beyaz kuğu
  Kur an ve Hadis Yorumlamasi
 
Kur'an ve Hadis Yorumlaması

Prof.Dr.Hüseyin ATAY

Kur'an, yalnız Allah'ın kelâmı olduğuna inananlarca anlaşılması gereken bir kitap değil, tarih­çilerin, antropologların, psikologların, sosyologla­rın, teologların, hukukçuların, siyasilerin ve temas ettiği diğer sosyal ve teknik bilimlerle meşgul ilim adamlarının da anlamaya ve araştırmaya, açıkla­maya çalışmaları gereken bir kitaptır. Kur'an'ın, Allah'ın sözü olduğuna inanmayanlar bulunsa da, ihtisas sahalarına ait ayetlerde işaret edilen birtakım bilgilerin, kuralların, aksiyonların bir kitap sıfatıyla onlar tarafından da incelenmeye değer olduğu şüp­he götürmez. Kur'an üzerinde ilmî bir çalışma yapmakla müslüman olunmadığı gibi, müslüman olun­ması da gerekli değildir. Müslü­man olmaktan korkmadan, lehte ve aleyhte bir ni­yet beslemeden gayr-ı müslimlerin onu tarafsız bir çalışma konusu yapmaları onlarda, yeni bir araştır­ma yönleri ve ufukları açmaya, çağrıştırmaya se­bep olabilir.

Eflatun, Aristo, Descartes, Kant ve Einstein gi­bi filozofların cümleleri üzerinde tezler yapılırken, benzer çalışmaların Kur'an'ın ayetleri üzerinde ya­pılmasından kaçınmaya gerek yoktur. Hele insanı anlamak için, Kur'an üzerinde yapılacak araştırma­ların, ilim adamlarına ilmî açıdan faydalı olacağı şüphesizdir.

Kur'an'ın insanoğlundan istediği, kendisine inanmadan önce, kendisini incelemesi, anlaması, düşünmesi, kendisine faydalı gördüğünü almasıdır. Onun Allah'ın sözü olduğuna inanılsın veya inanıl­masın, önemli olan insanoğlunun istifade etmesi- için Kur'an, herşeyden evvel, insanoğlunu okumaya, düşünmeye davet eder. Bunları yaptıktan sonra, onun Allah'ın kitabı olduğuna inananlara özel emirler verir ve özel öğütler sunar, onları, başkala­rına örnek insan olmaya çağırır ve dürüstçe çalış­maya ve davranmaya özendirir.

İşte Kur'an'ın felsefesi budur ve onun hedefi, in­sanı, kâmil ve olgun insan, münevver, aydın insan olarak yetiştirmektir. Cahillerin sandığı gibi Kur'an, insanı çarpmaz, yoldan çıkarmaz. İnsana ferdiyet şahsiyet kazandırır, onu ferd ola­rak toplum içinde yüceltir. Putpe­rest de, kafir de, müslüman da onu abdestsiz, abdestli, gusulsüz ve gusullü olarak alabilir, tutabilir ve okuyabilir. Hz. Peygamber'in za­manında da böyle olmuş ve tarih boyunca öyle de­vam ettiği içindir ki, Müslümanlık yayılmıştır.

Kur'an-ı Kerim, insanı olumlu ve olumsuz yönleriyle çok iyi anlatır. Bir kimsenin kendisini bu kadar güzel ve doğru anlatabilmesi pek müm­kün değildir. Bu da Kur'an'ın insanı yapanın, ya­ratanın kitabı olduğunu gösterir. Bir motoru icad eden ustanın motorunu başkasından daha iyi an­latması gibi.

 

Kur'an-ı Kerim, Allah'ın insana hürriyet ve hür­riyetini kullanmak için irade, iradesini aksiyona ge­çirmek için de güç verdiğini bildirmektedir. Böyle­ce insan istediğini istediği şekilde yapabilmekte­dir ue yapmaktadır. Şüphesiz, insanın istediğini istediği biçimde yapabilmesi demek, kendi işine ve menfaatine nasıl geliyorsa öyle yapıyor olması de­mektir. Yararını ve zararını bilmesi, düşünmesi ve ona göre hareket etmesi için akla da sahip kılınmıştır. insanın istediğini istediği gibi yapma hürri yeti gücü ile sınırlıdır, ama bu gücünü de artırması, çalışma sahasını genişletmesi, kendi iradesine bıra­kılmıştır, insan istediğini yapar demekle, onun sı­nırsız hürriyeti ve sınırsız gücü vardır, demek iste­miyoruz. Böyle de anlaşacağını sanmıyoruz. Elbet­te bu insanın, bir hür iradesi ve onu fiilleştirecek bir gücü bulunur. Bundan dolayı insandır, diğer yara­tıklardan ayrılır ve bundan dolayı da bir şeyi, sonu­cun neyi götürüp, neyi getireceğini bilerek, düşü­nerek ve hesaba katarak yapar. Yaptığı işi bir ga­yeye göre işlediği için, iki şeyden sorguya çekilir. Niçin onu seçti ve yaptı ve ne elde etti?

Kur'an, insana hür irade ve onu gerçekleştire­cek güç verildiğini ve onları niçin kullandığının so­rulacağını bildirir. Burada üzerinde durmak istediği­miz nokta, insanın anlama ve anlatım gücü ve hür­riyetidir. Günlük olayların insanlar tarafından deği­şik ve muhtelif şekilde anlaşılması ve anlatılmasın­da bu görülmektedir. Herkes hadiseleri kendi iste­ğine göre yorumlamakta ve ona göre anlamakta­dır. İstekleri birleşenler yorumda birleşmekte ve birbirlerine hem tesir etmekte, hem de destek ol­maktadırlar.

