beyaz kuğu
  Ruhculuga Gore Kur'an ogretisi 2
 



Evrenler - İlk Yaratılış
Sadi Çaycı

Biz yeryüzündeki şeyleri, kendisine süs olsun diye yarattık ki, onların hangisinin daha güzel iş yaptığını deneyelim.

(Kehf, 18/7)

Evrenler Niçin Yaratılmıştır?

Dikkat edilirse evren yerine evrenler terimini kullandım, gerçekten de bugün artık bir tek evrenden değil, sonsuz sayıda evrenlerden söz etmek gerekmektedir. Bakınız bu konuda Kur’an ne diyor: “gökleri ve yeri yaratan onların benzerlerini yaratmaya kadir değil midir? Elbette kadirdir.”(Yasin, 36/81)

Erzurumlu İbrahim Hakkı Hazretlerinin “Marifetname” isimli eserinin 28. Sayfasında toplam 29 adet alem olduğu bunlardan on dört adedini ruhlar alemini, 15 adedinin ise cisimler alemini oluşturduğu, ruhlar aleminde yukarıdan aşağıya doğru meleklerin ruhları, peygamberlerin ruhları, evliyaların ruhları, ariflerin ruhları, abidlerin ruhları, müminlerin ruhları, kafirlerin ruhları ve bitkilerin ruhlarının yer aldığı; cisimler aleminde ise yukarıdan aşağıya, Arş-ı Azam, Kürsi, cennet, cehennem, sırasıyla yedinci altıncı beşinci dördüncü üçüncü ikinci ve birinci kat gökler, ateş hava su ve toprağın bulunduğu belirtilmektedir.

Bu sıralamanın doğruluk derecesini tartışmak istemiyorum. Ancak önemli olan en temelde ruhlar alemi ve cisimler alemi olmak üzere iki ayrı grup alem olduğunun, bu her iki grubunda ayrıca aralarında çok sayıda diğer alemlerden oluştuğunun isabetle belirtilmiş olmasıdır.

Şimdi asıl sorumuza dönelim: evrenler niçin yaratılmıştır?

“Allah bu kainatı yarattı ki hanginizin daha güzel iş yaptığınızı denesin”(Hud, 11/7)

“Biz göğü yeri ve bunlar arsında bulunanları oyun olarak yaratmadık. Eğer bir eğlence edinmek isteseydik kendi katımızdan edinirdik. Yapacak olsaydık böyle yapardık. Hayır biz hakkı batılın üstüne atarız da onun beynini parçalar derhal canı çıkar.”(Enbiya, 21/16-18)

“Göğü yeri ve ikisinin arasındakileri boş yere yaratmadık; bu inkâr edenlerin zannıdır. Bu yüzden o inkâr edenlere ateşten helak vardır. Yoksa biz inanıp iyi işler yapanları yeryüzünde bozgunculuk yapanlar gibi mi tutacağız? Yoksa korunanları yoldan çıkanlar gibi mi tutacağız?”(Sad, 38/27-28)

“Biz yeryüzündeki şeyleri, kendisine süs olsun diye yarattık ki, onların hangisinin daha güzel iş yaptığını deneyelim.”(Kehf, 18/7)

İşte bu ayetler hem evrenin niçin yaratıldığını, hem de bizim niçin dünyada bulunduğumuzu, en kısa ve özlü bir biçimde açıklamaktadır. Ruhçuluk öğretisine tanıdık olanlar, sembolik olarak yatay ve dikey anlamda sonsuz sayıda ruh ve madde alemleri olduğunu bilirler. Kur’an’da geçen cennet ve cehennem terimleri, yeryüzü insanları için dikey anlamdaki alemleri anlatan sembolik ve izafi ifadelerdir. Eğer bu günkü bulunduğumuz düzeye nazaran daha ileri ve üst düzeyde bir alemden söz edeceksek cennet, eğer bugünkü düzeye nazaran daha geri ve alt düzeyde bir alemden söz edeceksek cehennem hayatı söz konusu olacaktır. Dar anlamda cennet ve cehennem, bu dünya üzerinde aynı zamanda bulunmaktadır. Hepimizin gördüğü gibi insanların sayısı okadar çok ve yaşam koşulları okadar farklıdır ki, belli bir insan grubu adeta- Kur’an deyimi ile:- “Araf’ta” onlara nazaran diğer bir insan grubu cehennemde, bir başka insan grubu ise cennete yaşamaktadırlar.

Bu mekanizma ölüm yan küçük kıyamet yoluyla kısa dönemde insanlar arasında hak ve fırsat eşitliğini, adaleti ilerde inceleyeceğimiz reenkarnasyon(tekrar tekrar bedenlenme, yeniden doğuş)mekanizması aracılığıyla sağlamakta; asıl anlamıyla kıyamet mekanizması ise, uzun dönemde ve gerçek hak ve fırsat eşitliğini, alemler arasında dikey yükselmeyi temin etmektedir. Bununla beraber yine ilerde görüleceği gibi, dikey yükselme için bir varlığın mutlaka kıyamete kadar beklemesi gerekmemektedir.

İlahi adalet bu kadar şekilci değildir. Hz. Muhammed’in bir kısım yakın çevresini daha sağlıklarında cennetle müjdelemesinde olduğu gibi; eğer bir varlık tüm görevini belli bir yaşamında yerine getirmiş, sınavlarını başarı ile vermiş ise, artık o varlığın hakkını ödülünü almak için kıyamete kadar bekletilmesi dinamik ilahi adalet anlayışına asla yakıştırılamaz. Aksi halde bu sorgulaması yapılmış, hakkındaki tüm deliller toplanmış ve incelenmiş bir sanıkla ilgili, hukuksal deyimi ile “karar kalmış” davanın duruşmasının hüküm verilmek üzere sonsuza kadar (yani kıyamete kadar) sebepsiz yere ertelenmesi anlamına gelir ki, asla mantıklı ve makul sayılmaz.  Zira yine hukuksal bir ifadeyle “ geciken adalet, adalet değildir”

Dünyamız insanın Yaradan’ını tanıması ve bilmesi, sonsuz nimetlerinden çabası ve liyakati oranında artan ve yükselen bir şekilde yararlanması, kendinden üst düzeydeki varlıklara tabi ve yönetilen, kendinden alt düzeydeki varlıklara hakim ve yönetici olarak kendisini her bakımdan tekamül ettirmesi; bütün bunlara karşılık sadece, Yaradan’ına şükretmesinin yeterli sayıldığı bir eğitim, öğretin ve deney sınav yeridir.

Evrenler Karşısında İnsanın Durumu Nedir?

Bu konuda Kur’an’da yer alan başlıca ayetler şunlardır: “Görmediniz mi Allah göklerde ve yerde bulunan HERŞEYİM size boyun eğdirdi ve size bildiğiniz ve BİLMEDİĞİNİZ nimetlerini bol bol verdi?”(Lokman, 31/20)

“Allah’tır ki denizi size boyun eğdirdi. Ta ki gemiler onun içinde buyruğuyla akıp gitsin ki, siz onun kereminden nasibinizi arayasınız da şükredesiniz. GÖKLERDE VE YERDE NE VARSA HEPSİNİ kendinden bir lütuf olarak size boyun eğdirdi. ELBETTE BUNDA DÜŞÜNEN BİR TOPLUM İÇİN İBRETLER VARDIR.”(CASİYE, 45/12-13)

Yukarıdaki ayetlerin incelenmesinden, tüm maddi evrenlerin insanlar tarafından tasarruf edilmek üzere hazır beklediği bilinen nimetler yanında, henüz bilinmeyen pek çok başka nimetlerin bulunduğu,- bütün bunların Allah’ın lütfü olduğu ancak bu hususlarda toplumların inceden inceye düşünmesi gerektiği anlaşılmaktadır. Gerçekten de bizi aslında nelerin, ne gibi nimetlerin beklediğini ancak bugün hepimizin ise, ne gibi küçük amaç ve heveslerimizin peşinde koştuğumuzu inceden inceye düşünmeli ve ayetlerde belirtildiği üzere, ibret dersleri çıkarmalıyız. Ne kadar küçük şeylerin peşinde koşmakta olduğumuzu anladığımız oranda, asıl gitmemiz izlememiz gereken doğru yoldan sapma derecemizi de o kadar anlayabileceğiz.

Uzay yolculuğu Ya da Yıldızlar Arası Yolculuk
Mümkün Olacak mı?

İslam dinini asla temsil edemeyecek bazı çevrelerde ABD tarafından gerçekleştirilen ay yolculuğunun dahi tartışma konusu yapıldığı hatırlardadır. Oysa değil aya veya yıldızlara yolculuk evrenler arasında yolculuğun bile mümkün olduğuna işaret eden şı ayeti inceleyiniz:

“Ey cinler ve insan topluluğu, göklerin ve yerin bucaklarından geçip gitmeye gücünüz yeterse geçin gidin. Ancak kudretle geçebilirsiniz.” (Rahman, 55/33)

Daha ayetin başında kullanılan “cin” tabirinin, kendilerini gerçek ve tam anlamında bilimsel düşünce-yargı sahibi sanan bazı çevrelerde tebessümle karşılanması mümkündür.”cin” sadece bir kelimedir. Tüm kelimeler gibi, bir sembolden ibarettir. Gökten inmemiştir. Bir ihtiyacın sonucu olarak ortaya çıkmış başka bir deyimle bulunmuş yahut uydurulmuştur. Bu kelimenin yerine istediğiniz başka kelime ya da işareti kullanınız. Önemli olan kastedilen anlamdır. Kur’an’da cin kelimesinin kullanış yeri ve biçimlerinde yeryüzünde dahi henüz bizim beş duyumuzla görüp fark etmediğimiz ve esasen fark etmemiz de gerekmeyen başka buutlar/boyutlar ve bu boyutların iç içe oluşturduğu âlemlerde yaşamakta olan insandan başka zeki varlıkların da bulunduğu anlaşılmaktadır.

Ayette işte bu anlamda, hem insanlara hem de cinlere hitap edilmekte; bir değil birden fazla evren olduğu bu evrenlerin kesin ve kural olarak geçilemez sınırlarla ayrılmış olduğuna işaret edilmekte; insanların ve cinlerin ancak bir kudret vasıtası ile bu sınırları geçebileceklerine dolayısıyla değil aya ve yıldızlara bir evrenden diğer bir evrene yolculuğun dahi mülkün bulunduğu açıklanmaktadır.

Kur’an’da bunun gibi aslında bilim adamlarına hedef gösteren başka ayetler de vardır. Hayvanlarla konuşma diğer buut/boyut, varlıklarla ilişki kurma, onlardan faydalanma… Gibi. Kur’an’da bilime verilen değer daha sonraki bölümlerde ele alınacaktır.

İnsan En Üstün Yaratık mıdır? Sadece Dünyada mı Canlı Varlıklar Vardır?

Genellikle sanıldığının aksine insan evrendeki en üstün yaratık değildir. Nasıl olsun ki bugünkü insanlığın çizdiği tablo, meleklerin ekndisine secde etmesi söz konusu olan insan planından hayli uzak bulunmaktadır esasen. Bu hususta Kur’an’da şu ayet yer almaktadır:

“Biz, hakikaten Ademoğullarını bir izzet ve şerefe mazhar kıldık… ONLARI YARATTIKLARIMIZIN BİRÇOKLARINDAN üstün kıldık”.(İsra, 17/70)

Görülüyor ki insan çok şeref bahşedilmiş bir varlık olmakla beraber, en üstün olan varlık değildir. Varlıkların bir çoğundan üstün kılınmıştır, O kadar.

Yani aslında birer beşer olan bizler, kendimizi bütün varlıların en üstünü dünyaya evrenin ve evrenlerin merkezi olarak görmek alışkanlığımızdan vazgeçmeli haddimizi, evrendeki işlevimizi ve evrensel görevlerimizi iyi takdir etmeye çalışmalıyız.

“Gökleri ve yeri bunların içinde yaydığı canlıları yaratması da onun ayetlerindendir. O, dilediği zaman onları toplamaya da kaadirdir.”(Şura, 42/29)

“Göklerde ve yerde bulunan gerek canlılardan, gerek meleklerden hepsi Allaha secde ederler. Onlar asla Allaha kulluktan büyüklenmezler. Daima onun emrine boyun eğerler.”(Nahl, 16/49)

“Sura üflendiği gün göklerde ve yerde bulunan kimseler hep korku içinde kalır. Yalnız Allahın diledikleri korkmazlar. Hepsi boyun bükerek ona gelirler.”(Neml,27/87)

Ayetlerde canlıların sadece yeryüzünde değil gökler de var olduğu, hatta ilahi irade yasaları gerektirdiğinde bunların bir araya gelmesinin de mümkün bulunduğu belirtilmekte, canlılar ve melekler olarak iki esas varlık grubundan bahsedilmektedir.

Bugün dünya üzerinde de sadece beş duyu ile sınırlı olarak hayatın ve canlı türlerinin bulunduğunun kabulle yetinen maddeci bilimin noksan verilere dayalı kanaatinin aksine mikroplar, bakteriler, virüsler vs. den oluşan mikro maddi âlemin yanında; başka buutta yahut boyutlarda makro planlarda da insan hayvan ve bitkilerden başka zeki varlıklar hayatlarını sürdürmektedirler.

Günümüzde ancak kurgu bilim alanında varlığından söz edilen başka buutta başka âlemler kavramı çok daha önceden Kur’an’da çeşitli ayetlerde geçmektedir:

“Ayetlerimizi yalanlayanları hiç bilmeyecekleri yerden yavaş yavaş helake yaklaştıracağız…”(Araf, 7/182)

“Kur’an’a tekzip edenleri bana bırak. Biz onları bilmedikleri yerden derece derece azaba yaklaştırıyoruz.”(Kalem, 68/44)

Bunlardan başka, “sizin biriniz yatağına yatacağı zaman izarının dahliyle yatağını silksin. Çünkü yatacak âdem bilmez ki dünden beri ona hangi mahlûk halef olmuştur.” Diyen Hz. Muhammed’de yaşadığımız dünyada yalnız olmadığımızı bize açıkça bildirmiştir.

( Ruhçuluğa Göre Kur'an Öğretisi - Sadi Çaycı )

Konular;



 

Ruh - İnsan
Sadi Çaycı

Maddeci bilim taraftarları ister kabul etsinler ister kabul etmesinler, melek, insan, şeytan, cin sembolik isimleri ile anlatılmaya çalışılmış bizim asla bilemeyeceğimiz sayıda reel varlıklar, maddesel ve ruhsal yapıda sonsuz evrenleri işgal etmektedirler.

Allah meleklerden de insanlardan da elçiler seçer… (Hac, 22/75)

İslam İnanışına Göre İrade Sahibi başlıca
Varlıklar Nelerdir?

Ehl-i sünnet itikadı Gümüşhaneli Ahmed Ziyauddin çeviren: Abdulkadir Kabakçı- Fuat Günel isimli, eserin 57. Sayfasında Allahın emirlerine muhatap olan dört grup varlık olduğu belirtilmektedir: melekler, insanlar , şeytanlar, cinler. Evrenleri birer oyun alanı farz edersek, işte bu grup varlıklar oyuncu varlıklar olmaktadır.

Her varlık gurubu diğerlerinden tamamen ayrı yaradılış ve özellikte olan ve ayrıca tecrit edilmiş olan bir başka âlemde yer almakta ve kural olarak birbiriyle ilişkim kuramamaktadır. İlahi muradın gereği olarak zaman zaman meydana gelen kesişmeler bugün bizim olağanüstü yahut doğaüstü diye nitelendirdiğimiz, normal akıl ve mantığımızla asla kabul edemeyeceğimiz, çeşitli olayları meydana getirmektedir.

Ruhçuluk öğretisine yakın olanlar, doğaüstü olağanüstü diye bir şey olmadığını, her hadisenin belli ilahi irade yasasına uygun olarak oluştuğunu, meselenin bir realite bilgi ve liyakat seviyesi meselesi olduğunu bilirler. Gerçekten bir evin duvarından çıkan maden parçasını çevirmekle beraber, su akması, ancak onu ilk defa gören musluk mekanizması duvarın içinden ana su deposuna kadar giden boru sistemi su deposu, bileşik kaplar ve hidrofor motoru hakkında hiçbir bilgisi olmayan bir kişi için mucize olarak algılanabilir. Aynı şekilde elektrikle aydınlana, radyo, televizyon..gibi sonsuz konuda bu örnekler genişletilebilir. Bu geniş konuları uzatmak istemiyorum ve tekrar asıl konuya dönüyorum

Maddeci bilim taraftarları ister kabul etsinler ister kabul etmesinler, melek, insan, şeytan, cin sembolik isimleri ile anlatılmaya çalışılmış bizim asla bilemeyeceğimiz sayıda reel varlıklar, maddesel ve ruhsal yapıda sonsuz evrenleri işgal etmektedirler.

Bugünkü bilgi ve imkân seviyemizde, onları beş duyumuzla algılayamamız, onların yok sayılmasını asla gerektirmez. Nitekim gözümüzle göremediğimiz havanın, belli fiziksel şartlarda dünyanın en ileri ülkesini nasıl birbirine kattı adeta “yukarından” insanlığa “hatırlatma” yapıldığını zaman zaman televizyonda görüntüleriyle beraber haber olarak izlemekteyiz.

İşte bu zeki varlıklar içinde Kur’an ayetlerinin incelenmesinde esas olarak meleklere ve insanlara özel önem verildiği “insan” teriminin ise aslında sınırlı anlamı olduğunu ve yanıltıcı sonuçlara varılmasına sebep olduğunu; asıl kastedilenin “ruh “ olduğunu ruhun belli şartlarda insan olarak tezahür ettiği ki bu anlatım bile sonra açıklanacağı üzere noksan olmaktadır. Zira ruh sanıldığı gibi bedende değildir- anlaşılmaktadır.

Allah tarafından asıl olarak melekler ve ruhun everenlere tasarruf etmek üzere yaratıldıkları meleklerin daha önce yaratıldıkları ve en üst tekamül dizeyine aşağı yukarı ulaştıkları ve halen büyük ölçüde- en azından bizleri ilgilendiren evren açısından- yönetici durumda bulundukları ruh ve insanların ise daha ileri hedefler için daha sonra yaratıldıkları, tekamül yolunda henüz kural olarak meleklerden daha ileri oldukları ancak Allah'ın emri gereği kesinlikle tekamül açısından melekleri geçecekleri ve meleklerin sütünde yönetici olarak yer alacakları- ki bu husus Kur’an’da sembolik olarak “meleklerin Ademe secde etmesi “şeklinde anlatılmaktadır-, yine kur’an’daki çeşitli ayetlerin incelenmesinden anlaşılabilmektedir.

İşte bu son anlattığımın dışında melekler ve insanların birçok bakımlardan birbirine benzediği görülmektedir. Melekler de aynen insanlar gibi yazık ki günümüz insanlarının çoğunluğu hayatın asıl anlamını meydana getiren bu noktayı unutmuş hatırlamaz görünmektedirler. Sonsuz tekâmül yoklunda yarış ahilindedirler. Onların da ayrı ayrı görevleri ve yetkileri vardır. İrade sahibi ve sorumlu varlıklardır. Bir kısmı üst yöneticilerdir. Meleklerde insanlar- ruh- gibi hesap verme durumundadırlar. Onların da peygamberleri vardır., bilgileri ruh yani insanlar gibi Allahın dilediği ve emrettiği ile sınırlıdır.

Melekler Ve Ruhların Karşılıklı Durumları Nedir?

“Bir zamanlar Rabbin meleklere ‘ben yeryüzünde bir halife yaratacağım’ demişti. Melekler: ‘orada bozgunculuk yapacak, kan dökecek birisini mi yaratacaksın? Oysa biz seni överek tespih ediyoruz ve seni takdis ediyoruz’ dediler. Rabbin ‘ ben sizin bilmediklerinizi bilirim’ dedi. Âdeme isimlerin tümünü öğretti. Sonra onları meleklere sunup ‘ haydi, doğru iseniz onların simlerini bana söyleyin’ dedi. Dediler ki: ‘ sen yücesin. Bizim senin bize öğrettiğinden başka bir bilgimiz yoktur. Şüphesiz sen bilensin, hâkimsin.’ Allah dedi ki: ey Âdem bunlara onların isimlerini haber ver’ âdem bunlara onların isimlerini haber verince Allah, ‘ben size ben göklerin ve yerin gayblarını bilirim. Ben sizin açıkladığınızı ve içinizde gizlediğinizi bilirim dememiş miydim? Dedi”(Bakara, 2/30-33)

Bu ayetlerde meleklerin insanların yeryüzüne indirilmesinden önce var oldukları, insanların yaratılmasından önce meleklerle “Rab” arasında bu konuda bazı konuşmaların geçtiği anlatılmaktadır. Ayetlerde Rab ve Allah kelimeleri aynı anlamda kullanılmış ve tercime edilmiştir. Ayetler vahiy açısından da özellik taşımaktadır. Yer yer “rabbin dedi ki” “Allah dedi” gibi ibareler vardır. Şu halde burada da Hz. Muhammed ile konuşanın, yani bizim okuduğumuz sözlerin sahibinin Cebrail olduğu bir kere daha ortaya çıkmaktadır.
Öte yandan, ruhçuluk öğretisi esasları dâhilinde benim kafamda oluşturabildiğim “Allah” kavramı, Allahın yarattıkları ile yukarıdaki ayette belirtilen tarzda muhatap olmasının varlıklara adeta hesap vermek durumunda kalmasının bir varlığın Allaha itirazda bulunmasının kabulünü mümkün kılmamaktadır. Arapça bilmememe rağmen, yukarıda ayetler ve bu gibi insan yahut başka varlıklarla, muhatap olan anlamında kullanılan bütün “Rab” yahut “Allah” kelimelerinin aslında görüp gözeten eğitmen öğretmen yönetici varlık olarak anlaşılması gerektiği düşüncesindeyim.

Şimdi yine yukarıdaki ayetlere dönelim. Ayetlerden meleklerin ve insanların yaradanın öğrettiklerinin dışında, bilgilerinin bulunmadığı yaradanın ise meleklere ve insanlara ayrı ayrı şeyler öğrettiği anlaşılmaktadır. Kuşkusuz bunlar, sembolik anlatımlardır. “isim” deyimi ile bile sembolik bir yola başvurulmuştur. Meleklerin ve insanların bilgileri farklıdır. Çünkü asıl yaratılış amaçları aynı değildir “ insan” yeryüzünde halife olması için yaratılmıştır.

Yeryüzünde halife olmak insanın ilk hedefidir. Yani bizlerden beklenin ilk görev, yeryüzüne hâkim olmamız yeryüzünü fethetmemizdir. Bunu derken yeryüzüne silah gücü ile hâkim olmamız “fetihçi” yahut “istilacı” olmamız gibi kaba ve yakışıksız bir manayı asla kastetmiyorum. Anlatılmak istenen yeryüzünde ilahi düzeni görmek bunu araştırmak ve saptamak, düzeni oluşturan “ilahi irade yasalarını anlamak kısaca yeryüzünde gizli bilgiyi bulup çıkarmak ona sahip olmak ve nihayet onu kullanmak liyakatini kazanmaktır. Bütün bunlar. Aynı zamanda yaradanımızı bilmemizi ve şükretmemizi sağlayacak vasıtalar olacaktır. İşte “beşikten mezara kadar ilim öğreniniz…,iki günü birbirine denk olan bizden değildir…” vb. sözlerin asıl anlamı budur.

“Allah meleklerden de insanlardan da elçiler seçer…” (hac, 22/75)

Bu ayet Allah tarafından meleklere de insanlar gibi yol gösterici elçiler gönderilmekte olduğunu anlatmaktadır.

