Ölüm nereden gelirse gelsin
İDRİS ÖZYOL
Ejderha boyunda alevlerle yanıyor hayat. Yanıyor şehir. Yanıyor coğrafya. Yanıyor ellerim. Dokunma bana. Bana dokunma. Geçtiğimiz bütün kentleri ateşten bir topa çevirerek ve yakıp yıkarak sarayları, ilerliyoruz dünyanın ucuna. Dünyanın en ucuna. Biz yürüdükçe büyüyor ordu. Sefiller ordusu bu, serseriler ordusu, dilenciler ve cüzamlılar ordusu, kaçaklar ve kaçıklar ordusu, ipten kazıktan kurtulanlar ordusu. Derme çatma aşklarımızın, derme çatma hayallerimiz, derme çatma ordusu bu. Özgür bir "saniye", başıboş bir "an", küçük bir "itaatsizlik" ve efendi köteğinden uzak bir "yurt" için; bize, sadece bize ait bir "yenilgi" için tankların ve topların üzerine yürüyen tahta kılıçlılar ordusu. Bizim ordumuz.
Kahramanlık dediğin nedir ki? Büyük ihanetlerin, uzun süreli soytarılıkların, yenilgilerin, korkuların, kabusların içinde sınanmayan bir kavga nasıl kahraman olabilir? Ve katlanmaktır belki de kahramanlık, mermer tahtların gölgesinde soytarılık yapmaya ve o soytarılık denilen dünya yükü, bir gün kapıyı çalacak olan dev bir isyan beklentisiyle kaldırılır "gavur konaklar"da. Ve gün gelir, konağın kapısına zincirden boşanmışların çığlığı dayanır ve gün o gündür ki, kırık çanak efendinin kafasına çalınarak, içeri buyur edilir asiler. İsyan başlar konakta. Soytarıların, hainlerin, cüzamlıların, yanaşmaların isyanı. Hiç bir zaman mutlak zafere ulaşmayacak olan ve kırdığı her saray birliğinin peşinden, yeni bir "haçlı ordusu'yla karşılaşacak ve bir gün kıstırdığı ovada en son ferdine kadar yok edilecek bir isyan. Fakat zafer değil istenen, zafer değil asla. Bir isyanın, eninde sonunda kendi evlatlarını yediğini biliyoruz biz. Aslolan, kimsenin bizi yönetmediği ve kimseyi yönetmediğimiz bir savaşta ölmektir. Aslolan isyanın kendisidir, sonucu değil.
Kimseden korkmadan konuşmak ve fütursuzca koşup, çılgınlar gibi zıplamak istiyoruz. Taş taş üstünde bırakmadığımız çiftliklerden aldığımız koyunları, dağlarda yaktığımız ateşlere sürmek ve ağzımızı elbisemizin yeniyle silmektir özgürlük. Dokunma bana. Devirdiğim saray muhafızının üstünde dans ediyorum şu an ve bakarak altın tutkunu gözlerine kendi ihanetimi ölçüyorum. Son kerteye kadar sadakati ve bir benzeri görülmemiş ihanetler çekiyor bedenimi. Korkak, hain ve kahramanın ben. Ve şimşek gürültüsü kısalığında özgürlükler için boynumu kestiririm tereddütsüz. Sırtından bıçakladığım adamların ardından ağlayıp göğüs göğüse kavgalar için meydanlara inerim. Üniforması çul, kılıcı tahta, komutanı ihanet olan bir ordunun asla ama asla madalya istemeyen neferleriyle birlikte, ilk defa gördüğüm bir arazi parçasında ve manifestosuz ve amaçsız ve kırık aşklarımı yedeğe alarak ve kollarımdaki kamçı izlerini kaşıyarak ve alnımdaki korku terlerini silmeye çalışarak ölüme, bize ait olan tek şeye yürüyebilirim. Korkarak ve kahramanca. İhanet ederek ve kahramanca. Soytarı fakat kahramanca. Yel değirmenlerine doğru gülerek ve delirerek ve omuz başımı yoklayarak ölebilirim. Dokunma bana.
27 Ocak 1999 Çarşamba