Mahkemelerde bile savcı, kanunun bir maddesi ne dayanarak sanığın idamını ister. Ama sanığın   avukatı da aynı maddeye da­yanarak sanığın beraatini is­teyebilir. Zira insan sözünü, tam zıt anlamda anlama yete­neği insanda mevcuttur. Da­ha günlük bir misal verelim. Kız öğrencilerin başlarını örtmelerinin laikliğe aykı­rı olduğuna hükmedenler ile, bunun laikliğin gere­ği olduğunu savunanların, aynı kanunu nasıl birbi­rine zıt olacak şekilde anlayıp anlatmaları da, insa­noğlunun istediğini istediği gibi anlama ve yapma hürriyetine ve gücüne sahip oluşunun açık fiili ve delilidir. Bu görüşlerden birisi kanun maddesi hali­ne de dökülebilmiştir. Bu iki zıt anlayışın hangisinin yanlış ve hangisinin doğru olduğu meselesi ikinci derecedir. Üzerinde durmak istediğimiz husus, in­sanoğlunun bir meseleyi birbirlerine zıt düşecek şe­kilde anlayabiliyor olmasıdır.

Bazen iki zıt anlayıştan hangisinin yanlış olduğu açıkça görülür ve bazen de açıkça görülmeyebilir. Şüphesiz, herkesin anlayışına etki eden sebepler vardır. Yalnız hukuki meselelerde değil günlük haya­tın her dalında buna dair olaylar vuku bulmaktadır. 

İşte aynı bunun gibi, dinî kutsal sözleri de deği­şik ve muhtelif şekilde anlama imkânı, insana veril­miş olan anlama hürriyetinden doğmaktadır. İnsanoğlu bu hürriyetini azami şekilde ve en selahiyetli      bir biçimde kullanmaktadır. Yukarıda dediğimiz gibi, kendi anlayışı da kanuni hüküm haline gelip in­fazı gerekli görülmektedir. İşte o hükmü verdiren anlayışı, onun kendi gayesi ve isteğidir. Bir hakim, bir sanığı on yıla mahkum ettiği zaman, sanık on yıla mahkum oluyor, eğer ona beş yıl hapis desey­di, sanık beş yıla mahkum olacaktı. Eğer sanığı suç­suz bulmak isteseydi, onu beraat ettirecekti. Evet insan istediğini istediği biçimde yorumlayabilme hürriyetine ve gücüne sahip kılınmıştır ve sahiptir.

Şimdi buna İslam hukuku tarihinden birkaç Ör­nek verelim: 

Hz. Ömer'in oğlu Abdullah karısını hayızlı ha­lindeyken boşuyor. Hz. Peygamber buna muttali olunca Hz. Ömer'e diyor ki, "Oğluna söyle: Karı­sına dönsün (müracaat etsin)".

İslam hukukunda uygulanan kaideye göre, boşayan koca karısına, üç hayız hali bitmeden döner­se, boşanmaktan vazgeçmiş olur ve bu esnada baş­ka bir nikah akdine ihtiyaç kalmaz. Bu meselenin teferruatı üzerinde durmadan Hz. Peygamber'in sözünün nasıl yorumlandığını görelim: 

Hz. Peygamber'in sözü; "Ona söyle, karısına dönsün "dür.1

Burada Hz. Peygamber'in verdiği emir, mutlak bir emirdir. Bunu alimler ve müctehidler şöyle anlamışlardır: Boşanmada doğru olan, güzel ve şık olan, sünnet üzere boşanmadır. Bu da te­miz halinde, hayızlı olmadığı zamanda boşanmış olmasıdır. Buraya kadar anlayışta bir ya­nılma ve yanlışlık yoktur. Yanlış, bundan sonra baş­lıyor. Hayız halinde olan boşanma güzel ve sünne­te uygun değilse de, boşanma vuku bulur ve boşan­ma geçerli olur. Bu durumda erkek günah işlemiş duruma düşer. Müctehidler eğer, hayız halinde bo­şanma güzel olmadığı ve sünnete de aykırı olduğu için, bu durumda boşanma vuku buimaz ve geçerli olmaz, demiş olsalardı, boşanma kabul edilmemiş olacaktı. Hz. Peygamber'in emri de verilmiş olan boşanma kararını iptal etmiş olarak kabul edilecek ve boşama geçersiz sayılacaktı. Ama bazı alimler ne yaptılar? Hz. Peygamber'in sözünü istedikleri gibi anladılar ve kararı ters yönde verdiler. Adamı da gü­nah işlemiş kabul ettiler. Hz. Peygamber'in boşan­madan vazgeçilmesine dair olan emrini, gereği gibi değil, yanlış değerlendirdiler. Boşanmayı kanuna (sünnete) uygun ve uygun olmayan şeklinde ikili bir ayrıma gittiler; ama ikisini de geçerli saydılar. Aslın­da Hz. Peygamber'in sözünde uygun ve bidat bo­şanma diye bir ifade bulunmamaktadır. Doğrusu, (sünnete) aykırı olan boşanma şeklinde ikiye ayırmaları doğrudur. Ancak, kanuna aykırı olan (bidat) boşanmayı kabul etmeleri, meşru olmayanı meşru saymaları yanlıştır. İşte buna, öncülleri doğru, sonu­cu yanlış, gayri mantıki kıyas denir. Bu nevi kıyasla­ra dinin aleyhine yazarlarda daha da çok rastlanır. Onların önceden kötü niyetleri de işe karışınca, ön­cülleri de varmak istedikleri sonuca göre çarpıtma­ları da dikkate alınmalıdır-

Bu misal bazı alimlerin, dinî meseleleri anlayıp anlatmakta ne kadar ters hareket edebildiklerine örnektir. Bazı muhalifler çıkmışsa da çoğunluğun verdiği karar hem günah, hem geçerli olmakta de­vam etmiş gelmiştir.