Yine Meleklerle ilgili olarak bilgi veren:

“And olsun söküp çıkaranlara, yavaşça çekenlere, yüzüp yüzüp gidenlere, yarışıp geçenlere, derken Allahın emri ile işleri düzenleyen tedbir eden meleklere…”(Naziat,79/1-5)

Ayetlerinde can alıcı meleklerin bazen canı söküp çıkardıkları bazen yavaşça çektikleri, tüm meleklerin tekamül yolunda yarış işçinde oldukları bu yarışın görevlerini en iyi yapmakta yarış olarak cereyan ettiği yine bir kısım meleklerin elbette sonuçta Allah'ın emri ile evren yahut evrenlerin yönetimlerinde düzenleyici görevler yürüttükleri belirtilmekte biz insanlar da bu surette hatırlatmada bulunulmaktadır. Dolaylı olarak, birbirimizi yemekte değil her birimizin hayat amacımızı ve görevlerimizi yerine getirmede yarış içinde olmamız gerektiği söylenmektedir

Şu ayetler Allah’ın biz yatıkları için çeşitli yükselme dereceleri yarattığını, Allah’ın bunun yanında azabı da yarattığını, melekler ve ruhların belli merhalede-sembolik anlamda kuşkusuz-Allah’a yükseldiklerini azabın veya yükselmenin inanmayanlarca uzak görüldüğünü oysa bunların yakın olduğunu belirtmektedirler. Buradaki ayetlerde dolaylı olarak zamanın izafiyetine de işaret vardır. Bizlerin en yönetici varlıların aynı zaman boyutunda yaşadığımız anlaşılmaktadır:

“O azab yükselme derecelerinin sahibi Allah’tandır. Melekler ve ruh miktarı elli bir yıl süren bir gün içinde ona yükselirler. Şimdi sen güzelce sabret. Onlar onu uzak görüyorlar. Biz ise onu yakın görüyoruz.”(Mearic,70/3,7)

Melekler de yaptıklarınsan sorumlu varlıklardır. İnsanlar gibi onlarında din gini yani hesap günü vardır:

“O gün ruh ve melekler sıra sıra dururlar. Rahmanın izin verdiğinden başka kimse konuşamaz. Rahmanın konuşmasına izin verdiği de ancak doğruyu söyler.”(Nebe, 78/38)

“Melekleri görürsün ki Arşın etrafını çevirmiş olarak Rablerini övgü ile anarlar. O gün aralarında hak ile hükmedilmiş ve ‘ham âlemlerin Rabbine mahsustur’ denmiştir.”(Zümer, 39/75)

Çevirilerde bir başka husus daha dikkati çekmektedir. Meleklerden çoğul olarak söz edildiği halde, aynı pozisyonda ruhlan ruhlar olarak bahsedilmemektedir. Daima “ruh” geçmektedir. Bu anlatım özelliği üzerinde ayrıca düşünülmeye değer.

Hz. Muhammed’in şu sözlerinden meleklerin insanlarla iç içe yaşadıkları ortaya çıkmaktadır:
“her gün bir takım melaike geceleyin, bir takım melaike de gündüzün yekdiğeri müteakip size gelip içinizde kalırlar. Bunlar sabah ve ikindi namazlarında buluştuktan sonra, evvelce içinizde kalmış olanlar semaya uruc ederler.”

Melekler inananlarla birlikte savaşa da katılabilirler. Nitekim Sa’d İbn-i Ebi Vakkas, “uhud harbinde resulullah SAV:’i iki kişi ile beraber gördüm. (Cibril, Mikail). Bunlar resulullah namına harb ediyorlardı. Üzerlerinde beyaz elbise vardı. Âdemoğullarının en şiddetli savaşları gibi en şiddetli savaş ettiler.” Demiştir.

Ruh Açısından “İnsan”, “Beden” Ve “Cinsiyetin”
anlamı nedir?

Bugün ülkemizde inananlardan birçoğunun, vefat eden yakınları için, “ruhunu teslim etti”, “topraktan olduk, toprak olacağız”, “bir can borcum var”, “olmadan emanetini alma Allah'ım” vb. deyimlerle duygu ve düşüncelerini ifade ettiklerine şahit olmaktayız. Ne kadar yazık! Ne kadar hatalı bir görüş!

Gerek bu sözleri düşünmeden söyleyenler, gerekse falancanın mezarda kemiklerinin sızladığından, filancanın mezarda rahat uyumasından bahsedenler, sadece geçici bir araç, ruhun yeryüzünde kullanmak zorunda kaldığı bir adaptörden ibaret olan fizik bedenleri ile kendilerini özdeşleştirmekte; dolayısıyla sadece etten ve kemikten olan bu bedenlerinin, kendi asıl varlıkları olduğunu kabul etmektedirler ki, farkında olmadan materyalist görüşe yaklaşmaktadırlar.

Bedene bağlılık her şeyi benle birlikte ele almak, bedenden ayrı bir hayatı düşünememek, İslam dininin gerek geçmiş gerekse bugünkü mensuplarının pek çoğunun içinde bulunduğu bir talihsizliktir. En tanınmış kişiler bile bundan kendini kurtaramamıştır: Ahmed b. Harp, “yer karyola ve döşeğini süsleyip uykuya yatan adama şaşar ve ‘ ey adam aramızda hiçbir perde olmadan uzun müddet benim içimde yatacağını düşünmez misin?’ der” demektedir.

Ruhçuluk öğretisini bilenler, mezara giden ve neticede toprak olan fizik beden ile, ölüm anından itibaren bizlerin artık hiçbir ilişkimiz kalmadığını, ancak ilk bir dönemde daha yeni çevresini anlama çabası içinde olan ruhumuzun bir müddet fizik bedenin akıbetini izlediğini, sonra tamamen ondan uzaklaştığını bilirler.

Asıl varlığımız ruhumuzdur. Ruhumuz ancak maddi evrenlerde bedenlenme durumunda kaldığı zaman, insan şeklinde tecelli etmektedir. Hepimizi bilmeliyiz ki asla hayatımız bildiğimiz doğum tarihinde ve bu dünyada başlamadı. Ve ölümümüz de bu dünyada bitmeyecektir. Düşüncemizi sadece geleneksel insan kavramı ve görüşü ile sınırlandırırsak çok hata ederiz.

Nitekim Kur’an, “size ne oluyor ki Allah için saygı göstermek istemiyorsunuz? Oysa o sizi çeşitli merhaleler halinde yarattı.”(Nuh, 71/13-14).

Demektedir. Yani bugün dünyada gördüğümüz ve mensubu olduğumuz insanlık ve teker teker bizler, bir anda olmuş değiliz. Fizik eden sahibi insan belli gelişim aşamalarından sonra yaratılmıştır. Bundan önce de fizik bedenli yaşamından sonra da, başka formlar varlığı olmuştur ve olacaktır. Ancak ruhsal bildiriler, ne zaman bir madde evreninde bedenlenme ihtiyacı olursa ruhumuzun yine asıl olarak bugün ki insan bedeni şeklinde bendenlendiğini, maddi evrenler açısından insan fizik bedenin evrensel bir model olduğunu açıklamaktadırlar.

Demek ki örneğin, 22.05.1949 doğumlu olan ben, bu tarihte yaratılmadım. Çok önce de vardım. Hayatım bu dünyada başlamadı ve bu dünyada bitmeyecektir. Sonsuz olan hayatımın belli bir bölümü fizik bedenli insan olarak geçmektedir.

Nitekim Kur’an, “sizi yarattık, sonra size şekil verdik, sonra da meleklere, ‘ Âdeme secde edin’ dedik.”(A’raf, 7/11) demektedir.

Bu ayette çok önemli mesajlar vardır. Ruhsal varlık olarak insan çok eskiden beri mevcuttur. Fizik bedenli olması sonradan söz konusudur. Bu hayatın belli bir döneminden sonra da gerekli tekâmül ve liyakat seviyesine eriştiğinde, meleklerin artık insana itaat etmesi, yani bizlerin de artık bir noktada onların da üzerinde idareci varlıklar olmamız gerekmekte, dolayısıyla hayatımızın asıl amacı da bu suretle açıklanmaktadır. Hepimiz bu düzeye kesinlikle bir hayat dönemi içinde erişemeyeceğimize göre; ilerde ele alacağımız reenkarnasyon yani tekrar bedenlenme olayının kabulü de bu noktada zorunlu olmaktadır.

Şu halde lütfen düşüncemizi ve varlığımızı sınırlandırmayalım. Her şeyimizin doğumumuzla başladığını sanmayalım. İnsan bedenli hayatımız asıl ruhsal varlığımızın hayatının pek küçük bir bölümünü teşkil ediyor.

Nitekim Kur’an, “insan üzerinde öyle- az-bir zaman gelip geçti ki anılmaya değer bir şey bile değildir”(İnsan, 76/1)demektedir.

İnsan bir anlamda şekilden ibarettir. Ruhun belli bir zaman ve mekânda gözlem ve deneylerde bulunması, eğitimi ve imtihan edilmesi için insan formunda bir araç kullanılmaktadır. Bizim için elbise ne ise yahut bir dalgıç için dalgıç elbisesi ne ise, ruhumuz içinde bedenimiz ondan ibarettir. Asıl duyan gören koku alan dokunmakla hisseden, tad alan daha doğrusu bu verileri değerlendiren, fark eden bedenimiz değil, ruhumuzdur. Dünya üzerinde irade hürriyetinin tatbikatını yapan, gözlem ve deneylerde bulunan, belli bir hayat planını ifa etmeye çalışan,sorumlu olan ve sınavı veren de fizik bedenimiz değil ruhumuzdur.. Özetlersek biz asıl kendimizi şu anda görememekte ve idrak edememekteyiz. Biz aslında ruhuz. Ebedi hayatımızı onda yaşarız. Gözümüz ruhumuzun görmesini sağlamaz. Tersine sınırlandırır. Kulağımız ruhumuzun duymasını saplamaz tersine sınırlandırır… vs. bütün bu maddi organlarımız şu andaki hayat amacımız ve şartlarımız itibariyle görmemiz gerekmeyen şeyleri görmemizi, duymamız icap etmeyen şeyleri duymamızı engellemekle görevlidir. Nitekim teknik yöntem ve araçlarla, gerçeklerin sınırlarının sonsuza uzandığını kavrayabilmekteyiz.

Fizik bedenle ilgili gerçekleri böle belirttikten sonra, şimdi yine ona bağlı bir başka konuyu, cinsiyet konusunu ele alalım.

“O dur ki sizi bir nefisten inşa etti.”(En’am, 6/98)

“Ey insanlar, sizi bir tek nefes alan candan yaratan ve ondan eşini yaratıp ikisinden birçok erkekler ve kadınlar üreten Rabbinizden korkun.”(Nisa, 4/1)

İnsan olan bedenimiz değil ona tasarruf eden bizleriz. Biz ise aynada gördüğümüz fizik bedenler değiliz. Biz ruhuz. Biz ebedi varlıklar olarak erkek veya kadın değiliz. Sonsuza uzanan hayat akışımız için de belli bir dönemde hayatımızın amacına, tekâmül yolunda mevcut eksiklik ve ihtiyaçlarımıza göre, erkek veya kadın olarak dünyaya gelebiliriz. Bugün ki toplumsal realite şu anda kadın olarak bulunan bir varlık bir ruhsal varlık içiçn ebedi bir mahkûmiyet değildir. Binaenaleyh:

“Erkeklerin kadınlar üzerinde bulunan hakları gibi kadınların da erkekler üzerinde hakları vardır. Erkeklerin kadınlar üzerindeki hakları bir derece daha fazladır.”(Bakara, 2/228)

ayetinde yahut Hz. Muhammed’in:

“Ehl-i Cennetten her birinin iki kadını vardır ki, vücudunun letafetinden iki baldırı, kemiğinin iliği etinin üstünden görünür”

“Cennet hurilerinden bir kadın yer halkına baksa, hiç şüphesiz o cennet ile yer arsındaki fezayı aydınlatır. Ve orayı güzel bir koku doldurur. Yine muhakkaktır ki, kadının başörtüsü dünyadan ve dünyadaki her şeyden değerlidir.”sözlerini iyi değerlendirmek gerekir.

Geleneksel İslam öğretisinde kim ne derse desin, fiilen erkek asıl varlık, kadın ikinci derecede varlık olarak gösterilmiştir. Nitekim bakınız cennetlik kadınların gelecekteki hayatları ile ilgili ve onlara ait eşit olanaklar sağlayan hiçbir ayrıntılı bilgiye rastlamazsınız. Oysa gerçek böyle olmayıp burada çok ince bir siyaset yapılarak, doğru inanç temelleri zamanın realitelerine uygun olarak toplumun hâkimleri bulunan erkekler aracığıyla insanlar arasına yerleştirilmeye çalışılmıştır. Öte yandan yukarıda özetlenen vaatler yalan da değildir. Ruhsal öğretiye aşina olanlar İslamda “ahiret” ruhçulukta ise “spatyom” olarak isimlendirilen astral âlemin özelliklerini hayal âlemi olan bu alemde düşüncen reel bir güç olduğunu ve etrafındaki her şeyi bizzat oluşturduğunu yukarıda çizilen tablonun da reel olarak da gerçekleştirilebileceğini bilirler. Ama verilen örnekler belli bir realite düzeyinde bulunan varlıklar için geçerlidir. Ruhsal varlık tekâmül ettikçe liyakatini arttırdıkça, bu sınırları ve düşünceleri de kendiliğinden aşacaktır.

Yine geleneksel İslam öğretisinde kadınların erkeklere nazaran bir derece aşağı oldukları yolunda çok yaygın bir inanç vardır. Günümüzde şeklen çok kültürlü makam sahibi olan çevrelerde bile zaman zaman “ ne de olsa kadın” yahut “kadın milleti değil mi en akıllısı bile” vb. deyim ve anlatımlara rastlarız.Buna göre en vasat bir erkek bile, sırf erkek olduğu için örneğin tıp dalında kariyer sahibi bir kadın bilim adamından üstün sayılmak gerekmektedir.

Peki, bu düşünce acaba ne kadar doğrudur? Mantıklı ve isabetli olduğunu söylemek mümkün müdür?

Sadece ülkemizi ele alarak sosyal ekonomik ve kültürel açıdan acaba kaç sınıf insan saptayabilirdik?  En altlarda olan bir erkek ile en üstte olan bir kadın arasında acaba nasıl bir karşılaştırma yapabilirdik? Hiç düşündük mü ki?

Kadınların erkeklere itaatle mükellef oldukları, erkeklerin kadınlardan bir derece üstün oldukları ayetlerle sabittir. Bunun tartışmasını yapamaya yetkili değiliz. Ama bu ayetleri doğru değerlendiremediğimiz için yukarıda değindiğim hatalı sonuçlara toplumun geniş bir kesiminde varıldığı da bir gerçek.

Bilindiği gibi aile toplumun temelidir. Öte yandan yuvayı yapan dişi kuştur. Ve cennet anaların ayağı altındadır. Şu halde kadının toplumsal hayatta çok önemli bir yeri vardır. Erkeğin bir derece fazla söz sahibi olması yine toplu hayatın bir zorunlu sonucudur. Zira yine meşhur bir sözdür: “iki kişi bir ata binerse, biri öne geçmelidir” yahut: “horozu çok olan yerde sabah geç olur.” Yani zeki varlıklardan oluşan bir toplum söz konusu olduğunda bu iki kişiden de ibaret olsa idare eden ve idare edilen olarak ikili bir hal kendiliğinden oluşmaktadır. Belli bir zamanda ve mekanda ortaya çıkan özel şartlara göre gerekli nitelikleri haiz olan kendiliğinden idare inisiyatifine de haiz olmaktadır.

Bu aile hayatında da böyledir. Biz istediğimiz kadar aksini söyleyelim eğer kadın daha akıllı ve daha zeki olayları daha isabetle değerlendirip doğru sonuçlara varan, daha çok temsil kabiliyeti olan bir yapı gösteriyorsa, aile reisi olan erkeğin fiilen ona tabi olmaktan başka akla ve mantığa uygun olarak yapabileceği bir şey yoktur. Kuşkusuz bütün bu değerlendirmemizin kesinlik arz ettiğini söylemek mümkün de değildir. Zira hayatın olağan akışı önceden sınırlandırılamayacak kadar değişik koşul ve özelliklerle dolu örnekleri gözümüzün önüne getirmektedir.

İşte yukarıda değindiğim Kur’an ayetleri de, normal koşullarda geçerli olan daha doğrusu doğaya ve ilahi irade yasalarına uygun olan temel ilkeleri belirtmektedir: ne kadar tahsilli entelektüel akıllı ve zeki olursa olsun, doğal olarak bir kadının en rahat olacağı hal, eşinin kendisinden her bakımdan bir derece daha ileri olduğu haldir. Yani eşlinin kendisinden daha da üstün vasıflara sahip olduğu haldir. Yoksa bu söylediklerime asla ve şartlar ne olursa olsun herhangi bir erkeğin her nasılsa evlendiği eşi üzerinde tüm haklara sahip olması gerektiğini söylemek istemiyorum. Ayetler dolaylı olarak demokrasinin de temel ilkelerini belirtmektedir: erkek olsun kadın olsun toplumu oluşturan bireyin vazgeçilmez temel hakları vardır. İdare edenler bir derece üstün haklara sahip iseler de, bu onların sınırsız hak ve yetkilere sahip oldukları anlamına gelmemektedir.

Konunun başında değindiğim gibi esasen bu cinsiyet olgusu belli şartlarda geçerli geçici bir duruma ilişkin olup ne şu anda erkek olan bir varlık i.in bir müktesep hak, ne de belki şu andaki hayatında olumsuz koşullarda yaşamakta olan kadınlar için ebedi bir mahkûmiyettir.
Kısacası asıl varlığımız ruhumuzdur. Ruhumuz maddesel evrenlerde tekamül edebilmek için araç olarak bir beden kullanmakta, bu suretle insan olarak tecelli etmektedir. Gerek beden gere dolayısıyla cinsiyet izafi olgulardır. Ebedi değillerdir ve ruhsal varlığımızın ihtiyacına göre tekrar tekrar söz konusu olabilirler. Bugün ki hayatımızda erkek isek, kadın isek kör veya topal isek, bu ebediyen erkek kadın kör veya topal hatta deli olarak kalacağımız anlamına gelmemektedir.

Kendimizi kesinlikle fizik bedene bağlı bu şekilde şartlandırılmış varlıklar olduğumuz fikrinden kurtarmalıyız. Biz dünyasal maddelerden oluşturduğumuz fizik bedenlerimizde misafir araştırmacılar olarak barınan varlıklarız. Araştırma görevimizi gereği gibi yürütüp sonuçlandırabilmek için fizik bedenlerimizi iyi kullanmalı, ona iyi bakmalıyız. “her şeyin başı sağlık” tekerlemesi, işte bu biçimde gerçek anlam temeline oturur. Sağlıklı olmak bunun için önemlidir. ancak bu sayede dünya diye isimlendirdiğimiz bu gezegendeki araştırmamızı yeterli uzunlukta sürdürebilir gerekli eğitim ve öğrenim devremizi tamamlayabiliriz.işte zaman da bunun için önemlidir. Bizler yabancı bir gezegene bilimsel araştırma için inmiş birer uydu gibiyiz. Bu gezegende maddesel şartları etüt emek için ne kadar uzun süre ve sağlıklı olarak kalabilirsek, gösterdiğimiz çaba oranında, o kadar istifademiz fazla olur. Cenneti o kadar daha çabuk hak ederiz.

“Adem” ve “Havva” Sembolleri İle Ne Anlatılmak İstenmektedir? Yeryüzüne İlk Defa Yalnız İkisi mi İnmiştir?

Nereden Geldik? Nereye Gidiyoruz? Niçin Varız?

Geleneksel İslam öğretisinde  Adem ve Havva’nın evrendeki ilk insanlar olduğu kabul edilir. Bütün öğreti maddesel hayatın merkezi olarak dünyamızın emsalsiz görünmesinden kaynaklanmaktadır. İlk insanlar onlardır ve yeryüzünden belirmişlerdir. Yalnız ikisi yaratılmışlar çoğalarak bugün ki insanları meydana getirmişlerdir. Bu öğreti zorunlu olarak bir süre, yakın akrabalar arasında cinsel ilişkiyi de kabul etmek zorunda kalır. Zira yeterli çokluğa ulaşıncaya kadar, nasıl olursa olsun insanların çoğalması gereklidir.

Eğer öyle ise bugün ki insanlığın temelinin dayandığı olgu halen geçerli olan din ve ahlak anlayışıyla taban taban zıtlık arz etmektedir.

Oysa sadece şu ayet dahi tarafsız bir gözle incelense ve üzerinde düşünülse idi, daha en baştan dünyamıza sadece bir kadın ve bir erkeğin inmemiş olduğu inenlerin esasen bir topluluk olduğu anlaşılabilirdi:

“Allah şöyle buyurdu: ‘ kiminiz kiminize düşman olarak hepiniz oradan inin. Size benim tarafımdan bir resul geldiğinde, benim o rehberime tabi olan ne sapıklığa düşer ne de bedbaht olur.”(Taha, 20/123)

Ayette ikiden çok hem de pek çok bir topluluğa hitap edilmiştir.

Şu halde yeryüzüne biri erkek biri kadın iki insanın indirilmesi suretiyle dünyadaki insan hayatının başladığı şeklindeki anlayışımızı değiştirmeliyiz.

İkincisi Âdem ve Havva gerek evrensel açıdan gerekse dünyamız açısından ilk insanlar değillerdir. Ruhsal tebliğlerin diliyle pek çok Âdemler ve pek çok Havvalar gelmiş geçmiştir. Kur’an’da sembolik olarak adları geçen Âdem ve Havva ile son olarak bizim neslimizin başlangıcı anlatılmak istenmiştir. Şimdi aktaracağım ayetler bu fikri doğrulamakta şimdiye kadar pek çok insan neslinin dünyaya geldiği, sonra da yok olduğu yani dünyadan gittiği belirtilmektedir:

“Onlar yeryüzünü gezip dolaşmadılar mı ki, kendilerinden önce gelenlerin sonunun nasıl olduğunu görsünler. Onlar kuvvete ve yeryüzündeki eserleri bakımından kendilerinden daha üstün idiler. Fakat Allah onları günahları yüzünden yakaladı. Onları Allah’ın azabından koruyan olmadı.”(Mü’min, 40/21)

“Görmediler mi onlardan önce nice nesiller yok ettik. Hem onlara yeryüzünde size vermediğimiz şeyleri vermiştik ve göğü de üzerilerine bol bol boşaltmıştık ve ırmakları ayaklarının altından akar kılmıştık.  Fakat günahlarından ötürü onları helak ettik. Ve onarlın peşinden başka bir nesil yarattık.”( En’am, 6/6)

Biliyoruz ki medeniyet daima ileri gitmektedir. Romalılar eski yunanlılardan, Osmanlılar Romalılardan, Avrupalılarda muhakkak ki Osmanlılardan ileri gitmişler, daha üstüm uygarlıklar kurmuşlardır. Bu olgu böylece sürüp gidecektir. Nitekim Amerika da Avrupa’yı geride bırakmıştır.

Yukarıdaki ayetler ise tersine bir akışa işaret etmektedir. Çok daha önceden çok daha ileri uygarlıklara sahip insanlar bulunduğunu ancak günahları yüzünden yok edildikleri ve sonradan tekrar yerine yeniden başka nesillerin yaratıldığı anlatılmaktadır. Ruhçuluk öğretisinde bu devirler siklus olarak adlandırılmaktadır. Böylece her dönemde yeni bir insanlar topluluğunun dünya eğitimi başlamakta, uygarlık yükselmekte ancak eğitim ve öğretim hayatı dejenere olduğu takdirde, artık düzelme umudu da kalmadığında bir ilahi müdahale ile o belli topluluğun dünyasal yaşamı sona erdirilmekte; başka bir deyimle bir okuldan dünyamızın sınıflarını kesinlikle geçemeyecekleri anlaşılan tembel, haylaz ve de özellikle günahkar öğrencilerden temizlenmesi, yeni bir kadro için okul binasının bakım ve onarımın yapılması gerekmektedir. İşte kıyamet olayı da bu noktada gerçek anlamını kazanmaktadır. Kıyamet uzun süredir beklemeli olan başarısız dünya okul öğrencilerinin, son sınav-bütünleme haklarını da tüketmeleridir.

Şu ayetlerdeki ibarelerden ve ifadelerden, insanların daha önce cennette yaşadıkları, ancak Allahın emirlerine aykırı davranışları, nedeniyle cennetten çıkarıldıkları, bu suretle dünyaya geldikleri anlaşılmaktadır:

“Meleklere Âdeme secde edin demiştik. Secde ettiler yalnız iblis diretti. Dedik ki: ey Âdem bu senin ve eşinin düşmanıdır. Sakın sisi cennetten çıkarmasın. Sonra yorulursun. Şimdi burada acıkmayacaksın, çıplak kalmayacaksın ve sen burada susamayacaksın. Kuşluk vakti güneşinin ısısından etkilenmeyeceksin. Nihayet şeytan ona fısıldayıp ‘ ey Âdem sana ebedilik ağacını ve yok olmayacak bir hükümranlığı göstereyim mi’ dedi. O ağaçtan yediler böylece kendilerine ayıp yerleri göründü. Üstlerini cennet yaprağıyla örtmeye başladılar.  adem Rabbinin buyruğuna karşı geldi de yolunu şaşırdı.”(Taha, 20/116-121)

Anlatımlar tamamen semboliktir. Cennet deyimi ile dünyamızdan çok daha üstün düzeyde bir mekân anlatılmaktadır. İblis, şeytan insan yönelik menfi tesirleri göstermektedir. İnsanlardan görünüşe ve söylenen her şeye aldanmamaları istenmekte, Allahın emirlerine itaat edilmesi tavsiye edilmektedir. Nitekim aksine hareket eden insanlar, cenneti kaybetmişlerdir.

