Kur'an, yalnız Allah'ın kelâmı olduğuna inananlarca anlaşılması gereken bir kitap değil, tarihçilerin, antropologların, psikologların, sosyologların, teologların, hukukçuların, siyasilerin ve temas ettiği diğer sosyal ve teknik bilimlerle meşgul ilim adamlarının da anlamaya ve araştırmaya, açıklamaya çalışmaları gereken bir kitaptır. Kur'an'ın, Allah'ın sözü olduğuna inanmayanlar bulunsa da, ihtisas sahalarına ait ayetlerde işaret edilen birtakım bilgilerin, kuralların, aksiyonların bir kitap sıfatıyla onlar tarafından da incelenmeye değer olduğu şüphe götürmez. Kur'an üzerinde ilmî bir çalışma yapmakla müslüman olunmadığı gibi, müslüman olunması da gerekli değildir. Müslüman olmaktan korkmadan, lehte ve aleyhte bir niyet beslemeden gayr-ı müslimlerin onu tarafsız bir çalışma konusu yapmaları onlarda, yeni bir araştırma yönleri ve ufukları açmaya, çağrıştırmaya sebep olabilir.
Eflatun, Aristo, Descartes, Kant ve Einstein gibi filozofların cümleleri üzerinde tezler yapılırken, benzer çalışmaların Kur'an'ın ayetleri üzerinde yapılmasından kaçınmaya gerek yoktur. Hele insanı anlamak için, Kur'an üzerinde yapılacak araştırmaların, ilim adamlarına ilmî açıdan faydalı olacağı şüphesizdir.
Kur'an'ın insanoğlundan istediği, kendisine inanmadan önce, kendisini incelemesi, anlaması, düşünmesi, kendisine faydalı gördüğünü almasıdır. Onun Allah'ın sözü olduğuna inanılsın veya inanılmasın, önemli olan insanoğlunun istifade etmesi- için Kur'an, herşeyden evvel, insanoğlunu okumaya, düşünmeye davet eder. Bunları yaptıktan sonra, onun Allah'ın kitabı olduğuna inananlara özel emirler verir ve özel öğütler sunar, onları, başkalarına örnek insan olmaya çağırır ve dürüstçe çalışmaya ve davranmaya özendirir.
İşte Kur'an'ın felsefesi budur ve onun hedefi, insanı, kâmil ve olgun insan, münevver, aydın insan olarak yetiştirmektir. Cahillerin sandığı gibi Kur'an, insanı çarpmaz, yoldan çıkarmaz. İnsana ferdiyet şahsiyet kazandırır, onu ferd olarak toplum içinde yüceltir. Putperest de, kafir de, müslüman da onu abdestsiz, abdestli, gusulsüz ve gusullü olarak alabilir, tutabilir ve okuyabilir. Hz. Peygamber'in zamanında da böyle olmuş ve tarih boyunca öyle devam ettiği içindir ki, Müslümanlık yayılmıştır.
Kur'an-ı Kerim, insanı olumlu ve olumsuz yönleriyle çok iyi anlatır. Bir kimsenin kendisini bu kadar güzel ve doğru anlatabilmesi pek mümkün değildir. Bu da Kur'an'ın insanı yapanın, yaratanın kitabı olduğunu gösterir. Bir motoru icad eden ustanın motorunu başkasından daha iyi anlatması gibi.
Kur'an-ı Kerim, Allah'ın insana hürriyet ve hürriyetini kullanmak için irade, iradesini aksiyona geçirmek için de güç verdiğini bildirmektedir. Böylece insan istediğini istediği şekilde yapabilmektedir ue yapmaktadır. Şüphesiz, insanın istediğini istediği biçimde yapabilmesi demek, kendi işine ve menfaatine nasıl geliyorsa öyle yapıyor olması demektir. Yararını ve zararını bilmesi, düşünmesi ve ona göre hareket etmesi için akla da sahip kılınmıştır. insanın istediğini istediği gibi yapma hürri yeti gücü ile sınırlıdır, ama bu gücünü de artırması, çalışma sahasını genişletmesi, kendi iradesine bırakılmıştır, insan istediğini yapar demekle, onun sınırsız hürriyeti ve sınırsız gücü vardır, demek istemiyoruz. Böyle de anlaşacağını sanmıyoruz. Elbette bu insanın, bir hür iradesi ve onu fiilleştirecek bir gücü bulunur. Bundan dolayı insandır, diğer yaratıklardan ayrılır ve bundan dolayı da bir şeyi, sonucun neyi götürüp, neyi getireceğini bilerek, düşünerek ve hesaba katarak yapar. Yaptığı işi bir gayeye göre işlediği için, iki şeyden sorguya çekilir. Niçin onu seçti ve yaptı ve ne elde etti?
Kur'an, insana hür irade ve onu gerçekleştirecek güç verildiğini ve onları niçin kullandığının sorulacağını bildirir. Burada üzerinde durmak istediğimiz nokta, insanın anlama ve anlatım gücü ve hürriyetidir. Günlük olayların insanlar tarafından değişik ve muhtelif şekilde anlaşılması ve anlatılmasında bu görülmektedir. Herkes hadiseleri kendi isteğine göre yorumlamakta ve ona göre anlamaktadır. İstekleri birleşenler yorumda birleşmekte ve birbirlerine hem tesir etmekte, hem de destek olmaktadırlar.
