bu anlamda dünyada görev yaptıkları kronolojik sıraya nazaran, peygamberlerin bu sıraya aykırı semalarda yer almaları, tekâmülün onlar için de sürmekte olduğunu, hatta bazı peygamberlerin tekâmül yarışında diğerlerinden önde bulundukları yani hayatın ve tekâmülün statik olmadığı dinamik olduğu yükselme için mutlaka kıyametin beklenmediği ve dolayısıyla hak edenin hakkını derhal aldığı anlaşılmaktadır.
5 - Hadisin devamında Hz Muhammed, “bütün bu menazil ve menazırdan sonra, karşıma Sidr-i Münteha saha açıldı.” Demiştir. Bundan Hz. Muhammed’in bizim sistemimizi oluşturan, yedi gök olarak ifade edilen evrenler dizisinin ötesine geçebilme yüceliğinde ve liyakatinde üstün bir varlık olduğu anlaşılmaktadır.
Hz. Muhammed’le İlgili Duru görü Olayları Var Mıdır?
Bilindiği gibi duru görü yahut ruhsal görü beş duyunun dışında eşyaları ve fikirleri algılama ve görmedir. Bu anlamda Hz. Muhammed’le ilgili olaylar bulunduğu Hz. Muhammed’in şu sözlerinden anlaşılmaktadır:
“Mescid-i aksa’ya sefer ettiğimi söylediğimde, kureyş beni yalanlayınca; Mescid-i Haram’a gidip, Hicirde ayakta durdum. Müteakiben Allahın bana Beyt-i Makdis ile gözümün arasındaki mesafeyi kaldırdı da, denemek için ne sordularsa Mescid-i aksaya bakarak onun nişanelerinden Kureyş’e haber vermeye başladım.”
“Siz benim kıblem yalnız şurasıdır ve namazda önümden başka bir yeri görmem mi sanıyorsunuz? Allah’a kasem ederim ki, sizin ne huşunuz bana gizli kalıyor ne de rükûunuz. Kasem ederim ki sizi arkamdan da görüyorum.”
Güncel Konular Açısından İslam Dininin Esasları
Hakkında Kısa Bilgiler Verir Misiniz?
İslam dininde iman Allaha meleklerine, kitaplarına, Allah’la buluşmaya peygamberlerine ve öldükten sonra dirilmeye inanmak şeklinde özetlenebilir. Ancak klasikleşmiş anlatıma göre iman Allahtan başka tanrı olmadığına, muhammed2in Allahın kulu ve peygamberi olduğuna, Allahın meleklerine kitaplarına, bütün peygamberlerine, öldükten sonra dirilmeye ve iyilik ve kötülüğün Allahın takdiri ve yaratmasıyla olduğuna inanmaktır.
Öte yandan İslam pratikte beş şey üzerine bina olunmuştur: Allahtan başka ilah olmadığına ve Muhammed’in Allahın resulü olduğuna tanıklık etmek, namaz kılmak, zekât vermek, hacca gitmek ve ramazan orucunu tutmak.
Bu konular genel olarak ilmihal denilen kitaplarda ayrıntılarıyla işlenmiştir. Bu nedenle ben ayrıca konuların ayrıntılarına girmeden, şahsen katılamadığım bazı noktalara değinmekle yetineceğim:
1-Genellikle sanıldığının aksine, insan bu varlık âleminin en şereflisi ve en yücesi değildir.
2-Canlı varlıklar sadece insanlar hayvanlar ve bitkilerden ibaret değildir
3- “Allah diridir, görür, bilir, duyar, işitir…” gibi anlatımlar sembolik ifadelerdir. Mutlak ve nihai gerçekler olarak alınmamalıdırlar. Bizlerin seviyesinden başka türlü bir tanrı kavramı oluşturulamayacağı için bu ifade ve ibarelerin kullanılması zorunluluğu söz konusudur. Biz Kadir-i Mutlak olan “yaradan Allah” anlamında gerçek veya geçerli hiçbir idrake sahip olamayız. Onun gerçek mahiyeti yaratıklar için gizlidir.
4- “Allah diler dilediği gibi yapar. Onun işine kimse karışamaz. Onun emrine karşı kimse itaatsizlik edemez. Onun emrine kimse karşı duramaz…” gibi ifadeler aslında, elbette yanlış değildir. Ancak yaratıkları ve evrenler açısından Allah, mutlak dilek ve emirlerini, ilahi irade yasaları olarak vazetmiştir. Bunlar öyle yasalardır ki hiçbir konuda hiçbir boşluk bulunmamaktadır. Her durum eylem ve olguya ilişkin bir ilahi irade yasası vardır. Ve düzen böyle böyle sağlanmaktadır. Bunun dışında Allah her an emir ve karar değiştiren, evrene değişik ölülere göre tasarrufta bulunan, hâşâ istikrarsız bir idareci değildir. Bu nedenle yukarıda naklettiğim ifadelerde, kelime anlamları ile mutlak doğru anlaşmamalıdır. Burada da sembolik anlatım vardır.
Aksi halde eğer söylendiği gibi bizzat Allahın emri iseler, iman ibadet tekâmül vb. konularda, insanların aksine hareketleri mümkün olur muydu? Öyle ya Allah bize “namaz kılın” diye emredecek, bizden isteyen namaz kılacak, istemeyen kılmayacak! Mümkün müdür?
5-Hesap vermek korkusu ile kötülüklerden uzaklaşmak, imanın ve tekâmülün en alt bir basamağıdır
6-Allah kuşkusuz bütün insanları eşit haklarla yaratmıştır. Ancak eğer reenkarnasyonu kabul etmeseniz, buna kimseyi inandıramazsınız. Ve öne sürdüğünüz eşitliği kanıtlayamazsınız. İlahi düzende eşitlik ancak reenkarnasyon ve karma ilkleriyle sağlanmaktadır.
7-İnsan dünyaya tertemiz bir ruhla gelmez. İnsanın şimdiki hali geçmiş hayatlarının bileşkesidir. Bundan dolayıdır ki karakter, kabiliyet, akıl, zekâ, sağlık vb. açılardan hiç kimse birbiriyle eşit değildir. Ancak liyakatte eşit olanlar diğer hususlarda da eşit olabilirler. Kısacası, hâlihazırda müşahede ettiğimiz eşitsizlik, aslında eşitliğin ve adaletin doğal bir sonucudur.
8- Din amaç değil bir araçtır. Asıl olan akı ve düşünceyi kullanarak yükselmektir.
9- Kuran’ın hükmünün kıyamete kadar devam edeceğinden kasıt, sanıldığı gibi, onun bütün hükümlerinin eksiksiz ve değişmeden kıyamete kadar süreceği yahut aslında amacın bu olduğu değildir. Örneğin, kölelik ile ilgili hükümler, bu hükümlerdendir. Kur’an’ın hükümleri kıyamete kadar cari olacaktır diye, kölelik kurumunu sonsuza kadar sürdürülmesini savunabilir misiniz? Yahut bugünkü kadın erkek eşitliği karşısında, “cariyelik” düzenini aynı şekilde yürütebilir misiniz? Tevrat da Zebur da İncil de ve Kur’an’da değişmeyen esaslar imanla ilgili esaslardır. Kural olarak kıyamete kadar hükümleri sürecek olan ayetlerde bu konudaki ayetlerdir. Aksi halde hayatın ve tekâmülün, Hz. Muhammed’in ölümü ile dondurulmuş olması gerekirdi. Öyle midir? Kuşkusuz hayır. Kaldı ki, imanla ilgili esasların bile irdelenmesi, araştırılması, anlaşılması ve ilgili kavramların geliştirilmesi gerekmektedir. İnsana yakışacak olan ve ondan beklenen budur.
10- “Peygamberlik, Allah vergisidir. Dilediğine verir. Çalışıp çabalamakla elde edilmez…” şeklindeki bir kanaate, kesinlikle katılmak mümkün değildir. Allah kimseye ayrıcalık tanımamıştır. İnsan için, çalışmasından başka bir dayanak ve güvence yoktur. Peygamberlik bir liyakat meselesidir. Liyakat ise, kimseye hazırdan verilmemektedir. Emeksiz liyakat olmaz.
11- Peygamberler de hata veya günah işleyebilirler. Bu dünyada, kimseden sonuna kadar mükemmel olması beklenememiştir. İnsana düşen, elinden gelenin mümkün olanın en iyini yapmaktan, dinsel ifadeyle “büyük günah”lardan kaçınmaktan ve sonuçta Allaha dayanıp güvenmekten ibarettir.