“Üstünüzde de birinden diğerine geçilen yedi gök yarattık”(mü’minun, 23/17)

“Ey insan muhakkak sen Rabbine varan bir yol üzerinde çabalayıp durmaktasın. Nihayet ona varacaksın.”(İnşikak, 84/6)

İşte size nereden gelip nereye gitmekte olduğumuzun Kur’an’daki cevapları… İnsan kendisini görüp gözeten öğretmen varlıklar anlamındaki “Rabbine” doğru yükselme yani tekâmül etme çabası içindedir. Ve bunu mutlaka başaracaktır. Bu suretle kendisi de yönetici varlıklar grubuna katılacaktır. Yüksele yüksele sonraki öncekine göre, üst yani ileri durumda bulunan yedi göklerde tekâmülünü sürdürecektir. Gök olarak ifade edilen her evren, bir önceki evrene nazaran cennet vasfındadır.

“Nefsini bilen Rab'bini bilir''diye meşhur bir söz vardır. Gerçekten de kendimizi bilip anlayamadıkça doğru yolu kesinlikle bulamayacağız.

Biz emaneti göklere yerlere ve dağlara sunduk. Onu yüklenmekten kaçındılar. Onun sorumluluğundan korktular. Onu insan yüklendi. Bununla beraber onun hakkını tam yerine getiremedi. Çünkü o çok zalim ve çok cahildir.”(Ahzab, 33/72)

Bu ayette geçen emanet kelimesinin anlamını düşünmemiz gereklidir. Bu emanet öyle bir şeydir ki gökler dağlar ve yerler dahi onu yüklenmekten korkmuşlardır. İnsan bu kadar ağır bir sorumluluğu, yani emaneti üstlenmiştir. Bu emanetin iman, akıl, mantık, bilim ve şükre yahut ibadete dayalı irade hürriyeti tatbikatı ve sonsuz bir tekâmül süreci boyunca, evren ve evrenlerin yönetim kademelerinde yükselme anlamında çık ağır bir görev ve sorumluluk olduğunu sanıyorum.

İşte insan vücudu yani fizik bedenimiz, bu tatbikatın ilk önemli adımını oluşturmaktadır.
Yukarıda sözünü etiğim “marifetname” isimli eserin 338. Ve 339. Sayfalarında “insan bedeni küçük âlem, ruhu büyük âlemdir. Zira âlemde yaratılan her şeyin benzeri insan vücudunda da vardır. O halde insanın cismi ve ruhu bütün âlemin bir nüshası olup iki âlem bir insanda mevcuttur” denmektedir.

İnsan vücudu sadece ruhumuzun değil, daha küçük çapta diğer varlıkların da ortak tekâmül yeridir. Bunun en önemli örneğini organlarımız oluşturur. Şu ayetlerden her organın ayrı bir şahsiyeti, işlevi ve hakkımızdaki tanıklık edecek kadar şuur ve ehliyeti bulunduğu anlaşılmaktadır:

“Siz günahları işlerken kulaklarınızın gözlerinizin ve derilerinizin aleyhinize şahitlik etmesinden gizlenmiyordunuz. Yaptıklarınızdan çoğunu Allahın bilmeyeceğini sanıyordunuz. İşte Rabbinize karşı beslediğiniz bu zannınız sizi helak etti. Ziyana uğrayanlar olup çıktınız.”(Fussilet, 41/22-23)

“O gün ki, dilleri elleri ve ayakları yaptıklarına şahitlik edecektir.”(Nur, 24/24)

Şu halde insan olarak ilk görevimiz kendimizi bilmek ve fizik bedenimizde tecelli eden âlemler bütününün sevk ve idaresini bir insana yakışacak biçimde yürütmeye çalışmaktır. İşte sağlıklı olmanın, doğru olmanın, varlığın kıymetini bilmenin, bilgili olmanın, örnek olanın, bilginin tatbikatını yapmanın, yükselmenin bütün bunlara karşılık Allah şükür duyguları ile dolu olmanın asıl anlamı budur.

Fizik bedenimizden ibaret olan evren modelini sevk ve idare etmeyi hakkıyla başardığımız takdirde, bir sonraki tekâmül merhalemizi, dünyanın sevk ve idare mekanizmasında görev almak teşkil etmektedir:

“Andolsun Tevrat’tan sonra Zebur’da da arza mutlaka iyi kullarım varis olarak diye yazmıştık.(Enbiya, 21/105)

Kimler dünyaya varis olacaklardır? Kur’an dünyaya varis olacak Salih kulların vasıflarını şöyle sıralamaktadır:

“Felaha ulaştı o müminler ki, onlar namazlarında saygılıdırlar. Onlar boş şeylerden yüz çevirirler. Onları zekâtı verirler. Ve onları ırzlarını korurlar. Ancak eşleri yahut ellerinin sahip bulunduğu cariyeler hariç.  Bunlarla ilişkilerinden dolayı da onlar kınanmazlar. Ama bunun ötesine gitmek isteyenler olursa işte onlar haddi aşanlardır. O müminler emanetlerine ve ahitlerine riayet ederler. Onlar namazlarını vakitlerinde kılarak korurlar. İşte varis olacaklar onlardır.”(Müminun, 23/1-10)

Hayatın ve Ölümün Anlamı Yahut Amacı Nedir?

Daha önceki açıklamalardan da anlaşılacağı üzere, bizler yeryüzünde tekâmül etmek yükselmek için daha ilerdeki aşamalarda evrenin çeşitli görev kademelerinde liyakatimize göre gittikçe artan oranda görev ve sorumluluklar yüklenebilmek için bulunuyoruz. Beşikten mezara kadar ilim öğreniniz. İlim inananın yitik malıdır, nerede bulursa onu alır yahut iki günü birbirine eşit olan bizden değildir gibi sözler veya erkek olsun kadın olsun ilim öğrenmek her inanan için Allahın emridir. Gibi deyişler işte bizlere bunu anlatmaktadır.

“O hanginizin daha güzel iş yapacağınızı denemek için ölümü ve hayatı yarattı.”(Mülk, 67/2)

“Her nefis ölümü tadacaktır. Biz sizi sınamak işin şerre de hayra da müptela kılıyoruz. Ve sonunda bize döndürüleceksiniz.”(Enbiya, 21/35)

Çoğunluk insanların eşit şartlarda yaşamadıklarını bunun adaletsiz olduğunu fırsat eşitliğinin bulunmadığını düşünür. Ancak derinden inancı olanlar cehennem korkusu ile bu konuda tartışmak istemezler hatta düşünmezler bile.

Yukarıdaki ayetlerde hayatın amacının insanların denenmesi ve kimin daha güzel eylemlerde bulunduğunun saptanması olduğu belirtilmektedir. İşte hayatın amacı bu olduğu gibi ölümün de amacı aynı ruhsal varlığın fırsat eşitliğini ve ilahi adaleti temin etmek üzere çeşitli ve değişik zaman ve mekân şartlarında eğitim, öğretim deneme ve sınava tabi tutulabilmesini sağlamaktan ibarettir. İlerde tekrar değineceğim gibi ancak bu şekilde reenkarnasyon yani tekrar bedenlenme yahut doğuş ve dolayısıyla da ilahi adalet fırsat eşitliği sağlanmaktadır.

Peki Allah'ın sınamaksızın zaten her varlığa geçmişini ve geleceğini bildiği kuşkusuz olduğuna göre sınamanın hayatın ve ölümün ne gereği vardır? Bilinen bir senaryonun aynen gerçekleştirilmesi anlamsız değil midir?

“Allah elbette yürekten inananları da bilir ve elbette ikiyüzlüleri de bilir”(Ankebut, 29/11)

“Andolsun biz sizi deneyeceğiz ki içinizden cihat edenleri, güçlüklere sabredenleri bilelim. Ve yaptığınız iler hakkındaki haberlerinizi sınayalım”(Muhammed, 47/31)

İşte yanlış yorumlar bu ayetler tam değerlendirilmememsinden kaynaklanmaktadır.

Bizler asla ve asla Allah ile herhangi bir konuda, sandığımız anlamda muhatap olabilme şerefine erişebilmiş değiliz ve bu belki de hiçbir zaman söz konusu olmayacaktır. Bizler ancak ve en çok şu anda bizlerin eğitimini görüp gözetmekte bulunan yüce topluluk ile ilişkide olabiliriz. Hatta o planın bile kendisi ile değil, çok daha alt düzeydeki görevlileri ile. Daha öncede belirttiğim gibi Kuran’daki biz ibaresi Allah anlamında değildir.

Bütün ayetler de bir terim olarak biz kelimesi ile bizlere hitap eden, bizim evrenimizi Allahın emri ve izni ile sevk ve idare etmekte olan yüce topluluk yahut ruhçuluk öğretisindeki deyimi ile ruhsal idare mekanizmasıdır.

Biz onlara idare etmekte, sınamakta, eğitmekte ve değerlendirmektedir. Yoksa bu hususlar esasen Allah tarafından bildiğimiz ve bilemediğimiz tüm yönleri ile bilinen hususlardır.Bizler Allah'ın gerçek mahiyet hakkında dolayısıyla bizlerle ilişkisi hakkında hiçbir bilgiye sahip değiliz ve bu anlamda Onunla ilgili herhangi bir konuda fikir yürütme yahut fikir sahibi olabilme olanağımız kesinlikle söz konusu değildir.

Belki de nispi bilgimiz arttıkça itiraf edebileceğimiz tek şey Ondan ne kadar uzak olduğumuz olacaktır.

Bu Konuda Yeryüzünde Bulunan Diğer Canlılar İçin Neler Söylenebilir?

Kur’an’daki cevap gayet kısa ve açıktır:

“Yeryüzünde yürüyen hiçbir hayvan ve iki kanadıyla uçan hiçbir kuş yoktur ki, onlar da sizin gibi bir ümmet olmasınlar. Biz kitapta hiçbir şeyi eksik bırakmadık. Sonra onlar Rablerinin huzurunda toplamaklardır.”(Enbiya, 6/38)

Görülüyor ki dünya üzerinde hiçbir canlı, sadece süs için yaşamamaktadır. Hepsinin amacı tekâmüldür. Bu açıdan aynı bizim statümüzdedirler. Sorumluluk sahibidirler. Ve sorumlu tutulacaklardır.

Ayetlerde ilk nazarda sadece hayvan türlerinden söz edilmekte ise de, bitkilerle ilgili parapsikoloji deneylerinden elde edilen sonuçlar bu açıdan bitkilerinde hayvanlar ve insanlar gibi ruh sahibi şuurlu ve çevresel etkilere tepki gösterebilen varlıklar olduğunu göstermektedir.
Deprem olayları ile ilgili olarak zaman zaman deprem öncesinde bazı hayvanların olağandışı davranışları huysuzlukları anlatılır.

Gerçektende insan kulağının duyamadığı insan burnunun kokusunu alamadığı bazı ses ve kokuları bazı hayvanların algıyabildiği bugün herkeslerce bilinen gerçeklerdendir. İşte aynı hayvanların bizin göremediğimiz bazı olgu ve etkileri de bizlerden farklı olarak algılayabildikleri de anlaşılmaktadır.  Nitekim Hz. Muhammed “horozların öttüğünü işittiğinizde, dileklerinizi Allahın fazlı kereminden isteyiniz. Zira horozlar melek görmüşler de öyle ötmüşlerdir. Merkebin anırmasını işittiğinizde de şeytanın şerrinden Allaha sığınınız ve ‘Euzü bi’llahimine’şşeytani’rracim’ deyiniz. Çünkü merkep şeytan görmüş de ondan anırmıştır” demiştir.

Ancak bu olağan dışı olgu ve ilişkiler, sadece hayvanlara mahsus değildir. Nitekim şu ayetlerden insanların da diğer görünen ve görünmeyen varlıklarla ilişki kurabilecekleri onlara tasarruf edebilecekleri ve hatta aslında liyakat sahibi inanan bir insanın bize olağandışı gelen beceriler açısından diğer varlıklardan üstün olduğu anlaşılmaktadır:

“Süleyman’ın cinlerden insanlardan ve kuşlardan Askerleri toplandı. Bunlar daima onunla giderlerdi.”(Neml, 27/17)

“Karınca vadisine geldikleri zaman, bir karıncaya ey karınca dedi, yuvalarınıza girin ki Süleyman ve orduları farkında olmayarak sizi ezmesinler”(Neml, 27/18)

Liyakat sahibi inananların doğa güçlerine bile tasarruf etmeli mümkündür:

“Süleyman’a da fırtınayı boyun eğdirmiştik. Onun meriyle içinde bereketler yarattığımız yere akıp giderdi. Biz her şeyi yapmasını biliriz. Şeytanlardan onun için denize dalarak inciler çıkaran ve bundan başka işler gören kimseleri de onun emrine verdik. Biz onları onun için koruyor, Onun emri arlında tutuyorduk.”(Enbiya, 21/81-82)

Ayette fırtınanın anlatım biçimi de dikkate değer. Fırtına yahut rüzgâr havanın akıp gitmesi şeklinde ifade edilmiştir.

Şu ayetlerde de cinler ve inanan, yani liyakat sahibi insanların mukayesesi yapılmakta ve insanların üstünlüğü belirtilmektedir:

“Süleyman kendi cemaatine ‘ ey cemaat, onlar Müslüman olarak buraya gelmezden evvel Melikenin tahtını hanginiz bana getirir?’ dedi cinlerden bir ifrit ‘ sen makamından kalkmadan evvel ben onu sana getiririm ve bunun için kuvvet ve emniyetim var’ dedi. Kendide kitaptan bir ilim olan zat ‘ ben onu gözünü yumup açıncaya kadar sana getiririm’ dedi. Süleyman Melikenin tahtını karşısında görünce, ‘ bu Rabbimin fazlıdır Rabbim beni şükür veya nankörlük mü edeceğim diye imtihan etti. Şükreden ancak kendi menfaatine şükreder. Nankörlük edenin şükründen de Rabbim tamamen müstağnidir. O kerem sahibidir’ dedi”(Neml, 27/38-40)

Geçtiğimiz yıllarda  “uzay yolu” adı altında yayınlanan uzay konulu kurgu bilim TV dizi filminin en ilgi çekici yönlerinden birisi de inşaların ve eşya malzemenin bir mahalden diğer bir mahalle “ışınlanma” yolu ile nakli hadisesi idi. Yukarda naklettiğim ayetlerde bir tahtın ışınlanması hadisesi anlatılmaktadır. bugğn birçoklarının garip ve imkânsız olarak niteleyebileceği bu olgu Kur’an tarafından doğrulanmakta, dolaylı olarak da bilim adamlarına çalışma ve araştırma hedefi olarak takdim edilmektedir.

Şimdi tekrar asıl konuya dönüyorum

Hz. Muhammed ‘iyi biliniz ki cennet bana yaklaştı, o kadar ki eğer cüret edebilseydim salkımlarından bir tanesini alıp size getirecektim. Cehennem de bana o kadar yaklaştı ki,’ ey Rabbim ben de onlarla beraber miyim? Demeye başladım. O arada bir de ne göreyim?  Bir kadını bir kedi tırmalayıp duruyor. ‘ buna ne oluyor’ diye sordum. ‘ bu kadın bir kediyi ölünceye kadar hapsetti. Ne yiyeceğini verdi, ne de yeryüzündeki haşarattan nafakalansın diye salıverdi’ dediler” demiştir. Bu sözlerden değil muhatabımız olan insanlar, hayvanlar dahi söz konusu olsa birer canlı varlık olarak onlara da gerekli iyi davranışta bulunmamız gerektiği anlaşılmaktadır. Öte yandan cennet ve cehennemin halen mevcut oldukları, her ikisine de girmiş varlıklar bulunduğu, yani hayatın sanıldığı üzere statik olmayıp tamamen dinamik olduğu, varlığın özel durumuna göre kıyametten önce dahi cennet veya cehennemi kazanabildiği dolaylı olarak belirtilmektedir.

Şu halde hayvanlar dahi olsa kural olarak etrafımızdaki tüm canlı varlıkları sevmeli, onların haklarını gözetmeliyiz. Esasta onlar ile kendimiz arasında fark görmemeliyiz.

( Ruhçuluğa Göre Kur'an Öğretisi - Sadi Çaycı )

 

 




 

İlahi Adaletin Araçları,
Reenkarnasyon ve Karma
Sadi Çaycı

İyilik ederseniz kendinize iyilik etmiş olursunuz, kötülük ederseniz o da
kendi aleyhinizedir…

(İsra,17/7)

İslam İnanışında Niyetin Anlam ve Önemi Nedir?

Bilindiği gibi inanalar için her iyi ve doğru düşünce, çaba ve eylem ibadet niteliğindedir. Yani ibadet sadece namaz ve oruç benzeri faaliyetlerden ibaret değildir. Bununla beraber bugün inananların çoğu niyet ve önemi üzerinde pek fazla düşünmemişlerdir. Abdest alırken, namaz kılarken, oruç tutarken, eylem daima önce niyet edilmesi ile başlamaktadır. Yani inananlardan yaptıkları herhangi bir işi bilerek, isteyerek, düşünerek ve şuurlu olarak yapmaları, yaptıkları işin mahiyeti ve sonuçlarının şuuruna varmaları istenmektedir.

İslam uygulamasında niyet olarak ifade edilen bu kavram, ruhçuluk öğretisinde düşünce kelimesi ile anlatılmaktadır. İnsanın haiz olduğu en önemli güç ve kabiliyet düşüncedir. Düşünce her şeyin temelidir. Gerçek güçtür. İnsan nasıl düşünüyorsa öyledir. Düşünce niyeti, niyet eylemi, eylem de sonucu doğurur. Bugün içinde bulunduğumuz şartlar, önceki durumlara ilişkin niyet düşünce ve bunlara bağlı çabalarımızın sonucudur. Yani insan kendi düşünce niyet ve çabalarıyla kendi geleceğini yaratmaktadır. Bugünümüz dünümüzün, yarınımız ise bugünümüzün sonucudur. İlerde reenkarnasyon ve karma konularında da belirteceğim gibi, biz yeryüzünde bir tek hayat yaşamamaktayız. Gerektiği kadar çok hayatlar yaşamaktayız. İşte bugün yaşadığımız hayat şartları önceki hayatlarımızın sonucu olduğu gibi –İslami tabir ile cennet için takva için gerekli barajı, halen de aşamamış isek- gelecekteki hayatlarımızda, bugün ki hayatlarımızın sonucu olacaktır.

İşte bunun için düşünce ve niyet, insanın kendisine çok ağır sorumluluklar yükleyen özellikleridir. İnsanlar düşünce ve niyetlerinden sorumludurlar:“içlerinizdekini açıklasınız da, gizleseniz de Allah sizi onunla hesaba çeker”(Bakara,2/284)          

Hz. Muhammed de ‘amellerin kıymeti, ancak niyetlere göredir. Herkes niyet ettiği ne ise eline geçecek olan ancak odur’ demiştir.

Şimdi bu noktadan hareketle, karma ve reenkarnasyon konularına giriş yapmak üzere şu konuyu ilahi adalet ve eşitlik açısından tartışalım: bir kısım insanlar çok akıllı ve çok zeki; bir kısım insanlar tam anlamıyla şuursuz, bir kısmı da aptal! Bir kısım insanlar çok varlıklı, çağdaş uygarlığın her türlü nimetinin tam ortasında, buna karşılık aynı dönemde, bir başka kısım insanlar mağara devrini yaşıyor. Bunlar aynı zaman kesitinden verdiğimiz örnekler. Ayrı zaman dilimlerinden de örnekler verilebilir: bir kısım insan mağara devrinde dünyaya gelmiş, bir kısım insan uzay çağında ve daha pek çok ara dönemler de söz konusu…

Geleneksel anlayışa göre insan, bir kere dünyaya geliyor ve artık kıyamete kadar bekleme dönemine giriyor. Akı sahibi olmayan varlık sorumlu değil. Aklı olan yukarıdaki ilkelerde yer alan ifadelere göre, niyet ve düşüncesinden bile sorumlu.

Bütün bu eşitsizlikleri Allah'ın İlahi Adaleti ile nasıl bağdaştırabileceğiz?

Yine toplumda yaygın geleneksel İslam düşüncesine göre,- sonradan açılayacağım gibi, aslında benimsenen bu hususlar, yanlış anlama ve eksik düşünme ve değerlendirmeden kaynaklanmaktadır.

“Allah dilediğini bağışlar, dilediğine azab eder. Allah her şey kadirdir.”(Bakara, 2/284)

Keza Hz. Muhammed “her doğan çocuk, muhakkak İslam fıtratı üzere doğar. Sonra anasıyla babası onu, Yahudi yahut Nasranî yahut Mecusi yaparlar”, “herkes ne için yaratıldıysa onu işler. Kendisi için ezelde ne müyesser ve mukadder kılındıysa onu yapar” demiştir.
Bu ifadeler çok şekli ve mutlak manada kabul edilmiş, neticede her şeyin Allah tarafından dilediği gibi, yani keyfi olarak idare edildiği, her şeyin önceden belli olduğu kararlaştırılmış hususların bizler tarafından yerine getirildiği yani bilinen bir senaryonun aynen gerçekleştirildiği sonucuna varılmıştır.

Buna göre evrendeki hayat, sonucu bilinen bir oyunu oynamaktan ibarettir. İnsanlığın çok geri bir uygarlık ve bilim düzeyinde bulunduğu bir çağda, onlar da Allah hakkında bir anlayış meydana getirmek için esasında çok hem de çok basite indirgeyerek açıklanmış olan evrensel yönetim mekanizması bugün aynen tekrarlanmaya kalkışılmaktadır. Hz. Muhammed bugün tekrar aramıza gelse, bilimse ve fikirsel konularda bizleri, hala aynı bıraktığı noktada bulmaktan herhalde sevinç duymazdı. Bu gün öyle yoz bir bilim ve düşünce anlayışı içine sıkıştırılmak isteniyor ki inanalar, ilerlemek mümkün değildir. Kaç asır geçerse geçsin, bilim ne kadar ilerlerse ilerlesin, beklenen ve bilimden güdülen amaç bin küsur yıllık kabul ve varsayımların aynen tekrarından ibaret sayılmaktadır.

Bugün artık ruhsal öğreti ile ilgilenenler Allahın asla ve asla sanıldığı gibi, evrenle muhatap olmadığını, onun en karmaşık meseleden en bayağı insanın en adi davranışına kadar, her konunun peşinde koşturan ve olayları düzenlemeye, karşı tepki ya da sonuç yaratmaya çalışan bir ağır işçi durumunda bulunmadığını bilirler. Bilirler ki Allah bildiğimiz ve bilmediğimiz evrenleri ve yaratıkları İlahi İrade Yasaları yahut doğa yasaları olarak ifade edilen kesin ve değişmez kuralları ile kavrar. Öyle yasalar ki hangi zaman veya mekân söz konusu olursa olsun, bu yasalarda hiç bir boşluk bulunmamaktadır. Allahın geçmişimizi ve geleceğimizi bilmesinden kasıt da budur. Zira O ne olduğumuzu hangi yasaları ile çevrili olduğumuzu en iyi bilendir. Yoksa bunun dışında her şeyimize karışan her hareketimizi cezalandıran, tamamen keyfi ve dilediği gibi davranan, yani insana has zayıflıkları bulunan bir Yaradan elbette değildir. İlahi İrade Yasaları biz yaratıların var oluş sınırların da gösterirler. Biz onlarla varız onların dışına çıkmanız mümkün değildir.

Bu Gün İnsanlar Arasındaki Mevcut Eşitsizlik İlahi
Adaletle Nasıl Bağdaştırılabilir?

İnsanlar arsında bugün yaygın olan düşünce, testiyi getirenin de kıranın da bir olduğu yolundadır. Bu düşünce “gemisini kurtaran kaptan” yahut “altta kalanın canı çıksın” gibi veciz sözlerle de desteklenmektedir.

Öyle ya:

- Eğer inanmayanlardansınız hayatınızın bu dünyada başladığı ve her şeyinizin bu dünyada ölümünüzle sona erdiği kanaatinde iseniz, ahlaksız ve kanunsuzluk dâhil her yola başvurarak gününüzü gün etmeye çalışmamanızı mantıklı ve bilimsel olarak izah etmeniz kanımca mümkün değildir. Aksine davranış bence aptallık olur. Oysa bunun fiilen kesinlikle mümkün olmadığını biliyoruz. Öyle bir hüküm mekanizmasına sahibiz ki, şu anda bağlı şuurla yaşamakta olsak bile, ebedi yükselme ve eğitim planımızı engelleyecek öyle davranışlardan, asıl varlığımız olan ruhumuz kaçınmaktadır.

- Eğer insanlar hayata dünyada başlıyor ve başkaca deneme ve deneme imkânı olmadan bu ilk kaderle ve kısmetle sınırlı olarak kıyameti ve sınav sonucunu bekliyorlarsa; bu defa insanlar arasında eşitlik ve adalet yahut daha açık ifade ile fırsat eşitliğinin bulunduğunu söylemek mümkün değildir. Ki, bu hal, ilahi adalet hakkında haklı bir şüphe yaratacak mahiyettedir. Oysa kazın ayağı hiç de öyle değildir. İşte “karma” ve “reenkarnasyon” olarak bilinen ilkeler, bütün bu tenkitleri boşa çıkaran evrensel gerçeklerdir. Kur’an’da bu konular aslında açıkça belirtilmiş ise de; belli bir düşünce seviyesine ulaşmayanlar tarafından yanlış anlam verilmesi çok mümkün bulunduğundan, doru yoldan sapkınlıklara yol açılmaması için olmalı, konu pek değişmemiştir. Şimdi sırasıyla bu ilkeleri ve sonuçlarını inceleyelim: neden, aslında bu gün mevcut olan eşitsizliğin, eşitliğin bir sonucu olduğunu anlamaya çalışalım. Sanıldığının aksine İlahi adalet nezdinde, hiç de testiyi getirenle kıranın bir tutulmadığını görelim.