Mahkemelerde bile savcı, kanunun bir maddesi ne dayanarak sanığın idamını ister. Ama sanığın avukatı da aynı maddeye dayanarak sanığın beraatini isteyebilir. Zira insan sözünü, tam zıt anlamda anlama yeteneği insanda mevcuttur. Daha günlük bir misal verelim. Kız öğrencilerin başlarını örtmelerinin laikliğe aykırı olduğuna hükmedenler ile, bunun laikliğin gereği olduğunu savunanların, aynı kanunu nasıl birbirine zıt olacak şekilde anlayıp anlatmaları da, insanoğlunun istediğini istediği gibi anlama ve yapma hürriyetine ve gücüne sahip oluşunun açık fiili ve delilidir. Bu görüşlerden birisi kanun maddesi haline de dökülebilmiştir. Bu iki zıt anlayışın hangisinin yanlış ve hangisinin doğru olduğu meselesi ikinci derecedir. Üzerinde durmak istediğimiz husus, insanoğlunun bir meseleyi birbirlerine zıt düşecek şekilde anlayabiliyor olmasıdır.
Bazen iki zıt anlayıştan hangisinin yanlış olduğu açıkça görülür ve bazen de açıkça görülmeyebilir. Şüphesiz, herkesin anlayışına etki eden sebepler vardır. Yalnız hukuki meselelerde değil günlük hayatın her dalında buna dair olaylar vuku bulmaktadır.
İşte aynı bunun gibi, dinî kutsal sözleri de değişik ve muhtelif şekilde anlama imkânı, insana verilmiş olan anlama hürriyetinden doğmaktadır. İnsanoğlu bu hürriyetini azami şekilde ve en selahiyetli bir biçimde kullanmaktadır. Yukarıda dediğimiz gibi, kendi anlayışı da kanuni hüküm haline gelip infazı gerekli görülmektedir. İşte o hükmü verdiren anlayışı, onun kendi gayesi ve isteğidir. Bir hakim, bir sanığı on yıla mahkum ettiği zaman, sanık on yıla mahkum oluyor, eğer ona beş yıl hapis deseydi, sanık beş yıla mahkum olacaktı. Eğer sanığı suçsuz bulmak isteseydi, onu beraat ettirecekti. Evet insan istediğini istediği biçimde yorumlayabilme hürriyetine ve gücüne sahip kılınmıştır ve sahiptir.
Şimdi buna İslam hukuku tarihinden birkaç Örnek verelim:
Hz. Ömer'in oğlu Abdullah karısını hayızlı halindeyken boşuyor. Hz. Peygamber buna muttali olunca Hz. Ömer'e diyor ki, "Oğluna söyle: Karısına dönsün (müracaat etsin)".
İslam hukukunda uygulanan kaideye göre, boşayan koca karısına, üç hayız hali bitmeden dönerse, boşanmaktan vazgeçmiş olur ve bu esnada başka bir nikah akdine ihtiyaç kalmaz. Bu meselenin teferruatı üzerinde durmadan Hz. Peygamber'in sözünün nasıl yorumlandığını görelim:
Hz. Peygamber'in sözü; "Ona söyle, karısına dönsün "dür.1
Burada Hz. Peygamber'in verdiği emir, mutlak bir emirdir. Bunu alimler ve müctehidler şöyle anlamışlardır: Boşanmada doğru olan, güzel ve şık olan, sünnet üzere boşanmadır. Bu da temiz halinde, hayızlı olmadığı zamanda boşanmış olmasıdır. Buraya kadar anlayışta bir yanılma ve yanlışlık yoktur. Yanlış, bundan sonra başlıyor. Hayız halinde olan boşanma güzel ve sünnete uygun değilse de, boşanma vuku bulur ve boşanma geçerli olur. Bu durumda erkek günah işlemiş duruma düşer. Müctehidler eğer, hayız halinde boşanma güzel olmadığı ve sünnete de aykırı olduğu için, bu durumda boşanma vuku buimaz ve geçerli olmaz, demiş olsalardı, boşanma kabul edilmemiş olacaktı. Hz. Peygamber'in emri de verilmiş olan boşanma kararını iptal etmiş olarak kabul edilecek ve boşama geçersiz sayılacaktı. Ama bazı alimler ne yaptılar? Hz. Peygamber'in sözünü istedikleri gibi anladılar ve kararı ters yönde verdiler. Adamı da günah işlemiş kabul ettiler. Hz. Peygamber'in boşanmadan vazgeçilmesine dair olan emrini, gereği gibi değil, yanlış değerlendirdiler. Boşanmayı kanuna (sünnete) uygun ve uygun olmayan şeklinde ikili bir ayrıma gittiler; ama ikisini de geçerli saydılar. Aslında Hz. Peygamber'in sözünde uygun ve bidat boşanma diye bir ifade bulunmamaktadır. Doğrusu, (sünnete) aykırı olan boşanma şeklinde ikiye ayırmaları doğrudur. Ancak, kanuna aykırı olan (bidat) boşanmayı kabul etmeleri, meşru olmayanı meşru saymaları yanlıştır. İşte buna, öncülleri doğru, sonucu yanlış, gayri mantıki kıyas denir. Bu nevi kıyaslara dinin aleyhine yazarlarda daha da çok rastlanır. Onların önceden kötü niyetleri de işe karışınca, öncülleri de varmak istedikleri sonuca göre çarpıtmaları da dikkate alınmalıdır-
Bu misal bazı alimlerin, dinî meseleleri anlayıp anlatmakta ne kadar ters hareket edebildiklerine örnektir. Bazı muhalifler çıkmışsa da çoğunluğun verdiği karar hem günah, hem geçerli olmakta devam etmiş gelmiştir.