12- Mukadderat, varlığın geçmişteki deneyleri sonucunda ulaştığı düzeyin liyakat, nitelikleriyle, halen mevcut çabalarının yönü ve isabet derecesi ile, geleceğe ait niyet ve yönlerinin niceliği ile, kısaca hür iradesini getirdikleri ile ve kendisine her an görüp- gözeten, her zamanı birlik açıkça gören ruhsal idareci ve yardımcı planların ortaklığıyla oluşur. Mukadderat, sanıldığı gibi sert olmayıp, iç ve dış etkilerle her an oluşmaktadır. Mukadderatın oluşumunda, kişinin iradesel edimleri, geçmiş hayatların biriktirdiği karmik zorunluluk( ödeşme), bir hayat içinde tutulan yolun icaplarını, genel ya da toplumsak zorunluluklar, rehber ve yönetici varlıkların, kişinin lehine olmak üzere, onları istemedikleri halde, belirli bir yöne sevk etmeleri, ruhun bedenlenmeden önce hazırladığı uygulama planı ve nihayet, dünyanın, bir tekâmül devresi içindeki genel uygulama planı, önemli rol oynamaktadır. Yani bir insanın, görünüşte şeklen iyi yahut kötü diye nitelendirdiğimiz kaderi tamamen onun dışında oluşturulmuş bir “mahkûmiyet hükmü” değil, tekâmülü için en uygun bir eğitim ve öğrenim-uygulama planıdır.
13- İnsanlar, talihlerini, kendi arzularıyla meydana getiriler. İstek yapıcı, bir kuvvettir. Yoluyla devam eden sebatla istenen şey gerçekleşir. “kötü talih” diye bir şey yoktur. İnsan neyle karşılaşmış bulunuyorsa bu, o anda kendisine en lüzumlu, en layık bir durumdur. Tekâmülüne en uygun duru budur. Talihin yüzümüze gülmesi için, liyakatimizi arttırmaktan başka çaremiz yoktur.
14-“ İbadet Allahın emrettiği gibi yapılır, azaltılıp çoğaltılamaz; hiçbir zaman ve suretle değiştirilemez…”şeklindeki bir görüş Allah tarafından emredildiği kabul edilen farz namazların yanında ayrıca kılınmakta olan- dinsel terimleri ile: “-sünnet” ve “ vacip” namazları dayanaksız bırakır.
15- Namaz, kulluk borcunu ödemek gibi bir duyguyla değil, şükür hislerini dile getirmek düşünce ve niyetiyle kılınmalıdır. Hz. Muhammed tarafından uygulamaya sokulan namaz kılma şekli, insanlığın oluşabileceği en ileri ibadet biçimidir. Ancak “namaz”ın ve sadece bu şekliyle belli bir ibadeti ifade ettiği, ilk defa İslamiyet ile ortaya çıktığı sanılmamalıdır. Nitekim Kur’an’da: “Musa’ya ve kardeşine, “kavminiz için mısır’da evler hazırlayın ve evlerinizi karşı karşıya kurun. Namaz kılın ve müminleri müjdeleyin.” Diye vah yettik”(yunus, 10/87)denmektedir.16- giyim ve örtünme konusu, bir orta yol meselesidir. İslamiyet’in, dünyayı kara çarşafla kara çarşafı kadınlarla dolu bir dünya olarak düşündüğünü söyleyiverip işin içinden çıktığını sanmak, ancak dar bir çerçeveye sıkışmış düşüncenin ürünü olabilir. Onlar, bir defa örtünmenin amacını hiç hatıra getirmezler.
Hz. Muhammed, “dünyada nice giyinik kadınlar vardır ki, ahirette çıplaktırlar.” Demiştir.
Kur’an’da ise bu konuda:
“Ey insanoğulları! Ayıp yerlerinizi örtecek giyimlikle, sizi süsleyecek elbiseler gönderdik. Takva örtüsü ise, bunlardan daha hayırlıdır. Allah’ın bu ayetleri, öğüt almanız içindir.”(A’raf,7/26)denmektedir.
“İyice” örtünmüş kadın cennetlik kadın demek değildir. “örtünmek” kadın-erkek ilişkilerinin insanlığa yakışır bir çerçevede tutunmasına kuşkusuz katkıda bulunan bir “önlem” dir. Ama Kuran’da açıkça, herkesin hayâ duygularına gerekli irade kuvvetine ve şekilde değil esasta Allah’ın emirlerine itaat bilincine sahip olarak yaşamlarını sürdürmelerinin asıl hedef olduğu, giyinmenin aynı zamanda bir süs-zevk ve dolayısıyla (moda) yönünün bulunduğu belirtilmektedir.
Mesele, bir “orta yol” meselesidir. Ancak kural olarak şunu söyleyebilirim ki, gözlerini dahi kapatacak kadar karalara bürünmüş kadınları olan bir toplum asla, ileri bir toplum sayılamayacağı gibi; “kadın-erkek eşitliği” ve “doğallık” modalarının sonucu, fiilen cinsiyet farklarına ve özelliklerini yok edecek kadar dejenere olmuş ilişkilere dayanan bir toplumsal hayat da, bana göre, o toplumun sonunun yaklaşmakta olduğunun göstergesidir.
17- Kur’an düzeninde, gerçekten de faize yer yoktur. Kimsenin fikirsel veya bedensel çaba ve emeğine dayanmaksızın “yattığı yerden” kazanç sahibi olamayacağı bir ekonomik düzeni vurgulamak istediği anlaşılmaktadır..
“Faiz yiyenler, ancak şeytanın dokunup çarptığı kimsenin kalktığı gibi kalkarlar. Bu onların ‘alışverişte de faiz gibidir’ demelerinden ötürüdür. Oysa Allah, alışverişi helal, faizi haram kılmıştır.”(Bakara, 2/275).
Yani Kur’an’da, iki tarafı da aktif ticari ve ekonomik ilişkilere dayalı bir düzen amaç olarak ortaya konmuştur. Devlet tarafından konmuş yasak kurallar çerçevesinde, bugün ki ekonominin karmaşıklığı ile uygunluk arz eden bir sermaye ve yatırım düzeninin, planlı ve bilinçli sermaye aktarımlarının “günah” sayılması gerektiğini söylemek de kolay değildir. Bu husustaki ayetler, bir ideali temsil edebilir ancak,ü özel mülkiyet ve miras hakları, bugün ki demokratik toplumların en temel haklarından bulunduğuna göre ve Kur’an’da da bunu aykırı hüküm bulunmadığına göre, “sermaye” birikimi de kaçınılmazdır. Bugünün ekonomik koşullarında, değişik kaynaklı sermayelerin bir araya gelmesi ile ancak, karmaşık ve büyük çapta yatırımlar gerçekleştirilebilmektedir. O kadar ki, bazen ulusal sermaye birimi dahi yeterli olmamakta; “uluslararası” işbirliği zorunluluğu doğmaktadır. Bütün bu gerçekleri inkâr etmek mümkün müdür? Elbette ki hayır. İyi niyet yasalara uygunluk, işbirliği ve karlılığını hakça almak esaslarına dayalı ekonomik düzene karşı ne diyebiliriz. Nitekim bir kısım İslam din bilginleri, bu gün ki kâğıt paraya dayalı ekonomik düzende, enflasyon oranını geçmeyen faiz oranlarının aslında faiz değil, değer kaybı tazminatı mahiyetinde olduğunu ileri sürerek geleneksel faiz karşıtı görüşleri yumuşatmaya çalıştıkları gibi; sonuçta bankalardan esasta nasıl bir farkı olduğu fiilen pek anlaşılmayan çeşitli “faizsiz” finans koşulları, ülkemizde de boy göstermeye başlamıştır.
18- Kurban kesmek imanın ve islam’ın temel şartları arasında yer almaktadır. Bu günün gelişmiş toplumlarında, gökdelenlerle dolu büyük yerleşim merkezlerinde, kurban bayramlarında oluşan hayvan pazarları ve kesimi izleyen et-kan-bağırsak-kesik baş vb. manzaralar adeta birer katliam görünümü arz etmektedir. Kurban kesmenin asıl amacı da unutul muştur:
“Onların ne etleri ne de kanları Allaha ulaşmaz. Fakat sizin Allahın buyruklarını tutmaya zorlayan saygınız ona ulaşır”(Hac, 22/37)
Kurban kesmek aslında Allahın emrine itaat hususunda her insan için gerekli bir imtihandır. Bizi ne kadar duygulandırırsa duygulandırsın, Allah emretmiş ise-ki öyle istemiştir- bir canı almak… bu aynı zamanda insana üst yönetim planlarında görevli varlıkların tabi oldukları düzen hakkında da bir fikir verir. Demek ki bizim henüz bilemediğimiz sebep ve gerçeklere, gerçeklere dayalı emirler bize ne kadar şeklen ters görünürse görünsün eğer emredilmiş ise mutlaka icra edilecektir. Bunun kurban kesme olayındaki pratik sonucu şudur: çok önemli sebepler dışında kurbanın bizzat adına kesilecek kişi tarafından kesilmesi gerekir. Çünkü kurban o kişinin emre itaat testidir.