"Fakihler, boşanmayı iki kısma ayırmışlar. Sün­nete; kanuna, şeriata uygun boşanma, sünnete; ka­nuna, şeriata uygun olmayan boşanma ki, buna bi­dat boşanma demişlerdir".2

Sünnetin çeşitli anlamlan bulunmaktadır. Tabi­at kanunlarına, sosyal kanunlara da sünnet denildi­ği gibi, İslam dininin getirdiği kaide ve ilkelere de sünnet (şeriat) denir. Ayrıca, fakihlerin dilinde de sünnet terimi bulunmaktadır. Fakihlerin sünnet de­dikleri hükümler, farz, vacipten sonra gelen üçün­cü  derecede  bir  hüküm değeri   taşımaktadır.   Fa­kihlerin   teriminde   olan sünnet,   işlense   iyi   olur. Ama işlenmediği ve yapıl­madığı zaman dinî bir so­rumluluk taşımaz ve gü­nah  işlenmiş  olmaz.   Bu anlamdaki    sünnet  Peygamber'in sünneti anlamını karşılamaz.

 

Fakihlerin sünneti böyle anlamaları, onların Hz. Peygamber'in sünnetine ve hadisine aynı gözle bakmalarına da yansımış olmalıdır ki, hadislerde geçen hükümleri kendi anlayışlarındaki sünnet mertebesinde değerlendirebilmişlerdir.

Halbuki yukarıda zikrettiğimiz Hz. Peygam­ber'in "oğluna söy/e, karısına dönsün" emrinin, sırf Hz. Peygamber'in emri olmasından dolayı fa­zilet ifade etmesi lazımdır. Nitekim bazı müctehidler böyle söylemiş ama, bazıları da bunu mendup saymıştır3. Mendub, dinin insandan, kesin olmayan tarzda, yapmasını istediği şeye denir.4 Mendubu yapmayan cezaya çarptırılmaz ama, paylanmaya müstehak olabilir.5

Bu davranışlar fakihlerin açık seçik bir emri na-sıl değişik şekilde anladıklarına bir delildir. Fakat iş bu kadarla bitmiyor.

Farz demek ile mendup demek arasında sonuç itibariyle büyük fark vardır. Farzın hükmü mutlaka yerine getirilmelidir. Getirilmemesi cezayı gerektirir. Mendubta ceza yoktur ve yapılması gerekmez. Ayrıca farzın zıddı ve karşıtı haramdır ve yapıl­ması lazımdır. Mendubun karşıtı ve zıddı mekruh­tur. Yapılması beğenilmezse de yapıldığı zaman ge­çerli ve meşru olur. Haram olanda geçerlilik ve meşruluk bulunmaz, haram mutlak surette geçersiz ve saçmadır, batıldır.

Her ne kadar bunlar bilinen şeylerse de, biz, bu bilinenlerden şu neticeye varmak istiyoruz: Bir fa-kih nasıl derse, öyle olur. Farz derse farz, mendub derse mendub olur. Tersini demiş olsa, tersi geçer­li, olur ve kanunilik ve meşrutiyet kazanır. 

Hz. Peygamber'in "karısına dönsün" emrinin farz olduğunu kabul edenlere göre, yapılan boşan­manın iptali ve geçersizliğinin ilanı lazımdır. Çün­kü yapılan iş haramdır. Kalkması farzdır. Onun kalkması da ancak farziyet ifade eden bir hükümle olabilir. Bu böyle iken, "dönsün" emrinin farz ol­duğunu kabul eden fakihler bile, boşanmanın ge­çerliliğini ve meşruiyetini kabul etmişlerdir. Bunla­rın temsilcisi olarak Burhanuddin Ali b. Ebu Bekir Merginâni'yi (Ö. 593/1197) zikredelim. Der ki: "'En doğrusu, buradaki emir farziyet ifade ettiği için emrin gerçek anlamı­na göre hareket etmek ve mümkün olduğu kadar yapılan isyanın eserini kaldırmaktır".6

Merginâni'nin bu hük­mü doğrudur ama, ne ça­re ki uygulama yanlıştır. Madem ki Hz. Peygam­ber'in emri farzdır, öyleyse bu emir, boşanmayı or­tadan kaldırmalıdır. Yani Hz. Peygamber'in dön­sün emri farz ise, boşanmak ortadan kalkmıştır. Bunu dedikten ve kabul ettikten sonra, hâlâ da ama boş geçerlidir demek, çelişkiye düşmek değil midir? Bu çelişkiye nasıl düşerler? Kısacası alimler, yanıldıklarını anlamamışlar ve kendilerinden sonra gelenler de aynı yanlışı sürdürmüşlerdir. Evet bun­lar hem böyle derler, hem de neticede mendub di­yenler gibi uygulama yaparlar. Kendi tespit ettikle­ri öncüllere göre neticeye gitmeye yanaşmazlar. Öncüller doğru, netice yanlış, kendi esaslarına gö­re de Hz. Peygamber'in "dönsün" emrinin men­dub olduğunu ileri sürenlere göre boşama geçerli­dir, ama beğenilen ve güzel bir yöntem değildir, derler. İşte "dönsün" emrinin farz olduğunu kabul edenler de, boşanmanın geçerli fakat, mekruh ol­duğunu söylerler.7 Uygulama aralarında fark yok­tur. İkisi de neticede yanlıştır.