"Fakihler, boşanmayı iki kısma ayırmışlar. Sünnete; kanuna, şeriata uygun boşanma, sünnete; kanuna, şeriata uygun olmayan boşanma ki, buna bidat boşanma demişlerdir".2
Sünnetin çeşitli anlamlan bulunmaktadır. Tabiat kanunlarına, sosyal kanunlara da sünnet denildiği gibi, İslam dininin getirdiği kaide ve ilkelere de sünnet (şeriat) denir. Ayrıca, fakihlerin dilinde de sünnet terimi bulunmaktadır. Fakihlerin sünnet dedikleri hükümler, farz, vacipten sonra gelen üçüncü derecede bir hüküm değeri taşımaktadır. Fakihlerin teriminde olan sünnet, işlense iyi olur. Ama işlenmediği ve yapılmadığı zaman dinî bir sorumluluk taşımaz ve günah işlenmiş olmaz. Bu anlamdaki sünnet Peygamber'in sünneti anlamını karşılamaz.
Fakihlerin sünneti böyle anlamaları, onların Hz. Peygamber'in sünnetine ve hadisine aynı gözle bakmalarına da yansımış olmalıdır ki, hadislerde geçen hükümleri kendi anlayışlarındaki sünnet mertebesinde değerlendirebilmişlerdir.
Halbuki yukarıda zikrettiğimiz Hz. Peygamber'in "oğluna söy/e, karısına dönsün" emrinin, sırf Hz. Peygamber'in emri olmasından dolayı fazilet ifade etmesi lazımdır. Nitekim bazı müctehidler böyle söylemiş ama, bazıları da bunu mendup saymıştır3. Mendub, dinin insandan, kesin olmayan tarzda, yapmasını istediği şeye denir.4 Mendubu yapmayan cezaya çarptırılmaz ama, paylanmaya müstehak olabilir.5
Bu davranışlar fakihlerin açık seçik bir emri na-sıl değişik şekilde anladıklarına bir delildir. Fakat iş bu kadarla bitmiyor.
Farz demek ile mendup demek arasında sonuç itibariyle büyük fark vardır. Farzın hükmü mutlaka yerine getirilmelidir. Getirilmemesi cezayı gerektirir. Mendubta ceza yoktur ve yapılması gerekmez. Ayrıca farzın zıddı ve karşıtı haramdır ve yapılması lazımdır. Mendubun karşıtı ve zıddı mekruhtur. Yapılması beğenilmezse de yapıldığı zaman geçerli ve meşru olur. Haram olanda geçerlilik ve meşruluk bulunmaz, haram mutlak surette geçersiz ve saçmadır, batıldır.
Her ne kadar bunlar bilinen şeylerse de, biz, bu bilinenlerden şu neticeye varmak istiyoruz: Bir fa-kih nasıl derse, öyle olur. Farz derse farz, mendub derse mendub olur. Tersini demiş olsa, tersi geçerli, olur ve kanunilik ve meşrutiyet kazanır.
Hz. Peygamber'in "karısına dönsün" emrinin farz olduğunu kabul edenlere göre, yapılan boşanmanın iptali ve geçersizliğinin ilanı lazımdır. Çünkü yapılan iş haramdır. Kalkması farzdır. Onun kalkması da ancak farziyet ifade eden bir hükümle olabilir. Bu böyle iken, "dönsün" emrinin farz olduğunu kabul eden fakihler bile, boşanmanın geçerliliğini ve meşruiyetini kabul etmişlerdir. Bunların temsilcisi olarak Burhanuddin Ali b. Ebu Bekir Merginâni'yi (Ö. 593/1197) zikredelim. Der ki: "'En doğrusu, buradaki emir farziyet ifade ettiği için emrin gerçek anlamına göre hareket etmek ve mümkün olduğu kadar yapılan isyanın eserini kaldırmaktır".6
Merginâni'nin bu hükmü doğrudur ama, ne çare ki uygulama yanlıştır. Madem ki Hz. Peygamber'in emri farzdır, öyleyse bu emir, boşanmayı ortadan kaldırmalıdır. Yani Hz. Peygamber'in dönsün emri farz ise, boşanmak ortadan kalkmıştır. Bunu dedikten ve kabul ettikten sonra, hâlâ da ama boş geçerlidir demek, çelişkiye düşmek değil midir? Bu çelişkiye nasıl düşerler? Kısacası alimler, yanıldıklarını anlamamışlar ve kendilerinden sonra gelenler de aynı yanlışı sürdürmüşlerdir. Evet bunlar hem böyle derler, hem de neticede mendub diyenler gibi uygulama yaparlar. Kendi tespit ettikleri öncüllere göre neticeye gitmeye yanaşmazlar. Öncüller doğru, netice yanlış, kendi esaslarına göre de Hz. Peygamber'in "dönsün" emrinin mendub olduğunu ileri sürenlere göre boşama geçerlidir, ama beğenilen ve güzel bir yöntem değildir, derler. İşte "dönsün" emrinin farz olduğunu kabul edenler de, boşanmanın geçerli fakat, mekruh olduğunu söylerler.7 Uygulama aralarında fark yoktur. İkisi de neticede yanlıştır.