Karma ve Kur'an

Geleneksel İslam öğretisinde kanımca yanlış değerlendirilen ve yanlış anlaşılan bir başka husus da, hayır ve şerrin Allah’tan olduğu, Allah’tan geldiği şeklinde ifade edilen ilkenin yorum biçimidir. Buna göre iyilik de kötülük de bize Allah ‘tan gelmektedir.  Allah bize isterse iyilik veriri isterse kötülük verir. Biz buna razı olmakla ve katlanmakla mükellefiz. Söz ve tartışma hakkımız yoktur.

Karışıklık yine Allah’ın yaratıkları ile ilişki konusundaki eksik anlayışlardan kaynaklanmaktadır. Biraz önce de belirttiğim bilgi canlı olsun cansız olsun, bütün yaratıklar ve evrenler, ancak ve ancak Allah’ın iradesinin tecellileri olan İlahi İrade Yasaları ile muhatap bulunmaktadırlar. Varlığımız, geçmişimiz ve geleceğimiz, bu ilahi İrade Yasaları ile kaimdir ve yönlendirilmektedir. Binaenaleyh, hayrın ve şerrin Allah’tan geldiğinden kasıt, kullanmakta olduğumuz serbest irademizin doğrultusuna göre, harekete geçirdiğimiz İlahi İrade Yasalarının öngördüğü sonuçlar, karşılıklar ve yaptırımlardır.

İşte size ruhçuluk öğretisinde karma olarak belirtilen ilkenin Kur’an’da yer alan en veciz anlatımları:

“İyilik ederseniz kendinize iyilik etmiş olursunuz, kötülük ederseniz o da kendi aleyhinizedir…”(İsra,17/7)

“Başınıza gelen herhangi bir musibet kendi ellerinizin yaptığı işler yüzündendir. Allah işlediklerinizin birçoğunu da affeder.”(Şura,42/30)

“Allah insanlara hiç zulmetmez.  Fakat insanlar kendi kendilerine zulmediyorlar.”(Yunus, 10/44)

Hz. Muhammed, “hiç biriniz kendiniz için arzu ettiğinizi kardeşiniz için de arzu etmedikçe iman etmiş olmaz” demiştir.

Umarım gerek karma konusu, gerekse hayrın ve şerrin Allah’tan geldiği ifadesinin gerçek anlamı daha iyi anlaşılıştır.

Karma ve reenkarnasyon ilahi adaletin en önemli iki aracını ifade eden çok önemli temel ilkeleridir. Karma başlangıç bölümlerinde de belirttiğim gibi, sadece insanın değil herhangi bir varlığın, her yeni hayatında geçmiş hayatının sonuçlarıyla karşılaşması ve bundan kaçınamamasıdır. Kötü bir eylemde bulunmuşsak bunun sonuçlarına er veya geç katlanacağız, sebep sonucu meydana getirmek zorundadır.

Karma ve reenkarnasyon ilkelerinden habersiz olanlar, her türlü kötülük ve günahı işledikleri halde maddi açıdan refah ve saadet içinde yaşayıp ölmüş olan kimsenin durumuna bir türlü akıl erdiremezler. Hatta çoğu zaman ceza sorumluluğun şahsiliğini, kimsenin başka birinin günahını ve suçunu, cezasının yüklenmeyeceği evrensel ilkesini unutarak, bu kişinin yaptıklarının çoluk-çocuğundan çıkacağınız söylerler ki, bu büsbütün hatalı bir düşünce ve kabul tarzıdır.

Bütün hata insanın hayatının bu dünyada başladığını ve kıyamete kadar da ancak bir bekleme döneminin söz konusu olduğunu sanmaktan kaynaklanmaktadır.

Oysa bilinmelidir ki hayatta ve evrende, hiçbir varlı ve olgu statik halde bulunmaz. Her şey, her an ve sürekli bir değişme, uzun dönemde de bir gelişme-yükselme yolundadır. Gerek kur’an’da ve gerekse İslam din bilginlerinin eserlerinde, birçok konular statik halde izah edilmiş ise; bu ancak ve ancak bilgi düzeyi çok sınırlı bir topluluğa, onlara nazaran çok karmaşık ir konunun basite indirgenerek, daha kolayca anlatılabilmesi için izlenmiş bir eğitim ve öğretim yöntemidir.

Ancak yaşlılık çağına erişenlerin değerlendirebildiği ve anlayabildiği gibi bize çok uzun gibi görünen hayat,aslında göz açıp kapayıncaya kadar geçivermektedir. Sadece geçmişini düşünen bir insan bile bunu sezebilir.

Şu halde varlığımız ve sorumluluğumuz, ancak sonsuzluk olarak ifade edebileceğimiz çok geniş bir zaman sürecini kapsamaktadır.

Bu hayatı refah ve saadet içinde geçen falan şahsın yahut bu hayatı ardı arkası kesilmeyen bahtsızlıklarla dolu geçen filan şahsın geçmiş hayatlarını bilmeden haklarında bir yargıya varamayacağımız gibi; kötülüğün sembolü haline gelmiş kişinin Mutluklularla dolu hayatının da aynı şekilde, onun geçmiş hayatlarını ve sonra kader planlarını ve gelecek hayat şartlarını bilmeden değerlendiremeyiz. Bütün yargılarımız yüzeysel kalmaya mahkûm olur.

Şu Halde Bugün Ve Her Zaman, İnsanlar Arasında
Gördüğümüz Eşitsizliğin Sebebi Ve Anlamı Nedir?

Bunun anlamı çok basittir. Eşitsizlik eşitlin doğal sonucudur. Herkese hakkı hak ettiği verilmektedir. Testiyi getirenle testiyi kıran bir tutulmamaktadır. Herksin düşüncesi, niyeti, çabası, ihtiyacı aynı olmadığı gibi; elde ettikleri “müktesep” hakları da aynı olmamaktadır.

Şimdi şu ayetleri inceleyelim:

“Biz insanı en güzel biçimde yarattık. Sonra onu aşağıların aşağısına çevirdik. Yalnız inanıp iyi işler yapanlar hariç. Onlar için ardı arakası kesilmez bir mükafat vardır.”(Tin, 95/4-6)

“İnsana çalışmasından başka bir şey yoktur. Ve çalışması da yakında görülecektir. Sonra ona tastamam karşılığı verilecektir.”(Necm,53/39-41)

“ Her birinin yaptıkları işlere göre dereceleri vardır.  Rabbin olların yaptıklarından habersiz değildir.”(En’am, 6/132)

“Biz hiç kimseye gücünün itsinde bir şey teklif etmeyiz. Katımızda hakkı söyleyen bir kitap vardır. Onlara asla haksızlık edilmez.”(Müminun, 23/62)

“Allah zerre kadar haksızlık etmez. Zerre miktarı bir iyilik olsa, onu kat kat yapar ve kendi katından büyük bir mükâfat verir.”(Nisa, 4/40)

Bu ayetlerde kısaca her insanın başlangıçta en güzel biçimde yani fırsat ve imkân eşitliği içinde yaratıldığı, insanların iyi işler işledikçe ve imanlarını yitirmedikçe daha da yükseldiği, güzelleştiği; aksine hareket edenlerin ise, gittikçe daha alçaldığı –ve manevi anlamda kuşkusuz- çirkinleştiği yani insanlar arasındaki farkların ilk yaratılışta olmayıp, onların özgür iradelerine bağlı eylemleri sonucunda sonradan oluştuğu, yani bir anlamda herkesin kendi mazisini kendi geleceğini yahut kaderini yaratmış olduğu, insanın bizzat kendi çalışma ve çabasından başka güvenecek bir şeyi olmadığı, kimseye ayrıcalıklı işlem uygulanmadığı, herkese ancak çalışmasının karşılığının verildiği, insanlar arsında mevcut derece farklarının, onların yaptığı işlerin farklılığından, yani liyakatlerinin farklılığından kaynakladığı, herkesin liyakat ve ihtiyacına uygun görevler yüklendiği, kimseye altından kalkamayacağı görev ve yüklerin tevcih edilmediği, herkesin, yüce topluluk nezdinde bulunan şahsi dosyasında bütün geçmişinin ve hali hazır durumunun kaydının bulunduğu, görev ve derece dağıtımının buna göre yapıldığını, Allah’ın kimseye zerre kadar bile haksızlık etmediği, tersine en küçük iyilik ve başarıyı ayrıca kendi katından ödüllendirmekte olduğu hususları açıklanmaktadır.

İslami Terimlerde İmansız, Amelsiz, İmtihansız Yani kolayca Tekâmül Yani Cenneti Hak etmek Mümkün müdür?

Kesinlikle hayır aksi halde muhakkak çok adaletsiz ve eşitliğe aykırı bir tablo karşısında kalırdık. Binaenaleyh, örneğin doğarken yahut küçük yaşta iken veya erişkinliğe erişmeden öldü diye sırf bu nedenle hiçbir varlık yahut insan, cenneti hak etmemiştir ve etmeyecektir.
Yine sanıldığının aksine iman etmek sadece iman etmek ve bunda sadık olmak, hiçbir şeyin sonu değildir. Sonu olmak şurada dursun iman etmek ve imanda sadık olmak, ancak doğru yolun başlangıcıdır.  Kuşkusuz doğru bir inanç en sağlam çıkış noktasıdır.

“Falanca küçük yaşta öldü, filanca esasen aklı başında olmadan yaşadı ve çilesini çekti onlar cennetliktir” gibi düşünceler insanın yaradılış amacı ve onu bekleyen yol açısından bizi çıkmaza sokar.

Yükselmek yani cennetlik olmak, ancak imanla kötülükleri kesin olarak ter etmekle, iyi işler yapmakla, sabırlı olmakla, gerçekleri araştırmak ve anlamakla, nihayet kendisi hakkında kesin hüküm vermeye elverişli derecede çetin sınavları başarıyla geçmekle mümkündür. Amiyane tabiri ile söyleyecek olursak “beleş” yoktur. Kimse “torpilli” değildir. Yarış mutlaka eşit şartlarda sürmüş ve sürecektir.

Aşağıdaki ayetleri dikkatle incelerseniz, bu doğrultuda özlü anlatımlarla dolu olduğunu görürsünüz:

“İnsanlar yalnız inandık demekle, hiç sınanmadan bırakılacaklarını mı sandılar?”(Ankebut, 29/2)

“Yoksa siz sizden önce geçenlerin durumu başınıza gelmeden cennete gireceğinizi mi sandınız? Onlara öyle yokluk ve sıkıntı dokunmuştu, öyle sarsılmışlardı ki, nihayet peygamber ve onunla birlikte inananlar, ‘Allah’ın yardımı ne zaman?’ diyecek olmuşlardı. İyi bilin ki Allah’ın yardımı yakındır.”(Bakara, 2/214)

“Ancak tövbe eden, inanan ve iyi iş yapanlar, onlara cennete girecekler ve hiç haksızlığa uğratılmayacaklardır”(Meryem,19/60)

“İnanıp iyi işler yapanları da altlarından ırmaklar akan cennetlere sokacağız. Orada ebedi kalacaklardır. Bu Allah’ın gerçek vaadidir.  Allah’tan daha doğru sözlü kim olabilir?”(Nisa,4/122)

“İkindi vaktine andolsun ki insan hiç şüphesiz hüsran içindedir. Ancak inanıp yararlı iş işleyenler, birbirlerine gerçeği tavsiye edenler ve sabırlı olmayı tavsiye edenler bunun dışındadır”(Asr, 103/1-3)

İnsan Gerçekten de Öldükten Sonra Dirilebilir mi?

Sorun aslında temelde Allah’ın varlığına ve birliğine inanmakla yakından ilgilidir. Kur’an Allah’a inanmayanlara insanın öldükten sonra artık bir daha dirilmeyeceğine ölümle her şeyin bittiğine inananlara şöyle hitap etmektedir:

“Yoksa kendileri bir yaratıcı olmadan mı yaratıldılar? Yoksa kendi yaratıcıları kendileri midir? Gökleri ve yeri onlar mı yarattılar?  Hayır onlar tefekkür edp anlamazlar”(Tur, 52/35-36)

“O insanı bir damla sudan yarattı. Ve o da apaçık bir hasım kesildi.”(Nahl, 16/4)

“Göklerde ve yerde nice nice ayetler var ki, onların yanından yüz çevirerek geçerler”(Yusuf, 12/105)

Aşağıdaki ayetlerde ölen insanın bir daha dirilmeyeceğini, bunu kimseni yapamayacağını iddia edenlere en mantıklı cevabı vermektedir:

“İnsan bizim kendisini nasıl bir nutfeden yarattığımızı görmedimi ki, şimdi apaçık hasım kesildi? Kendi yaratılışını unutarak bize bir mesel verdi: ‘ şu çürümüş kemikleri kim diriltecek’ dedi.  De ki: onları ilk defa yaratan diriltecektir. O her yaratmayı bilir” (Yasin,36/77-79)

Öldükten Sonra Dirilmenin Yahut Reenkarnasyon Anlamında Tekrar Bedenlenmenin Geçmişte Somut Örnekleri Olmuş Mudur?

Evet şu ayetler birlikte incelenip değerlendirildiğinde, görülecektir ki reenkarnasyon yani tekrar bedenlenme, çok eski devirler olduğu gibi şimdi de vardır. İnsan dünyaya bir defa gelmez. Zira insan hayatı bir ömür olarak insanın yaratılış amacını gerçekleştirmesine, bir okul olan bu dünyanın tüm derslerini ve eğitimini bir defa da almasına elverişli olmayacak kadar kısadır. İşte kıyametin kıyamete kadar beklemenin anlamı da budur. Her insan cenneti hak etmek istiyorsa alması gereken dünya derslerini en geç kıyamete kadar almak ve bitirmek sorundadır. Başarılı bir öğrenci ise kıyametten önce sınıfını geçecek ve dünya okulunu bitirmiş ve çoktan başka âlemlerde, yani cennetlerde tekâmülünü sürdürmekte olacaktır.  Kıyamete kalan insan bütünlemeye kalmış bir öğrenci gibidir.

Orada öğrenci deyimi ile kurul kararı ile sınıf geçmeyi umabilir. Aksi halde bütün yolları baştan kat etmek sorunda kalacaktır ki, bu cehennem hayatından başka bir şey değildir. İnsan sırat köprüsünü kıyamet günü ile çizilen trajik tasvir ve tablolarla değil, şu andaki hayatında aramalıdır. Her hayat bir sırat köprüsünden geçiştir aynı zamanda. Sırat köprüsünden düşmek bu dünyada bir daha doğmaktır. Şimdi ayetlere bir göz atalım:

“Şu binlerce kişi iken ölüm korkusu ile yurtlarından çıkanları görmedin mi? Allah onlara “ölün” dedi de sonra kendilerini diriltti”(Bakara,2/243)

“Bir zaman da “ey Musa biz Allah’ı açıkça görmedikçe sana inanmayız!” demiştiniz de derhal sizi yıldırım çarpmıştı. Siz de bunu görüyordunuz.  Sonra belki şükredersiniz diye, sizi ölümünüzün ardından tekrar diriltmiştik.”(Bakara,2/55-56)

Lütfen dikkat ediniz reenkarnasyon ve bunun amacının tekamülü, yani yükselmeyi saplamak olduğu, bu suretle insanın doğru yolu bulmasının sağlandığı, keza fırsat ve imkan eşitliğinin temin edildiği, şu ayetlerdeki ifadelerden daha açık ve veciz bir şekilde ifade edilebilir mi? İşte ilgili ayetler:

“Allah'ı nasıl inkâr edersiniz ki siz ölüler idiniz, o sizi diriltti, yine öldürecek, yine diriltecek. Sonra ona döndürüleceksiniz”(Bakara,2/28)

“Görmediler mi Allah nasıl yaratmayı başlatıyor? Sonra dönüp yeniden yaratıyor? Bu Allah’a göre kolaydır.”(Ankebut,29/19)

“Yaratmaya aşlayan odur. Sonra onu çevirip yeniden yapar”  (Rum,30/27)

“İlkin var den sonra geri çevirip yeniden yaratan odur”(Buruc, 85/13)

“O dur ki sizi diriltti, sonra sizi öldürür, sonra yine sizi diriltir.  Hakikaten insan çok nankördür”(Hacc, 22/66)

“Allah sizi yarattı, sonra besledi, sonra öldürüyor. Sonra diriltiyor”(Rum,30/40)

Reenkarnasyonun Amacını Daha Açık Ortaya Koyan
Ayetler De Var Mıdır?

Kuşkusuz. Şimdi şu ayetleri inceleyelim:

“Hepinizin dönüşü onadır. Bu Allah’ın gerçek olarak verdiği sözdür. O yaratmaya başlar, sonra inanıp iyi işler yapanlara adaletle karşılık vermek için yaratmayı tekrar eder”(Yunus, 10/4)

“Siz mutlakla tabakadan tabakaya bineceksiniz”(İnşikak, 84/19)

“O zaman ‘ acaba bize mühlet verilir mi ?’ diyecekler.  Onları senelerce dünyadan istifadelendirdiğimizi görmedin mi?”(Şuara,26/203-205)

Onlar orada ‘ Rabbimiz bizi çıkar; önce yaptığımızdan başkasını yapalım’ diye feryat ederler. ‘ öğüt alacak olanın öğüt alacağı kadar bir süre yaşatmadık mı sizi? Size uyarıcı da geldi. Öyle ise tadın azabı. Zalimlerin yardımcısı yoktur”(Fatır, 35/37)

“kim dünya menfaatini isterse kendisine ondan veririz”(Al-i İmran,3/145)

Görüldüğü gibi bu ayetlerde açıkça sonuçta herkesin doğru yolu bulacağı ve yönünü, yaratanın istediği amaca çevireceği, fırsat eşitinin temini için her insanın gerektiği kadar tekrar tekrar yeniden yaratılacağı, bu suretle aynı zamanda herkese hakkının verileceği, iyilerin haklarını alacağı, insan hayatının amacının bilgi ve tecrübeye dayalı yüksele yolunu sağlamak olduğu, bunun için insanların aralarında fırsat eşitliğinin, her türlü şartlarda eğitim ve öğretim imkanının temini açısından mutlaka bir çok tabakalardan geçecekleri-  ki burada ayrıca bu evrendeki tekamülü tamamlayanların, başka evrenlere geçeceğine de işaret vardır.- keza eşitliğin hayat, yani eğitim, öğretim, tecrübe ve sınav süresi itibariyle de sağlanacağı en değerli bir araç olan zamandan herkesin yeteri kadar ve adilane surette istifade ettirileceği;  öyle ki bütün bunlardan sonra hala görevini tamamlayamamış, yani kıyamet günü geldiği halde hala cenneti hak etmemiş  olanların kesinlikle öne süreceği bir mazeretin bulunmayacağı, o gün gelinceye kadar her kişiye adalet, hakkaniyet, ve eşitlik esaslarını gerektirdiği tüm olanakların tamamen sağlanmış olacağı, hatta maddi zenginlikten başka hiçbir düşüncesi olmayanlara bu imkanın dahi sağlanacağı anlatılmaktadır.

Bütün bunların bir tek insan ömrüne sığdırılmasının mümkün olmayacağı, ancak tekrar tekrar bedenlenme ve bu suretler değişik ortam ve şartlarda kişinin özel ihtiyaçlarına en uygun yaşam biçimlerinde eşitlik ve adaletin söz konusu edilebileceği her türlü izahtan varestedir(uzaktır).

Reenkarnasyon Sonsuza Kadar Sürer mi?

Dünya üzerinde tekrar tekrar bedenlenme anlamında reenkarnasyon, dünya hayatının anlam ve amacı açısından ruhun gerekli eğitim, deney ve sınavlarını başarıyla tamamlamasına kadar sürer. Ancak başarısızlık hainde son sınırı da kıyamet teşkil etmektedir. Kıyamet dönemi başladığında hala beklemeli yahut bütünlemeli durumda olan ruhlar açısından son bir umut olarak öğretmenler kurulu toplanarak karar vermektedir. Kıyametten önceki dönemde ise gerekli ehliyet ve liyakatini kanıtlayan ruh kıyamete kadar beklememekte, cennetlik olmayı hak ettiği noktada artık tekâmül için artık bir daha dünyaya gelmemektedir. O artık derece derece bizim aklımızın alamayacağı yönetim makamlarında yükselmesini sürdürmektedir. Dünyaya bir daha ancak kutsal bir görevin ifası amacıyla gelmesi mümkündür. Yani dünyaya bir daha öğrenci olarak değil öğretmen olarak gelebilir.

Bir ruh olumsuz sicili ile kıyametten önce cehennemlik olmayı hak edebileceği bilgi öğretmenler kurulunun kararı ile de cehennemlikler sınıfına dahil edilebilir.

Ancak ilgili ayetlerin incelenmesinden, belli bir seviyeyi tutturabilen ruhların cehennemlik olmaktan yani cennete gitmek bir yana dünyadan kovulmaktan kurtuldukları; kaldıkları noktadan itibaren tekrar dünyaya gele gide tekâmüllerini sürdürmeye çalıştıkları anlaşılmaktadır. İşte bu ruhlar Kur’an’da ki ve İslam Öğretisindeki sembolik anlamı ile “Araf” halkından olmalıdırlar.

Bütün bunları nereye dayandırıyorum? Şimdi ilgili kutsal metinleri ve sözleri ele alalım:
Hz. Muhammed, “ben miraç gecesi cennete baktım da  ehl-i cennetin çoğunun fakirler olduğunu gördüm. Cehenneme de baktım: cehennemdekilerin çoğunu da kadınların teşkil ettiğini gördüm” demiştir.

Demek oluyor ki cennet ve cehennem halen vardır. Ve sanıldığının aksine boş olarak kıyamet günü için hizmete hazır beklememektedir. Hayatın evrenin ve yaradılışın dinamikliğini göremeyen zihinler her şeyi statik düşünen kişiler, öyle sanmışlar; belli bir düzeydeki kişilerin başlangıç eğitimleri için sarf edilmiş sözlere mutlak anlam vererek hatalı yorumlara sapmışlardır. Yukarıda da değindiğim gibi cennet veya cehennemi hak etmek için mutlaka kıyametin gelmesi gerekmemektedir. Yükselme duraklama veya alçalma sübjektif durum ve olgulara bağlı sübjektif hallerdir. Nitekim halen “cennet”ler de “cehennem”ler de meskûndur.

Hz. Muhammed önceleri mezarları ziyaretten men etmiş ve fakat sonra müsaade etmiştir. Ziyaretin amacının da sadece ahreti hatırlamak olduğunu açıkça ifade etmiştir.

Bilmem bu konu üzerinde hiç düşündünüz mü? Bu günkü insanlarımız farkında olmadan o kadar maddeye bağlı düşünceye kendilerini kaptırmışlardır ki, vefat eden yakınlarının belli bir mekânda kıyamete kadar yatarak beklemekte olduklarını sanmaktadırlar. Mezarın ziyaretten ahreti hatırlamaktan ziyade, gerçekten kişisel bir ziyaret yapma amacını gütmektedirler. İşte orada yakınları ve sevdikleri toprakta yatmaktadırlar onlara göre. Ne kadar hazin! Osman Bey, Fatih Sultan Mehmet, Mustafa Kemal Atatürk, Lincoln, Churcill…vb. hepsi de yatmaktadırlar.  İşlem görmek için kıyameti beklemektedirler.

Yaradılış, hayat, ilahi adalet, tekâmül, hiç böyle statik olu mu? Bürokrasi ilahi adalette de mi söz konusudur? Mutlaka belli bir vakit beklenecek! Belli hesap, azap, ceza seremoni ve formaliteleri icra edilecek!

Ölüm ile sade fizik bedenin belli bir zaman ve mekânda araç olarak kullanıldığı elbisenin toprağa karışmış olduğunu ki esasen toraktan yaratılmış olduğunu şuur ve şahsiyet-sorumluluk sahibi ruhun ve ruhsal hayatın toprağa bağımlı ve statik olmadığını artık anlamalıyız.

“Nasıl biz ölmeyecek miymişiz? Yalnız ilk ölümümüz ha? Başka ölmeyecek ve azap görmeyecek miymişiz? İşte bu büyük kurtuluş ve mutluluktur” (Saffat, 37/58-60)

İşte bu ayetlerde cenneti hak eden bir ruhun, artık dünyaya bir daha- kural olarak- gelmeyeceği anlatılmakta bunun idrakine varan cennetlik ruhların sevinçleri tasvir edilmektedir.