Oysa bugün ki uygulama tamamen bundan uzaktır. Her şey profesyonel ve hatta bazen de fırsatçı bir takım kişilere havale edilmiştir. Öncelikle bu açıdan kurbanın amacından uzaklaşılmıştır. Bunun yanında kurbanın sosyal amacı artık fiilen geri planda kalmıştır. Zira küçük yerleşme birimlerinden oluşan kırsal kesimlerde ve taşrada halk genellikle birbirini tüm yönleri ile tanır ve bilir. Sadece kurban etinin değil “fitre” “zekât” gibi İslam dininin sosyal yardım araçlarının, gerçekten muhtaç olanlara yöneltilmesi mümkündür. Ama büyük yerleşme merkezlerinde acaba yüzde kaçımız bitişik komşumuz hakkında yeterli bilgiye sahibiz? Bir başka konu daha var: insanın günlük besin ihtiyacı bellidir. Protein de buna dâhildir. Yılda bir defa ve topluca kesim halinde çok kısa bir dönem için ihtiyacın çok üstünde kesim yapıldığı yani ekonomik açıdan da sonuçta israfın söz konusu olduğunu sanıyorum. Örneğin belli bir fakir aileye bir aylık bir dönemde diyelim 5kg. et yedirmek yerine bu eti onlara en azından üç aylık bir süre için temin etmek daha iyi değil midir? En azından devlet veya ilgili kamu kuruluşları eliyle kurban etlerinin bir elde toplanması sağlık şartlarına uygun olarak depolanması ve mümkün olan en uzun bir devrede gerçekten muhtaç kişi ve kesimlere dağıtılması için gerekli tedbirler alınmalıdır.
19- İslamiyet dâhil tüm kitaplı dinlerde asıl tatil günü cumartesidir. Suma gününün tatil yapılması bizzat İslamiyet’e aykırı olduğu gibi Pazar gününün tatil sayılması bir kısım Hıristiyan din bilimcililer tarafından da eleştirilmektedir. Ülkemiz açısından zaman zaman kasıtlı olarak bu konu gündeme getirildiğinden ve bir kısım ülkelerde de Cuma günleri resmi tatil kabul edildiğinden özellikle bu konuyu vurgulamak istiyorum.
Kur’an’da:
“Ey inananlar! Cuma günü namaz için çağrıldığınız zaman, Allah’ı anmaya koşun; işi gücü bırakın, eğer bilirseniz bu sizin için daha hayırlıdır. Namaz kılındıktan sonra yeryüzüne dağılın ve Allahın lütfünden nasibinizi arayın.” (Cuma, 62/9-10)
Görülüyor ki Cuma günü iş alışveriş ve “nasip arama” günüdür. Sadece namaz vaktinde namaza devam edilmesi işin gücün bırakılması istenmektedir. Açıkça namaz bittiğinde tekrar herkesin işine dönmesi belirtilmektedir. Bu ayetleri başka türlü anlamak mümkün müdür?
20- Acaba Hz. Muhammed’in zamanında da herkesin güneş hareketlerini tam ve doğru olarak belirten listelenir olsaydı ve herkesin kolunda zamanı saniyesine kadar doğru gösteren elektronik saatlerle dolu olsaydı inananlara namaz vaktini duyurmak için ezan okutturulur muydu buna gerek kalır mıydı?
Bilindiği kadarıyla Müslümanlar muhacir olarak Medine’ye geldikleri zaman bir araya toplanıp namaz vaktini gözlerlermiş. Namaz için bağırılmazmış. Bir gün bu konu aralarında konuşulmuş, bazıları nasara’nın çanı gibi çan kullanılmasını önermişler diğer bazıları da Yahudilerin nefiri gibi bir boru çalınmasını istemişler, Hz. Ömer halkı namaza çağırmak için niye bir adam gönderilmediğini sormuş bunun üzerine Hz. Muhammed Bilal’a, kalkıp namaz için seslenmesini emretmiş. Sorun şu: ezan, sadece bir namaza çağırma namaz vaktine haber verme aracı mıdır? Yoksa ayrı ve bağımsız bir ibadet midir? Niçin Hz. Muhammed’in esasla ilgili öğretisi, önemle incelenip geliştirilmemektedir de; şekille ilgili davranışlarını, hiç düşünmeden uygulamayı sürdürmek, o yüce kişinin peşinden-izinden gitmek olarak yeterli görülmektedir? Çıkılıp ezan okunmayan, sadece dört tarafa yönelik hoparlör, asmaya yarayan minareleri yaptırmak için onca parayı harcamak israf mıdır değil midir?
Kıyamet Nedir?
Yukarıda adı geçen ihya… isimli eserde(c.4,s.924-925)belirtildiğine göre kıyamet, hasret, nedamet, sevkiyat, azap, konuşma, her şeyin kesinlikle bilindiği, cennet veya cehenneme varılma, işlerin neticeye bağlanıp kiminin sevindiği ve kimin de üzüldüğü, cennet veya cehennemde ebedi kalma, gizli işin açığa çıkacağı, olanların dahi açıklanacağı, sırların perdelerinin yırtılacağı, dilleri tutulup azaların konuşacağı gündür.
Kur’an’da: “Biz onu, sadece sayılı bir süre için erteliyoruz. O gün geldiği zaman hiç kimse onun izni olmadan konuşamaz…”(Hud, 11/104-105) denmektedir.
Ayetten anlaşıldığına göre normal şartlar altında kıyamet günün zamanı geçmiştir. Ancak insanlığın gidişatı dikkate alınarak, onlara yeni bir şans verilmek üzere “erteleme” söz konusudur. Ancak bu ertelemenin de sonsuza kadar süreceği sanılmamalıdır. Erteleme, “sayılı bir süre” için söz konusudur. Görülüyor ki, aynen insanın eceli açısından olduğu gibi kıyamet günü bakımında da önceden kesinlikle belli bir zaman yoktur adalet ve hakkaniyete, eşitliğe uygun düşecek şekilde bir azami sınır dâhilinde, gerek “ölüm” gerekse “kıyamet” belli şartlara bağlı olarak, gelime ve oluşumlara göre gerçekleşmektedir.
Hz. Muhammed, kıyamet öncesi dönemlerle ilgili olarak, şart olmak üzere çeşitli açıklamalarda bulunmuştur. “ne zaman satılmış cariye efendisini doğurur, kim idikleri belirsiz deve çobanları yüksek bine kurmakta birbirileriyle yarışa çıkarlarsa kıyametten evvel ki alametler görülmüş olur”
Arabistan’da deve neyse ABD’de at odur. “kovboy” bilindiği gibi “ sığır çobanı” demektir. Hadiste, çobanların yüksek bina yapmakta birbirileriyle yarışından söz edilmektedir. Bu kimselerden,” kim idikleri belirsiz” olarak bahsedilmektedir. İbare ilk bakışta menfi bir anlam taşıyor gibi görünmekte ise de, dikkatli incelendiğinde bugün ki Amerikan halkının kökenlerini anlatmak bakımından çok ince anlam ve anlatım özelliği taşıdığını hemen fark edeceksiniz. Dolayısıyla aslında, Amerikan halkının gök delenler yapmakta bir birileriyle yarışmasına işaret edildiğini sanıyorum. Acaba Hz. Muhammet, efendisini doğuran cariye tabiriyle de bugün ki kiralık anneleri mi kastetmiştir? Üzerinde düşünmeye değer. “ilmin ref olması, cehlin kökleşmesi, şarabın içilmesi, zinanın çoğalması kıyamet alametlerindendir.” “hayatın yed-i kudretinde olan allah2a yemin ederim ki, muhakkak yakında İsa ibn-i Meryem, Muhammed ümmeti arasında bir hâkim-iyi adil olarak gökten yere inecektir. O salibi Nasara’yı kıracak hınzır katlini emredecek, zimmetlerden cizyeyi kaldıracak, mal çoğalacak hatta kimse mal kabul etmez olacak.”
“İbn- i Meryem gökten sizin yanınıza indiği zaman devlet reisiniz kendinizden namazda imamınız olduğu İsa da imamınıza iktidar ettiği halde bakalım nasıl olursunuz?”
Bütün bu sözler benim kendimi henüz yorum yapmaya yeterli göremediğim çok önemli mesajlar taşımaktadır. Bu konuda Hz. Muhammed’e atfen daha pek çok sözler aktarılmıştır. Ben en ilgi çekici olanlarına değinmekle yetindim.
Ruhçuluk öğretisine göre ise kıyamet, dünya okulunun öğrenci sıfatını taşıyan belli insan kadrosu açısından, normal eğitim ve öğrenin sınav süresinin sona ermesini dünya okulunun kapanmasını ifade etmektedir. Her insan kıyamet gününe kadar, defalarca dünyaya gelip giderek ders geçme ve kredi esaslarına dayalı gibi görünen bu okuldan mezun olmakla görevlidir. Gerekli barajı kıyametten önce de aşarak bir üst realiteye cennete de terfi edebileceği gibi, kıyamet gününde de öğretmenler kurulu kararı ile aynı şekilde yükselebilirler. Belli bir seviyeyi tutturabilmiş ise tekrar dünya okulunun açılışını bekleyerek eğitim ve öğrenimini sürdürür(:Araf). En kötü ihtimal ile de, daha alt bir realiteye intikali gerekebilir(:cehennem)
Kuşkusuz bütün bunları nereden gelip nereye gitmekte olduğumuzu açıklayabilmek için sembolik anlatımlar olarak kabul etmelidir.