Kemal b. Humam diyor ki, hayız halinde boşanmanın yasaklanması Allah'ın "kadınları hayız halındeyken boşayın"8 emrinde mevcut, zımni; içerik bir mana olarak sabittir. Hz. Peygamber'in "Allah sana böyle emretmedi" demesinden kasdı budur.9 Şunu anlatmak istiyor: Yüce Allah Kur'an'da kadınları hayız hallerinde boşamayın demedi ama, onlan hayız haline girmeden boşayın demesinde, hayız hallerinde boşamayın manası sabittir. Bu doğru bir anlayıştır. Bundan sonra lbn Humam şunu ekliyor: Fakihlerin ittifakıyla hayız halinde boşama (Allah'a ve Peygamber'e) isyandır.10
Bid'at boşamaya gelince:
Bid'at, şeriatta olmayan ve şeriata zıt olan ve ona uymayan bir hüküm ve iş, davranış demektir. Bid'atı sadece şeriatta olmayan, dinde açıkça ifade edilmeyen ve bulunmayan bir nesne olarak tanımlamak bazı hususlara uygun olursa da tam bir tanım sayılmayacağı için, hem şeriatta bulunmayan, hem ona uygun olmayan şeklinde tanımlamak daha doğrudur. Buna üçüncü bir şart daha eklemek gerekiyor, o da dinde/şeriatta bulunana zıt ve karşıt da olmamaktır. Dinde açıkça bulunana zıt olan, bid'at kavramı içine girer.
Bütün fakihler ve hadisçiler hayız halinde boşanmanın bid'at olduğunu söylemektedirler. Buradaki bid'at, şu üç niteliği haiz olan bid'attır. Şeriatta yoktur, ona uygun değildir ve onda olana zıttır. Şeriatta olmadığı açıktır. Ama uygun değildirin manası, şeriatta sözle ifade edilen hüküm ve ilkelerin genel anlamına ve felsefesine uymamaktır. Şeriata zıt olmasının anlamı, onun zıddı ve karşıtı demektir. Meşru hüküm, sünnete; kanuna uygun hüküm dinde açıkça ifade edilmektedir. Hayız halinde boşama, hayız halinde olmamak şartıyla olan boşamaya zıddır. Hayız halinde boşamanın hem bid'at, hem haram ve hem isyan (günah) olduğunda alimler arasında ittifak bulunmaktadır.11
İşte bütün bu doğru ve meşru öncüllerin sonucu, hayız halinde olan boşamanın geçerli sayılma-masıdır. Eğer, bu alimler geçerli sayılmaz, demiş olsalardı, hayız halinde boşama geçerli olmayacaktı. Alimlerin dini ve kutsal sözleri yorumlamakla dine olan etkileri ve yönlendirmeleri böyle süregelmektedir. Başka şekilde yorumlasalardı, uygulama başka şekilde olacaktı. Bunu günlük bir misalle açıklayalım. Mahkemede hakim bir karar veriyor. Temyiz mahkemesi kanunun usulüne aykırı olduğu alimlerin boşanmayı kanuna uygun olan ve kanuna usulüne göre olmadığı için geçersiz sayılmış, icra edilmemiş. Onu usulüne uygun biçimde yapmalıdır. Kur'an namaz kılacağınız zamanda ahdest alın, diyor. Abdest farz, abdestsiz namaz batıldır. Yani abdestsiz namaz olayı varsa, şartına, usulüne uymadığı için, batıl, lağiv sayılmıştır. Hayız halinde boşanma olayı vardır, ama usulüne (sünnete) aykırı olduğu için, abdestsiz namaz gibi geçersizdir. Bunu geçerli sayanlar usulde (sünnette) hata etmişlerdir. Dinde yanlışlık yok, onu anlamada yanlışlık vardır. Bununla beraber, meseleyi doğru anlayanlar da eksik değildir. Meselâ Tahavi diyor ki, boşamanın, eseri, karısına dönmekle kalkmıştır ve san1 ki onu hayız halinde boşamamıştır.12
işte bu hüküm doğrudur. Burada şunu müşahede ettiğimizi belirtmek istiyorum. Tahavi hem ha-disçi, hem fakih olarak bir müctehiddir. Fakihlerin otoritesi altında ezilmemektedir. Hadise dayanarak fıkhi bir meseleyi kaidesine oturtabiliyor. Mezheplerin otoritesi altında kalan özellikle beşinci Hicrî (onbir Miladî) asırdan sonraki hadisçiler açıkça hadisleri mezheplerine göre şerhetmektedirler. Buna dikkat etmek lazımdır. Bunlar ne tam hadisçi ve ne de tam fakihtirler.