“Bu gün bir ölüm çağırmayın, bir çok ölüm çağırın”(Furkan, 25/14)

Bu ayette ise, tekâmülünü tamamlayamayan cennetlik olmak liyakatini elde edemeyen bir ruhun acıklı durumu vurgulanmakta, o ruhun tekamül için daha pek çok kere doğup ölmek suretiyle çeşitli hayatlar yaşaması gerekeceği yolunun çok uzun ve zahmetli olduğu açıklanmaktadır.

İnsan Ölümden Sonraki Hayatlarında Hayvan Şeklinde De Bedenlenebilir Mi?

Tekâmülde geriye dönüş aşağı düşüş yoktur. Ruhçuluk öğretisinde hiçbir zaman bir insanın hayvana dönüşemeyeceği bir hayvanın da insan şekline dönüşemeyeceği, ancak ruhun tekâmül ve araştırma sürecinde, araştırma ve inceleme için, bir hayvanın vücudunda yer alabileceği, yani konuk olabileceği belirtilmektedir. Dolayısıyla “darwinist” evrim düşüncesi kabul edilmemektedir.

Ancak Kur’an’daki şu ayetlerden insanların zaman zaman ceza olarak hayvan şekline dönüştürüldüğü anlaşılmaktadır:

“Cumartesi günü içinizden azgınlık edenleri elbette bilmişinizdir. İşte onlara aşağılık maymunlar olun dedik”(Bakara, 2/65)

“Kibirlerinden dolayı kendilerine yasak kılınan şeylerden vazgeçmeyince onlara aşağılık maymunlar olun dedik” (Araf,7/166)

İnsanlar ceza olarak sadece maymun da yapılmamışlardır:

“De ki: Allah katında yerin bundan daha kötü olanı size söyleyeyim mi? Allah kimlere lanet ve gazap etmiş, kimlerden maymunlar, domuzlar ve şeytana tapanlar yapmışsa, işte onların yeri daha kötüdür ve onlar düz yoldan daha sapmışlardır.”(Maide, 5/60)

Burada tekrar hatırlatmalıyım ki Allah sanıldığı şekilde biz yaratıklarıyla senli-benli, içli-dışlı olmamaktadır. O bize tüm yaratıklarına ilahi irade yasaları ile egemendir. Binaenaleyh irade yasalarına aykırı davrananlar, başka ilahi irade yasaları uyarınca, bir takım yaptırımlarla otomatik olarak karşılaşmaktadırlar. İlahi irade yasaları kimseye ayrıcalık/üstünlük tanımamaktadır.

Bütün bu anlatımlarda ani bir oluş ve geçiş ve hayvana dönüşmenin ceza niteliği olarak özellikler alarak yer almaktadır. Bu itibarla “Darwinist” evrim teorisi gerek İslam öğretisi gerekse ruhçuluk ilkeleri açısından kabul edilmemektedir. Ancak ne sebeple olursa olsun tüm insanların sonuçta Allah’a döndürülecekleri ve doğru yolu bulacakları da ayetlerde kesin olarak ifade edildiğine göre belli bir aşamada ceza alarak hayvan bedeninde enkarne olmaya mahkûm edilen ruhsal varlığın bundan sonraki gelişme aşamaları da araştırmaya ve tartışmaya değer bir konu olarak ilgi çekiciliğini sürdürmektedir. İnsan iken fare, domuz, maymun şeklinle dönüştürülmüş, daha doğrusu ruhsal varlığın aynı olmakla birlikte insan fizik bedeni rütbesinden bu saydığımız fizik beden rütbelerine inmiş varlığın tekâmül süreci gerçekten tartışılmaya değer. Bu ifadelerin hepsi mecazdır.  Yani semboliktir, müşabih ayettir.

( Ruhçuluğa Göre Kur'an Öğretisi - Sadi Çaycı )

Konular;


 

Peygamberler - Mucizeler
Sadi Çaycı

İsa’yı öldürmediler ve asmadılar. Lakin onlara İsa gibi gösterildi. Bunda ihtilaf edenler şüphededirler. Onun hakkında bilgileri yoktur. Ancak onlar zanna uymaktadırlar. Ve yakinen onu öldürmediler. Bilakis Allah İsa’yı yükseltip kendisine kaldırmıştır.

(Nisa,4/157-158)

Peygamberler Niçin Gönderilirler?
Özellikleri Nedir?

Dinsel terminolojide cennetlik olarak tanımlanan tekâmül aşamasına erişen insan artık bir daha kural olarak dünyada bedenlenmemekte, dünyada yaşamak zorunda kalmamaktadır. Kural olarak diyorum çünkü her kuralın istisnası vardır. İşte “RİM” adına görev yapmak şerefini kazanmış varlıkların belli bir görev alarak dünyaya gelmeleri böyledir. Peygamber RİM tarafından insanlara önderlik, rehberlik etmek yol göstermek ve uyarmak için gönderilmiş ve insanların kendi hayırlarına onlara itaat etmeleri istenmiştir. Bu itaat başlangıçta otomatik olmaktadır. İman eden itaat etmekle yükümlüdür. Ancak nihai amaç kukusuz bu değildir. Nitekim artık körü körüne iman devri çoktan bitmiştir. Artık çağımızın insanına yakışan düşünerek anlayarak araştırarak, açıklayarak inanmaktır. Bilgili ve şuurlu iman, makbul olan imandır.

Dikkat ederseniz peygamberlerin RİM tarafından gönderildiğini söyledim. Buna hemen şirk damgasını vuracaklar olacaktır. Neden hep anı: yaratıklarıyla yüz-göz oluş, her işi en basitten en karmaşığa kadar yüklenmiş, yaratıklarına yapılacak iş, yüklenecek görev ve sorumluluklar bırakmamış bir yardan fikri? Bu ilkel tanrı anlayışı artık yıkılmalıdır.

Yine dikkat edin Allah demedim, tanrı dedim. Bununda pek çok tenkitçileri çıkacaktır.  Tanrı başka Allah başkadır diye. Ne kadar acıdır ki inananların çoğunun uğraşı esasla ilgili değil şekille ilgili ayrıntılara boğulmuş amaç unutulmuştur. Oysa:

“İster Allah diye çağırın ister Rahman diye çağırın.  Hangisiyle çağırırsanız nihayet en güzel isimler onundur”(İsra, 17/110)

Öyle bir zamana gelinmiştir ki, Hz. Muhammed’in bile bizzat:
“Nasara’nın İbn-i Meryem’i batıl olmak üzere methettikleri gibi siz de beni methetmekte mübalağa etmeyiniz.” Dediği unutulmuş,  dinin imanın ve hayatın amacı bir yana bırakılarak, dinde yükselme çoğu zaman Allah’ı ve onun peygamberlerini durmadan övmekle bir tutulmuştur.

Çalışarak, araştırarak, hak ederek, yükselmek ve cennetlik olmak yerine toplum kesinlikle günahkar oldukları, hiçbir zaman iyi olamayacakları şeklinde peşin kabullerle pasifliğe, cenneti Allah’a ve peygamberine sığınıp af dileyerek acizane elde etmeye çalışmaya itilmiştir.
Bir ailenin bir otomobilin bir dairenin bir topluluğun bir devletin yönetilmesi ne ise, bize nazaran çok yüksek realitelerde bulunan yüce varlıklar açısından evrenler içinde çok basit bir unsur olarak kalan dünyamızın sevk ve idaresinin yönetiminin de hiçbir farkının bulunmadığı artık anlaşılmalıdır. Bilinmelidir ki burada devlet başkanlığına, orduda genelkurmay başkanlığına… vs. yükselmiş insan artık gelmiş bir duvara dayanıp kalmış artık hiç yükselmeyecek değildir. Bilgi çaba sınav liyakat, hak etmek ve yükselme sonsuzdur. Alçalmanın olduğu gibi, hak ettikçe yükselmenin de sonu yoktur.

“Biz hiçbir peygamberi Allah’ın izniyle itaat edilmekten başka bir amaçla göndermedik”(Nisa,4/64)

İşte size yukarıdaki hususların bir cümleyle ifadesi:

Konu: Peygamberin gönderilmesi

Gönderen: Biz(RİM: Ruhsal İdare mekanizması)

Amaç: İtaat(belli bir zaman ve mekândaki insan topluluğunun, daha yüksek bir realiteye ulaştırılması aracı)

Dayanak: (Her zaman her yerde her şey için olduğu gibi kuşkusuz) Allah’ın izni ve muradı.

Hata Yahut Günah İşlemem veya Sınav - Sorumluluk - Yükselme Gibi Konularda İnsanlarla Peygamberler Arasında
Fark Var Mıdır?

Esasta hayır. Zira hangi varlık olursa olsun dünyada bedenli hayat yaşamakta ise, Allah’ın iradi idare yasalarına dayalı olan dünya şartlarına tabidir.

Her insan gibi bir peygamber bile hata işleyebilir. Söz konusu Hz. Muhammed de olsa sonuç aynıdır:

“Surat astı ve döndü. Kör geldi diye. Ne bilirsin belki o arınacak. Yahut öğüt dinleyecek de öğüt kendisine yarayacak. Kendisini zengin görüp tenezzül etmeyene gelince, sen ona yöneliyorsun. Onu arınmamasından sana ne? Fakat koşarak sana gelen Allahtan korkarak sana gelmişken, sen onunla ilgilenmiyorsun. Olmaz böyle şey. Kuran ayetleri bir hatırlatmadır. Dileyen onu düşünüp öğüt alır.”(Abese, 80/1-12)

“Allah seni affetsin doğru söyleyenler sana iyice belli olup;  yalan söyleyenleri bilmezden önce, niçin onlara izin verdin?”(Tevbe, 9/43)

Hz. Muhammed dâhil peygamberler de zaman zaman irade zayıflığı gösterebilmişlerdir:

“Eğer biz seni sağlamlaştırmamış olsaydık, onlara bir parça meyledecektin”(İsra, 17/74)

Bir peygamber de erkekçe hisler duyabilir:

'Andolsun kadın onu arzu etmişti. Eğer Rabbinin doğruyu gösteren delilini görmeseydi, Yusuf da onu arzu etmişti.”(Yusuf, 12/24)

Şu ayette de aynı zamanda Hz. Muhammed’in itaatini ve doğruluğunu gösteren kutsak bir belgedir:

Allah’ın nimet verdiği senin de kendisine nimet verip, hürriyete kavuşturduğun kimseye ‘ eşini yanında tut, Allah’tan kork’ diyordun. Fakat Allahın açığa vuracağı şeyi içinde gizliyordun. İnsanlardan çekiniyordun. Oysa asıl çekinmene layık olan Allah idi.”
( Ahzab, 33/37)

Peygamberler de günah işlemiş olabilirler. Nitekim Hz. Muhammed:

“ya Rab! Önce işlediğim ve sonra işlediğimi sandığım, gizli yaptığım aşikâre işlediğim bütün günahlarımı bağışla!” şeklinde dua etmiştir.

Keza Kur’an’da:
“Biz sana apaçık bir fetih verdik. Ta ki Allah seni günahından, geçmiş ve gelecek olanı bağışlasın ve sana olan nimetini tamamlasın ve seni doğru bir yola iletsin.”(Fetih, 48/1-2)

“ Ey Muhammed kendi günahın, inanan erkek ve inanan kadınların günahı için Allah’tan mağfiret dile.”(Muhammed, 47/19)

Burada bir noktaya değinmeden geçemeyeceğim. Amacım asla ve asla Hz. Muhammed2i küçük düşürmek değil. Onun gibi bir başka insanın yeryüzüne gelmemiş olduğuna ve de gelemeyeceğine inananlardanım. O en yüce ve üstün olan örnek olan varlıktır muhakkak. Ancak gerek inceleme konusu aslını, kur’an hükümlerinin çağdaş bir yorumu çabasının oluşturması, gerekse tüm peygamberlerle ilgili konularda, onun için varit olan bir hususun önceki peygamberler için evlevitele kabulüne bir endişe bulunmaması sebepleriyle konuyla ilgili örnekler, özellikle Hz. Muhammed’e yönelik oldu.  Yoksa başkaca bir art niyet söz konusu değildir.

Şimdi devam edelim: şu ayetler peygamberlerin de görevlerinin bitiminden sonra RİM nezdinde hesap vermekle sorumlu olduklarına işaret etmektedir:

“Muhammed sadece bir elçidir. Ondan önce de elçiler gelip geçmiştir.”(Al-i İmran 3/144)

“Kendilerine elçi gönderilmiş olanlara soracağız ve elbette gönderilen elçilere de soracağız”(A’raf, 7/6)

Hayat, görev, sınav, sorumluluk ve yükselme/tekâmül açılarından, elbette dereceleri farklı olarak, peygamberlerle diğer insanlar arasında ayrılık bulunmamaktadır. Nitekim Kur’an’da Hz. Muhammed için:

“Gecenin bir kısmında sana mahsus bir nafile namaz kılmak üzere uyan. Belki böylece Rabbin seni övülmüş bir makama ulaştırır.”(İsra,17/79) denmiştir.

Burada açıkça Hz. Muhammed’in de yükselmek, daha üst makamları hak etmek için çalışması gerektiğine işaret vardır.

Hz. Muhammed “Allahın kerem ve rahmeti olmadıkça, hiçbir kişiyi onun güzel işi ve ibadeti cennete koyamaz.  Beni de Allahın fazlı ve rahmeti bürümedikçe yalnız ibadetim cennete koyamaz. Bu veçhile ashabım, iş ve ibadetinizde itidal ile hareket edip ifrat ve tefritten sakınınız.” Diyerek, kendi durumunu daha açıkça ortaya koymuştur.

Bütün Bunlardan Sonra İnananlara Ümit Veren Uyarı Ve İşaretler Yok Mudur?

Elbette vardır. Esasen İslam öğretisinde, İnananların kesinlikle ve hiçbir konuda Allahtan ümitlerini kesmemeleri istenmektedir.

Hz. Muhammed “Allah halkı yaratınca Levhine –ki Allah indinde o Arştan üstündür- ‘rahmetim intikamıma galiptir’ diye yazmasını kaleme emretti.”demiştir.

İç rahatlığı ve huzuru duyarak yaşamını sürdürmek isteyenler şu bilgi ve uyarıları daima hatırlamalıdırlar; zira işte aşağıdaki ayetler İslam dini ve inanışının sonsuza kadar geçerli temel ilkelerini açıklamaktadırlar:

“Ey Muhammed de ki: o Allah bir tektir. Allah her şeyden müstağni ve her eşya ona muhtaçtır. O doğurmamış ve doğmamıştır. Hiçbir şey ona denk değildir.”(İhlas,112/1-4)

“Allah kendisine ortak koşulmasını bağışlamaz. Bundan başkasını dilediğine bağışlar.  Allaha ortak koşan da gerçekten büyük bir günah işlemiştir”(Nisa, 4/31)

“Eğer size yasaklanan büyük günahlardan kaçınırsanız, sizin küçük günahlarınızı örteriz ve sizi ağırlanacağınız bir yere sokarız.”(Nisa, 4/31)

“ Sabırla, namazla yardım dileyin. Şüphesiz bu Allaha saygı gösterenlerden başkasına ağır gelir.”(Bakara, 2/45)

Mucize Keramet Nedir?
Hz. Muhammed’in de Mucizesi Var Mıdır?

Önce konuyla ilgili başlıca sözcüklerin anlamlarına bir bakalım. Mucize peygamberler tarafından meydana getirilen harikulade durumlardır. Amaç halkı aciz ve şaşkınlıkta bırakarak imana gelmesinin sağlanmasıdır. Örneğin uzak mesafeleri kısa zamanda kat etmek, cansız diye bildiğimiz varlıklarla konuşmak, uzak mesafelerden görmek işitmek..vb.

Ayrıca Allah’ın bizzat oluşturduğu mucizelere “ayet” veliler tarafından verilen mucizelere ise “keramet” denir.

“Andolsun ki Musa’ya apaçık dokuz tane mucize verdik. Ey Muhammed israiloğullarına sor, Musa onlara geldiğinde firavun kendisine “ey Musa ben seni büyülenmiş sanıyorum” demişti”(İsra, 17/101)

Bu ayette geçtiği üzere Hz. Musa’nın ve ayrıca Hz. İsa’nın mucizeleri ünlüdür.
Bütün kitaplı dinlerin ve bu dünlerin peygamberlerinin bir bütünün parçalarını oluşturdukları, aslında aralarında ayrılık bulunmadığı unutulmuş; meselelere çok daha geniş açıdan bakmasını bilemeyen topluluklar, sonuçta gerçeklerden kopmak doğrulardan ayrılmak ve din kurumunu dejenere etmek bahasına, dinleri ve peygamberleri üstünlük yarışına sokmuşlardır.

Aynı hareket noktası Hz. Muhammed’in takipçisi olan toplulukları da etkilemiş, İslam dininin ve onun peygamberinin her bakımdan öteki dinlerden ve peygamberlerden üstün olduğunu kanıtlamak üzere Hz. Muhammed’e birçok mucizeler izafe edilmiştir.

İşte başlıca örnekleri:

- Ayın ikiye bölünmesi

- Bir tarihte Zevra’da iken abdest suyu bulunamaması üzerine Hz. Muhammed’in elini kap içindeki bir miktar suya sokması, parmaklarının arasından su fışkırmaya başlaması ve üç yüz kişilik topluluğun bu su ile abdest alması.

- Hz. Muhammed’in hutbe okuması için bir minber yapıldığında daha önceleri bir hutbe esnasında üzerinde oturmakta olduğu hurma kütüğünden gebe devenin iniltisine benzer sesler gelmesi ve seslerin anacak H. Muhammed’in minberden inerek elini üzerine koyması ile kesilmesi.

- Hendek vakası sırasında Cabir ve Talha’nın evlerinde az yemekle birçok kişinin karnını doyurması

- Hudeybiye ve Tebük’deki suyu kurumuş kuyulara elinden biraz su dökmekle kuyuların su ile dolası ve bütün ordudaki binlerce askerin bu kuyulardan su içmesi

- Hz. Osman’ın başına felaket geleceğini ve cennete gireceğini önceden bilmesi

- Ammar’ı bağilerin öldüreceğini;  Hz. Hasan’ın iki İslam ordusunun arasını bulacağını bildirmesi

- Ashaptan birinin çıkan gözünü yerine koyması ve sapasağlam olu eskisi gibi görmesi
Hayber gününde Hz. Ali’nin ağrıyan gözüne tükürerek gözlerini iyileştirmesi

- Ashaptan birinin sancılanan yağını mesh etmekle sancısının geçmesi…vb.

Miraç olayını daha sonra ayrı bir konu olarak ele alacağımdan burada saymadım

Bütün bu nakillere karşılık Kur’anın ayetlerinde, Hz. Muhammed’in Kur’andan başka bir mucizesinin bulunmadığı; esasen mucizeye gerek de duyulmadığı ısrarla belirtilmekte; artık insanlığın mucizeler yoluyla değil akıl, düşünce, bilim ve muhakeme yoluyla doğru yolu ve gerçekleri aramalarının gerektiği; bilimden başka hiçbir araçtan doğrudan yardım umulmaması, dünya hayatının bilimin ve bilginin üstünlüğü, bilim adamlarının değeri, defalarca tekrarlanmaktadır.

İşte bu konuyla ilgili çok açık ayetler:

“Dediler ki “bize Rabbinden bir mucize getirmeli değimliydi?” onlara önceki kitaplarda bulunan deliller gelmedi mi?”(Taha,20/133)

“Dediler ki “ ona Rabbinden mucizeler indirilmeli değil miydi? De ki: mucizeler Allahın yanındadır. Ben ancak apaçık bir uyarıcıyım. Kendilerine okunan kitabı sana indirmemiz onlara yetmedi mi?”(Ankebut, 29/50-51)

“İnkâr deneleri diyorlar ki,”ona rabbinden gelen bir mucize indirilmeli değimliydi?”  sen ancak bir uyarıcısın. Her toplumun bir yol göstericisi vardır.”(Rad, 13/7)

“Mümin olmuyorlar diye nerdeyse kendini helak edeceksin.  Dilesek onların üzerine gökten bir mucize indiririz de boyunları eğilir. İnanırlar.

Rahmandan onlara hiçbir yeni uyarı gelmez ki mutlaka ondan yüz çevirici olmasınlar.”(Şuara, 26/3-5)

“Bizi mucizeler göndermekten alıkoyan şey, evvelkilerin onları yalanlamış olmasıdır.  Semud oğullarına çık bir mucize olarak dişi deveyi verdik.  O yüzden kendilerine zulmettiler. Hâlbuki biz o istenen mucizeleri yalnız korkutmak için göndeririz”(İsra, 17/59)

Bilmem hala Hz. Muhammed’in Kur’an’dan başka, geleneksel anlamda başka mucizeleri vardır diye iddia edilebilir mi?( ki herhalde başlı başına önemli bir mucizedir)

Kuşkusuz günümüzde artık parapsikoloji, spiritoloji, gibi yeni gelişmekte olan bilim dallarının konularını teşkil eden olgu ve buluşlar, esasen aslında mucize diye bir şey olmadığını bunun bilgi ve liyakat seviyeleriyle orantılı, izafi bir kavram olduğunu, deneysel olarak dahi göstermişlerdir. Afrika yerlisini bir tarihte eter koklatarak bayıltıp sonra ayıltan Avrupalıların bu elemi ancak bu konularda bilgi ve görgüsü olmayan bir topluluk için mucize teşkil eder.

Şimdi gelelim bilgi, bilim adamı ve düşüncenin önemine:

“De ki: “bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?1 doğrusu ancak aklıselim sahipleri öğüt alır.”(Zümer,39/9)

“… Kulları içinde ancak bilginler, Allah’tan gereğince korkarlar.”(Fatır,35/28)

“Dildiğine hikmeti verir. Hikmet verilen kimseye çok hayır verilmiştir. Bunu ancak aklı selim sahipleri düşünüp anlar”(Bakara, 2/269)

Ne yazık ki inanan topluluklar, asırlar boyu gittikçe bu esaslardan ayrılmışlar, ayrıldıkça da çıkmaza girmişlerdir.

İlahi rahmet ve rehberlik bununla da bitmemiştir. Günümüzde ruhçuluk öğretisi, topluma aynı doğrultuda ve daha yeni şartlara uygu biçimde yol göstericilik yapma işlevini sürdürmeye çalışmaktadır.

Ne kadar iyi niyete dayalı olursa olsun, bütün bu hususları kavrayıp değerlendirmedikçe, toplumu yeniden din ve manevi eğilimlere yöneltmeyi amaçlayan çabalar sonuçta ancak irtica tablosunu çıkaramaya mahkûmdur.  Oysa bilgi, hayat, gelişme ve yükselme dondurulamaz. Buna her yönüyle toplumsak hayat ve kuralları da dâhildir.

İsra Ve Miraç Olayı Nedir?

Kur’an’da bu olaydan şöyle bahsedilir:

“Kendisine ayetlerimizden bazısını göstermek için kulunu Mescid-i Haramdan havalisini mübarek kıldığımız Mescid-i Aksa’ya gece vakti götüren yüce Allah, her türlü ayıp ve kusurlardan münezzehtir. O hakkıyla işitir ve görür.”(İsra, 17/1)

Şimdi olayı bir de Hz. Muhammed’in ağzından dinleyelim:

“Bir kere ben Hatimde yatmış, uyurla uyanık arası bulunuyordum. Bu sırada bana gelen Cibril geldi de göğsümü yardı ve kalbimi çıkardı. Sonra içi iman ve hikmet dolu bir tas getirdi. Kalbim de zemzem suyu ile yıkandıktan sonra, içine iman ve hikmet dolduruldu. Sonra eski haline iade olundu. Daha sonra katırdan küçük ve merkepten büyük, beyaz bir binit getirildi. Ben bunun üzerine bindirildim.  Cibril de benimle yollandı bana refakat etti. Sonra ben Cibril ile beraber Beyt-i Makdis’e vardım, namaz kıldım. Bütün bu peygamberler de benimle kıldılar.

Sonra Ali makamlara çıkılacak bir miraç, bir merdiven kuruldu. Buna Cibril ile bindirildim ve onunla beraber yükseldim. Nihayet dünya semasına vardı. Cibril gök kapısını çaldı.  Bekçi melek tarafından ‘kim o’ denildi. Cibril ‘Cibrilim’ dedi. Bekçi melek tarafından yanında ki kimdir diye soruldu. Cibril Muhammed diye cevap verdi.  Bekçi melek “yaa; göğe çıkmak için ona vahiy ve miraç daveti gönderildi mi?” diye sordu. Cibril “evet gönderildi” diye tasdik etti. Bekçi melek tarafından “merhaba gelen zata, bu gelen kişi ne güzel yolcu” denildi. Ve hemen gök kapısı açıldı. Ben birinci semaya varınca âdem peygamberle karşılaştım. Cibril bana “bu senin baban Âdemdir. Ona selam ver” dedi bende selam verdim. Âdem selamıma mukabele etti. “sonra merhaba hayırlı iyi oğlum, Salih peygamber” dedi sonra Cibril benimle beraber yükseldi. Ta ikinci semaya geldi. Bunun da kapısını çaldı…”

Hz Muhammed aynı geçiş formalitesini soru ve cevapları tekrarlayarak ikinci semada Yahya ve İsa peygamberler ile üçüncü semada Yusuf peygamber ile; dördüncü kat gökte idris peygamber ile; beşinci semada Harun peygamber ile; altıncı gökte Musa peygamber ile yedinci gökte ise, İbrahim peygamber ile karşılaştığını anlatmaktadır.