Cennetlik Olmak İçin Mutlaka Dar Anlamda Müslüman Olmak Ve Katı Şeriat Kurallarına Göre Mi Yaşamak Gereklidir?
Hayır. Öyle sananlar insanların aslında bir olduğunu her dinin esasta bir olduğunu, hayatın ve varlığın amacının şekli bir takım kurallarla dondurulmasının mümkün olamayacağını düşünemeyenlerdir.
“Sizden her biriniz için bir şeriat ve bir yol belirledik. Allah isteseydi hepinizi bir tek ümmet yapardı. Fakat size verdiklerinde sizi sınamak istedi. Öyleyse hayır işlerine koşun. Hepinizin dönüşlü Allah’adır. O size ayrılığa düştüğünüz şeylerin hakikatini haber verecektir.”(Maide,5/48)
“Onlar ki inandılar, güzel işler yaptılar, namazı kıldılar, zekâtı verdiler, işte onların mükâfatları, rableri yanındadır. Onlara korku yoktur ve onlar üzülmeyeceklerdir.”(Bakara, 2/277)
“Şüphesiz iman edenler, Yahudiler, Hıristiyan ve sabiiler, bunlardan kim ki Allaha ve ahret gününe inanır iyi bir iş yaparsa elbette onlara Rableri katında mükâfat vardır. Onlara korku yoktur ve onlar üzülmeyeceklerdir.”(Bakara, 2/62)
“Rabbin dileseydi insanları bir tek ümmet yapardı. Ama ihtilaf edip durmaktadırlar.” (Hud,11/118)
Ayetler o kadar açık ve anlamlı ki, herhangi bir ek söylemeye gerek yok.
Şu Halde, Kendilerine Başkalarını Müslüman Olmaya Zorlamakla “Görevli” Sayanlara, Sanki Yetkili Temsilcilermiş Gibi, Allah ve Hz. Muhammet adına Başkalarını Denetlemeye Ve “Cennetlik” Yahut “ Cehennemlik” Oldukları Yolunda Kanaat Beyan Etmeye Hak Sahibi Sananlara, Namaz Kılmayan Eş Ve Çocuklarını Gerekirse Dövebileceklerini Aile Reisi-Baba Ve Kocalara Telkin Edenlere Ne Demeli?
Beni zorla, tehditle ve hatta dayakla “şeklen” Müslüman yapıp, tüm şekli ibadetleri de bu şartlar altında icra ettirip, bununla iftihar edecek kadar düşünce ve anlayış noksanı kişilere, “oruç tutmaktan”, kıyamet günü için “çok karlı bir yatırım” olarak söz edenlere ve bu fikirleri paylaşacaklara, söylenebilecek hiçbir şey yoktur.
Bu konularda şahsen örnek olmak, düşüncesi ve yaşayışı ile samimiyetini kanıtlamak, yakınlarına da bu yolda telkinde ve tavsiyelerde bulunmak, onları da teşvik etmek başka şey, işin maddi yahut manevi cebire vardıracak derecede taassuba kapılmak tamamen başka bir şeydir. Bilinmelidir ki, kimse zorla “cennetlik” yapılmaz:
“Dinde zorlama yoktur. Doğruluk, sapıklıktan seçilip belli olmuştur. Kim şeytanı inkâr edip Allaha inanırsa muhakkak ki o, kopmayan sağlam bir kulpa yapışmıştır…”(Bakara, 2/256)
Hz. Muhammed’e dahi şöyle hitap edilmiştir: “rabbin isteseydi yeryüzündekilerin hepsi mutlaka inanırdı. O halde sen mi insanları mümin olmaları için zorlayacaksın?”(Yunus, 10/99)
“Ey Muhammed, sen öğüt ver. Çünkü sen ancak öğüt verensin. Onların üzerinde zorlayıcı değilsin. Ancak kim yüz çevirir ve inanmasa Allah ona en büyük azabı eder. Muhakkak dönüşleri bizedir. Sonra onların hesabını görmek bize düşer.”(Gaşiye, 80/21-26)
Demek ki, kimse kendini Allah ve Hz. Muhammed adına denetlemeye, eleştirmeye ve hatta yargılamaya görevli ve yetkili görmemelidir. Buna kimsenin hakkı yoktur.
Oysa bugün ki tablo nedir?
Hz. Muhammed, yüz yıllar öncesinden bugünü görmüş ve inananları uyarmıştır:
“Vallahi ben, vefatımdan sonra sizin hal-i şirke döneceğinizi umarak hiç endişe etmem. Yalnız sizin ihtiras ile nefsaniyet güdüp didişmenizden korkarım.”
“Benden sonra, birbirinin boynunu vuran kâfirlere dönmeyiniz.”
“Müslüman’a sövmek fısk, onunla kıtal etmek küfürdür.”
Ne demişler, anlayana sivrisinek saz, anlamayana davul zurna az.
“Eğer inananlardan iki grup vuruşurlarsa, onların arasını düzeltin. Şayet biri ötekine saldırırsa, Allahın buyruğuna dönünceye kadar saldıran tarafla vuruşun. Allahın buyruğuna dönerse, artık adaletle onların arasını düzeltin ve her hususta adil olun. Allah adaletle hareket edenleri sever.”( Hucurat, 49/9)
Müslümanlıkta Milliyetçilik Görüş Ve İlkesinin
Yeri Var Mıdır?
“Ey insanlar, biz sizi bir erkek ve bir dişiden yarattık. Ve birbirinizi tanımanız için sizi milletlere ve kabilelere ayırdık. Allah yanında en üstün olanınız Allahın buyrukları dışına çıkmaktan en çok korunanınızdır…”(Hucurat,49/13)
“Ey iman edenler.. Bir kavim, diğer bi kavimle alay etmesin. Olur ki, alay edilenler, Allah indinde alay edenlerden daha hayırlıdır…”(Hucurat,49/11)
Demek ki, her şeyden önce “millet” ve dolayısıyla “milliyet” ruhsal yönetimin bir emridir. Ancak insanlar yüce topluluk tarafından, birbirlerini “yemeleri” için değil, birbirlerini “tanımaları” amacıyla milletlere ayrılmışlardır. Belli bir milletin diğerinden üstünlüğü diye bir şey söz konusu değildir. Üstünlük, Allah'ın emirlerine itaatin derecesindedir. Hangi topluluğun değerinden üstün olduğunu ancak Allah bilir. Onun için hiçbir topluluk, başka toplulukla alay etmemelidir. Keşke uluslar arası ilişkiler, bu ilkelerin şuuruna varabilmiş yetkililerce yürütülebilseydi…
Bu Söyledikleriniz İdeal Şartlarda Ve Düşünce Planında Geçerli Olabilir. Ama Hayatın Gerçeklerinin Böyle Olmadığı Belli. Müslüman Toplumların Özellikle Hıristiyan ve Yahudi Toplumları İle Pek De Uyumlu İlişkiler İçinde Olmadıkları Gözlemlenebiliyor. Bu Konuda Kur’an Ne Diyor?
“ İçlerinden zulmedenleri hariç, kitap ehli ile ancak en güzel tarzda mücadele edin ve deyin ki: ‘bize indirilene de, size indirilene de inandık. Tanrımız ve tanrınız birdir. Ve biz ona teslim olanlarız’”(Ankebut, 26/46)
“Ey inanalar, Yahudileri ve Hıristiyanları dost edinmeyin..onlar, birbirlerinin dostudurlar. Sizden kim onları dost tutarsa, o onlardandır. Şüphesiz Allah, zalim toplumu doğru yola iletmez.”(Maide,5/51)
“İnsanlar içerisinde, inananlara en yaman düşman olarak Yahudileri ve Allah'a ortak koşanları bulursun. İnananlara sevgice en yakınları da, ‘biz Hıristiyanlarız.’ Diyenleri bulursun. Çünkü onların içlerinde keşişler ve rahipler vardır. Ve onlar büyüklük taslamazlar.”(Maide,5/82)
“Ey inanalar.. onlara karşı gücünüzün yettiği kadar,-Allah’ın düşmanı ve sizin düşmanlarınız ve bunların dışında Allahın bilip, sizin bilmediklerinizi yıldırmak üzere-, kuvvet ve savaş atları hazırlayın. Allah yolunda sarf ettiğiniz her şey size haksizlik yapılmadan, tamamen ödenecektir.”(Enfal,8/60)
“Eğer onlar barışa yanaşırlarsa, sen de ona yanaş ve Allaha dayan. Çünkü o, işitendir, bilendir.”(enfal,8/61)
Gördüğünüz gibi, İslamiyet, pembe bulutlar üstünde yaşam sürdüren bir öğreti olmaktan da uzaktır. Gerçekçidir. Gerçeklere bağlıdır. İslam toplumuna karşı tavırlarının biçimine ve derecesine göre, diğer topluluklara karşı alınacak önlemler en keskin bir şekilde açıklanmıştır. Amaç, temelde barıştır. Ama derece derece, tartışmadan başlayıp, savaşa kadar varan mücadele yöntemleri ve caydırıcı önlemler teker teker emredilmiştir. Söylenenler, din ölçüsü dışında, genel olarak tek tek devletler bakımında da aynen uygulanabilir niteliktedir. Milli savunma gücünün caydırıcı etkisi dahi, en anlamlı bir ifadeyle ortaya konmuştur.