Zikrettiğimiz kaynaklarda, hayız halinde verilmiş olan bir boşun geçersiz olduğunu söyleyenler varsa da bunlar pek aşırı sayıldıklarından dolayı onlar itibar görmemişlerdir. Şafii hadis-çisi olan Nevevi bile İbn Hazm'ı kastederek bir zahiriye göre13 demekte ve Ayni de Zahiriye, Hariciye ve Rafıda mezheplerinin, hayız halinde verilen boşun geçersiz olduğunu söylediklerini zikretmektedir.
Bizler de, hayız halinde boşamanın geçerliliğini seneler önce okuduk. Bugün, kadınlarla ilgili problemler ortaya çıkmaya başlayınca eski bilgilerimizi, felsefe ve mantık ölçülerine, şeriatın hikmet ve gayesine göre tekrar değerlendirmeye alıyoruz. Diğer dinî meselelerde de hareket tarzımız budur. Önce zihnimizde problem ve cevabı oluşmakta, onu yapmak ve kaleme almak gerektiği veya zamanı geldiği vakit, meseleye ve kaynaklarına yeniden başvurmaktayız. Bizim anlayışımıza ters düşen eski bilgilerimizi burada görüldüğü gibi asıl ve önemli kurallara dayanarak açıklıyoruz. Eski bilgilerimizi öğrendiğimiz zatların fikirlerindeki çelişkileri, doğrulan, yanlış neticeye vardıklarını gene kendi tutarlılıklarından, tutarsızlıklarına intikal ederek bulmaya ve ortaya koymaya çalışıyoruz. Bu arada aynen bizim gördükten sonra bir işi, veya kanaati düzeltmeye kalkmıyoruz. Çünkü onların dediklerini daha önceden bilmiyoruz ve onların dedikleri haşiyelerde, kenarda, köşede kalıyor, daha doğrusu büyük bir suçlama ve ithama maruz bırakılarak zikrediliyorlar. Eğer biz daha önceden bildiklerimizin yanlışlığını düşünmemiş olsaydık, onların doğruluğuna inanarak işe ve araştırmaya başlasaydık, gene onların doğrularına inanarak sonuca varırdık. Çünkü onlar çoğunluktadır. Ve Cumhur denilen çoğunluk daima fikirlere bir baskı unsuru olarak da zikredilmektedir. Başta kendim bunun misalidir. Ben hafızlığım yıllarımı da sayarsam ellibeş senelik geceli gündüzlü tahsilden sonra bu çalışmayı yaptığım bu ana kadar "fetaîhkûhunne li ıddetihin-ne" ayetini anladığımı sanmıştım, halbuki anlamamıştım. Bu ayeti, gene kurdukları öncüllerin (mantıkta mukaddime) doğrularına dayandığımı, alimlerin vardıkları yanlış neticelerden anladım. Neticelerinin öncüllerine ters düştüğünü tespit ettim. Meseleyi incelemeden önce, yanıldıklannı düşündüğüm zaman, doğru düşünenlerin de doğru olduğunu bilmiyordum. İnceleme esnasında doğru düşünenlerini tespit edince, ötekilerin yanlışlarını ortaya koymak daha kolay ve güven verici oldu.
Hz. Peygamber'in "karısına dönsün" emri, bu ayete dayanıyor. Bu ayetin anlamı "kadınları hayız haline girmeden, hayız halinden önce boşayın".15 Yani hayız halinde boşamak yasaklanmış ve nehye-dilmiş oluyor. Böylece Hz. Peygamber'in sözü de Kur'an'a dayanıyor. Hz. Peygamber bu emri Kur'an'dan anladığına göre veriyor, bu anlayışı Kur'anın hem lafzına hem nikmeı ve gayesine uygun oluyor. Hz. Peygamber'in sözünün vahyi anlamaktan ayrı birşey olmadığı da anlaşılıyor. Hz. Peygamber'in sözlerinin ve işlerinin (sünnet) bir kaynağının da Kur'an ve onu anlama olduğunu da böylece pekiştirrniç oluyoruz.işte Kur'an'a ve Hz. Peygamber'in sünnetine, doğrudan ve daha önce öğrendiklerimizi ve bildiklerimizi gözardı ederek, onlara bağlı kalmayarak dönecek olursak, Kur'an'ı ve hadisi daha sağlam ve daha doğru anlama imkânımız olur.
Burada anlatmak istediğimizi bir daha ve tekrar söylemek gerekiyor. Ne müslümancılık yapanların, ne de Müslümanlığın aleyhinde olanların sözlerine güvenmeli. Ayet ve hadislere yanlış mana «erenler yalnızca Müslümanlığın aleyhinde yazı yazanlar değildir.Müslüman alimler de yalnış mana neticeye veya yanlışlardan yanlış neticeye varabilmektedirler.