Kemal b. Humam diyor ki, hayız halinde boşanmanın yasaklanması Allah'ın "kadınları hayız halındeyken boşayın"8 emrinde mevcut, zımni; içe­rik bir mana olarak sabittir. Hz. Peygamber'in "Al­lah sana böyle emretmedi" demesinden kasdı bu­dur.9 Şunu anlatmak istiyor: Yüce Allah Kur'an'da kadınları hayız hallerinde boşamayın demedi ama, onlan hayız haline girmeden boşayın demesinde, hayız hallerinde boşamayın manası sabittir. Bu doğru bir anlayıştır. Bundan sonra lbn Humam şu­nu ekliyor: Fakihlerin ittifakıyla hayız halinde boşa­ma (Allah'a ve Peygamber'e) isyandır.10

Bid'at boşamaya gelince:

Bid'at, şeriatta olmayan ve şeriata zıt olan ve ona uymayan bir hüküm ve iş, davranış demektir. Bid'atı sadece şeriatta olmayan, dinde açıkça ifade edilmeyen ve bulunmayan bir nesne olarak tanım­lamak bazı hususlara uygun olursa da tam bir tanım sayılmayacağı için, hem şeriatta bulunmayan, hem ona uygun olmayan şeklinde tanımlamak daha doğrudur. Buna üçüncü bir şart daha eklemek ge­rekiyor, o da dinde/şeriatta bulunana zıt ve karşıt da olmamaktır. Dinde açıkça bulunana zıt olan, bid'at kavramı içine girer.

Bütün fakihler ve hadisçiler hayız halinde bo­şanmanın bid'at olduğunu söylemektedirler. Bura­daki bid'at, şu üç niteliği haiz olan bid'attır. Şeri­atta yoktur, ona uygun değildir ve onda olana zıttır. Şeriatta olmadığı açıktır. Ama uygun değildirin manası, şeriatta sözle ifade edilen hüküm ve ilkelerin genel anlamına ve felsefesine uyma­maktır. Şeriata zıt olmasının anlamı, onun zıddı ve karşıtı demektir. Meşru hüküm, sünnete; kanuna uygun hüküm dinde açıkça ifade edilmektedir. Ha­yız halinde boşama, hayız halinde olmamak şartıy­la olan boşamaya zıddır. Hayız halinde boşamanın hem bid'at, hem haram ve hem isyan (günah) oldu­ğunda alimler arasında ittifak bulunmaktadır.11

İşte bütün bu doğru ve meşru öncüllerin sonu­cu, hayız halinde olan boşamanın geçerli sayılma-masıdır. Eğer, bu alimler geçerli sayılmaz, demiş olsalardı, hayız halinde boşama geçerli olmayacak­tı. Alimlerin dini ve kutsal sözleri yorumlamakla di­ne olan etkileri ve yönlendirmeleri böyle süregel­mektedir. Başka şekilde yorumlasalardı, uygulama başka şekilde olacaktı. Bunu günlük bir misalle açıklayalım. Mahkemede hakim bir karar veriyor. Temyiz mahkemesi kanunun usulüne aykırı olduğu alimlerin boşanmayı kanuna uygun olan ve kanuna usulüne göre olmadığı için geçersiz sayılmış, icra edilmemiş. Onu usulüne uygun biçimde yapma­lıdır. Kur'an namaz kılacağınız zamanda ahdest alın, diyor. Abdest farz, abdestsiz namaz batıldır. Yani abdestsiz namaz olayı varsa, şartına, usulüne uymadığı için, batıl, lağiv sayılmıştır. Hayız halinde boşanma olayı vardır, ama usulüne (sünnete) aykı­rı olduğu için, abdestsiz namaz gibi geçersizdir. Bu­nu geçerli sayanlar usulde (sünnette) hata etmişler­dir. Dinde yanlışlık yok, onu anlamada yanlışlık vardır. Bununla beraber, meseleyi doğru anlayan­lar da eksik değildir. Meselâ Tahavi diyor ki, boşa­manın, eseri, karısına dönmekle kalkmıştır ve san1 ki onu hayız halinde boşamamıştır.12

işte bu hüküm doğrudur. Burada şunu müşahe­de ettiğimizi belirtmek istiyorum. Tahavi hem ha-disçi, hem fakih olarak bir müctehiddir. Fakihlerin otoritesi altında ezilmemektedir. Hadise dayanarak fıkhi bir meseleyi kaidesine oturtabiliyor. Mezhep­lerin otoritesi altında kalan özellikle beşinci Hicrî (onbir Miladî) asırdan sonraki hadisçiler açıkça ha­disleri mezheplerine göre şerhetmektedirler. Buna dikkat etmek lazımdır. Bunlar ne tam hadisçi ve ne de tam fakihtirler.

Zikrettiğimiz kaynaklarda, hayız halinde verilmiş olan bir boşun geçersiz olduğunu söyleyenler varsa da bunlar pek aşırı sayıldık­larından dolayı onlar itibar görmemişlerdir. Şafii hadis-çisi olan Nevevi bile İbn Hazm'ı kastederek bir zahi­riye göre13 demekte ve Ay­ni de Zahiriye, Hariciye ve Rafıda mezheplerinin, hayız halinde verilen boşun geçersiz olduğunu söyledikle­rini zikretmektedir.