Kur’an Yahudi ve Hıristiyanların Bu gün ki İnanç
Temellerini Nasıl Eleştirmektedir?
Aşağıda yazılı ayetler, bu konuda başkaca söz söylenmesine gerek bırakmamaktadır:
‘Yahudi veya Hıristiyan olun ki doğru yolu bulasınız’ dediler. De ki: ‘ hayır. Biz dosdoğru İbrahim dinine uyarız. O Allaha ortak koşanlardan değildi.’ Allah’a bize indirilene, İbrahim’e, İsmail’e İshak’a, Yakup’a ve torunlarına indirilene, Musa ve İsa’ya verilene ve diğer peygamberlere Rableri tarafından verilene inanırız. Onlar arasında bir ayrım yapmayız. Biz Allah’a teslim olanlarız.’ Deyin.”(Bakara, 2/135-136)
“İbrahim ne Yahudi, ne de Hıristiyan’dı. Dosdoğru bir Müslüman’dı. Müşriklerden de değildi.”(Al-i İmran,3/67)
“Yahudiler, Uzeyr Allah’ın oğludur. Dediler Hıristiyanlar da, ‘Mesih Allahın oğludur.’ Sözlerini, önceden inkâr etmiş olan müşriklerin sözlerine benzetiyorlar. Allah onları kahretsin, nasıl da haktan batıla çeviriyorlar. Hahamlarını ve rahiplerini Allahtan ayrı Rabler edindiler. Meryem oğlu Mesihi de. Oysa kendilerine yalnız bir tek tanrı olan Allah’a ibadet etmeleri emredilmişti. Ondan başka tanrı yoktur. O, onların ortak koştukları şeylerden münezzehtir.”(Tevbe, 9/30-31)
“Andolsun, ‘Allah, ancak Meryem oğlu Mesih’tir’ diyenler elbette kâfir olmuşlardır. Hâlbuki Mesih demişti ki, ‘ey israiloğulları. Benim rabbim ve sizin rabbiniz olan Allaha kulluk edin. Zira kim Allaha ortak koşarsa muhakkak ki, Allah ona cenneti haram etmiştir ve onun varacağı yer ateştir. Zalimlerin yardımcıları yoktur.’ ‘Allah üçün üçüncüsüdür.’ Diyenler elbette kâfir olmuşlardır. Oysa yalnız bir tanrı vardır, başka tanrı yoktur. Bu dediklerinden vazgeçmezlerse, elbette onlardan inkar edenlere acı bir azab dokunacaktır.”( Maide,5/72-73)
Bu konuda, Hz. Muhammed’e yapılan tavsiye de şöyle:
“Allah isteseydi, ortak koşmazlardı. Biz seni onarlın üzerine bekçi yapmadık. Sen onlara vekil de değilsin…”(En’am, 6/107)
Hıristiyan Terminolojisinde “Baba” Kelimesi, “Tanrı” Anlamında Yorumlanmaktadır. Hz. İsa, Bu Nedenle Allah’ın Oğlu Olarak Kabul Edilmektedir. Bu Konuda Kur’an’da Yer Alan Bakış açısı nedir?
Önce ilgili ayetleri nakledeyim:
“Kitapta Meryem’i de an bir zaman o ailesinden ayrılıp doğu tarafına bir yere çekilmişti. Onlarla kendi arasına bir perde çekmişti. Biz de Cebrail’i ona gönderdik. O ona düzgün bir insan şeklinde göründü, Meryem dedi ki. ‘ ben senden çok esirgeyici Allah’a sığınırım. Eğer Allah’tan korkuyorsan bana dokunma’ Cebrail, ‘ben sadece rabbimin elçisiyim. Sana tertemiz bir erkek çocuğu hediye edeyim diye geldim.’ ‘benim nasıl oğlum olur’ dedi ‘ban bir insan dokumadı ve ben bir kahpe de değilim’ Cebrail: ‘öyledir’ dedi, ‘Rabbin- O bana kolaydır, onu insanlara kudretimizi gösteren bir işaret ve bizden bir rahmet kılmak için bunu yapacağız- dedi’ ve iş olupbitti. Meryem ona gebe kaldı.”(Meryem, 19/16-22)
Kolayca anlaşılacağı üzere Hz. İsa, Cebrail ile Hz. Meryem’in birleşmelerinden meydana gelmiştir. Yani: baba: Cebrail Anne: Meryem Çocuk: Hz. İsa’dır ve tüm bu olayların, Allah ile doğrudan ilişkisi yoktur.
Müslümanların Kuran’daki ayetlerinin tümünü tamamen bizzat Allah’ın sözleri kabul etmeleri gibi Hıristiyanlar da Hz. İsa’nın doğrudan Allah ile doğrudan temasta bulunduğunu, konuştuğunu sandıklarından, Hz. İsa’nın “baba” diye hitap ederek konuştuğu varlığı da Allah sanmışlardır.
Kur’an bu konuyu en açık bir şekilde izah etmiştir.
Yeri gelmişken bir başka konuya da değineyim. Bilindiği üzere Hz. İsa’nın doğumu kadar ölümü de tartışma konusu olmuştur. Hıristiyanlar Hz. İsa’nın öldürüldüğüne inanırlar. Yani insanlar onların inanışına göre Allah’ın oğlunu öldürebilmişlerdir…
Oysa Kur’an’da öldürülenin Hz. İsa olmadığı, Hz. İsa’ymış gibi görünen bir başkasının öldürüldüğünü, Hz. İsa’nın ise bu olaydan ayrı olarak bir ilahi müdahale ile vefat ettirildiği açıklanmaktadır:
“ İsa’yı öldürmediler ve asmadılar. Lakin onlara İsa gibi gösterildi. Bunda ihtilaf edenler şüphededirler. Onun hakkında bilgileri yoktur. Ancak onlar zanna uymaktadırlar. Ve yakinen onu öldürmediler. Bilakis Allah İsa’yı yükseltip kendisine kaldırmıştır.” (Nisa,4/157-158)
“Allah İsa’ya ey İsa ben seni vefat ettirip kendime kaldıracağım- dedi”(Al-i İmran3/55)
( Bakınız; Hz.İsa'nın Ölümü İle İlgili, İsa Keşmirde mi Öldü - TIK, )
( Ruhçuluğa Göre Kur'an Öğretisi - Sadi Çaycı )
|
Sonsuz Yükselme Yolu
Sadi Çaycı
Bizim asıl varlığımız ruhumuzdur. Ruhumuzun yaşı ve cinsiyeti yoktur. Madde evreninden bedenlenmek gerektiğinde insan şekli kullanılmaktadır. Ruh dünya eğitimi safhasında tekâmül ihtiyaçlarına göre ve belki defalarca erkek ya da kadın olarak dünyaya gelmektedir.
İnsanın hayatı bu dünyada başlamamıştır ve bu dünyada bitmez. Âdem ve Havva bizim neslimizin başlangıcını temsil eden sembollerdir. Bütün evrenlerde ve hatta bu dünyada yaşayan ilk insanlar değillerdir. Çok Âdemler ve Havvalar gelip geçmiş dünyamızda daha önce de kıyametler kopmuştur. Her kıyamet döneminin ardından eğitim ve sınav için yeni Âdem ve Havva kadroları gelmiştir.
Konular Bitmiyor Ama Bir Yerde Son Vermek Gerekli.
Son Olarak Neler Söylenebilir?
Hz. Muhammed, “benim tarafımdan tebliğ edilen Kur’an’dan bir ayet olsun halka ulaştırınız, öğretiniz” demiştir. Eğer bu kitap bir ayetin bile doğruya yakın bir şekilde anlaşılmasına vesile olabilirse, amacına ulaşmış sayılır.
Ehl-i Sünnet demek körü körüne itaat etmek veya taklit etmek demek olamaz. İnsanlardan beklenen bu değil. Kendi özgür ve bilgiye dayalı iradesi ile doğru tekâmül yolunu bulmasıdır. Kur’an ancak bir öğüttür. Allah tarafından kendi söyleyip kendi dinlemek için indirilmemiştir. Bir tebligattır. İnananlarca özellikle kendi dillerinde ve düşünülerek okunmak gerekir. Hz. Muhammed zamanında Arap toplumuna Türkçe ayetler indirilmesi ne kadar garip olacak idiyse, inanan Türk toplumunun da ayetleri sadece ve anlamadan Arapça aslında okuyup durması o kadar garip ve anlamsızdır. Kur’an’ın Arapça okunmasının bir takım değişik etkilerinin olduğu bilinmektedir. Ancak bu kur’an’ın amacıyla değil mucize niteliği ile ilgili bir husustur. Hz. Muhammet tarafından uydurulmamış olduğunun bir kanıtıdır.
Allah vardır ve birdir. Doğmamış, doğurmamıştır. Ve hiçbir şey ona denk değildir. Eşi ve benzeri yoktur. Yaratıklarıyla sanıldığı şekilde somut ve zamana-mekâna bağlı irtibatı yoktur. Canlı ve cansız bütün varlıklar onu ilahi irade yasaları ile vardır. Allah tüm evrenleri ve varlıkları ilahi irade yasaları ile kavramıştır. Her şeyi yoktan var eden odur. Ve her eşya ilahi irade yasalarında tecelli eden onun emri ve izni dâhilinde mevcudiyetini sürdürebilir.
Allah hiçbir zaman sanıldığı şekilde doğrudan vahiyde bulunmaz. Yaratıklarıyla doğrudan teması yoktur. Nasıl olsun ki, Miraç olayı sırasında Hz. Muhammet Sidret’ül Münteha denen âlemden daha ileri bir âleme geçmiş Cebrail geçememiştir. Cebrail’in “benim için burası sınırdır. Bir parmak daha ilerlersem yanarım” nakledilmiştir. Allah gerçekten dünyada tecelli etse idi ne olurdu siz düşününüz.
Allah evrenleri iradesinde, yine yaratıklarını kullanmaktadır. Nitekim bizim dünyamızın dâhil bulunduğu sistem, yani güneş sisteminin içinde yer aldığı evren ruhsal idare mekanizması diyebileceğimiz bir plan tarafından sevk ve idare edilmektedir. Kur’an’da biz olarak hitap eden Allah değildir. Dünyayı sevk ve idare eden idareci plandır. Vahiy onlar tarafından indirilmiştir.
Ruhlarla rabıta kurmak gerçektir. Sofizmde bu olay sabittir. Anka denir. Bu suretle çok değerli bilgiler elde edilir. Dinsel görüş çerçevesinde tartışılması dahi yapılamayacak pek çok konuyu akla ve mantığa uygun cevaplar açıklamalar getirilebilmiştir.
Allah’ın gerçek mahiyeti insanlar ve tüm yaratıklar için gizlidir. O kadar yücedir ki hiçbir zamanda ve hiçbir mekânda, hiçbir akıl zekâ ve tekâmül seviyesinde, onun hakkında geçerli bir idrake sahip olmamız mümkün değildir. O Kadir-i mutlaktır.
Evrenler çeşitli eğitim öğretim ve sınav sistemleri teşkil eden okullardır. Melekler ve ruh gibi idare özgürlüğü bulunan temel varlıkların hayat ve tatbikat alanlarıdır.
Bizim asıl varlığımız ruhumuzdur. Ruhumuzun yaşı ve cinsiyeti yoktur. Madde evreninden bedenlenmek gerektiğinde insan şekli kullanılmaktadır. Ruh dünya eğitimi safhasında tekâmül ihtiyaçlarına göre ve belki defalarca erkek ya da kadın olarak dünyaya gelmektedir.
İnsanın hayatı bu dünyada başlamamıştır ve bu dünyada bitmez. Âdem ve Havva bizim neslimizin başlangıcını temsil eden sembollerdir. Bütün evrenlerde ve hatta bu dünyada yaşayan ilk insanlar değillerdir. Çok Âdemler ve Havvalar gelip geçmiş dünyamızda daha önce de kıyametler kopmuştur. Her kıyamet döneminin ardından eğitim ve sınav için yeni Âdem ve Havva kadroları gelmiştir.
Belirli bir insan kadrosunun dünya eğitim ve öğrenimi süresi, ilke Âdem ve Havva kadrosunun yeryüzüne indirilmesi ile başlamakta ve dünya okulu kıyamet ile kapanmaktadır. Dünya biz insanlar için bir okuldur. Anlaşılması ve uygulama yapılması gereken bir bilgi kaynağı ve deney yeridir. Bunun için her türlü zamanda ve mekânda, her türlü şartlarda gerekli tüm deney ve bilgileri elde ede bilmemiz için birden çok kere dünyada bedenlenmemiz, bu suretle ayrıca yaptıklarımızın sonuçlarını almamız gerekmektedir.
Ruhsal Tebliğlerden Örnekler Verir misiniz?
Aşağıdaki tebliğler yurdumuzdaki ruhsal öğretinin temelini oluşturan sadıklar Planı tebligatından özetlenmiştir:
Bir insanın soracak bir şeyi bulunmuyorsa, müteal zaman içinde durgun bir zaman yaşıyor demektir. Zihni her an sorularla dolu olmalıdır.”
“Vazife yukarda da aşağıda da aynıdır. Değişen fikrin şümulü ve yüksekliğidir.”
Yukarıyı her el atıldığı zaman tutulacak bir sap veren, her el açıldığı zaman sunulan yahut avuca konulacak para verecek zannetmeyiniz. Boynunuzu kalın tutun ve kendi işinizi kendiniz görün. Yalvarmayın hakkınızı çekin alın”
“Sizin rüyalarınızın birçoğu, ruhi fiillerinizin sembolik inikâslarıdır. Ve sizin durumunuzu bildirdiği için onlara önem vermeniz lazım”
“Herkesin bir yolu, dâhil olduğu bir sistemi, bulunduğu bir kategorisi vardır.”
“Vazife ile iman bir kefede, bilgi cehit ve fiil bir kefede, ikisinin de ağır basmaması, ikisinin de ağır çekmemesi matluptur.”
“Bilginiz inkişaf ettikçe, imanınızın kapsadığı alanda genişlemiş olacak”
“Hiçbir şey neticesiz kalmayacak, nitekim sebepsiz de değildir”
“Genç bir kızın hülyalı halleri, ancak onu anlayan bir delikanlı içindir. Düşünceleriniz genç kız seviyesinde kaldıkça, siz ancak bir delikanlı olursunuz”
“Madde kendini tanıtırken, kendisini size açarken, sırrını ifşa ederken, eziyet etmekten hoşlanır. Bu itibarla tekâmül için ızdırap şart olmuştur.”
“Dünyevi bilgilerin akademik hamallığını yapmak, ruha herhangi bir kudret kazandırmak bakımından büyük bir kıymet ifade etmiyor. Asıl olan hadiseler karşısında o hadiseleri özün inikâslarıyla kıymetlendirmek ve bu kıymetlendirişten ruhi kudretimizi arttırmaktır.”
“İyi bak, baktığını gör, gördüğünü anla, anladığını bil, yaptığın her işin sebeplerini ve neticelerini tart. Hissini değil aklını, aklını değil vicdanını, vicdanını değil idrakini kullan. Bunlardan sırayla geçmeye çalış.”
Çalışan kafaların imtihanı çok daha ağırdır. Hiç bilenle bilmeyen bir mi?”
“Bütün gayret ve savletinizle, bilginizle beraber idrakinizi arttırınız. Bunun için çok derin düşününüz. Her düşündüğünüzü tenkit ediniz, her tenkidinizi müşahedelerle teyit veya naklediniz. Ta ki en güzeli buluncaya kadar.”
“Hüküm yalnız O'na aittir.”
İdelerinizi yakalayınız. Bu bir ip merdivene benzer. Önünüzde muhtelif ip merdivenler var. Tırmanın. Her merdivenin basamağına çıktıkça, iyi müşahede edin. Çünkü ufkunuz genişlemektedir. Her merdivenin basamağına çıkış merdivenin bütün çıkılan ayetlerinin iki misli mesuliyet yükler. Çünkü ufkunuz genişlemiştir. İhata ve görme kabiliyetiniz artmıştır. Bu şuurlanış, her geniş şuurlanma, karesi kadar bir mesuliyeti tazammun eder.”
“Tatbikat önemlidir. Fakat hangi hal ve şart içinde? Yerli yerinde olmayan tatbikat, boşa dönem su çarkı gibidir. Her işe koşmak tatbikat değildir. Her işe zamanında ve yerinde koşmak tatbikattır. Bu tamamen idrak ve bilgi ile olur. Esas olan bilginin tatbikatıdır.”
“Arş üst üste yığılmış idareci mekanizmaların tesirini ifade eder”
“Yeryüzünde insanın peydahlanması kâinattaki hayatın başlangıcı değildir. Yeryüzü ancak ve ancak bir delikanlıdır”
“Realite değişmez değişen o realite içinde bulunan varlığı şuurunun tetkik kabiliyetidir.”
“Alem ve kâinat neye nazaran? Kendinden evvel ki: âlem, kendisinden sonraki onun kâinatıdır. Kâinat aynı zamanda âlemdir. Çünkü kendinden sonra bir kâinatı vardır.”
“Ruh Allah’ın yalnız kendisine mahsus olan tasarrufu ile meydana gelmiş olan tek bir enerji çekirdeğidir. Bu enerji çekirdeği eğer fiziki anlamda düşünülmek gerekirse, bütün kâinatları dağıtmaya kâfi bir potansiyeli haizdir.”
“İdrak demek tamamen bilgiye uygun hareket demektir. Ne kala ne mantığa hele ne de hisse. Tamamen bilgiye. O bilgi ki ne sizin aklınızla nede muhakemenizle ortaya çıkmıştır.”
“Hiç kimsenin hamulesini kendiliğinden arttıramaz ve çoğaltamazsınız. Bütün yapabileceğiniz iş mayayı onlara vermek, bir bakıma bir katalizör olmak demektir.”
“Kâinat iki bölümdür: alanlar ve verenler. Bir de bunların arasında vasıtalık yapanlar. Teslis budur.”
Muhammed planına çıktığı zaman oradaki yerini görmüştür. Plan onun rabbidir. O boşaltıp gelmiş olduğu plan zarfında tekrar bürünmüş ve bundan sonradır ki, gerçek hakikatine(veritenin veritesine) ulaşabilmiş ve terfi edebilmiştir”
“İnkişaf daima bir ileriye doğru olur. Varlık organizatör, organizatör grupları ve nihayet hepsini şümulü altında bulunduran Plan… Bir organizatör ancak organizatör grubu payesine ulaşabilir. Organizatör grubu ise bir palanın yardımcı grupları mertebesine çıkabilir. Yardımcı grupların işi en zor iştir. Bütün istihbarat, bütün münakale bu saçak planlar vasıtasıyla icra edilir. İşte Cibril budur, işte Azrail budur.”
“Dışarıda kırda bir sürü koyun var. Onları çobanalar bekler. Bu çobanlar bir efendiye tabidirler. Bu efendi adil ve bilgilidir. Çobanlar ise sadık, cefakâr ve işinin ehlidir. Sizler buna benzersiniz. Çobanlık sanatını öğreneceksiniz. Şimdilik sürüler hareket halinde değil. Diz çökmüş yan gelmiş yatıyorlar. Geviş getiriyorlar. Bunların ürkeceği zaman da vardır. Yağmurdan, doludan, rüzgârdan kaçacağı zaman da vardır. Ama çoban adil ve bilgili efendisinin dediklerini yapacaktır. Sürüyü bilinen tarzda bilinen yoldan bilinen yere götürecektir.”
“her olan, olmuş olan ve olacak olan, muhakkak ki bir plan dâhilinde ve bir plancı nezaretinde yüksek bir idarenin himayesi altında olmaktadır. Bu plan insanlığın umumi kaderidir. İnsanlık umumi kaderinin ceste ceste talimini yapmak imtihanını vermek, mükâfatını almak ve yükselmek mecburiyetindedir.”
“Mutlak’ın izafi olanla hiçbir suretle irtibatı, kıyası ve ilgisi mevcut değildir.”
Niyet ve imajinasyonunuza hâkim olunuz. Gerçek nefis bu yolla avlanır.”
“Sabrın en iyisi nefissiz sabırdır. Aklın en iyisi nefissiz akıldır.”
“Spatyom hayatında edineceğiniz bilgiler, yeryüzünde tecrit ile edineceğiniz bilgilerin yanında çok az kalır. Beden büyük bir imkândır. Ve asıl ihtiyacı bu imkân içerisinde mümkün olanı almaktır. Bedensiz olduğunuz zaman müteal bir teknik, bir mütalaa ve hesaplaşma yeridir. Yani bir neticedir. Öyle bir netice ki semeresini gene fizikte bir enkarnasyonla gösterecektir.”
Güneş sisteminizi bir TRİNİTE idare eder. Ve bu daha büyük olan bir TEK’e bağlıdır. Trinite üç ayrı tesir mekanizmasıdır, plandır. Biri sağda, biri solda, biri ortada. İnsanlığın merhale kaderi ortadakindedir. Bundan evvelkiler solda ve sağda olmuştu. Bu safha da bittikten sonra insanlığın merhale kaderi Tek’te olacaktır. Üçte bir, bir de üç. Bütün verilenler, bütün kitaplar Üç’ten verilmiştir. Üçlü planda verilmiştir. Fakat son kitap BİR’den verildi.”
“Üçlü mekanizma yeryüzünde tekâmül halkalarının yerli yerine oturabilmesi için bazı fert ve fert gruplarını memur kılar. Burada bütün fertler bu memuriyeti yüklenebilecek kapasitede değildir. Fakat onlara arsında bu memuriyeti bihakkın takva ile yerine getirecek olanlar da vardır. Bu müşterek bir tesirin yardımını temin etmek üzere de maddi katılım ve kombinezonlardan istifade edilerek mesele aynı kabile ve ırktan yararlanma yolu tutulur. İşte bu yüzden Beni İsrail yeryüzünde Tanrı hakkının tecellisi için vazifelendirilmişti.”
Her varlık müşahede sahasına giren eşye ve hadise karşısında kendisine has bir tahlil ve terkip ameliyesindedir. Bunun idraklenmesi ve şuurlanmasındaki temrinlerini ifade eder. Binaenaleyh tekâmül vasıtanızın prensiplerinden biri ferdin yegan ve yegan kendi öz kaynaklarından istifade etmesine vabestedir. Öyle ki yeryüzünde hiçbir zaman iki insan aynı değer hükmüne malik değildir.”
“Müspet ve menfinin çarpışması, insanlık için realite kademelerini teşkil eder. Bunlar öyle realite kademeleridir ki, insan ancak bir trinite içerisinde bulunduğu müddetçe kendi planının adamı olabilir. O trinite kendi ruhi planı, kendi şuuru ve objeler âleminden terekküp eder. Bir ferdin hakiki şuur tecrübesi, objeden kendi şuuruna çarpan hadisatın üstün bir ruh planı ile elde edebileceği bir tesir manzumesine dâhil olmasıyla kaimdir. Ve böylece insanlara türlü realite günleri açılır”
“Hadiseye gireceksiniz. Objektif kalmayı, yanlış bir anlayışa dışında kalmak tarzında mütalaa etmeyiniz. Hadiseye giriniz fakat hadiseye hâkim olunuz.”
“Din günü bütün insanlara şamil olmak üzere, insanların daha üst bir realiteye tırmanabilmelerini temin hususunda açık ve seçik bilgilerin verildiği gündür. Bütün insanlık devre ve devre din günleri idrak etmiştir. Bu dünün intişarı ve tamimi şeklinde anlaşılmamalıdır. Belki bir din günü yeni bir realite bilgisinin apaçık ortaya konması için bir hareket noktasıdır. Arzınızın insanları milyonlarca seneden beri birtakım tekâmül siklusları içerisinde bulunmak kaderiyle kalmışlardır. Önünüzdeki masanın bir ucundan diğer ucuna kadar bir siklus kabul edin. Yürümüşsünüz ve uca yakın gelmişsiniz. O uç başka bir esasın başlangıç noktasıdır. Fakat orada açık şuurlu hareket etmediğiniz zaman o noktada kalamazsınız ki. Tekrar diğer başlangıç ucuna dönmek gerekir. Ya da beklemek. İşte her bir din günü arz insanını arz üstü insanı olması için kendisine açılan rahmet kapısının esasıdır. Sikluslara dikkat ediniz. Bunlar birer kuyruklu yıldız gibidir. Gelir alır tutunabilenleri götürür. Kalanlar o yıldızın devrini tekrar beklemek mecburiyetindedir. Gündüz geceyi gece gündüzü takip eder.”
“Her din günü kendisinden sonra gelecek olan bir din gününün bilgilerini hazırlar. O realite içerisinde bulunan varlıklara verilecek olan bilgi, açık ve seçiktir.”
“Bütün insanlar ve sizler ancak ve sadece şuurlu olmalısınız. Ve muhakkak vicdan planının adamı olmalısınız. Ve dahi bilginizle gücünüzle, tefekkürünüzle hizmet etmelisiniz. Bu üç umde insanlığın ulaşabileceği en iyi derecedir.”
“İnsanoğlu zannettiğinden çok daha hürdür. İsterse tümüyle beraber şakülü bir tekâmülün takipçisi olabilir. İsterse tümüyle beraber ıstırap gayyasında da kalabilir. Her iki hareket şeklinin bütün gaye ve prensipleri onun ayakları altındadır. İşte bu siklusun sonunda varlıkların kendi şuur aydınlıklarıyla hareket etmeleri gereklidir. Hiç kimse diğer bir kimseden medet umamaz. İnsanın çok müteyakkız bulunuz kendini çok tashih etmesi ağırlıklarından kurtulması şarttır. En azından İsa’nın söyledikleri kadar, En çoğundan Muhammed’in yaptıkları kadar olması lazım. Bunun altında değil. Ve ancak bunları bile bile anlaya anlaya yapabilenler, siklusun sonunda hür olacaklardır. Bu siklus hazır bir siklusdur. Taayyün etmiştir. Kesiti tamam olmuştur. Makul olan insan için gittikçe yaklaşan ve gittikçe bunaltan bir tesir manzumesini mişahede etmek kabildir. Bu bir bakıma arza yaklaşmakta olan bir kuyruklu yıldızın elektromanyetik sahalarda meydana getirdiği tahavvüller gibidir. Hissedilir, ölçülür, arazları yavaş yavaş anlaşılabilir. Fakat ümit kurtuluşadır. İnsanlık için büyük vaatler vardır. Buna mukabil çetin bir yok kat etmesi kaderi olmuştur.”
İsa ve Muhammed birer realitenin sembolüdür. İsa insanlığa yüzde yüz vicdan tatbikatını gösteren bir vazifelidir. Muhammed insanlığa yüzde yüz makul vicdanın tatbikatını gösteren bir vazifelidir. Makul vicdan esas itibariyle ferdin sadece vicdanı ile hareket etmesi gibi ayrıca kendi şuurunun iktisabı kadar bir bilgi ile de hareket etmesi demektir. Bilgiyle hareket etmek yaptıklarının farkına varmak demektir. En azından yüzde yetmiş vicdan ile hareket eden kimse, iyi bir namzettir. Bu devreyi siklustan evvel de tamamlamış olanlar için en az makul vicdana ihtiyaç vardır. İşte onlar ancak resullerdir.”
“İnsan varlığı sadece bir ışık olarak bu küreye uğrar ve bu küreden gider. Arzın varlığı insanın varlığı ile kaim değildir. Arzınızın üzerinde pek çok Âdemler doğmuş ve pek çok yok olmuştur. Sizin mukaddes kitaplarınızda zikredilen Âdem bu neslin tekâmül basamağını teşkil eden ferdin adıdır. Arzının bir hayli eski bir fizik küredir. Bu fizik kürenin yapısı kendine has bir özelliği teşkil etmektedir. Ve kâinat muvacehesinde tekâmül edecek varlıkların maddi tesir ihtiyaçlarına göre hüviyet değiştirirler. Pek çok nesiller gelip geçmiştir. Kur’an’da bahsedilen yok edilen muhtelif kavimler bu gelip geçmiş inkıraz bulmuş kavimlerdir. Ve bunlar ayrı tekâmül nizamına tabi olan varlık gruplarıdır. Sizlerle onların arasında daima bir tufan olagelmiştir. Her tufan bir maddi siklusun hitamı ve bir diğerinin başlangıcını ifade eder. Bütün mukaddes metinlerde de mevzubahis edilen insan en yeni tufanın akabinde enkarne olmuş olan varlıklardır. İşte EZEL o noktadadır. EBED yen bir tufanın zuhuruna kadardır. Yeryüzü gerçekten bir harman yeridir. Savrulur ve toplanır, ekilir savrulur ve toplanır.”
“Mutlak olan Tanrı ile mahlûku arasında hiçbir irtibat yoktur”
“Musa’nın mukaddes topraklara girerken ayakkabısının çıkarılması istenmiştir. Bu şunu ifade eder. Her bir varlık yeni tekamül nizamının ve prensiplerinin eşiğinde yani otomatsa şeraite, şeraitçi ise sevgiye, sevgiden ise makul vicdana kadar uzanan bir kademeleşme içerisinde varlık bazı tesirlere adapte olmak bazı tesirlerden salah bulmak için bir tecrit bir efor göstermek mecburiyetindedir. Bunu öncelikle kendi şuurunda yapacaktır. Musa’nın ayakkabılarını çıkarması ve silmesi, geçmiş realitenin ağır tesirlerinden kurtulmak, son büyük gayreti iradeyi, temerküzü ve imanı tespit etmek ve sonra kendi devrinin üstün prensiplerine yani şeriatına inkıyat etmektir.”
“Makul vicdanın kendi basamakları içerisindeki en son noktası vazife sezgisi noktasıdır. Ve bu Kur’an’dır. Gönül birliği İncil’dir. Fikir ve anlayış birliği Tevrat’tır.”
“Şeraitle ilgili bilgi sistemlerinde, fertler otomatik pek çok tatbikatlar içerisinde bulunurlar. Zaten şeriat demek fertlerde mevcut olan otomatizmanın çalışması demektir. Şeriat zorlar onun bu zorlayışı bilgisi ve şuuru zenginleşmemiş varlığın umumi terimleri içerisindeki gelişmesini temin içindir. Bütün kitaplardaki dini merasimlerin kısmı azamı, insanda bulunan otomatik yapının vasıtası ve itici gücünden istifade ederek, fertten vicdanın ve idrakin gelişmesini temin etmektir.”
Allah İle İlgili Ruhsal Tebligat Örnekleri de Verir misiniz?
Aşağıdaki tebliğler Dr. Bedri Ruhselman’ın “Allah” isimli eserinden alınmıştır:
“İnsan ne kadar üstün olursa olsun, ne kadar yüksek vasıflar kazanmış bulunursa bulunsun, Allah’a ne benzeyebilir, ne O’na yaklaşabilir ve ne de hâşâ Allah olabilir.”
“Yüksek şeyler teşbih ve tavsif edilemez. Allah’a sıfat yoktur. Yüksek varlık hiçbir şeyle kıyaslanamaz.”
“Herkes kalbinde O’na bir yer verir. İsmi Allah olur, tanrı olur, başka bir ley olur. İsim başka sıfat başkadır. İsim veriniz. Onu en kutsi mertebelerle gösterecek şekilde isimlendiriniz. Fakat sıfat nasıl verirsiniz? Kur’an’da böyle şey yoktur. Allah’a sıfat verilmemiştir. Buna kimse salâhiyettar değildir. Sıfat Allah’a yakışmaz. O’na layık bir sıfat bulunamaz.”
Onu anarken kendinizi büyük bir boşlukta hissetmeye çalışacaksınız. Hayal, şekil tasavvur etmeye başlayınca düşünceyi kesmek lazımdır. Çünkü o anda zihin yanlış istikametlere sapmıştır.”
“Siz Allah'ı buluyorsunuz. Fakat farkında değilsiniz. Herhangi temiz bir hisle bir şeyi düşündüğünüz zaman birdenbire içinize gelen haz ve sürur, sizin Allah’ı andığınız ve Ona gide yolu bulduğunuzu gösteren bir işarettir.”
“Gerçekten hak müebbet bir mutlakıyettir. Onun anlaşılması asla nasip olmayacaktır fakat gene her şeyde o vardır.”
“Allah ezeli ve ebedidir. Dendikçe bunların ancak kendi ölçülerimize yaklaştırılmış, muztar kalındığı için bizzarur söylenmiş sözler olduğunu anlamalısınız.”
“Allah’ı tanımak değil duymak, onu kendi ruhunda hissetmek lazımdır.”
“Ruhlar en yüksek hallere girerler. Tekâmül sonsuzdur. Fakat onların Allah olacağını sanmak asla doğru olmaz.”
“Beşeri manada bir kavuşma, Allah’la birleşme onda yok olma veya “Allahlaşma” hiçbir zaman bahis konusu değildir.”
“Sen ne yaptın ey büyük Tanrım? Sen beni büyüttükçe önümden, ufkumdan uzaklaştın. Ne kadar genişledimse o kadar sana varılamayacağını anladım.”
“Allah ve insan bahsinde her zaman kani bulunmalısınız ki, insan ilahi varlıktır. Fakat onun ilahi tarafı ancak, Allah yolunda bulunmasından mütevellittir.”
“Allah bir ve ruh kaim ve daimdir. Bundan ötesini kimse bilemez.”
“Allah ismi sembolik bir mefhumdur. Allah’ın öyle tasavvura tahayyüle, aşka ve ruhi bütünlüğe sığmasına asla imkân tasavvur olunmaz”
Son Sözünüz?
Son sözü Dr Bedri Ruhselman’ın Ruh ve Kâinat isimli kitabından alınmış bilgi ve tebligatlarla bağlamak istiyorum:
“Her insanın bulunduğu bir realite düzeyi vardır. İnsanlar duygu düşünce ve bilgilerinde ne kadar gelişirlerse o kadar yüksek realitelere sahip olurlar. Sizin için realite olmayan pek çok şeyler, sizden yüksek ruhlar için realite olur.”
“Bir fikre veya inanca saplanıp onu mutlak realite kabul etmek tekâmülün en tehlikeli düşmanıdır.”
“Taassuptan kurtulmanın tek çaresi vardır: o da hiçbir bilginin mutlak olmadığını kabul etmek ve bir basamak taşı niteliği taşıdığını unutmamak.
İnsan burada kendi iradesi kendi çabası ile düşe kalka yürüyecek ve ilerleyecektir. Vicdan hürriyetinin bulunmadığı yerde yücelme yoktur taassupla vicdan hürriyeti asla bağdaşamaz.”
Allah’a inanan doğru yolda durmadan yükselen, o’nun kendisine ve çevresine faydalı olan hizmetkâr kullarından olmanızı dilerim.
Beşer hüviyetinde bulunan varlık madde ile alakasını, seyyaliyetin ve inceliğin yüksekliğin lehine olarak kestikçe asli olan insan planına doğru yükselir
Sadıklar Planı
Bir bilgi her ne neviden olursa olsun beşerin içyapısını, zihniyetini, ahlak seviyesini, Allah’a hizmet etmek arzusu ile doldurmuyorsa o bilgi yanlış, o bilgi hiç olmasa kısır bilgidir. Allah’a hizmet arzusu şuurun berraklığı ile vicdanın nebati ile tebarüz eder.
Sadklar Planı
( Ruhçuluğa Göre Kur'an Öğretisi - Sadi Çaycı )
|
|
|
|