Sırası gelmişken burada şunu belirtmede isabet vardır. İslam alimlerinin yanılmalarındaki etkenler ne olursa olsun, sözlerinde samimi olduklarını ve İslam'ın aleyhinde olmadıklarını kabullenmek doğru olur. Diğer bir tesbit de, İslam'ı tenkit fikri ile yola çıkanların da kendi anlayış ve doğru davranışlarına uygun olan İslam hüküm ve ilkelerine yine de hücum etmeleri, peşin fikirlilikte ve gerçeğe karşı samimiyetsizlikle harekette bulunmalarıdır. Bu gibilerin tenkitlerine yıkıcı tenkit, demekten başka çare kalmıyor. Üçüncü bir tesbiti de şöyle ortaya koymak istiyoruz: Diyelim ki, herhangi bir peşin fikri olmayan bir araştırmacı, araştırma esnasında öyle yanlış saçma hüküm ve sözlere rastlıyor ki o sözlerin sahipleri ve nakilci-leri onları İslam'ın şaşmaz gerçekleri olarak sunuyorlar. Bunların karşısında kalan araştırmacı, çığ-rından çıkıyor ve onlara hücum ediyor. Onlara hü-*cum ederken İslam'a da hücum etmiş oluyor. O sözlerin ve yorumların sahipleri hayatları boyunca yaptıkları İslamî çalışmalarla, onları düzeltmemiş ise, aynı yıllar kadar aynı konulara kendini verememiş başka bir kimse elbette, onların yanlışlarını düzeltecek durumda olamaz.
İşte kabahati ve suçu yalnız hasmına yükleyen kimse hiçbir zaman kendi yanlışını düzeltme fikrine sahip olamaz.
İslam alimlerinin ayet ve hadisi anlama ve anlatmalarında nasıl yanıldıklarına dair bir örnek vermeye çalışıyoruz ve fakihler, kendilerine göre haram olduğu halde, geçerli olduğunu söyledikleri için hayız halinde boş vermek geçerli olmuştur. Oysa geçerli olmadığını söylemiş olsalardı, geçerli olmayacaktı. İşte mesele bu kadar basit ve bu kadar önemlidir. Diğer dinî meselelere de bu kaide uygulanmalıdır.
Kadınların hayız halinde boşanmalarından bahsedilince boşanmaya dair üç meseleye de uzunluğuna ve derinliğine girmeden burada kısaca değinmek gereğini duyuyorum. Ancak meselelerin, hükümlerin gaye ve hikmetine, felsefesine eğilmeyecek, sadece tasvirle yetineceğiz.
a) Evlenmede iki şahit şart ise boşanmada da iki şahit bulundurmak şarttır. Nikâhta şahit bulundurmak, hadis ile sabittir, ama boşanmada iki şahit bulundurmak ayet ile sabittir.16 Fakihler bu ayete de gereken önemi verip bunu fıkıhta bir kaide olarak kodlaştırmamışlardır. Yani bu ayete dayanarak, karı kocanın ancak iki şahidin yanında boşanmaları halinde boşanmanın geçerli ve meşru olduğunu söylemeleri lazımken söylememişlerdir. Çünkü ayetteki emir açık ve seçik olarak, "boşandığınızda iki adil, doğru dürüst şahit bulundurun" demektedir. Fakihler, bu ayeti ahlâkî bir duruma yorumlayarak, şahit getirirse iyi olur; ama şahit olmazsa da boş geçerli sayılır, demişlerdir. Eğer bu ayete fıkhi (hukuki) bir anlam verselerdi, şahitsiz boşanma olmaz, demiş olsalardı, şahitsiz hiçbir boşanma olmayacaktı ve bir sürü saçma, gayrimeşru ve gayri İslamî boşanmalara ve neticelere müslü-manlar katlanmak zorunda kalmayacaklardı. Ayetin açık ve seçikliğine aykırı olan bu hüküm hâlâ İslam toplumlarında geçerliliğini korumaktadır. İşte yanlış bir anlayış böyledir. Buna karşı çıkanlar olmuşsa da onlar, Kur'an delil getirilerek değil, daha önceki insanların sözleri ileri sürülerek susturulmuş ve ezilmişlerdir.
b) Kur'an-ı Kerim, kan kocanın boşanmasını ilke olarak kabul ediyor ve bu hususta tek bir sebep gösteriyor: O da karı kocanın geçimsizlikleri ve birbirine olan tahammülsüzlükleri. A-yetin istediği şey, geçimsizliğin tespitidir. Ayete göre kan kocanın kendi ailelerinden hakem tayin ederek karı kocanın arasını bulmaya çalışacakları emrediliyor. Ayete göre geçimsizlik tespit edilmeyince ve iki hakem çözemeyince, durum kadıya (hakime) intikal eder ve kadı da iki şahidin huzurunda boşanmaya hükmeder. Fakihler bu ayete fıkhi (hukuki) bir statü vermemiş ve onu ihmal etmişlerdir. Oysa bu ayete fıkhi (kanuni) bir norm ve şekil vermiş olsalardı, hiçbir boşanma bu geçimsizlik durumu olmadan geçerli olmayacaktı. Fıkıhtaki boşanma ile ilgili birçok tartışmaya ve ortaya atılıp sonra çözümü aranan ve bulunamayan varsayımlara, spekülasyonlara gerek kalmayacaktı.