Görüldüğü üzeri Kur’an’da geçen yedi kat gök semadan oluşmuş madde evrenleri sistemi, basit bir şekilde aktarılmıştır. Şimdi bazı hususlara daha açıklık getirelim:

1 - Olay Hz. Muhammed uyurla uyanık arasında iken vuku bulmuştur.

2 - Seyahat beden ile vaki olmamıştır. Ruhçuluk öğretisini ve terminolojisini bilenlerin takdir edebileceği gibi uyku ve uyanıklık arasında iken yani düşünce dalgaları ve beyin ritmi Alfa dalgası-ritmi durumunda bulunduğu sırada hadise meydana gelmiştir. astral projeksiyon ve bilokasyon söz konusu edilebilir. Ancak olayın başlangıç şartları ve sonraki gelişimi, astral seyahat ihtimalini daha kuvvetli kılmaktadır.

3 - Göğsün yarılması, kalbin yıkanması, bekçi melek tarafından kimlik ve izin sorulması vb. birçok ifadeler semboliktir. Ama ne yazık ki gelen olarak olduğu gibi doğru kabul edilmiş ve bilimsellikten uzak hatalı yorumlara saplanmıştır. Oysa yapılan örneğin yarma yıkama işlemleri vücudun maddi organları ile ilgili değil; insan anlayış duyu ve idrak sisteminin ilahi bir müdahale ile takviyesine ilişkin manevi operasyon tasvirleridir. Yine geçişlerle ilgili bürokratik formalitelerle her evrenin esasta birbiriyle tamamen müstakil olduğu, birinden diğerine serbestçe geçilmediği en azından herkesin serbestçe geçemeyeceği anlatılmak istenmektedir.

4 - Genel olarak ruhçuluk öğretisinde daha yüksek sema yahut gök ile daha mütekâmil yani üstün bir evren kastedilmektedir. Bu anlamda dünyada görev yaptıkları kronolojik sıraya nazaran, peygamberlerin bu sıraya aykırı semalarda yer almaları, tekâmülün onlar için de sürmekte olduğunu, hatta bazı peygamberlerin tekâmül yarışında diğerlerinden önde bulundukları yani hayatın ve tekâmülün statik olmadığı dinamik olduğu yükselme için mutlaka kıyametin beklenmediği ve dolayısıyla hak edenin hakkını derhal aldığı anlaşılmaktadır.

5 - Hadisin devamında Hz Muhammed, “bütün bu menazil ve menazırdan sonra, karşıma Sidr-i Münteha saha açıldı.” Demiştir. Bundan Hz. Muhammed’in bizim sistemimizi oluşturan, yedi gök olarak ifade edilen evrenler dizisinin ötesine geçebilme yüceliğinde ve liyakatinde üstün bir varlık olduğu anlaşılmaktadır.

Hz. Muhammed’le İlgili Duru görü Olayları Var Mıdır?

Bilindiği gibi duru görü yahut ruhsal görü beş duyunun dışında eşyaları ve fikirleri algılama ve görmedir. Bu anlamda Hz. Muhammed’le ilgili olaylar bulunduğu Hz. Muhammed’in şu sözlerinden anlaşılmaktadır:

“Mescid-i aksa’ya sefer ettiğimi söylediğimde, kureyş beni yalanlayınca; Mescid-i Haram’a gidip, Hicirde ayakta durdum. Müteakiben Allahın bana Beyt-i Makdis ile gözümün arasındaki mesafeyi kaldırdı da, denemek için ne sordularsa Mescid-i aksaya bakarak onun nişanelerinden Kureyş’e haber vermeye başladım.”

“Siz benim kıblem yalnız şurasıdır ve namazda önümden başka bir yeri görmem mi sanıyorsunuz? Allah’a kasem ederim ki, sizin ne huşunuz bana gizli kalıyor ne de rükûunuz. Kasem ederim ki sizi arkamdan da görüyorum.”

Güncel Konular Açısından İslam Dininin Esasları
Hakkında Kısa Bilgiler Verir Misiniz?

İslam dininde iman Allaha meleklerine, kitaplarına, Allah’la buluşmaya peygamberlerine ve öldükten sonra dirilmeye inanmak şeklinde özetlenebilir. Ancak klasikleşmiş anlatıma göre iman Allahtan başka tanrı olmadığına, muhammed2in Allahın kulu ve peygamberi olduğuna, Allahın meleklerine kitaplarına, bütün peygamberlerine, öldükten sonra dirilmeye ve iyilik ve kötülüğün Allahın takdiri ve yaratmasıyla olduğuna inanmaktır.

Öte yandan İslam pratikte beş şey üzerine bina olunmuştur: Allahtan başka ilah olmadığına ve Muhammed’in Allahın resulü olduğuna tanıklık etmek, namaz kılmak, zekât vermek, hacca gitmek ve ramazan orucunu tutmak.

Bu konular genel olarak ilmihal denilen kitaplarda ayrıntılarıyla işlenmiştir. Bu nedenle ben ayrıca konuların ayrıntılarına girmeden, şahsen katılamadığım bazı noktalara değinmekle yetineceğim:

1-Genellikle sanıldığının aksine, insan bu varlık âleminin en şereflisi ve en yücesi değildir.

2-Canlı varlıklar sadece insanlar hayvanlar ve bitkilerden ibaret değildir

3- “Allah diridir, görür, bilir, duyar, işitir…” gibi anlatımlar sembolik ifadelerdir.  Mutlak ve nihai gerçekler olarak alınmamalıdırlar. Bizlerin seviyesinden başka türlü bir tanrı kavramı oluşturulamayacağı için bu ifade ve ibarelerin kullanılması zorunluluğu söz konusudur. Biz Kadir-i Mutlak olan “yaradan Allah” anlamında gerçek veya geçerli hiçbir idrake sahip olamayız. Onun gerçek mahiyeti yaratıklar için gizlidir.

4- “Allah diler dilediği gibi yapar. Onun işine kimse karışamaz. Onun emrine karşı kimse itaatsizlik edemez. Onun emrine kimse karşı duramaz…” gibi ifadeler aslında, elbette yanlış değildir. Ancak yaratıkları ve evrenler açısından Allah, mutlak dilek ve emirlerini, ilahi irade yasaları olarak vazetmiştir. Bunlar öyle yasalardır ki hiçbir konuda hiçbir boşluk bulunmamaktadır. Her durum eylem ve olguya ilişkin bir ilahi irade yasası vardır. Ve düzen böyle böyle sağlanmaktadır. Bunun dışında Allah her an emir ve karar değiştiren, evrene değişik ölülere göre tasarrufta bulunan, hâşâ istikrarsız bir idareci değildir. Bu nedenle yukarıda naklettiğim ifadelerde, kelime anlamları ile mutlak doğru anlaşmamalıdır. Burada da sembolik anlatım vardır.

Aksi halde eğer söylendiği gibi bizzat Allahın emri iseler, iman ibadet tekâmül vb. konularda, insanların aksine hareketleri mümkün olur muydu? Öyle ya Allah bize “namaz kılın” diye emredecek, bizden isteyen namaz kılacak, istemeyen kılmayacak! Mümkün müdür?

5-Hesap vermek korkusu ile kötülüklerden uzaklaşmak, imanın ve tekâmülün en alt bir basamağıdır

6-Allah kuşkusuz bütün insanları eşit haklarla yaratmıştır. Ancak eğer reenkarnasyonu kabul etmeseniz, buna kimseyi inandıramazsınız. Ve öne sürdüğünüz eşitliği kanıtlayamazsınız. İlahi düzende eşitlik ancak reenkarnasyon ve karma ilkleriyle sağlanmaktadır.

7-İnsan dünyaya tertemiz bir ruhla gelmez. İnsanın şimdiki hali geçmiş hayatlarının bileşkesidir. Bundan dolayıdır ki karakter, kabiliyet, akıl, zekâ, sağlık vb. açılardan hiç kimse birbiriyle eşit değildir. Ancak liyakatte eşit olanlar diğer hususlarda da eşit olabilirler. Kısacası, hâlihazırda müşahede ettiğimiz eşitsizlik, aslında eşitliğin ve adaletin doğal bir sonucudur.

8- Din amaç değil bir araçtır. Asıl olan akı ve düşünceyi kullanarak yükselmektir.

9- Kuran’ın hükmünün kıyamete kadar devam edeceğinden kasıt, sanıldığı gibi, onun bütün hükümlerinin eksiksiz ve değişmeden kıyamete kadar süreceği yahut aslında amacın bu olduğu değildir. Örneğin, kölelik ile ilgili hükümler, bu hükümlerdendir. Kur’an’ın hükümleri kıyamete kadar cari olacaktır diye, kölelik kurumunu sonsuza kadar sürdürülmesini savunabilir misiniz? Yahut bugünkü kadın erkek eşitliği karşısında, “cariyelik” düzenini aynı şekilde yürütebilir misiniz? Tevrat da Zebur da İncil de ve Kur’an’da değişmeyen esaslar imanla ilgili esaslardır. Kural olarak kıyamete kadar hükümleri sürecek olan ayetlerde bu konudaki ayetlerdir. Aksi halde hayatın ve tekâmülün, Hz. Muhammed’in ölümü ile dondurulmuş olması gerekirdi. Öyle midir? Kuşkusuz hayır. Kaldı ki, imanla ilgili esasların bile irdelenmesi, araştırılması, anlaşılması ve ilgili kavramların geliştirilmesi gerekmektedir. İnsana yakışacak olan ve ondan beklenen budur.

10- “Peygamberlik,  Allah vergisidir. Dilediğine verir. Çalışıp çabalamakla elde edilmez…” şeklindeki bir kanaate, kesinlikle katılmak mümkün değildir. Allah kimseye ayrıcalık tanımamıştır. İnsan için, çalışmasından başka bir dayanak ve güvence yoktur. Peygamberlik bir liyakat meselesidir. Liyakat ise, kimseye hazırdan verilmemektedir. Emeksiz liyakat olmaz.

11- Peygamberler de hata veya günah işleyebilirler. Bu dünyada, kimseden sonuna kadar mükemmel olması beklenememiştir. İnsana düşen, elinden gelenin mümkün olanın en iyini yapmaktan, dinsel ifadeyle “büyük günah”lardan kaçınmaktan ve sonuçta Allaha dayanıp güvenmekten ibarettir.

12- Mukadderat, varlığın geçmişteki deneyleri sonucunda ulaştığı düzeyin liyakat, nitelikleriyle, halen mevcut çabalarının yönü ve isabet derecesi ile, geleceğe ait niyet ve yönlerinin niceliği ile, kısaca hür iradesini getirdikleri ile ve kendisine her an görüp- gözeten, her zamanı birlik açıkça gören ruhsal idareci ve yardımcı planların ortaklığıyla oluşur. Mukadderat, sanıldığı gibi sert olmayıp, iç ve dış etkilerle her an oluşmaktadır. Mukadderatın oluşumunda, kişinin iradesel edimleri, geçmiş hayatların biriktirdiği karmik zorunluluk( ödeşme), bir hayat içinde tutulan yolun icaplarını, genel ya da toplumsak zorunluluklar, rehber ve yönetici varlıkların, kişinin lehine olmak üzere, onları istemedikleri halde, belirli bir yöne sevk etmeleri, ruhun bedenlenmeden önce hazırladığı uygulama planı ve nihayet, dünyanın, bir tekâmül devresi içindeki genel uygulama planı, önemli rol oynamaktadır. Yani bir insanın, görünüşte şeklen iyi yahut kötü diye nitelendirdiğimiz kaderi tamamen onun dışında oluşturulmuş bir “mahkûmiyet hükmü” değil, tekâmülü için en uygun bir eğitim ve öğrenim-uygulama planıdır.

13- İnsanlar, talihlerini, kendi arzularıyla meydana getiriler. İstek yapıcı, bir kuvvettir. Yoluyla devam eden sebatla istenen şey gerçekleşir. “kötü talih” diye bir şey yoktur. İnsan neyle karşılaşmış bulunuyorsa bu, o anda kendisine en lüzumlu, en layık bir durumdur. Tekâmülüne en uygun duru budur. Talihin yüzümüze gülmesi için, liyakatimizi arttırmaktan başka çaremiz yoktur.

14-“ İbadet Allahın emrettiği gibi yapılır, azaltılıp çoğaltılamaz; hiçbir zaman ve suretle değiştirilemez…”şeklindeki bir görüş Allah tarafından emredildiği kabul edilen farz namazların yanında ayrıca kılınmakta olan- dinsel terimleri ile: “-sünnet” ve “ vacip” namazları dayanaksız bırakır.

15- Namaz, kulluk borcunu ödemek gibi bir duyguyla değil, şükür hislerini dile getirmek düşünce ve niyetiyle kılınmalıdır. Hz. Muhammed tarafından uygulamaya sokulan namaz kılma şekli, insanlığın oluşabileceği en ileri ibadet biçimidir. Ancak “namaz”ın ve sadece bu şekliyle belli bir ibadeti ifade ettiği, ilk defa İslamiyet ile ortaya çıktığı sanılmamalıdır. Nitekim Kur’an’da: “Musa’ya ve kardeşine, “kavminiz için mısır’da evler hazırlayın ve evlerinizi karşı karşıya kurun. Namaz kılın ve müminleri müjdeleyin.” Diye vah yettik”(yunus, 10/87)denmektedir.16- giyim ve örtünme konusu, bir orta yol meselesidir. İslamiyet’in, dünyayı kara çarşafla kara çarşafı kadınlarla dolu bir dünya olarak düşündüğünü söyleyiverip işin içinden çıktığını sanmak, ancak dar bir çerçeveye sıkışmış düşüncenin ürünü olabilir. Onlar, bir defa örtünmenin amacını hiç hatıra getirmezler.

Hz. Muhammed, “dünyada nice giyinik kadınlar vardır ki, ahirette çıplaktırlar.” Demiştir.

Kur’an’da ise bu konuda:

“Ey insanoğulları! Ayıp yerlerinizi örtecek giyimlikle, sizi süsleyecek elbiseler gönderdik. Takva örtüsü ise, bunlardan daha hayırlıdır. Allah’ın bu ayetleri, öğüt almanız içindir.”(A’raf,7/26)denmektedir.

“İyice” örtünmüş kadın cennetlik kadın demek değildir. “örtünmek” kadın-erkek ilişkilerinin insanlığa yakışır bir çerçevede tutunmasına kuşkusuz katkıda bulunan bir “önlem” dir. Ama Kuran’da açıkça, herkesin hayâ duygularına gerekli irade kuvvetine ve şekilde değil esasta Allah’ın emirlerine itaat bilincine sahip olarak yaşamlarını sürdürmelerinin asıl hedef olduğu, giyinmenin aynı zamanda bir süs-zevk ve dolayısıyla (moda) yönünün bulunduğu belirtilmektedir.

Mesele, bir “orta yol” meselesidir. Ancak kural olarak şunu söyleyebilirim ki, gözlerini dahi kapatacak kadar karalara bürünmüş kadınları olan bir toplum asla, ileri bir toplum sayılamayacağı gibi; “kadın-erkek eşitliği” ve “doğallık” modalarının sonucu, fiilen cinsiyet farklarına ve özelliklerini yok edecek kadar dejenere olmuş ilişkilere dayanan bir toplumsal hayat da, bana göre, o toplumun sonunun yaklaşmakta olduğunun göstergesidir.

17- Kur’an düzeninde, gerçekten de faize yer yoktur. Kimsenin fikirsel veya bedensel çaba ve emeğine dayanmaksızın “yattığı yerden” kazanç sahibi olamayacağı bir ekonomik düzeni vurgulamak istediği anlaşılmaktadır..

“Faiz yiyenler, ancak şeytanın dokunup çarptığı kimsenin kalktığı gibi kalkarlar. Bu onların ‘alışverişte de faiz gibidir’ demelerinden ötürüdür. Oysa Allah, alışverişi helal, faizi haram kılmıştır.”(Bakara, 2/275).

Yani Kur’an’da, iki tarafı da aktif ticari ve ekonomik ilişkilere dayalı bir düzen amaç olarak ortaya konmuştur. Devlet tarafından konmuş yasak kurallar çerçevesinde, bugün ki ekonominin karmaşıklığı ile uygunluk arz eden bir sermaye ve yatırım düzeninin, planlı ve bilinçli sermaye aktarımlarının “günah” sayılması gerektiğini söylemek de kolay değildir. Bu husustaki ayetler, bir ideali temsil edebilir ancak,ü özel mülkiyet ve miras hakları, bugün ki demokratik toplumların en temel haklarından bulunduğuna göre ve Kur’an’da da bunu aykırı hüküm bulunmadığına göre, “sermaye” birikimi de kaçınılmazdır. Bugünün ekonomik koşullarında, değişik kaynaklı sermayelerin bir araya gelmesi ile ancak, karmaşık ve büyük çapta yatırımlar gerçekleştirilebilmektedir. O kadar ki, bazen ulusal sermaye birimi dahi yeterli olmamakta; “uluslararası” işbirliği zorunluluğu doğmaktadır. Bütün bu gerçekleri inkâr etmek mümkün müdür? Elbette ki hayır. İyi niyet yasalara uygunluk, işbirliği ve karlılığını hakça almak esaslarına dayalı ekonomik düzene karşı ne diyebiliriz. Nitekim bir kısım İslam din bilginleri, bu gün ki kâğıt paraya dayalı ekonomik düzende, enflasyon oranını geçmeyen faiz oranlarının aslında faiz değil, değer kaybı tazminatı mahiyetinde olduğunu ileri sürerek geleneksel faiz karşıtı görüşleri yumuşatmaya çalıştıkları gibi; sonuçta bankalardan esasta nasıl bir farkı olduğu fiilen pek anlaşılmayan çeşitli “faizsiz” finans koşulları, ülkemizde de boy göstermeye başlamıştır.

18- Kurban kesmek imanın ve islam’ın temel şartları arasında yer almaktadır. Bu günün gelişmiş toplumlarında, gökdelenlerle dolu büyük yerleşim merkezlerinde, kurban bayramlarında oluşan hayvan pazarları ve kesimi izleyen et-kan-bağırsak-kesik baş vb. manzaralar adeta birer katliam görünümü arz etmektedir. Kurban kesmenin asıl amacı da unutul muştur:

“Onların ne etleri ne de kanları Allaha ulaşmaz. Fakat sizin Allahın buyruklarını tutmaya zorlayan saygınız ona ulaşır”(Hac, 22/37)

Kurban kesmek aslında Allahın emrine itaat hususunda her insan için gerekli bir imtihandır. Bizi ne kadar duygulandırırsa duygulandırsın, Allah emretmiş ise-ki öyle istemiştir- bir canı almak… bu aynı zamanda insana üst yönetim planlarında görevli varlıkların tabi oldukları düzen hakkında da bir fikir verir. Demek ki bizim henüz bilemediğimiz sebep ve gerçeklere, gerçeklere dayalı emirler bize ne kadar şeklen ters görünürse görünsün eğer emredilmiş ise mutlaka icra edilecektir. Bunun kurban kesme olayındaki pratik sonucu şudur: çok önemli sebepler dışında kurbanın bizzat adına kesilecek kişi tarafından kesilmesi gerekir. Çünkü kurban o kişinin emre itaat testidir.

Oysa bugün ki uygulama tamamen bundan uzaktır. Her şey profesyonel ve hatta bazen de fırsatçı bir takım kişilere havale edilmiştir. Öncelikle bu açıdan kurbanın amacından uzaklaşılmıştır. Bunun yanında kurbanın sosyal amacı artık fiilen geri planda kalmıştır. Zira küçük yerleşme birimlerinden oluşan kırsal kesimlerde ve taşrada halk genellikle birbirini tüm yönleri ile tanır ve bilir. Sadece kurban etinin değil “fitre”  “zekât” gibi İslam dininin sosyal yardım araçlarının, gerçekten muhtaç olanlara yöneltilmesi mümkündür. Ama büyük yerleşme merkezlerinde acaba yüzde kaçımız bitişik komşumuz hakkında yeterli bilgiye sahibiz? Bir başka konu daha var: insanın günlük besin ihtiyacı bellidir. Protein de buna dâhildir. Yılda bir defa ve topluca kesim halinde çok kısa bir dönem için ihtiyacın çok üstünde kesim yapıldığı yani ekonomik açıdan da sonuçta israfın söz konusu olduğunu sanıyorum. Örneğin belli bir fakir aileye bir aylık bir dönemde diyelim 5kg. et yedirmek yerine bu eti onlara en azından üç aylık bir süre için temin etmek daha iyi değil midir? En azından devlet veya ilgili kamu kuruluşları eliyle kurban etlerinin bir elde toplanması sağlık şartlarına uygun olarak depolanması ve mümkün olan en uzun bir devrede gerçekten muhtaç kişi ve kesimlere dağıtılması için gerekli tedbirler alınmalıdır.

19- İslamiyet dâhil tüm kitaplı dinlerde asıl tatil günü cumartesidir. Suma gününün tatil yapılması bizzat İslamiyet’e aykırı olduğu gibi Pazar gününün tatil sayılması bir kısım Hıristiyan din bilimcililer tarafından da eleştirilmektedir. Ülkemiz açısından zaman zaman kasıtlı olarak bu konu gündeme getirildiğinden ve bir kısım ülkelerde de Cuma günleri resmi tatil kabul edildiğinden özellikle bu konuyu vurgulamak istiyorum.

Kur’an’da:

“Ey inananlar! Cuma günü namaz için çağrıldığınız zaman, Allah’ı anmaya koşun; işi gücü bırakın, eğer bilirseniz bu sizin için daha hayırlıdır. Namaz kılındıktan sonra yeryüzüne dağılın ve Allahın lütfünden nasibinizi arayın.” (Cuma, 62/9-10)

Görülüyor ki Cuma günü iş alışveriş ve “nasip arama” günüdür. Sadece namaz vaktinde namaza devam edilmesi işin gücün bırakılması istenmektedir. Açıkça namaz bittiğinde tekrar herkesin işine dönmesi belirtilmektedir. Bu ayetleri başka türlü anlamak mümkün müdür?

20- Acaba Hz. Muhammed’in zamanında da herkesin güneş hareketlerini tam ve doğru olarak belirten listelenir olsaydı ve herkesin kolunda zamanı saniyesine kadar doğru gösteren elektronik saatlerle dolu olsaydı inananlara namaz vaktini duyurmak için ezan okutturulur muydu buna gerek kalır mıydı?

Bilindiği kadarıyla Müslümanlar muhacir olarak Medine’ye geldikleri zaman bir araya toplanıp namaz vaktini gözlerlermiş. Namaz için bağırılmazmış. Bir gün bu konu aralarında konuşulmuş, bazıları nasara’nın çanı gibi çan kullanılmasını önermişler diğer bazıları da Yahudilerin nefiri gibi bir boru çalınmasını istemişler, Hz. Ömer halkı namaza çağırmak için niye bir adam gönderilmediğini sormuş bunun üzerine Hz. Muhammed Bilal’a, kalkıp namaz için seslenmesini emretmiş. Sorun şu: ezan, sadece bir namaza çağırma namaz vaktine haber verme aracı mıdır? Yoksa ayrı ve bağımsız bir ibadet midir? Niçin Hz. Muhammed’in esasla ilgili öğretisi, önemle incelenip geliştirilmemektedir de; şekille ilgili davranışlarını, hiç düşünmeden uygulamayı sürdürmek, o yüce kişinin peşinden-izinden gitmek olarak yeterli görülmektedir? Çıkılıp ezan okunmayan, sadece dört tarafa yönelik hoparlör, asmaya yarayan minareleri yaptırmak için onca parayı harcamak israf mıdır değil midir?

Kıyamet Nedir?

Yukarıda adı geçen ihya… isimli eserde(c.4,s.924-925)belirtildiğine göre kıyamet, hasret, nedamet, sevkiyat, azap, konuşma, her şeyin kesinlikle bilindiği, cennet veya cehenneme varılma, işlerin neticeye bağlanıp kiminin sevindiği ve kimin de üzüldüğü, cennet veya cehennemde ebedi kalma, gizli işin açığa çıkacağı, olanların dahi açıklanacağı, sırların perdelerinin yırtılacağı, dilleri tutulup azaların konuşacağı gündür.

Kur’an’da: “Biz onu, sadece sayılı bir süre için erteliyoruz. O gün geldiği zaman hiç kimse onun izni olmadan konuşamaz…”(Hud, 11/104-105) denmektedir.