Bizler de, hayız halinde boşamanın geçerliliğini seneler önce okuduk. Bugün, kadınlarla ilgili prob­lemler ortaya çıkmaya başlayınca eski bilgilerimizi, felsefe ve mantık ölçülerine, şeriatın hikmet ve ga­yesine göre tekrar değerlendirmeye alıyoruz. Diğer dinî meselelerde de hareket tarzımız budur. Önce zihnimizde problem ve cevabı oluşmakta, onu yap­mak ve kaleme almak gerektiği veya zamanı geldi­ği vakit, meseleye ve kaynaklarına yeniden başvur­maktayız. Bizim anlayışımıza ters düşen eski bilgi­lerimizi burada görüldüğü gibi asıl ve önemli kural­lara dayanarak açıklıyoruz. Eski bilgilerimizi öğren­diğimiz zatların fikirlerindeki çelişkileri, doğrulan, yanlış neticeye vardıklarını gene kendi tutarlılıkla­rından, tutarsızlıklarına intikal ederek bulmaya ve ortaya koymaya çalışıyoruz. Bu arada aynen bizim gördükten sonra bir işi, veya kanaati düzeltmeye   kalkmıyoruz. Çünkü onların dediklerini daha önce­den bilmiyoruz ve onların dedikleri haşiyelerde, ke­narda, köşede kalıyor, daha doğrusu büyük bir suç­lama ve ithama maruz bırakılarak zikrediliyorlar. Eğer biz daha önceden bildiklerimizin yanlışlığını düşünmemiş olsaydık, onların doğruluğuna inana­rak işe ve araştırmaya başlasaydık, gene onların doğrularına inanarak sonuca varırdık. Çünkü onlar çoğunluktadır. Ve Cumhur denilen çoğunluk daima fikirlere bir baskı unsuru olarak da zikredilmektedir. Başta kendim bunun misalidir. Ben hafızlığım yılla­rımı da sayarsam ellibeş senelik geceli gündüzlü tahsilden sonra bu çalışmayı yaptığım bu ana kadar "fetaîhkûhunne li ıddetihin-ne" ayetini anladığımı san­mıştım, halbuki anlamamış­tım. Bu ayeti, gene kurdukla­rı öncüllerin (mantıkta mu­kaddime) doğrularına dayan­dığımı, alimlerin vardıkları yanlış neticelerden anla­dım. Neticelerinin öncüllerine ters düştüğünü tespit ettim. Meseleyi incelemeden önce, yanıldıklannı düşündüğüm zaman, doğru düşünenlerin de doğru olduğunu bilmiyordum. İnceleme esnasında doğru düşünenlerini tespit edince, ötekilerin yanlışlarını ortaya koymak daha kolay ve güven verici oldu.

Hz. Peygamber'in "karısına dönsün" emri, bu ayete dayanıyor. Bu ayetin anlamı "kadınları hayız haline girmeden, hayız halinden önce boşayın".15 Yani hayız halinde boşamak yasaklanmış ve nehye-dilmiş oluyor. Böylece Hz. Peygamber'in sözü de Kur'an'a dayanıyor. Hz. Peygamber bu emri Kur'an'dan anladığına göre veriyor, bu anlayışı Kur'anın hem lafzına hem nikmeı ve gayesine uy­gun oluyor. Hz. Peygamber'in sözünün vahyi anla­maktan ayrı birşey olmadığı da anlaşılıyor. Hz. Peygamber'in sözlerinin ve işlerinin (sünnet) bir kaynağının da Kur'an ve onu anlama olduğunu da böylece pekiştirrniç oluyoruz.işte Kur'an'a ve Hz. Peygamber'in sünnetine, doğrudan ve daha önce öğrendiklerimizi ve bildik­lerimizi gözardı ederek, onlara bağlı kalmayarak dönecek olursak, Kur'an'ı ve hadisi daha sağlam ve daha doğru anlama imkânımız olur.

Burada anlatmak istediğimizi bir daha ve tekrar söylemek gerekiyor. Ne müslümancılık yapanla­rın, ne de Müslümanlığın aleyhinde olanların söz­lerine güvenmeli. Ayet ve hadislere yanlış mana «erenler yalnızca Müslümanlığın aleyhinde yazı yazanlar değildir.Müslüman alimler de yalnış mana  neticeye veya yanlışlardan yanlış neticeye varabil­mektedirler.

Sırası gelmişken burada şunu belirtmede isabet vardır. İslam alimlerinin yanılmalarındaki etkenler ne olursa olsun, sözlerinde samimi olduklarını ve İslam'ın aleyhinde olmadıklarını kabullenmek doğ­ru olur. Diğer bir tesbit de, İslam'ı tenkit fikri ile yo­la çıkanların da kendi anlayış ve doğru davranışla­rına uygun olan İslam hüküm ve ilkelerine yine de hücum etmeleri, peşin fikirlilikte ve gerçeğe karşı samimiyetsizlikle harekette bulunmalarıdır. Bu gibi­lerin tenkitlerine yıkıcı tenkit, demekten başka ça­re kalmıyor. Üçüncü bir tesbiti de şöyle ortaya koy­mak istiyoruz: Diyelim ki, herhangi bir peşin fikri olma­yan bir araştırmacı, araştırma esnasında öyle yanlış saçma hüküm ve sözlere rastlıyor ki o sözlerin sahipleri ve nakilci-leri onları İslam'ın şaşmaz gerçekleri olarak sunu­yorlar. Bunların karşısında kalan araştırmacı, çığ-rından çıkıyor ve onlara hücum ediyor. Onlara hü-*cum ederken İslam'a da hücum etmiş oluyor. O sözlerin ve yorumların sahipleri hayatları boyunca yaptıkları İslamî çalışmalarla, onları düzeltmemiş ise, aynı yıllar kadar aynı konulara kendini vereme­miş başka bir kimse elbette, onların yanlışlarını dü­zeltecek durumda olamaz.