"Eğer karı kocanın aralarının açılacağından endişelenirseniz kocanın tarafından bir hakem ve kadın tarafından bir hakem tayin edin. Bu iki hakem aralarını düzeltmek isterse, Allah da aralarını bulmalarına yardımcı olur".17
Bu ayet boşanmanın hem sebebini, hem şeklini açıklıyor. Gene sözümüzü tekrar edeceğiz. Eğer fakihler, bu ayeti fıkha alıp üzerinde düşünüp içerdiği hükümleri kodlaştırmış olsalardı, İslam hukukunda aile hukukunu çok ileri götürmüş ve şimdikilerden daha modem bir boşanma hukukunu dünyaya da öğretmiş olurlardı. Burada dikkat edilmesi gereken husus, kadın ve erkek ayrımının olmamasıdır.
c) Kur'an'da, hadiste ve İslam fıkhında (hukukunda) kadına boşanma hakkının verilmiş olması. Buna sebeb olan olay şudur. Kadının biri Hz. Peygamber'e gelir ve: "Ey Allah'ın elçisi ben falancanın karışıyım, ama boşanmak istiyorum" der. Hz. Peygamber şikayetinin ne olduğunu sorar. Kadın, kocasının geçiminden, ahlâkından ve davranışından şikayet etmediğini, yalnız yolda gelirken onun arkadaşları arasında kısa boylu, çirkin ve çok siyah görünüşlü olmasını ileri sürüyor ve onunla yaşayamayacağını ifade ediyor. Bunun üzerine Hz. Peygamber: Aldığın mehri geri ver ve ayrı/, diyor. Kadının daha fazlasını veririm, demesi üzerine, Hz. Peygamber hayır, sadece aldığın mehri verirsin, demiş ve kadın boşanmıştır18.
İslam'da kadının boşanma hakkının olmadığını iddia etmenin saçmalığına bu Peygamber tatbikatı en geçerli delildir.
Bu olayda, "b"de açıkladığımız geçimsizlik ve huzursuzluk sebeb gösterilmişti. Buradaki sebep, psikolojik ve estetik beğenme, gönlü ısınmama ve nefret etmedir, sosyolojik ve fiziki bir sebep değildir. Kadın da istediği zaman boşana-biliyor. Erkek de istediği zaman boşanabiliyor. Kur'an herkesin istediği zaman boşanmasını bir esas sebebe bağlıyor ve o sebebin gerçekliğini., yani o sebebin gerçekten vuku bulup bulmadığını tespit ettiriyor. Yoksa her kızışta ve öfkelenmede öyle uluorta aile yuvasının dağılmasına imkân vermiyor. Geçimsizliğin ve huzursuzluğun tespitini ve çözümünü iki hakeme bırakıyor. Fıkıhta kadının bu boşanma hakkına "hul"' deniyor. Ancak, uygulamada, sanki bundan fıkıh okuyanların haberi yokmuş gibi, kadına boşanma hakkının başka şartlarla sağlanabileceğini ileri sürenler bulunuyor. Dr. Kinsey, kitaplarında, burada zikrettiğimiz psikolojik sebep dolayısıyla Muhammed'in dininde kadına boşanma hakkının verildiğini yazmaktadır. Ben, o zaman, bizim fıkıh-çılar bunu bilmiyor, o biliyor demiştim. Allah rahmet etsin, vaktiyle İstanbul ilim muhitlerinin yaki-nen tanıdığı alimlerden Raif Olgan merhuma bunu söylediğimde, bana: "Hüseyin! Ben de bilmiyordum" dedi. Ama fıkıh okuyanlar, mutlaka bunu okurlar, okumak kâfi değil, anlamak şart. Anlamak, Arapçasını Türkçeye tercüme etmek değildir. Anladığına sahip ve malik olarak, onun uygulamasını yapmaktır. Bilirler, ama bildiklerini bilmezler. Çünkü bildiklerini bilmeleri gerektiği gibi bilmezler de ondan.
Buraya aldığımız üç esas ile, boşanmanın sırf erkeğin elinde ve hem de istediği gibi gelişigüzel bir hak olmadığı ortaya çıkıyor. Öyle fıkıhta yazılıp dökülen bir sürü yanlış ve saçma varsayımların Kur'an'a ve hadise aykırı olduğu açıklığa kavuşuyor. Buraya kadar özetle açıklamaya çalıştığımız şer'î (Kur'an ve Hadis) esaslardan şu sonuçlan tekrar hatırlatmak üzere gözönüne koymakta fayda mülahaza ediyorum
1. Meşru boşanma, belli ve objektif bir sebebe dayanacaktır. Bu da karı kocadan birinin diğeriyle yaşamaya tahammül edememesi halidir.
2. Karı koca arasında bir geçimsizlik ve huzursuzluk çıktığı takdirde ikisinden biri boşanma isteyebilir.
3. Eşlerden birinin diğerinden nefret etmesi de boşanma sebebi olabilir. Yukarıda (c) fıkrasında olduğu gibi kadının Hz. Peygamber'e kocasından nefretini anlatması temel alınması gereken bir durumdur. Ancak, bu nefretin, bir an için öfke ve kızgınlıktan öte bir gerçeği olması gerekir. Öfke geçtikten sonra pişmanlığa dönmemelidir. Bunun için, boşanmadan önce, hakemler, olmazsa yargıcın (hakimin) huzurunda şahitler bulundurma şart koşuluyor. Bunun hikmet ve felsefesi, o süre esnasında boşanma isteyene düşünme imkânı ve geri dönme fırsatı sağlanıyor. Eğer, gerçekten kararlı ise devam eder. Hz. Peygamber, kadının nefretini yok edilmeyecek, adamın fiziki yapısına ait olduğunu görünce hemen boşanmaya hükmediyor. Bir davranış ve bir öfkeden, sözden dolayı olsaydı, onların izalesine çalışırdı ve çalışılmalıdır.
Boşanmada sebep olacak şeyin tespiti çok önem kazanıyor. Karı kocadan her biri, kendi başına herhangi bir sebep uydurup boşanmak isteyebilir. Bunun önüne geçmek için boşanma sebebinin tespiti ve ortak hayata yapacağı olumsuz etkinin neticeleri incelenmelidir. İşte bunun için her iki tarafın ailesinden birer hakemin tayini ve uzlaştırmayı gerçekleştirmeye çalışmaları esas alınmıştır.
5. Bu esaslar uygulandığı zaman, boşamanın erkek veya kadının elinde birer tehdit silahı olmadığı, fıkıhta anlatıldığı gibi erkeğin iki dudağı arasında bulunmadığı, kadının da boşanma isteyebileceği ve boşanmanın meşru sebebi tahakkuk ettiği zaman, boşanmanın caiz olduğu anlaşılıyor.
6. Nasıl ki, evlenmede iki şahit getiriliyorsa, aynı şekilde evlilik müessesesinin son bulduğunu tespit için de iki şahit bulundurma getiriliyor. Böylece, boşanmak isteyene, düşünmek imkân; veriliyor.
Kabul etmek gerekir ki, evlilik, ortak kurulan bir hayattır. Bir ticaret şirketi gibi bir kâr sağlama ortaklığı gibi düşünülemez. Toplumun, milletin ve devletin çekirdeğini teşkil eden aile yuvasını çatlatmanın, yıkmanın mesuliyetinin ve ortada kalacak çocukların hayatları ve geleceklerinin topluma olacak olumsuz etkilerinin de hesaba katılması lazımdır. Bu durum, boşanmanın erkek ve kadının gelip geçici arzularına bırakılmaması gerektiğini ortaya koyuyor. Ancak, gerçek ve objektif sebepler bulunduğu zaman boşanmaya izin vardır. Hayat, bir katlanma, tahammül ve sabır mücadelesidir. Bu, insanlığın hem şeref ve hem bütünlüğünü koruma savaşıdır. Sağlam neslin yetişme ortamı geçimli, uyumlu aile yuvasıdır. Fazilet yüce bir şereftir. Onu elde etmek insanın elindedir. O sabırla kazanılır. Dürüstlük bir fazilet ve dürüst olmak sabır ister. Evlilere yapılabilecek en değerli öğüt şudur: Çocukların yanında birbirini yıkıcı tenkidde bulunmasınlar, tartışmasınlar, kavga etmesinler, dargın durmasınlar. Çocuk büyük bir nimettir, o bir millettir, o olmazsa, millet de olmaz, insanlık da kalmaz. En büyük şeref, çocuğu şerefli, namuslu, dürüst yetiştirmektir.
DİPNOTLAR:
1. Buharı, 6/163, istanbul 1981; tbn Hacer Askalani (773-852 H./1371-M./1448); Fethu'l-Bari, 9/345 vd..
2 Fethu'l-Bari, 9/346; Umdetu'l-Kari, 9/529; Burhanuddin Ali b. Ebu Bekir Merginâni (593 H. 1196 M.) el-Hidaye (Fethu'l-Kadir içinde) 3/22.
3. Fethu'l-Bari, 9/349; Umdetu'l-Kari, 9/530; el-Hidaye
3/34.
4. İslam Hukuk Felsefesi. Abdulvehhab Hallaf 298, Ankara
1985, Hüseyin Atay Tercümesi, Burada mendup, Fakihlerin
sünneti anlamına gelir.
5. A 5. e., s. 229.
6. el-Hidaye 3/34 [Fethu'l-Kadir içinde) Kuranı ve Hz. Pey
gamberin sözünü bırakıp birbirlerinin sözünü birbirlerinin
lehine ve aleyhine tartışıyorlar. (Fethu'l-Bari ve Umdetu'l-
Kcril
7. efHUbye. 3/33.
8. Talâk, 65/1.
9. İbn Humam, 3/33.
10. A g. y.
11. Fethu'l-Bari. 9/346, 347, 349, 350; Umdetu'l-Kari,9/530; Fethu'l-Kadir, 3/34.
12.) el-Hidaye, 3/34: Bunun açıklaması, Fethu'l-Kadir. 3/35
13. Fethu'l-Bari. 9/352, 353.
14. Ayni, Umdetu'l-Kari, 9/530.
15. Talâk, 65/1; Umdetu'l-Kari, 9/530; Fethu'l-Bari, 9/346;Kamil Miras, Tecridi Sarih Tercümesi, 11/338 vd.; Fethu'l-Kadir, 3/34. '
16. Talâk, 65/2; Hüseyin Atay. İslam Hukuk Felsefesine Giriş,
12, İslam Hukuk Felsefesi, Abdulvehhab'tan Tercüme.Ankara 1985).
17. Nisa, 4/35.
18. Ebu Abdullah, Muhammed b. Ahmed Kurtubi, el-Cami //Ahkâmi'l-Kur'an (Tefsir), 3/139; Umdetu'l-Kari. 9/571; Fethu'l-Bari, 9/395. 400.
Bilgi ve Hikmet, Güz -1994/8