Ayetten anlaşıldığına göre normal şartlar altında kıyamet günün zamanı geçmiştir. Ancak insanlığın gidişatı dikkate alınarak, onlara yeni bir şans verilmek üzere “erteleme” söz konusudur. Ancak bu ertelemenin de sonsuza kadar süreceği sanılmamalıdır. Erteleme, “sayılı bir süre” için söz konusudur. Görülüyor ki, aynen insanın eceli açısından olduğu gibi kıyamet günü bakımında da önceden kesinlikle belli bir zaman yoktur adalet ve hakkaniyete, eşitliğe uygun düşecek şekilde bir azami sınır dâhilinde, gerek “ölüm” gerekse “kıyamet” belli şartlara bağlı olarak, gelime ve oluşumlara göre gerçekleşmektedir.

Hz. Muhammed, kıyamet öncesi dönemlerle ilgili olarak, şart olmak üzere çeşitli açıklamalarda bulunmuştur. “ne zaman satılmış cariye efendisini doğurur, kim idikleri belirsiz deve çobanları yüksek bine kurmakta birbirileriyle yarışa çıkarlarsa kıyametten evvel ki alametler görülmüş olur”

Arabistan’da deve neyse ABD’de at odur. “kovboy” bilindiği gibi “ sığır çobanı” demektir. Hadiste, çobanların yüksek bina yapmakta birbirileriyle yarışından söz edilmektedir. Bu kimselerden,” kim idikleri belirsiz” olarak bahsedilmektedir. İbare ilk bakışta menfi bir anlam taşıyor gibi görünmekte ise de, dikkatli incelendiğinde bugün ki Amerikan halkının kökenlerini anlatmak bakımından çok ince anlam ve anlatım özelliği taşıdığını hemen fark edeceksiniz. Dolayısıyla aslında, Amerikan halkının gök delenler yapmakta bir birileriyle yarışmasına işaret edildiğini sanıyorum. Acaba Hz. Muhammet,  efendisini doğuran cariye tabiriyle de bugün ki kiralık anneleri mi kastetmiştir? Üzerinde düşünmeye değer. “ilmin ref olması, cehlin kökleşmesi, şarabın içilmesi, zinanın çoğalması kıyamet alametlerindendir.” “hayatın yed-i kudretinde olan allah2a yemin ederim ki, muhakkak yakında İsa ibn-i Meryem, Muhammed ümmeti arasında bir hâkim-iyi adil olarak gökten yere inecektir. O salibi Nasara’yı kıracak hınzır katlini emredecek, zimmetlerden cizyeyi kaldıracak, mal çoğalacak hatta kimse mal kabul etmez olacak.”

“İbn- i Meryem gökten sizin yanınıza indiği zaman devlet reisiniz kendinizden namazda imamınız olduğu İsa da imamınıza iktidar ettiği halde bakalım nasıl olursunuz?”

Bütün bu sözler benim kendimi henüz yorum yapmaya yeterli göremediğim çok önemli mesajlar taşımaktadır. Bu konuda Hz. Muhammed’e atfen daha pek çok sözler aktarılmıştır. Ben en ilgi çekici olanlarına değinmekle yetindim.

Ruhçuluk öğretisine göre ise kıyamet, dünya okulunun öğrenci sıfatını taşıyan belli insan kadrosu açısından, normal eğitim ve öğrenin sınav süresinin sona ermesini dünya okulunun kapanmasını ifade etmektedir. Her insan kıyamet gününe kadar, defalarca dünyaya gelip giderek ders geçme ve kredi esaslarına dayalı gibi görünen bu okuldan mezun olmakla görevlidir. Gerekli barajı kıyametten önce de aşarak bir üst realiteye cennete de terfi edebileceği gibi, kıyamet gününde de öğretmenler kurulu kararı ile aynı şekilde yükselebilirler. Belli bir seviyeyi tutturabilmiş ise tekrar dünya okulunun açılışını bekleyerek eğitim ve öğrenimini sürdürür(:Araf). En kötü ihtimal ile de, daha alt bir realiteye intikali gerekebilir(:cehennem)

Kuşkusuz bütün bunları nereden gelip nereye gitmekte olduğumuzu açıklayabilmek için sembolik anlatımlar olarak kabul etmelidir.

Cennetlik Olmak İçin Mutlaka Dar Anlamda Müslüman Olmak Ve Katı Şeriat Kurallarına Göre Mi Yaşamak Gereklidir?

Hayır. Öyle sananlar insanların aslında bir olduğunu her dinin esasta bir olduğunu, hayatın ve varlığın amacının şekli bir takım kurallarla dondurulmasının mümkün olamayacağını düşünemeyenlerdir.

“Sizden her biriniz için bir şeriat ve bir yol belirledik. Allah isteseydi hepinizi bir tek ümmet yapardı. Fakat size verdiklerinde sizi sınamak istedi. Öyleyse hayır işlerine koşun. Hepinizin dönüşlü Allah’adır. O size ayrılığa düştüğünüz şeylerin hakikatini haber verecektir.”(Maide,5/48)

“Onlar ki inandılar, güzel işler yaptılar, namazı kıldılar, zekâtı verdiler, işte onların mükâfatları, rableri yanındadır. Onlara korku yoktur ve onlar üzülmeyeceklerdir.”(Bakara, 2/277)

“Şüphesiz iman edenler, Yahudiler, Hıristiyan ve sabiiler, bunlardan kim ki Allaha ve ahret gününe inanır iyi bir iş yaparsa elbette onlara Rableri katında mükâfat vardır. Onlara korku yoktur ve onlar üzülmeyeceklerdir.”(Bakara, 2/62)

“Rabbin dileseydi insanları bir tek ümmet yapardı.  Ama ihtilaf edip durmaktadırlar.” (Hud,11/118)

Ayetler o kadar açık ve anlamlı ki, herhangi bir ek söylemeye gerek yok.

Şu Halde, Kendilerine Başkalarını Müslüman Olmaya Zorlamakla “Görevli” Sayanlara, Sanki Yetkili Temsilcilermiş Gibi, Allah ve Hz. Muhammet adına Başkalarını Denetlemeye Ve “Cennetlik” Yahut “ Cehennemlik” Oldukları Yolunda Kanaat Beyan Etmeye Hak Sahibi Sananlara, Namaz Kılmayan Eş Ve Çocuklarını Gerekirse Dövebileceklerini Aile Reisi-Baba Ve Kocalara Telkin Edenlere Ne Demeli?

Beni zorla, tehditle ve hatta dayakla “şeklen” Müslüman yapıp, tüm şekli ibadetleri de bu şartlar altında icra ettirip, bununla iftihar edecek kadar düşünce ve anlayış noksanı kişilere, “oruç tutmaktan”, kıyamet günü için “çok karlı bir yatırım” olarak söz edenlere ve bu fikirleri paylaşacaklara, söylenebilecek hiçbir şey yoktur.

Bu konularda şahsen örnek olmak, düşüncesi ve yaşayışı ile samimiyetini kanıtlamak, yakınlarına da bu yolda telkinde ve tavsiyelerde bulunmak, onları da teşvik etmek başka şey, işin maddi yahut manevi cebire vardıracak derecede taassuba kapılmak tamamen başka bir şeydir. Bilinmelidir ki, kimse zorla “cennetlik” yapılmaz:

“Dinde zorlama yoktur. Doğruluk, sapıklıktan seçilip belli olmuştur. Kim şeytanı inkâr edip Allaha inanırsa muhakkak ki o, kopmayan sağlam bir kulpa yapışmıştır…”(Bakara, 2/256)

Hz. Muhammed’e dahi şöyle hitap edilmiştir: “rabbin isteseydi yeryüzündekilerin hepsi mutlaka inanırdı. O halde sen mi insanları mümin olmaları için zorlayacaksın?”(Yunus, 10/99)

“Ey Muhammed, sen öğüt ver. Çünkü sen ancak öğüt verensin. Onların üzerinde zorlayıcı değilsin. Ancak kim yüz çevirir ve inanmasa Allah ona en büyük azabı eder. Muhakkak dönüşleri bizedir. Sonra onların hesabını görmek bize düşer.”(Gaşiye, 80/21-26)

Demek ki, kimse kendini Allah ve Hz. Muhammed adına denetlemeye, eleştirmeye ve hatta yargılamaya görevli ve yetkili görmemelidir. Buna kimsenin hakkı yoktur.

Oysa bugün ki tablo nedir?

Hz. Muhammed, yüz yıllar öncesinden bugünü görmüş ve inananları uyarmıştır:

“Vallahi ben, vefatımdan sonra sizin hal-i şirke döneceğinizi umarak hiç endişe etmem. Yalnız sizin ihtiras ile nefsaniyet güdüp didişmenizden korkarım.”

“Benden sonra, birbirinin boynunu vuran kâfirlere dönmeyiniz.”

“Müslüman’a sövmek fısk, onunla kıtal etmek küfürdür.”

Ne demişler, anlayana sivrisinek saz, anlamayana davul zurna az.

“Eğer inananlardan iki grup vuruşurlarsa, onların arasını düzeltin. Şayet biri ötekine saldırırsa, Allahın buyruğuna dönünceye kadar saldıran tarafla vuruşun. Allahın buyruğuna dönerse, artık adaletle onların arasını düzeltin ve her hususta adil olun. Allah adaletle hareket edenleri sever.”( Hucurat, 49/9)

Müslümanlıkta Milliyetçilik Görüş Ve İlkesinin
Yeri Var Mıdır?

“Ey insanlar, biz sizi bir erkek ve bir dişiden yarattık. Ve birbirinizi tanımanız için sizi milletlere ve kabilelere ayırdık. Allah yanında en üstün olanınız Allahın buyrukları dışına çıkmaktan en çok korunanınızdır…”(Hucurat,49/13)

“Ey iman edenler.. Bir kavim, diğer bi kavimle alay etmesin. Olur ki, alay edilenler, Allah indinde alay edenlerden daha hayırlıdır…”(Hucurat,49/11)

Demek ki, her şeyden önce “millet” ve dolayısıyla “milliyet” ruhsal yönetimin bir emridir. Ancak insanlar yüce topluluk tarafından, birbirlerini “yemeleri” için değil, birbirlerini “tanımaları” amacıyla milletlere ayrılmışlardır. Belli bir milletin diğerinden üstünlüğü diye bir şey söz konusu değildir. Üstünlük, Allah'ın emirlerine itaatin derecesindedir. Hangi topluluğun değerinden üstün olduğunu ancak Allah bilir. Onun için hiçbir topluluk, başka toplulukla alay etmemelidir. Keşke uluslar arası ilişkiler, bu ilkelerin şuuruna varabilmiş yetkililerce yürütülebilseydi…

Bu Söyledikleriniz İdeal Şartlarda Ve Düşünce Planında Geçerli Olabilir. Ama Hayatın Gerçeklerinin Böyle Olmadığı Belli. Müslüman Toplumların Özellikle Hıristiyan ve Yahudi Toplumları İle Pek De Uyumlu İlişkiler İçinde Olmadıkları Gözlemlenebiliyor. Bu Konuda Kur’an Ne Diyor?

“ İçlerinden zulmedenleri hariç, kitap ehli ile ancak en güzel tarzda mücadele edin ve deyin ki: ‘bize indirilene de, size indirilene de inandık. Tanrımız ve tanrınız birdir. Ve biz ona teslim olanlarız’”(Ankebut, 26/46)

“Ey inanalar, Yahudileri ve Hıristiyanları dost edinmeyin..onlar, birbirlerinin dostudurlar. Sizden kim onları dost tutarsa, o onlardandır. Şüphesiz Allah, zalim toplumu doğru yola iletmez.”(Maide,5/51)

“İnsanlar içerisinde, inananlara en yaman düşman olarak Yahudileri ve Allah'a ortak koşanları bulursun. İnananlara sevgice en yakınları da, ‘biz Hıristiyanlarız.’ Diyenleri bulursun. Çünkü onların içlerinde keşişler ve rahipler vardır. Ve onlar büyüklük taslamazlar.”(Maide,5/82)

“Ey inanalar.. onlara karşı gücünüzün yettiği kadar,-Allah’ın düşmanı ve sizin düşmanlarınız ve bunların dışında Allahın bilip, sizin bilmediklerinizi yıldırmak üzere-, kuvvet ve savaş atları hazırlayın. Allah yolunda sarf ettiğiniz her şey size haksizlik yapılmadan, tamamen ödenecektir.”(Enfal,8/60)

“Eğer onlar barışa yanaşırlarsa, sen de ona yanaş ve Allaha dayan. Çünkü o, işitendir, bilendir.”(enfal,8/61)

Gördüğünüz gibi, İslamiyet, pembe bulutlar üstünde yaşam sürdüren bir öğreti olmaktan da uzaktır. Gerçekçidir. Gerçeklere bağlıdır. İslam toplumuna karşı tavırlarının biçimine ve derecesine göre, diğer topluluklara karşı alınacak önlemler en keskin bir şekilde açıklanmıştır. Amaç, temelde barıştır. Ama derece derece, tartışmadan başlayıp, savaşa kadar varan mücadele yöntemleri ve caydırıcı önlemler teker teker emredilmiştir. Söylenenler, din ölçüsü dışında, genel olarak tek tek devletler bakımında da aynen uygulanabilir niteliktedir. Milli savunma gücünün caydırıcı etkisi dahi, en anlamlı bir ifadeyle ortaya konmuştur.

Kur’an Yahudi ve Hıristiyanların Bu gün ki İnanç
Temellerini Nasıl Eleştirmektedir?

Aşağıda yazılı ayetler, bu konuda başkaca söz söylenmesine gerek bırakmamaktadır:

‘Yahudi veya Hıristiyan olun ki doğru yolu bulasınız’ dediler. De ki: ‘ hayır. Biz dosdoğru İbrahim dinine uyarız. O Allaha ortak koşanlardan değildi.’ Allah’a bize indirilene, İbrahim’e, İsmail’e İshak’a, Yakup’a ve torunlarına indirilene, Musa ve İsa’ya verilene ve diğer peygamberlere Rableri tarafından verilene inanırız. Onlar arasında bir ayrım yapmayız. Biz Allah’a teslim olanlarız.’ Deyin.”(Bakara, 2/135-136)

“İbrahim ne Yahudi, ne de Hıristiyan’dı. Dosdoğru bir Müslüman’dı. Müşriklerden de değildi.”(Al-i İmran,3/67)

“Yahudiler, Uzeyr Allah’ın oğludur. Dediler Hıristiyanlar da, ‘Mesih Allahın oğludur.’ Sözlerini, önceden inkâr etmiş olan müşriklerin sözlerine benzetiyorlar. Allah onları kahretsin, nasıl da haktan batıla çeviriyorlar. Hahamlarını ve rahiplerini Allahtan ayrı Rabler edindiler. Meryem oğlu Mesihi de. Oysa kendilerine yalnız bir tek tanrı olan Allah’a ibadet etmeleri emredilmişti. Ondan başka tanrı yoktur. O, onların ortak koştukları şeylerden münezzehtir.”(Tevbe, 9/30-31)

“Andolsun, ‘Allah, ancak Meryem oğlu Mesih’tir’ diyenler elbette kâfir olmuşlardır. Hâlbuki Mesih demişti ki, ‘ey israiloğulları. Benim rabbim ve sizin rabbiniz olan Allaha kulluk edin. Zira kim Allaha ortak koşarsa muhakkak ki, Allah ona cenneti haram etmiştir ve onun varacağı yer ateştir. Zalimlerin yardımcıları yoktur.’ ‘Allah üçün üçüncüsüdür.’ Diyenler elbette kâfir olmuşlardır. Oysa yalnız bir tanrı vardır, başka tanrı yoktur. Bu dediklerinden vazgeçmezlerse, elbette onlardan inkar edenlere acı bir azab dokunacaktır.”( Maide,5/72-73)

Bu konuda, Hz. Muhammed’e yapılan tavsiye de şöyle:

“Allah isteseydi, ortak koşmazlardı. Biz seni onarlın üzerine bekçi yapmadık. Sen onlara vekil de değilsin…”(En’am, 6/107)

Hıristiyan Terminolojisinde “Baba” Kelimesi, “Tanrı” Anlamında Yorumlanmaktadır. Hz. İsa, Bu Nedenle Allah’ın Oğlu Olarak Kabul Edilmektedir. Bu Konuda Kur’an’da Yer Alan Bakış açısı nedir?

Önce ilgili ayetleri nakledeyim:

“Kitapta Meryem’i de an bir zaman o ailesinden ayrılıp doğu tarafına bir yere çekilmişti. Onlarla kendi arasına bir perde çekmişti. Biz de Cebrail’i ona gönderdik.  O ona düzgün bir insan şeklinde göründü, Meryem dedi ki. ‘ ben senden çok esirgeyici Allah’a sığınırım. Eğer Allah’tan korkuyorsan bana dokunma’ Cebrail, ‘ben sadece rabbimin elçisiyim. Sana tertemiz bir erkek çocuğu hediye edeyim diye geldim.’ ‘benim nasıl oğlum olur’ dedi ‘ban bir insan dokumadı ve ben bir kahpe de değilim’ Cebrail: ‘öyledir’ dedi, ‘Rabbin- O bana kolaydır, onu insanlara kudretimizi gösteren bir işaret ve bizden bir rahmet kılmak için bunu yapacağız- dedi’ ve iş olupbitti. Meryem ona gebe kaldı.”(Meryem, 19/16-22)

Kolayca anlaşılacağı üzere Hz. İsa, Cebrail ile Hz. Meryem’in birleşmelerinden meydana gelmiştir. Yani: baba: Cebrail Anne: Meryem Çocuk: Hz. İsa’dır ve tüm bu olayların, Allah ile doğrudan ilişkisi yoktur.

Müslümanların Kuran’daki ayetlerinin tümünü tamamen bizzat Allah’ın sözleri kabul etmeleri gibi Hıristiyanlar da Hz. İsa’nın doğrudan Allah ile doğrudan temasta bulunduğunu, konuştuğunu sandıklarından, Hz. İsa’nın “baba” diye hitap ederek konuştuğu varlığı da Allah sanmışlardır.

Kur’an bu konuyu en açık bir şekilde izah etmiştir.
Yeri gelmişken bir başka konuya da değineyim. Bilindiği üzere Hz. İsa’nın doğumu kadar ölümü de tartışma konusu olmuştur. Hıristiyanlar Hz. İsa’nın öldürüldüğüne inanırlar. Yani insanlar onların inanışına göre Allah’ın oğlunu öldürebilmişlerdir…

Oysa Kur’an’da öldürülenin Hz. İsa olmadığı, Hz. İsa’ymış gibi görünen bir başkasının öldürüldüğünü, Hz. İsa’nın ise bu olaydan ayrı olarak bir ilahi müdahale ile vefat ettirildiği açıklanmaktadır:

“ İsa’yı öldürmediler ve asmadılar. Lakin onlara İsa gibi gösterildi. Bunda ihtilaf edenler şüphededirler. Onun hakkında bilgileri yoktur. Ancak onlar zanna uymaktadırlar. Ve yakinen onu öldürmediler. Bilakis Allah İsa’yı yükseltip kendisine kaldırmıştır.” (Nisa,4/157-158)

“Allah İsa’ya ey İsa ben seni vefat ettirip kendime kaldıracağım- dedi”(Al-i İmran3/55)

( Bakınız; Hz.İsa'nın Ölümü İle İlgili, İsa Keşmirde mi Öldü - TIK, )

( Ruhçuluğa Göre Kur'an Öğretisi - Sadi Çaycı )

 

 

Sonsuz Yükselme Yolu
Sadi Çaycı

Bizim asıl varlığımız ruhumuzdur. Ruhumuzun yaşı ve cinsiyeti yoktur. Madde evreninden bedenlenmek gerektiğinde insan şekli kullanılmaktadır. Ruh dünya eğitimi safhasında tekâmül ihtiyaçlarına göre ve belki defalarca erkek ya da kadın olarak dünyaya gelmektedir.

İnsanın hayatı bu dünyada başlamamıştır ve bu dünyada bitmez. Âdem ve Havva bizim neslimizin başlangıcını temsil eden sembollerdir. Bütün evrenlerde ve hatta bu dünyada yaşayan ilk insanlar değillerdir. Çok Âdemler ve Havvalar gelip geçmiş dünyamızda daha önce de kıyametler kopmuştur. Her kıyamet döneminin ardından eğitim ve sınav için yeni Âdem ve Havva kadroları gelmiştir.

Konular Bitmiyor Ama Bir Yerde Son Vermek Gerekli.
Son Olarak Neler Söylenebilir?

Hz. Muhammed, “benim tarafımdan tebliğ edilen Kur’an’dan bir ayet olsun halka ulaştırınız, öğretiniz” demiştir. Eğer bu kitap bir ayetin bile doğruya yakın bir şekilde anlaşılmasına vesile olabilirse, amacına ulaşmış sayılır.

Ehl-i Sünnet demek körü körüne itaat etmek veya taklit etmek demek olamaz. İnsanlardan beklenen bu değil. Kendi özgür ve bilgiye dayalı iradesi ile doğru tekâmül yolunu bulmasıdır. Kur’an ancak bir öğüttür. Allah tarafından kendi söyleyip kendi dinlemek için indirilmemiştir. Bir tebligattır. İnananlarca özellikle kendi dillerinde ve düşünülerek okunmak gerekir. Hz. Muhammed zamanında Arap toplumuna Türkçe ayetler indirilmesi ne kadar garip olacak idiyse, inanan Türk toplumunun da ayetleri sadece ve anlamadan Arapça aslında okuyup durması o kadar garip ve anlamsızdır. Kur’an’ın Arapça okunmasının bir takım değişik etkilerinin olduğu bilinmektedir. Ancak bu kur’an’ın amacıyla değil mucize niteliği ile ilgili bir husustur. Hz. Muhammet tarafından uydurulmamış olduğunun bir kanıtıdır.

Allah vardır ve birdir. Doğmamış, doğurmamıştır. Ve hiçbir şey ona denk değildir. Eşi ve benzeri yoktur. Yaratıklarıyla sanıldığı şekilde somut ve zamana-mekâna bağlı irtibatı yoktur. Canlı ve cansız bütün varlıklar onu ilahi irade yasaları ile vardır. Allah tüm evrenleri ve varlıkları ilahi irade yasaları ile kavramıştır.  Her şeyi yoktan var eden odur. Ve her eşya ilahi irade yasalarında tecelli eden onun emri ve izni dâhilinde mevcudiyetini sürdürebilir.

Allah hiçbir zaman sanıldığı şekilde doğrudan vahiyde bulunmaz. Yaratıklarıyla doğrudan teması yoktur. Nasıl olsun ki, Miraç olayı sırasında Hz. Muhammet Sidret’ül Münteha denen âlemden daha ileri bir âleme geçmiş Cebrail geçememiştir. Cebrail’in “benim için burası sınırdır. Bir parmak daha ilerlersem yanarım” nakledilmiştir. Allah gerçekten dünyada tecelli etse idi ne olurdu siz düşününüz.

Allah evrenleri iradesinde, yine yaratıklarını kullanmaktadır. Nitekim bizim dünyamızın dâhil bulunduğu sistem, yani güneş sisteminin içinde yer aldığı evren ruhsal idare mekanizması diyebileceğimiz bir plan tarafından sevk ve idare edilmektedir. Kur’an’da biz olarak hitap eden Allah değildir. Dünyayı sevk ve idare eden idareci plandır. Vahiy onlar tarafından indirilmiştir.
Ruhlarla rabıta kurmak gerçektir. Sofizmde bu olay sabittir. Anka denir. Bu suretle çok değerli bilgiler elde edilir. Dinsel görüş çerçevesinde tartışılması dahi yapılamayacak pek çok konuyu akla ve mantığa uygun cevaplar açıklamalar getirilebilmiştir.

Allah’ın gerçek mahiyeti insanlar ve tüm yaratıklar için gizlidir. O kadar yücedir ki hiçbir zamanda ve hiçbir mekânda, hiçbir akıl zekâ ve tekâmül seviyesinde, onun hakkında geçerli bir idrake sahip olmamız mümkün değildir. O Kadir-i mutlaktır.

Evrenler çeşitli eğitim öğretim ve sınav sistemleri teşkil eden okullardır. Melekler ve ruh gibi idare özgürlüğü bulunan temel varlıkların hayat ve tatbikat alanlarıdır.

Bizim asıl varlığımız ruhumuzdur. Ruhumuzun yaşı ve cinsiyeti yoktur. Madde evreninden bedenlenmek gerektiğinde insan şekli kullanılmaktadır. Ruh dünya eğitimi safhasında tekâmül ihtiyaçlarına göre ve belki defalarca erkek ya da kadın olarak dünyaya gelmektedir.
İnsanın hayatı bu dünyada başlamamıştır ve bu dünyada bitmez. Âdem ve Havva bizim neslimizin başlangıcını temsil eden sembollerdir. Bütün evrenlerde ve hatta bu dünyada yaşayan ilk insanlar değillerdir. Çok Âdemler ve Havvalar gelip geçmiş dünyamızda daha önce de kıyametler kopmuştur. Her kıyamet döneminin ardından eğitim ve sınav için yeni Âdem ve Havva kadroları gelmiştir.

Belirli bir insan kadrosunun dünya eğitim ve öğrenimi süresi, ilke Âdem ve Havva kadrosunun yeryüzüne indirilmesi ile başlamakta ve dünya okulu kıyamet ile kapanmaktadır. Dünya biz insanlar için bir okuldur. Anlaşılması ve uygulama yapılması gereken bir bilgi kaynağı ve deney yeridir. Bunun için her türlü zamanda ve mekânda, her türlü şartlarda gerekli tüm deney ve bilgileri elde ede bilmemiz için birden çok kere dünyada bedenlenmemiz, bu suretle ayrıca yaptıklarımızın sonuçlarını almamız gerekmektedir.

Ruhsal Tebliğlerden Örnekler Verir misiniz?

Aşağıdaki tebliğler yurdumuzdaki ruhsal öğretinin temelini oluşturan sadıklar Planı tebligatından özetlenmiştir:

Bir insanın soracak bir şeyi bulunmuyorsa, müteal zaman içinde durgun bir zaman yaşıyor demektir. Zihni her an sorularla dolu olmalıdır.”

“Vazife yukarda da aşağıda da aynıdır. Değişen fikrin şümulü ve yüksekliğidir.”

Yukarıyı her el atıldığı zaman tutulacak bir sap veren, her el açıldığı zaman sunulan yahut avuca konulacak para verecek zannetmeyiniz. Boynunuzu kalın tutun ve kendi işinizi kendiniz görün. Yalvarmayın hakkınızı çekin alın”

“Sizin rüyalarınızın birçoğu, ruhi fiillerinizin sembolik inikâslarıdır. Ve sizin durumunuzu bildirdiği için onlara önem vermeniz lazım”

“Herkesin bir yolu, dâhil olduğu bir sistemi, bulunduğu bir kategorisi vardır.”

“Vazife ile iman bir kefede, bilgi cehit ve fiil bir kefede, ikisinin de ağır basmaması, ikisinin de ağır çekmemesi matluptur.”

“Bilginiz inkişaf ettikçe, imanınızın kapsadığı alanda genişlemiş olacak”

“Hiçbir şey neticesiz kalmayacak, nitekim sebepsiz de değildir”

“Genç bir kızın hülyalı halleri, ancak onu anlayan bir delikanlı içindir. Düşünceleriniz genç kız seviyesinde kaldıkça, siz ancak bir delikanlı olursunuz”

“Madde kendini tanıtırken, kendisini size açarken, sırrını ifşa ederken, eziyet etmekten hoşlanır. Bu itibarla tekâmül için ızdırap şart olmuştur.”

“Dünyevi bilgilerin akademik hamallığını yapmak, ruha herhangi bir kudret kazandırmak bakımından büyük bir kıymet ifade etmiyor. Asıl olan hadiseler karşısında o hadiseleri özün inikâslarıyla kıymetlendirmek ve bu kıymetlendirişten ruhi kudretimizi arttırmaktır.”

“İyi bak, baktığını gör, gördüğünü anla, anladığını bil, yaptığın her işin sebeplerini ve neticelerini tart. Hissini değil aklını, aklını değil vicdanını, vicdanını değil idrakini kullan. Bunlardan sırayla geçmeye çalış.”

Çalışan kafaların imtihanı çok daha ağırdır. Hiç bilenle bilmeyen bir mi?”

“Bütün gayret ve savletinizle, bilginizle beraber idrakinizi arttırınız. Bunun için çok derin düşününüz. Her düşündüğünüzü tenkit ediniz, her tenkidinizi müşahedelerle teyit veya naklediniz. Ta ki en güzeli buluncaya kadar.”

“Hüküm yalnız O'na aittir.”

İdelerinizi yakalayınız. Bu bir ip merdivene benzer. Önünüzde muhtelif ip merdivenler var. Tırmanın. Her merdivenin basamağına çıktıkça, iyi müşahede edin. Çünkü ufkunuz genişlemektedir. Her merdivenin basamağına çıkış merdivenin bütün çıkılan ayetlerinin iki misli mesuliyet yükler. Çünkü ufkunuz genişlemiştir. İhata ve görme kabiliyetiniz artmıştır. Bu şuurlanış, her geniş şuurlanma, karesi kadar bir mesuliyeti tazammun eder.”

“Tatbikat önemlidir. Fakat hangi hal ve şart içinde? Yerli yerinde olmayan tatbikat, boşa dönem su çarkı gibidir. Her işe koşmak tatbikat değildir. Her işe zamanında ve yerinde koşmak tatbikattır. Bu tamamen idrak ve bilgi ile olur. Esas olan bilginin tatbikatıdır.”

“Arş üst üste yığılmış idareci mekanizmaların tesirini ifade eder”

“Yeryüzünde insanın peydahlanması kâinattaki hayatın başlangıcı değildir. Yeryüzü ancak ve ancak bir delikanlıdır”

“Realite değişmez değişen o realite içinde bulunan varlığı şuurunun tetkik kabiliyetidir.”

“Alem ve kâinat neye nazaran? Kendinden evvel ki: âlem, kendisinden sonraki onun kâinatıdır. Kâinat aynı zamanda âlemdir. Çünkü kendinden sonra bir kâinatı vardır.”

“Ruh Allah’ın yalnız kendisine mahsus olan tasarrufu ile meydana gelmiş olan tek bir enerji çekirdeğidir. Bu enerji çekirdeği eğer fiziki anlamda düşünülmek gerekirse,  bütün kâinatları dağıtmaya kâfi bir potansiyeli haizdir.”

“İdrak demek tamamen bilgiye uygun hareket demektir. Ne kala ne mantığa hele ne de hisse.  Tamamen bilgiye. O bilgi ki ne sizin aklınızla nede muhakemenizle ortaya çıkmıştır.”

“Hiç kimsenin hamulesini kendiliğinden arttıramaz ve çoğaltamazsınız.  Bütün yapabileceğiniz iş mayayı onlara vermek, bir bakıma bir katalizör olmak demektir.”

“Kâinat iki bölümdür: alanlar ve verenler. Bir de bunların arasında vasıtalık yapanlar. Teslis budur.”

Muhammed planına çıktığı zaman oradaki yerini görmüştür. Plan onun rabbidir. O boşaltıp gelmiş olduğu plan zarfında tekrar bürünmüş ve bundan sonradır ki, gerçek hakikatine(veritenin veritesine) ulaşabilmiş ve terfi edebilmiştir”

“İnkişaf daima bir ileriye doğru olur. Varlık organizatör, organizatör grupları ve nihayet hepsini şümulü altında bulunduran Plan… Bir organizatör ancak organizatör grubu payesine ulaşabilir. Organizatör grubu ise bir palanın yardımcı grupları mertebesine çıkabilir. Yardımcı grupların işi en zor iştir. Bütün istihbarat, bütün münakale bu saçak planlar vasıtasıyla icra edilir. İşte Cibril budur, işte Azrail budur.”

“Dışarıda kırda bir sürü koyun var. Onları çobanalar bekler. Bu çobanlar bir efendiye tabidirler. Bu efendi adil ve bilgilidir. Çobanlar ise sadık, cefakâr ve işinin ehlidir. Sizler buna benzersiniz. Çobanlık sanatını öğreneceksiniz. Şimdilik sürüler hareket halinde değil. Diz çökmüş yan gelmiş yatıyorlar. Geviş getiriyorlar. Bunların ürkeceği zaman da vardır. Yağmurdan, doludan, rüzgârdan kaçacağı zaman da vardır. Ama çoban adil ve bilgili efendisinin dediklerini yapacaktır. Sürüyü bilinen tarzda bilinen yoldan bilinen yere götürecektir.”

“her olan, olmuş olan ve olacak olan, muhakkak ki bir plan dâhilinde ve bir plancı nezaretinde yüksek bir idarenin himayesi altında olmaktadır. Bu plan insanlığın umumi kaderidir. İnsanlık umumi kaderinin ceste ceste talimini yapmak imtihanını vermek, mükâfatını almak ve yükselmek mecburiyetindedir.”

“Mutlak’ın izafi olanla hiçbir suretle irtibatı, kıyası ve ilgisi mevcut değildir.”

Niyet ve imajinasyonunuza hâkim olunuz. Gerçek nefis bu yolla avlanır.”

“Sabrın en iyisi nefissiz sabırdır. Aklın en iyisi nefissiz akıldır.”

“Spatyom hayatında edineceğiniz bilgiler, yeryüzünde tecrit ile edineceğiniz bilgilerin yanında çok az kalır. Beden büyük bir imkândır. Ve asıl ihtiyacı bu imkân içerisinde mümkün olanı almaktır. Bedensiz olduğunuz zaman müteal bir teknik, bir mütalaa ve hesaplaşma yeridir. Yani bir neticedir. Öyle bir netice ki semeresini gene fizikte bir enkarnasyonla gösterecektir.”

Güneş sisteminizi bir TRİNİTE idare eder. Ve bu daha büyük olan bir TEK’e bağlıdır. Trinite üç ayrı tesir mekanizmasıdır, plandır. Biri sağda, biri solda, biri ortada. İnsanlığın merhale kaderi ortadakindedir. Bundan evvelkiler solda ve sağda olmuştu. Bu safha da bittikten sonra insanlığın merhale kaderi Tek’te olacaktır. Üçte bir, bir de üç. Bütün verilenler, bütün kitaplar Üç’ten verilmiştir. Üçlü planda verilmiştir. Fakat son kitap BİR’den verildi.”

“Üçlü mekanizma yeryüzünde tekâmül halkalarının yerli yerine oturabilmesi için bazı fert ve fert gruplarını memur kılar. Burada bütün fertler bu memuriyeti yüklenebilecek kapasitede değildir. Fakat onlara arsında bu memuriyeti bihakkın takva ile yerine getirecek olanlar da vardır. Bu müşterek bir tesirin yardımını temin etmek üzere de maddi katılım ve kombinezonlardan istifade edilerek mesele aynı kabile ve ırktan yararlanma yolu tutulur. İşte bu yüzden Beni İsrail yeryüzünde Tanrı hakkının tecellisi için vazifelendirilmişti.”

Her varlık müşahede sahasına giren eşye ve hadise karşısında kendisine has bir tahlil ve terkip ameliyesindedir. Bunun idraklenmesi ve şuurlanmasındaki temrinlerini ifade eder. Binaenaleyh tekâmül vasıtanızın prensiplerinden biri ferdin yegan ve yegan kendi öz kaynaklarından istifade etmesine vabestedir. Öyle ki yeryüzünde hiçbir zaman iki insan aynı değer hükmüne malik değildir.”

“Müspet ve menfinin çarpışması, insanlık için realite kademelerini teşkil eder. Bunlar öyle realite kademeleridir ki, insan ancak bir trinite içerisinde bulunduğu müddetçe kendi planının adamı olabilir. O trinite kendi ruhi planı, kendi şuuru ve objeler âleminden terekküp eder. Bir ferdin hakiki şuur tecrübesi, objeden kendi şuuruna çarpan hadisatın üstün bir ruh planı ile elde edebileceği bir tesir manzumesine dâhil olmasıyla kaimdir. Ve böylece insanlara türlü realite günleri açılır”

“Hadiseye gireceksiniz. Objektif kalmayı, yanlış bir anlayışa dışında kalmak tarzında mütalaa etmeyiniz. Hadiseye giriniz fakat hadiseye hâkim olunuz.”

“Din günü bütün insanlara şamil olmak üzere, insanların daha üst bir realiteye tırmanabilmelerini temin hususunda açık ve seçik bilgilerin verildiği gündür. Bütün insanlık devre ve devre din günleri idrak etmiştir. Bu dünün intişarı ve tamimi şeklinde anlaşılmamalıdır. Belki bir din günü yeni bir realite bilgisinin apaçık ortaya konması için bir hareket noktasıdır. Arzınızın insanları milyonlarca seneden beri birtakım tekâmül siklusları içerisinde bulunmak kaderiyle kalmışlardır. Önünüzdeki masanın bir ucundan diğer ucuna kadar bir siklus kabul edin. Yürümüşsünüz ve uca yakın gelmişsiniz. O uç başka bir esasın başlangıç noktasıdır. Fakat orada açık şuurlu hareket etmediğiniz zaman o noktada kalamazsınız ki. Tekrar diğer başlangıç ucuna dönmek gerekir. Ya da beklemek. İşte her bir din günü arz insanını arz üstü insanı olması için kendisine açılan rahmet kapısının esasıdır. Sikluslara dikkat ediniz. Bunlar birer kuyruklu yıldız gibidir. Gelir alır tutunabilenleri götürür. Kalanlar o yıldızın devrini tekrar beklemek mecburiyetindedir. Gündüz geceyi gece gündüzü takip eder.”

“Her din günü kendisinden sonra gelecek olan bir din gününün bilgilerini hazırlar. O realite içerisinde bulunan varlıklara verilecek olan bilgi, açık ve seçiktir.”

“Bütün insanlar ve sizler ancak ve sadece şuurlu olmalısınız. Ve muhakkak vicdan planının adamı olmalısınız. Ve dahi bilginizle gücünüzle, tefekkürünüzle hizmet etmelisiniz. Bu üç umde insanlığın ulaşabileceği en iyi derecedir.”

“İnsanoğlu zannettiğinden çok daha hürdür. İsterse tümüyle beraber şakülü bir tekâmülün takipçisi olabilir. İsterse tümüyle beraber ıstırap gayyasında da kalabilir. Her iki hareket şeklinin bütün gaye ve prensipleri onun ayakları altındadır. İşte bu siklusun sonunda varlıkların kendi şuur aydınlıklarıyla hareket etmeleri gereklidir. Hiç kimse diğer bir kimseden medet umamaz. İnsanın çok müteyakkız bulunuz kendini çok tashih etmesi ağırlıklarından kurtulması şarttır. En azından İsa’nın söyledikleri kadar, En çoğundan Muhammed’in yaptıkları kadar olması lazım. Bunun altında değil. Ve ancak bunları bile bile anlaya anlaya yapabilenler, siklusun sonunda hür olacaklardır. Bu siklus hazır bir siklusdur. Taayyün etmiştir. Kesiti tamam olmuştur. Makul olan insan için gittikçe yaklaşan ve gittikçe bunaltan bir tesir manzumesini mişahede etmek kabildir. Bu bir bakıma arza yaklaşmakta olan bir kuyruklu yıldızın elektromanyetik sahalarda meydana getirdiği tahavvüller gibidir. Hissedilir, ölçülür, arazları yavaş yavaş anlaşılabilir. Fakat ümit kurtuluşadır. İnsanlık için büyük vaatler vardır. Buna mukabil çetin bir yok kat etmesi kaderi olmuştur.”

İsa ve Muhammed birer realitenin sembolüdür. İsa insanlığa yüzde yüz vicdan tatbikatını gösteren bir vazifelidir.  Muhammed insanlığa yüzde yüz makul vicdanın tatbikatını gösteren bir vazifelidir. Makul vicdan esas itibariyle ferdin sadece vicdanı ile hareket etmesi gibi ayrıca kendi şuurunun iktisabı kadar bir bilgi ile de hareket etmesi demektir. Bilgiyle hareket etmek yaptıklarının farkına varmak demektir. En azından yüzde yetmiş vicdan ile hareket eden kimse, iyi bir namzettir. Bu devreyi siklustan evvel de tamamlamış olanlar için en az makul vicdana ihtiyaç vardır. İşte onlar ancak resullerdir.”

“İnsan varlığı sadece bir ışık olarak bu küreye uğrar ve bu küreden gider. Arzın varlığı insanın varlığı ile kaim değildir. Arzınızın üzerinde pek çok Âdemler doğmuş ve pek çok yok olmuştur. Sizin mukaddes kitaplarınızda zikredilen Âdem bu neslin tekâmül basamağını teşkil eden ferdin adıdır. Arzının bir hayli eski bir fizik küredir. Bu fizik kürenin yapısı kendine has bir özelliği teşkil etmektedir. Ve kâinat muvacehesinde tekâmül edecek varlıkların maddi tesir ihtiyaçlarına göre hüviyet değiştirirler. Pek çok nesiller gelip geçmiştir. Kur’an’da bahsedilen yok edilen muhtelif kavimler bu gelip geçmiş inkıraz bulmuş kavimlerdir. Ve bunlar ayrı tekâmül nizamına tabi olan varlık gruplarıdır. Sizlerle onların arasında daima bir tufan olagelmiştir. Her tufan bir maddi siklusun hitamı ve bir diğerinin başlangıcını ifade eder. Bütün mukaddes metinlerde de mevzubahis edilen insan en yeni tufanın akabinde enkarne olmuş olan varlıklardır. İşte EZEL o noktadadır. EBED yen bir tufanın zuhuruna kadardır. Yeryüzü gerçekten bir harman yeridir. Savrulur ve toplanır, ekilir savrulur ve toplanır.”

“Mutlak olan Tanrı ile mahlûku arasında hiçbir irtibat yoktur”

“Musa’nın mukaddes topraklara girerken ayakkabısının çıkarılması istenmiştir. Bu şunu ifade eder. Her bir varlık yeni tekamül nizamının ve prensiplerinin eşiğinde yani otomatsa şeraite, şeraitçi ise sevgiye, sevgiden ise makul vicdana kadar uzanan bir kademeleşme içerisinde varlık bazı tesirlere adapte olmak bazı tesirlerden salah bulmak için bir tecrit bir efor göstermek mecburiyetindedir. Bunu öncelikle kendi şuurunda yapacaktır. Musa’nın ayakkabılarını çıkarması ve silmesi, geçmiş realitenin ağır tesirlerinden kurtulmak, son büyük gayreti iradeyi, temerküzü ve imanı tespit etmek ve sonra kendi devrinin üstün prensiplerine yani şeriatına inkıyat etmektir.”

“Makul vicdanın kendi basamakları içerisindeki en son noktası vazife sezgisi noktasıdır. Ve bu Kur’an’dır. Gönül birliği İncil’dir.  Fikir ve anlayış birliği Tevrat’tır.”

“Şeraitle ilgili bilgi sistemlerinde, fertler otomatik pek çok tatbikatlar içerisinde bulunurlar. Zaten şeriat demek fertlerde mevcut olan otomatizmanın çalışması demektir. Şeriat zorlar onun bu zorlayışı bilgisi ve şuuru zenginleşmemiş varlığın umumi terimleri içerisindeki gelişmesini temin içindir. Bütün kitaplardaki dini merasimlerin kısmı azamı, insanda bulunan otomatik yapının vasıtası ve itici gücünden istifade ederek, fertten vicdanın ve idrakin gelişmesini temin etmektir.”

Allah İle İlgili Ruhsal Tebligat Örnekleri de Verir misiniz?

Aşağıdaki tebliğler Dr. Bedri Ruhselman’ın “Allah” isimli eserinden alınmıştır:

“İnsan ne kadar üstün olursa olsun, ne kadar yüksek vasıflar kazanmış bulunursa bulunsun, Allah’a ne benzeyebilir, ne O’na yaklaşabilir ve ne de hâşâ Allah olabilir.”

“Yüksek şeyler teşbih ve tavsif edilemez. Allah’a sıfat yoktur. Yüksek varlık hiçbir şeyle kıyaslanamaz.”

“Herkes kalbinde O’na bir yer verir. İsmi Allah olur, tanrı olur, başka bir ley olur.  İsim başka sıfat başkadır. İsim veriniz. Onu en kutsi mertebelerle gösterecek şekilde isimlendiriniz. Fakat sıfat nasıl verirsiniz?  Kur’an’da böyle şey yoktur. Allah’a sıfat verilmemiştir. Buna kimse salâhiyettar değildir. Sıfat Allah’a yakışmaz. O’na layık bir sıfat bulunamaz.”

Onu anarken kendinizi büyük bir boşlukta hissetmeye çalışacaksınız. Hayal, şekil tasavvur etmeye başlayınca düşünceyi kesmek lazımdır. Çünkü o anda zihin yanlış istikametlere sapmıştır.”

“Siz Allah'ı buluyorsunuz. Fakat farkında değilsiniz. Herhangi temiz bir hisle bir şeyi düşündüğünüz zaman birdenbire içinize gelen haz ve sürur, sizin Allah’ı andığınız ve Ona gide yolu bulduğunuzu gösteren bir işarettir.”

“Gerçekten hak müebbet bir mutlakıyettir. Onun anlaşılması asla nasip olmayacaktır fakat gene her şeyde o vardır.”

“Allah ezeli ve ebedidir. Dendikçe bunların ancak kendi ölçülerimize yaklaştırılmış, muztar kalındığı için bizzarur söylenmiş sözler olduğunu anlamalısınız.”
“Allah’ı tanımak değil duymak, onu kendi ruhunda hissetmek lazımdır.”

“Ruhlar en yüksek hallere girerler. Tekâmül sonsuzdur. Fakat onların Allah olacağını sanmak asla doğru olmaz.”

“Beşeri manada bir kavuşma, Allah’la birleşme onda yok olma veya “Allahlaşma” hiçbir zaman bahis konusu değildir.”

“Sen ne yaptın ey büyük Tanrım? Sen beni büyüttükçe önümden, ufkumdan uzaklaştın. Ne kadar genişledimse o kadar sana varılamayacağını anladım.”

“Allah ve insan bahsinde her zaman kani bulunmalısınız ki, insan ilahi varlıktır. Fakat onun ilahi tarafı ancak, Allah yolunda bulunmasından mütevellittir.”

“Allah bir ve ruh kaim ve daimdir. Bundan ötesini kimse bilemez.”

“Allah ismi sembolik bir mefhumdur. Allah’ın öyle tasavvura tahayyüle, aşka ve ruhi bütünlüğe sığmasına asla imkân tasavvur olunmaz”

Son Sözünüz?

Son sözü Dr Bedri Ruhselman’ın Ruh ve Kâinat isimli kitabından alınmış bilgi ve tebligatlarla bağlamak istiyorum:

“Her insanın bulunduğu bir realite düzeyi vardır. İnsanlar duygu düşünce ve bilgilerinde ne kadar gelişirlerse o kadar yüksek realitelere sahip olurlar. Sizin için realite olmayan pek çok şeyler, sizden yüksek ruhlar için realite olur.”

“Bir fikre veya inanca saplanıp onu mutlak realite kabul etmek tekâmülün en tehlikeli düşmanıdır.”

“Taassuptan kurtulmanın tek çaresi vardır: o da hiçbir bilginin mutlak olmadığını kabul etmek ve bir basamak taşı niteliği taşıdığını unutmamak.

İnsan burada kendi iradesi kendi çabası ile düşe kalka yürüyecek ve ilerleyecektir. Vicdan hürriyetinin bulunmadığı yerde yücelme yoktur taassupla vicdan hürriyeti asla bağdaşamaz.”

Allah’a inanan doğru yolda durmadan yükselen, o’nun kendisine ve çevresine faydalı olan hizmetkâr kullarından olmanızı dilerim.

Beşer hüviyetinde bulunan varlık madde ile alakasını, seyyaliyetin ve inceliğin yüksekliğin lehine olarak kestikçe asli olan insan planına doğru yükselir
Sadıklar Planı

Bir bilgi her ne neviden olursa olsun beşerin içyapısını, zihniyetini, ahlak seviyesini, Allah’a hizmet etmek arzusu ile doldurmuyorsa o bilgi yanlış, o bilgi hiç olmasa kısır bilgidir. Allah’a hizmet arzusu şuurun berraklığı ile vicdanın nebati ile tebarüz eder.
Sadklar Planı

( Ruhçuluğa Göre Kur'an Öğretisi - Sadi Çaycı )

 


 

 

 

 

 
  Bugün 210 ziyaretçi (261 klik) buradaydı

beyaz kuğu Selam Dünya !.. Selam Türkiye !.. Sitemize Hoş Geldiniz !.. ( beyaz kuğu ) bir aile sitesidir !.. Lütfen bizi takip ve dostlarınıza tavsiye ediniz !. Bu çorbada tuzu olsun isteyenlerin, tenkit ve tavsiyeleri için ( mim.sait@hotmail.com )veya ( alt1946@windowslive.com ) adreslerine mail göndermelerini bekliyoruz !.. Sitemizde "bir hoş sada" menüsü altında yer alan "beyaz kuğu", "teferruat", "derviş hüseyine mektuplar" ve "hem nalına hem mıhına" bölümleri orjinal olup, bunların hiç bir hakkı mahfuz değildir, kaynak gösterilerek veya gösterilmeksizin kullanılabilir. Diğer dökümanlar ise; çeşitli sitelerden alınmış, bazılarında değişiklik yapılmıştır.İlgililerin talebi halinde derhal kaldırılacaktır!..Bilgilerinize sunulur !.. *** beyaz kuğu***Ailenizin Sitesi***











* * * * *


 
 

Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol