Mihnet ile ektirdiğim gülleri, vardın gittin bir soysuza yoldurdun
İDRİS ÖZYOL
Biz geliyoruz beyaz kafa; şehirlerin kenarlarından, sokakların diplerinden, meydanların ücrasından kalkarak ayağa ve saçlarımızı en deli rüzgarlarda savurarak ve ağzımızda kıvrak şarkılarla ve bir gelincik tarlasında yuvarlanır gibi ve tepeden tırnağa bir ateş halinde, biz geliyoruz. Dünyayı daha fazla sevmeye, insanı daha fazla anlamaya, hayatı daha fazla korumaya doğru koşuyoruz. Biz uçan kuşun, parlayan çiçeğin, sıcak ekmeğin ve gürül gürül akan ırmakların aşkıyız. Ve o kuş, o çiçek, o ekmek, o ırmaklar gelip şehrin ortasına saplayacaklar bıçaklarını ve bıçaklar Fırat kıyısındaki koyuna dahi adalet isteyecek. Ve hak sularını bulandıranlar, nokta kadar bir yer bile bulamayacaklar kalplerindeki karanlığı, kafalarındaki hesabı, ciğerlerindeki fiyatı saklamaya. Onların gözlerinde, dünyanın en derin çukurlarını bulacağız ve onlara baktığımızda yosunlu bir taşı kaldırmış gibi olacağız yerinden. Böcekler kaçışacak onların yüreklerinde ve fakat en ufak bir yer bulamayacaklar içlerindeki solucanları gizlemeye. Biz bir karanfil tarlası gibi ilerlerken aydınlığa, onlar, altı böcek cehennemi taşlar gibi kaçışacaklar zifiri karanlığa. Fakat yeryüzünde hiç bir karanlık yoktur malûmumuz olmayan. Sıcak küvetlerinde ve pahalı parfümlerinin içinde bulacağız onları ve suratlarına devasa yangınları haykıracağız.
Biz geliyoruz beyaz kafa; milyonlarca insanın kanıyla girilen sarhoşlukların şerefine kurulan zafer taklarını yer ile yeksan edeceğiz. Yer ile yeksan edeceğiz kızlarımızı kir çukurlarına gömen, oğullarımızı inançsızlık sularında boğan, babalarımızı utanç duvarlarına köle eden fildişi kuleleri ve o kulelerde hazırlanan bütün hesapları. Yukarılardan bakıp bakıp kesilen ahkamları ve bizi forsalaştıran, aşksız ve karanfilsiz bırakan bütün hükümleri yer ile yeksan edeceğiz. Hazine dairelerinize dalıp, gözünüzden bile sakladığınız altınları avuç avuç savurarak kocaman kahkahalar atacağız. Ufacık da olsa bir çöp kurtarmak için didinen beyaz bedeninize sarılıp dans edeceğiz sizinle. Siz kenar mahalle çocuklarından üttüğünüz bilyeleri kaybetmenin şokuyla delirirken, biz sizin deli gözlerinize bakıp şarkılar söyleyeceğiz. Mutfaklarınızı yağmalayacak ve kilerlerinizdeki etle bütün şehri doyuracağız. Canınıza ve mahreminize halel gelmeyecek; ama ümüğümüzden kopardığınız her lokmayı geri isteyeceğiz. Ve dev ateşler yakıp şehrin ortasında, göğü aydınlatan yalımlarla güreşeceğiz.
Biz geliyoruz beyaz kafa; uzamış sakallarımız ve dünyanın en güzel hayvanına benzeyen gözlerimizle geliyoruz. “İşte karanlık” diye işaretleyip, keskin nişancılara hedef kıldığınız kalplerimizi söküp avuçlarımıza aldık. Alnımızı esmer buğdayların hışırtısıyla yıkayıp, saçlarımızı sabah vakitlerine savurduk. Sen fildişi kulelerde havyara, kuşkonmaza ve lakerdaya uzanırken, biz aczin ve yokluğun içinde kocaman aşklar körükledik ve o aşklardan demir gibi çocuklar edindik. O çocuklar ki meydanlara bir vaha serinliğiyle girip, ince kumaştan mendiller gibi dolaşacaklar. O çocuklar ki arkalarına konakları alıp hatıra resimleri çektirecekler şehrin her yerinde. Şehir, surlarına bayrak diktikten sonra sırtı sıvazlanıp köyüne geri gönderilen Ulubatlı Hasanlar’ın olacak. Şehri, örselendikçe kokusu güzelleşen bir gül gibi cebimize koyacağız. Ve akşamları evimize götüreceğiz gülü. Masamıza yerleştirip önünde sade yemekler yiyeceğiz. Büyüyen çocuklarımızdan arta kalan elbiseler giydireceğiz ona. Odalarımızda büyüyüp bizim gibi kokacak. Şehir bizim olacak, biz şehrin.