İşte kabahati ve suçu yalnız hasmına yükleyen kimse hiçbir zaman kendi yanlışını düzeltme fikrine sahip olamaz.

İslam alimlerinin ayet ve hadisi anlama ve anlat­malarında nasıl yanıldıklarına dair bir örnek verme­ye çalışıyoruz ve fakihler, kendilerine göre haram olduğu halde, geçerli olduğunu söyledikleri için ha­yız halinde boş vermek geçerli olmuştur. Oysa ge­çerli olmadığını söylemiş olsalardı, geçerli olmaya­caktı. İşte mesele bu kadar basit ve bu kadar önem­lidir. Diğer dinî meselelere de bu kaide uygulanma­lıdır.

 

Kadınların hayız halinde boşanmalarından bah­sedilince boşanmaya dair üç meseleye de uzunlu­ğuna ve derinliğine girmeden burada kısaca değin­mek gereğini duyuyorum. Ancak meselelerin, hü­kümlerin gaye ve hikmetine, felsefesine eğilmeye­cek, sadece tasvirle yetineceğiz.

a) Evlenmede iki şahit şart ise boşanmada da iki şahit bulundurmak şarttır. Nikâhta şahit bulundur­mak, hadis ile sabittir, ama boşanmada iki şahit bu­lundurmak ayet ile sabittir.16 Fakihler bu ayete de gereken önemi verip bunu fıkıhta bir kaide olarak kodlaştırmamışlardır. Yani bu ayete dayanarak, karı kocanın ancak iki şahidin yanında boşanmaları halinde boşanmanın geçerli ve meşru olduğunu söylemeleri lazımken söylememişlerdir. Çünkü ayetteki emir açık ve seçik olarak, "boşandığınız­da iki adil, doğru dürüst şahit bulundurun" de­mektedir. Fakihler, bu ayeti ahlâkî bir duruma yo­rumlayarak, şahit getirirse iyi olur; ama şahit ol­mazsa da boş geçerli sayılır, demişlerdir. Eğer bu ayete fıkhi (hukuki) bir anlam verselerdi, şahitsiz boşanma olmaz, demiş olsalardı, şahitsiz hiçbir bo­şanma olmayacaktı ve bir sürü saçma, gayrimeşru ve gayri İslamî boşanmalara ve neticelere müslü-manlar katlanmak zorunda kalmayacaklardı. Aye­tin açık ve seçikliğine aykırı olan bu hüküm hâlâ İs­lam toplumlarında geçerliliğini korumaktadır. İşte yanlış bir anlayış böyledir. Buna karşı çıkanlar ol­muşsa da onlar, Kur'an delil getirilerek değil, daha önceki insanların sözleri ileri sürülerek susturulmuş ve ezilmişlerdir.

b) Kur'an-ı Kerim, kan kocanın boşanmasını il­ke olarak kabul ediyor ve bu hususta tek bir sebep gösteriyor: O da karı kocanın geçimsizlikleri ve birbirine olan tahammülsüzlükleri. A-yetin istediği şey, geçimsizli­ğin tespitidir. Ayete göre kan kocanın kendi ailelerinden hakem tayin ederek karı ko­canın arasını bulmaya çalışacakları emrediliyor. Ayete göre geçimsizlik tespit edilmeyince ve iki ha­kem çözemeyince, durum kadıya (hakime) intikal eder ve kadı da iki şahidin huzurunda boşanmaya hükmeder. Fakihler bu ayete fıkhi (hukuki) bir statü vermemiş ve onu ihmal etmişlerdir. Oysa bu ayete fıkhi (kanuni) bir norm ve şekil vermiş olsalardı, hiç­bir boşanma bu geçimsizlik durumu olmadan geçer­li olmayacaktı. Fıkıhtaki boşanma ile ilgili birçok tar­tışmaya ve ortaya atılıp sonra çözümü aranan ve bulunamayan varsayımlara, spekülasyonlara gerek kalmayacaktı.

"Eğer karı kocanın aralarının açılacağından en­dişelenirseniz kocanın tarafından bir hakem ve ka­dın tarafından bir hakem tayin edin. Bu iki hakem aralarını düzeltmek isterse, Allah da aralarını bul­malarına yardımcı olur".17

Bu ayet boşanmanın hem sebebini, hem şeklini açıklıyor. Gene sözümüzü tekrar edeceğiz. Eğer fa­kihler, bu ayeti fıkha alıp üzerinde düşünüp içerdi­ği hükümleri kodlaştırmış olsalardı, İslam hukukun­da aile hukukunu çok ileri götürmüş ve şimdikiler­den daha modem bir boşanma hukukunu dünyaya da öğretmiş olurlardı. Burada dikkat edilmesi gereken  husus, kadın ve erkek ayrımının olmamasıdır.

c) Kur'an'da, hadiste ve İslam fıkhında (huku­kunda) kadına boşanma hakkının verilmiş olması. Buna sebeb olan olay şudur. Kadının biri Hz. Peygamber'e gelir ve: "Ey Allah'ın elçisi ben falan­canın karışıyım, ama boşanmak istiyorum" der. Hz. Peygamber şikayetinin ne olduğunu sorar. Ka­dın, kocasının geçiminden, ahlâkından ve davranı­şından şikayet etmediğini, yalnız yolda gelirken onun arkadaşları arasında kısa boylu, çirkin ve çok siyah görünüşlü olmasını ileri sürüyor ve onunla ya­şayamayacağını ifade ediyor. Bunun üzerine Hz. Peygamber: Aldığın mehri geri ver ve ayrı/, di­yor. Kadının daha fazlasını veririm, demesi üzeri­ne, Hz. Peygamber hayır, sadece aldığın mehri ve­rirsin, demiş ve kadın boşanmıştır18.

İslam'da kadının boşanma hakkının olmadığını iddia etmenin saçmalığına bu Peygamber tatbikatı en geçerli delildir.

Bu olayda, "b"de açıkladığımız geçimsizlik ve huzursuzluk sebeb gösterilmişti. Buradaki sebep, psikolojik ve estetik beğenme, gönlü ısınmama ve nefret etmedir, sosyolojik ve fiziki bir sebep değildir. Ka­dın da istediği zaman boşana-biliyor. Erkek de istediği za­man boşanabiliyor. Kur'an herkesin istediği zaman bo­şanmasını bir esas sebebe bağlıyor ve o sebebin gerçekliğini., yani o sebebin gerçekten vuku bulup bulmadığını tespit ettiriyor. Yoksa her kızışta ve öfkelenmede öyle uluorta aile yuvasının dağılmasına imkân vermiyor. Geçimsizli­ğin ve huzursuzluğun tespitini ve çözümünü iki ha­keme bırakıyor. Fıkıhta kadının bu boşanma hakkı­na "hul"' deniyor. Ancak, uygulamada, sanki bun­dan fıkıh okuyanların haberi yokmuş gibi, kadına boşanma hakkının başka şartlarla sağlanabileceğini ileri sürenler bulunuyor. Dr. Kinsey, kitaplarında, burada zikrettiğimiz psikolojik sebep dolayısıyla Muhammed'in dininde kadına boşanma hakkının verildiğini yazmaktadır. Ben, o zaman, bizim fıkıh-çılar bunu bilmiyor, o biliyor demiştim. Allah rah­met etsin, vaktiyle İstanbul ilim muhitlerinin yaki-nen tanıdığı alimlerden Raif Olgan merhuma bunu söylediğimde, bana: "Hüseyin! Ben de bilmiyor­dum" dedi. Ama fıkıh okuyanlar, mutlaka bunu okurlar, okumak kâfi değil, anlamak şart. Anla­mak, Arapçasını Türkçeye tercüme etmek değildir. Anladığına sahip ve malik olarak, onun uygulama­sını yapmaktır. Bilirler, ama bildiklerini bilmezler. Çünkü bildiklerini bilmeleri gerektiği gibi bilmezler de ondan.

Buraya aldığımız üç esas ile, boşanmanın sırf erkeğin elinde ve hem de istediği gibi gelişigüzel bir hak olmadığı ortaya çıkıyor. Öyle fıkıhta yazılıp dökülen bir sürü yanlış ve saçma varsayımların Kur'an'a ve hadise aykırı olduğu açıklığa kavuşuyor. Buraya kadar özetle açıklamaya çalıştığımız şer'î (Kur'an ve Hadis) esaslardan şu sonuçlan tek­rar hatırlatmak üzere gözönüne koymakta fayda mülahaza ediyorum

1.               Meşru boşanma, belli ve objektif bir sebebe dayanacaktır. Bu da karı kocadan birinin diğeriyle yaşamaya tahammül edememesi halidir.

2.       Karı koca arasında bir geçimsizlik ve huzur­suzluk çıktığı takdirde ikisinden biri boşanma iste­yebilir.

3.       Eşlerden birinin diğerinden nefret etmesi de boşanma sebebi olabilir. Yukarıda (c) fıkrasında ol­duğu gibi kadının  Hz.  Peygamber'e kocasından nefretini anlatması temel alınması gereken bir du­rumdur. Ancak, bu nefretin, bir an için öfke ve kızgınlıktan öte bir gerçeği olması gerekir. Öfke geç­tikten sonra pişmanlığa dönmemelidir. Bunun için, boşanmadan  önce,   hakemler,   olmazsa  yargıcın (hakimin) huzurunda şahitler bulundurma şart ko­şuluyor. Bunun hikmet ve felsefesi, o süre esnasında boşanma isteyene düşünme imkânı ve geri dön­me fırsatı sağlanıyor. Eğer, gerçekten kararlı ise devam eder. Hz. Peygamber, kadının nefretini yok edilmeyecek, adamın fiziki yapısına ait olduğunu görünce hemen boşanmaya hükmediyor. Bir davranış ve bir öfkeden, sözden dolayı olsaydı, onların izalesine çalışırdı ve çalışılmalıdır.

  

Boşanmada sebep olacak şeyin tespiti çok önem kazanıyor. Karı kocadan her biri, kendi başı­na herhangi bir sebep uydurup boşanmak isteyebi­lir. Bunun önüne geçmek için boşanma sebebinin tespiti ve ortak hayata yapacağı olumsuz etkinin neticeleri incelenmelidir. İşte bunun için her iki tarafın ailesinden birer hakemin tayini ve uzlaştırma­yı gerçekleştirmeye çalışmaları esas alınmıştır. 

5.    Bu esaslar uygulandığı zaman, boşamanın erkek veya kadının elinde birer tehdit silahı olmadı­ğı, fıkıhta anlatıldığı gibi erkeğin iki dudağı arasın­da bulunmadığı, kadının da boşanma isteyebileceği ve boşanmanın meşru sebebi tahakkuk ettiği za­man, boşanmanın caiz olduğu anlaşılıyor.

6.    Nasıl ki, evlenmede iki şahit getiriliyorsa, ay­nı şekilde evlilik müessesesinin son bulduğunu tes­pit için de iki şahit bulundurma getiriliyor. Böylece, boşanmak isteyene, düşünmek imkân; veriliyor. 

Kabul etmek gerekir ki, evlilik, ortak kurulan bir hayattır. Bir ticaret şirketi gibi bir kâr sağlama ortaklığı gibi düşünülemez. Toplumun, milletin ve devletin çekirdeğini teşkil eden aile yuvasını çatlat­manın, yıkmanın mesuliyetinin ve ortada kalacak çocukların hayatları ve geleceklerinin topluma ola­cak olumsuz etkilerinin de hesaba katılması lazım­dır. Bu durum, boşanmanın erkek ve kadının gelip geçici arzularına bırakılmaması gerektiğini ortaya koyuyor. Ancak, gerçek ve objektif sebepler bu­lunduğu zaman boşanmaya izin vardır. Hayat, bir katlanma, tahammül ve sabır mücadelesidir. Bu, insanlığın hem şeref ve hem bütünlüğünü koruma savaşıdır. Sağlam neslin yetişme ortamı geçimli, uyumlu aile yuvasıdır. Fazilet yüce bir şereftir. Onu elde etmek insanın elindedir. O sabırla kazanılır. Dürüstlük bir fazilet ve dürüst olmak sabır ister. Evlilere yapılabilecek en değerli öğüt şudur: Ço­cukların yanında birbirini yıkıcı tenkidde bulunma­sınlar, tartışmasınlar, kavga etmesinler, dargın durmasınlar. Çocuk büyük bir nimettir, o bir mil­lettir, o olmazsa, millet de olmaz, insanlık da kal­maz. En büyük şeref, çocuğu şerefli, namuslu, dü­rüst yetiştirmektir.

 

 

DİPNOTLAR:

 

1. Buharı, 6/163, istanbul 1981; tbn Hacer Askalani (773-852 H./1371-M./1448); Fethu'l-Bari, 9/345 vd..

 

2 Fethu'l-Bari, 9/346; Umdetu'l-Kari, 9/529; Burhanuddin Ali b. Ebu Bekir Merginâni (593 H. 1196 M.) el-Hidaye (Fethu'l-Kadir içinde) 3/22.

3.       Fethu'l-Bari,  9/349;  Umdetu'l-Kari,  9/530; el-Hidaye
3/34. 

4.   İslam Hukuk Felsefesi. Abdulvehhab Hallaf 298, Ankara
1985, Hüseyin Atay Tercümesi, Burada mendup, Fakihlerin
sünneti anlamına gelir.

5.   A 5. e., s. 229.

6.   el-Hidaye 3/34 [Fethu'l-Kadir içinde) Kuranı ve Hz. Pey­
gamberin sözünü bırakıp birbirlerinin sözünü birbirlerinin
lehine ve aleyhine tartışıyorlar. (Fethu'l-Bari ve Umdetu'l-
Kcril

7.      efHUbye. 3/33.

8.      Talâk, 65/1.

 9.    İbn Humam, 3/33.

10.            A g. y.

11.       Fethu'l-Bari.  9/346,  347,  349,  350;  Umdetu'l-Kari,9/530; Fethu'l-Kadir, 3/34.

       
12.) el-Hidaye, 3/34: Bunun açıklaması, Fethu'l-Kadir. 3/35

13.        Fethu'l-Bari. 9/352, 353.

14.        Ayni, Umdetu'l-Kari, 9/530.

15.       Talâk, 65/1; Umdetu'l-Kari, 9/530; Fethu'l-Bari, 9/346;Kamil Miras, Tecridi Sarih Tercümesi,  11/338 vd.; Fet­hu'l-Kadir, 3/34. '

16.       Talâk, 65/2; Hüseyin Atay. İslam Hukuk Felsefesine Giriş,
   
12, İslam Hukuk Felsefesi,  Abdulvehhab'tan Tercüme.Ankara 1985).

17.        Nisa, 4/35.

18. Ebu Abdullah, Muhammed b. Ahmed Kurtubi, el-Cami //Ahkâmi'l-Kur'an (Tefsir), 3/139; Umdetu'l-Kari. 9/571; Fethu'l-Bari, 9/395. 400. 

Bilgi ve Hikmet, Güz -1994/8

 


 
  Bugün 184 ziyaretçi (339 klik) buradaydı

beyaz kuğu Selam Dünya !.. Selam Türkiye !.. Sitemize Hoş Geldiniz !.. ( beyaz kuğu ) bir aile sitesidir !.. Lütfen bizi takip ve dostlarınıza tavsiye ediniz !. Bu çorbada tuzu olsun isteyenlerin, tenkit ve tavsiyeleri için ( mim.sait@hotmail.com )veya ( alt1946@windowslive.com ) adreslerine mail göndermelerini bekliyoruz !.. Sitemizde "bir hoş sada" menüsü altında yer alan "beyaz kuğu", "teferruat", "derviş hüseyine mektuplar" ve "hem nalına hem mıhına" bölümleri orjinal olup, bunların hiç bir hakkı mahfuz değildir, kaynak gösterilerek veya gösterilmeksizin kullanılabilir. Diğer dökümanlar ise; çeşitli sitelerden alınmış, bazılarında değişiklik yapılmıştır.İlgililerin talebi halinde derhal kaldırılacaktır!..Bilgilerinize sunulur !.. *** beyaz kuğu***Ailenizin Sitesi***











* * * * *


 
 

Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol